32. Bölüm

^1.31.BÖLÜM^: 'Baskın basanındır'

Cornephelia
cornelianews

 

Selamlar canlarım, ciğerlerim ve çiçeklerim! Öyle bir bölüm yazdım ki... Yazdığım en uzun bölüm diyebilirim. Canım çıktı ama sizin için değerdi.

 

 

6K yazmak, üstelik nefes alamayacak kadar hastayken... Söz verdim diye hastaneye bile gitmeyip bölüm yazdım. Ben sizden razıyım, siz de benden razı olun lütfen.

 

 

Şaka maka, cidden bölümü yazarken yoruldum. Bu yüzden lütfen bol bol yorum yapıp oylamayı unutmayın bakın bol diyorum.

 

 

Vallahi, beklediğim kadar çok yorum ve oy gelene kadar bir daha bölüm atmam, slalaldldld.

 

 

Çok ciddiyim bakın, kıyarım size!

 

 

Öyleyse yorumlarda buluşalım!

 

 

31.Bölüm

 

 

...📖...

 

 

Büyük eski binalar yüzünden sokağa girmeyen güneş ışığı, sokağın daha da karanlık görünmesine neden oluyordu. Nefes nefese sırtımı dayadığım soğuk, rutubetli duvardan terlemiş sırtıma işleyen soğuk hava biraz da olsa iyi gelmişti. Elini sıkı sıkı tuttuğum velet, konuşmaya mecali kalmamış gibi sadece nefes almaya odaklanmıştı.

 

 

Durmadan bana bağırıp çağırdığı için koşarken nefes almaya fırsatı olmamıştı. En son sesini kessin diye çocuğa nasıl kızdıysam, bir daha konuşmamış; şimdi ise ciğerlerine çekebildiği kadar nefes çekmeye çalışıyordu.

 

 

Başta beni kandırıp o adamların olduğu sokağa geri sokacak diye korksam da çocuk, onlardan uzaklaşabileceğimiz sokaklara yönlendirerek kaçabildiğimiz kadar uzağa kaçmamızı sağlamıştı. Ciğerlerime derin derin nefes çekip nefes alışverişimi düzene sokmaya çalışırken gözlerim çocuğa doğru kaydı. Onun gözleri hâlâ el ele tutuşan ellerimizdeydi. Yüzünde çözemediğim bir ifade vardı.

 

 

Kafasını kaldırarak bana baktığında göz göze geldik. Panikle hızla elini elimden çekerek kucağına koydu. Kaçamak gözleriyle etrafı tarayıp sokağa baktı.

 

 

Her girdiğimiz sokağı inceliyor, evlerin her yerine dikkatle bakıyordu. Ona göre farklı bir şeyler var mıydı bilmiyorum ama benim için tüm sokaklar ve evler aynıydı. Aradığı şeyi bulmuş gibi duvara dik dik bakıp ikiye ayrılan sokağa doğru döndü. "İki yol da farklı yere çıkıyor. Nereye gitmek istiyorsun, sen karar ver," diyerek umursamazca başka tarafa doğru döndü.

 

 

Ulan velet, iki sokağın ucunun da nereye çıktığını biliyor gibi mi görünüyorum?

 

 

"Bu iki yolun sonu nereye çıkıyor? Beni o adamların tam ortasına bırakmayacağın ne malum? Sonuçta onlar için çalışıyorsun," dedim.

 

 

Kafasını yasladığı dizlerinden çekerek dik dik suratıma baktı.

 

 

"Şu ana kadar bizi nasıl yakalayamadıklarını sanıyorsun? Kestirme yollardan gitmeseydim şimdiye kadar başına neler gelirdi, bir düşün," dedi hırçın bir şekilde.

 

 

Bana çemkiren çocuğun kafasına öyle bir vurdum ki boş sokakta şak diye bir ses yankılandı.

 

 

İkimizin arasında kısa bir süreliğine sessizlik yaşandı. Şaşkınca açılan gözleriyle "Bana mı vurdun sen?" der gibi yüzüme baktı.

 

 

Abartma Feriha, bir de bayıl istersen, demek için zor tuttum kendimi.

 

 

Benim veletlerden çektiğim neydi?

 

 

Hiç şu melek gibi sessiz sedasız çocuklar bana denk gelmiyordu.( Noli dışında) o istisnaydı.

 

 

Hele bu velet... İblisin yan çarı.

 

 

"Pardon canım, ya... Şu an sana teşekkür mü etmem gerekiyor? Beni kandırdığın yetmiyor gibi bir de ukalalık yapıyorsun! Sus! Yoksa saçlarını çim yolar gibi yolarım," diye hırsla söylenirken, o kınar gibi siyah gözlerini kısarak bana baktı. Üstelik, yavaş yavaş yerinde kayarak benden uzaklaşmaya çalışıyordu.

 

 

Koluna aniden yapışınca, sanki pitbull saldırmışım gibi şok içinde geri çekilmeye çalışsa da nafileydi.

 

 

"Soylu abla, burada kimin köle tacirine çalıştığı belli değil. Bırak kolumu!"

 

 

Bok bırakırım.

 

 

Derin bir nefes verdi. "Benden ne istiyorsun?" diye sordu bıkkın bir ifadeyle.

 

 

Ulan, ben köle tacirine çalışıyor da onu kandırmışım gibi bir hava oluştu? Burada kandırılan benim, benim tepki göstermem gerekmiyor mu?

 

 

"Arkadaşlarımın yanına götür beni. Onlar olmadan buradan çıkmam."

 

 

Simsiyah gözleriyle bana baktı. Sonra ciddiyetle kafasını sallayarak, "Anlıyorum," dedi. "Ölmek istiyorsun sen. Demek bu yüzden bu kadar rahatsın." Osmanlı tokadını yapıştırayım mı, der gibi yaptım. Panikle, "Şaka yaptım," diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışsa da yememiştim. Çocuğu omuzlarından tutarak karşıma çektim. Böylelikle yüz yüze geldik.

 

 

Tamam, artık ciddi bir konuşma yapmanın zamanı gelmişti. Çocuk, ona nasıl bakıyorsam sertçe yutkunarak:

 

 

"Soylu abla, vallahi benim hiç param yok."

 

 

Ne alaka lan?

 

 

"Dilenecek gibi bir ifade var da yüzünde."

 

 

Ben döverim bu çocuğu.

 

 

Ulan, köle taciri diyorum, inlerine girdik diyorum, götümüz tehlikede diyorum; niye kimse beni ciddiye almıyor?

 

 

"Biraz ciddi ol, çocuk! Arkadaşlarım nerede tutuluyorsa beni oraya götürmeni istiyorum."

 

 

Çocuk, bana bakmaya tahammül edemiyor gibi göz devirdi. "Sen iflah olmazsın," der gibi bir hâli vardı.

 

 

"Soylu abla, ben anlatamıyorum galiba. Oraya gitmek demek, öldük demek. Senin algılama problemin mi var?"

 

 

"Çocuk," dediğimde küfür etmişim gibi ters ters baktı.

 

 

Ulan, köpek! Benim asabımı bozma! Bu ne biçim roman lan?

 

 

Her karakter ayrı bir problemli! Hayır, bunlar önemli karakterler de değiller ki! Bu yüzden mi karakter gelişimleri geride kalmış?

 

 

Yazar, ne yaptın anlamıyorum ki? Tüm kinini yan karakterlere mi vereyim dedin, ne yaptın?

 

 

"Zenginim."

 

 

Tekrar bir sessizlik oluştu aramızda. Baygın bakan umursamaz gözleri kısılarak, "Dalga mı geçiyorsun?" der gibi bakmaya başladı. Çok ciddi olduğumu anlasın diye gözlerimi kısarak, "Ne sandın, fakir?" der gibi baktım.

 

 

Bir anda yerinde diklenerek, "O zaman işler değişir! Tam olarak ne kadar zenginsin?" dediğinde, kafasına bir tane vurup olmayan beynini yok etmemek için kendimi zor tuttum.

 

 

"Tahmin edemeyeceğin kadar." O ne demek der gibi baktığında gözlerimi devirdim. Oturduğum yerden kalkarak iki sokağın ayrımında durdum. Gözlerim çocuğa çevrildi. Kalk der gibi başımı hafifçe salladığımda, oflayarak yerinden kalktı. O da benim gibi kollarını göğsünde kavuşturarak sokağın başında dikildi. Şimdi ikimiz de ciddiyete bürünmüştük. Parmağıyla işaret etti:

 

 

"Sağ taraf meydana çıkar. Orada her türlü pislik vardır; suikastçılar, infazcılar, bombacılar ve daha niceleri... Sol taraf ise arkadaşlarının tutulduğu yer. Orada bir mekân var, kaçırılan köleleri orada tutuyorlar. Binanın dışında nöbet tutan adamlar da var, yani içeriye girmek sıkıntı olacaktır ama başka bir yol biliyorum."

 

 

Sessizce onu dinledim. Büyük bir binanın içine girmemiz gerekiyordu ama asıl sorun kölelerin tutulduğu yer değildi.

 

 

Dışarıdan bakıldığında normal bir bina gibi görünüyordu. Fakat içeride, merdivenlerden aşağıya indikçe, yerin altına doğru genişleyen devasa bir zemin vardı. Daha da derinlere indikçe, büyük zindanların bulunduğunu anlatmıştı. O zindanları geçip yerin altındaki dar ve karanlık koridoru aşarak başka bir binaya çıkacaktık.

 

 

Arkadaşlarım işte o binada tutuluyordu. Fakat oraya nasıl geçeceğimizi hâlâ tam olarak anlayamamıştım.

 

 

Çocuk kendi kendine bir şeyler mırıldanarak plan yapıyordu. Burayı benden çok daha iyi bildiği gerçeği, ona duyduğum siniri bastırmama yetiyordu. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama onun yönlendirmeleri sayesinde dışarıdan bakıldığında oldukça eski görünen büyük bir binaya yaklaşmıştık.

 

 

Ve yine çocuğun yönlendirmesi yüzünden otların arasında bir yılan gibi sürünüyordum. Burnumdan sert bir nefes verdim. Ya kardeşim, niye ayağa kalkıp yürümüyoruz?

 

 

Elimi uzatarak ensesinden yakaladığımda irkilerek bana döndü. "Bilerek yapıyorsun, değil mi?" dedim. Sırf benimle uğraşmak için yerde süründüğünü biliyordum. Onu takip ettiğim için ne yaparsa yapmak zorunda kalıyordum ve bunu fırsat bildiği için o küçük aklıyla beni rezil etmeye çalışıyordu.

 

 

"Soylu abla, yemin ederim! Nesin sen, kâhin falan mı? Nasıl anlıyorsun ya?" dediğinde kafasına bir tane daha şaplak indirdim. İnleyerek başını tutarken onu boş verip yerden kalktım. Üzerimdeki toprakları silkelerken dişlerimi sıktım. Şerefsiz velet! Mal mıydım da onun benimle dalga geçtiğini anlamayayım?

 

 

Hayır, bir de o kadar keyif alıyordu ki bu durumdan, yarım saattir gülmemek için kendini tutuşunu izliyordum. En başta kızacaktım ama biraz daha kendi kendine eğlenmesine izin vermiştim. Benim bu merhametim, bu dünyaya çok bile gelirdi.

 

 

Suratını asarak yerden kalktı. Üzerindeki tozları sertçe çırparken gözlerini bana dikti. Şüpheyle süzüyordu beni. "Doğru söyle, büyücü müsün?" dedi, kaşlarını çatarak.

 

 

Onu hiç takmadan otların arasından dikkatlice ilerlemeye başladım. O da peşimden gelerek yüzüme bakmaya devam etti.

 

 

"Hey soylu abla, ciddiyim! Aklımdan ne geçirsem hemen anlıyorsun! Tam olarak nesin sen?"

 

 

Ebenim.

 

 

Keşke eben olsam da senin doğumunu düzeltebilsem. Çünkü bir yanlışlık yapılmış, çok belli.

 

 

"Şeytanla anlaşmam var," diye atıp tuttum.

 

 

Olduğu yerde durarak, "Hadi ya, komik misin sen?" der gibi yüzüme baktı. Suratımda en ufak bir oynama bile yoktu. Çocuk neredeyse gerçekten şeytanla anlaşmam olduğuna inanacaktı. Rahat tavırlarımdan iyice şüphelenmiş olacak ki aniden hızlanarak önümde durdu.

 

 

Çatık kaşları, delici bakışları yüzümde gezindi. İşte yine o tüyler ürpertici his... Çocuk ne zaman öfkelense, simsiyah gözlerine baktıkça içimde tuhaf bir huzursuzluk uyanıyordu. Lan, çocuğa "şeytanla anlaşmam var" dedim ama bu çocuk gerçekten şeytan çıkarsa burada hep birlikte göte gelirdik.

 

 

"O zaman açık açık itiraf ediyorsun. O insanları sen kaçırdın!" diye kükredi. Gözlerime öyle bir hınçla bakıyordu ki, imkânı olsa beni oracıkta öldürürdü. Hayatımda ilk kez bu kadar kana susamış gözlere sahip bir çocuk görüyordum.

 

 

"Hangi insanlar?" diye sorarken ifadem en ufak bir değişim göstermedi.

 

 

Çocuk gözlerini devirdi. Ağızının içinde, "Senden şeytan falan olmaz," diye mırıldandığını duyabildim. Arkasını dönerek umursamaz bir tavırla yürümeye başladı. Sabır çekerek tişörtünden tuttum ve ilerlemesine izin vermedim.

 

 

Oflayarak bana döndü. "Ne var?" der gibi yüzüme baktığında, "Bir soru sordum çocuk, hangi insanlar?" dedim.

 

 

"Halktan bazı insanlar ortadan kayboluyor ama kimse araştırmıyor," dedi dişlerini sıkarak.

 

 

Bunu köle tacirlerine çalışan bir velet söylediği için çok da ciddiye alamadım ama yine de araştırmakta fayda vardı.

 

 

"Birincisi, farkına var diye söylüyorum; sen köle tacirleri için çalışıyorsun. Yani bunu gidip de başkalarına söylersen tabii ki seni ciddiye almazlar. Benim de almadığım gibi," dedim alaycı bir ifadeyle.

 

 

Öfkeyle derin bir nefes aldı. Gözlerindeki anlaşılamamanın getirdiği hırçınlık ve çaresizlikle sesini yükseltti:

 

 

"Siz soylular aptalsınız! Oradan bakınca bunu yapmaktan zevk alıyor gibi mi görünüyorum? Başka şansım yok! Babamın o piçlere çok borcu var. Ya onlar için çalışırım ya da kız kardeşimi köle olarak alırlar! Başka seçeneğim yok! Tabii siz paranız olduğu için rahatsınız. Çünkü böyle dertleriniz yok! Sizin tek derdiniz, 'Bugün neye para saçsam?' olurken, ben her gün kız kardeşim açlıktan ölecek diye korkuyorum. Eve vardığımda, onun benimle konuşmayan soğuk ve cansız bedeniyle karşılaşacağım diye aklım çıkıyor!"

 

 

Boğazı yırtılana kadar bağırdı. Küçücük bedeninde taşıdığı büyük kin, ileride onu şu anki hâlinden çok daha kötü birine dönüştürecekti. Merhametsiz bir adam... Belki de o, çok nefret ettiği babası gibi olacaktı. Ya da daha beteri...

 

 

Duygu yüklü bakışmamız, benim onun kafasına tekrardan daha sert vurmamla son buldu. "Bana atarlanma, git senin bu dünyaya gelmeni sağlayan tanrıya söylen. Oradan bakınca her şeyle ben ilgileniyormuşum gibi mi gözüküyor? Zenginim diye mükemmel bir hayat yaşadığımı nereden çıkardın? Ben de tanrıya öfkeliyim, ama hıncımı başkasından çıkarmıyorum. Git tanrıyla konuş, hallet meseleni." Suratında hayatı sorgular bir ifade gelip geçti. Az önceki öfkesi dağılmış, "Sen neyin kafasını yaşıyorsun?" der gibi yüzüme dik dik baktı.

 

 

"Soylu abla, sen iyi misin? Bir insan nasıl tanrıyla konuşabilir ki?"

 

 

"Konuş işte. Tanrıyla konuşmak için illa ritüele falan mı ihtiyacın var? Bu kadar kudretli bir varlık, seni duyamaz mı? Bağır, duyar o seni." Tek kaşı havaya kalktı, şüpheli gözlerle etrafa kısa bir bakış attı. Bu velet, hem beni hiç takmıyormuş gibi davranıp hem de her söylediğime inanıyor olması cidden çok trejikomikti.

 

 

Oğlum, sen güven ablana. Ablan başka evrenden gelmiş biri, bu iş bende.

 

 

"Madem duyuyor, neden hiç cevap vermiyor?"

 

 

"Keyfi ve kahyası istememiştir." Gözleri kocaman açıldı, çocuk anlamayarak bana baktı.

 

"Ne?"

 

 

"Niye gözlerini belertip bakıyorsun? Biz o bölümle ilgilenmiyoruz, tanrılara akıl sır ermez. Çocuk, boşver, onlar da farklı bir kafa yaşıyorlar." Bu romanın yan karakterleri böyleyse, tanrıları nasıldır, düşünmek bile istemiyorum. Çocuk hâlâ nasıl bu kadar rahat olduğumu düşünüyordu. Ne de olsa bu çağda, tanrılardan çok korkuyorlar ve dinlerine (sözde) çok bağlılar. Benim bu kadar rahat olmam, çocuğu şoka sokuyordu. Şimdi bu dinsiz diye bağırıp beni halka linç ettirmesin. Vallahi yapar mıydı? Yapardı!

 

 

Bir anda kulakları sağır edecek bir şimşek çakınca, çocuk yerinden sıçradı. Gözleri o kadar irice açılmıştı ki, tanrının gazabının başımıza yağacağını düşünüyor olmalıydı. Korkuyla koluma yapışıp; "Soylu abla, sanırım tanrılar seni duydular, ne yapacağız?" dedi. Velet, beklediğimden daha çok korkmuştu. Gülmemek için kendimi tutarak, ciddiyetle:

 

 

"Zahmet etmişler, ya cevap vermeseler de olurdu." Dehşetle yüzüme ne saçmalıyorsun, sus der gibi baktığında, kahkaha atmamak için zor durdum. İlk karşılaştığımızdan beri çemkiren hırçın veletin, en çok korktuğu şeyin tanrılar olacağı hiç aklıma gelmezdi. Ah be ablam, biz evren atlamış insanlarız, tanrılar en son ki endişelerim şu an. Hem ben bu bedende uyandığımdan beri o kadar sövdüm ki kendilerine, o zaman bana cevap vermedilerse, şu an hiç vermezler, sen rahat ol.

 

 

Neyse ki, çok merhametli bir insan olduğumdan bunu ona söylemek yerine, bunu kendi çıkarım için kullanacaktım.

 

 

"Biliyor musun, tanrılar en çok köle tacirlerinden nefret ediyor. Senin yerinde olsaydım, pişman olup af dileyerek tapınakta tövbe ederdim." Gözleri tereddütle bana kaydı, tam bana onu kandırdığımı bağıracaktı ki, tekrar şimşek çakınca velet, koluma koala gibi yapıştı.

 

 

Şerefsize bak, sanki tanrı seni çarpacak olsa bana sarılıyorsun diye vazgeçecek. Asıl ettiğim küfürler yüzünden, beni senden daha fazla çarpar. Bu yüzden beni kalkan gibi kullanmaktan vazgeç. Çifte çarpılırsın, nevrin döner.

 

***

 

"Buradan eğilerek geçmemiz gerekiyor," diye fısıldayan çocuğa baktım. Gösterdiği yer, göt kadar, kırılmış tuğlalardan oluşan bir delikti. Kafamı çevirip yüzüne baktım. Dalga mı geçiyorsun? bakışlarımı görmüş gibi ofladı.

 

 

"Buradan geçemeyeceksen ben daha ne yapayım?" diye homurdandı ve beni beklemeden sürünüp binanın içine girdi.

 

 

Bu çocuk bir gün benden dayak yiyecekti ama umudum, o kadar uzun süre bir arada kalmamamız yönündeydi.

 

 

Söylenerek eğilip delikten geçmeye çalıştım. Zorlanmış olsam da, İlia'nın zayıf bedeni sayesinde geçmeyi başarmıştım. Zavallı burnumu delip geçen yoğun rutubet kokusu yüzünden bayılmak üzereydim. Elimle istemeden burnumu kapattım.

 

 

Velet bana göz ucuyla bakıp halimi görünce, ağzının içinde bir şeyler mırıldandı. Tam kızmak için hazırlanmıştım ki elini cebine sokup çıkardığı mendili bana uzattı. Bu hareketini beklemediğimden, iki saniyeliğine mendille bakıştım.

 

 

Benim duraksamamı yanlış anlamış olmalıydı ki burnundan sertçe nefes vererek, "Merak etme, pis değil. Kız kardeşim verdi. İstemiyorsan—"

 

 

Cümlesini tamamlamasına fırsat vermeden elinden hızlıca mendili aldım.

 

 

Bu velet de hep beni yanlış anlıyordu, he.

 

 

Konuşmama bile fırsat vermeden kendi kendine atarlanıyordu.

 

 

Mendili aldığımı görünce gözlerini kaçırarak başka tarafa doğru döndü. Bir şey demeye hazırlanmıştım ama gözlerim onun pembeleşen kulaklarına kayınca vazgeçip sadece gülümsedim.

 

 

Atarlanıp duruyordu ama ona çok yakın davranınca da utanıyordu.

 

 

Tekrardan onun yönlendirmesiyle binanın içinde ilerlemeye başladık. Bir yandan mendili burnuma tutuyor, bir yandan da veleti takip ediyordum.

 

 

Bu arada, yol boyunca ona hep çocuk ya da velet dediğim için ismini sormak hiç aklıma gelmemişti.

 

 

Tamam, gelmişti.

 

 

Ama çocuğa gıcık olduğum için sormamıştım.

 

 

Birazcık... çok azıcık ismini merak etmiş olabilirdim ama boş verip sormamayı tercih ettim.

 

 

Olduğu yerde durarak dik dik bana baktığında Ne oldu şimdi? der gibi gözlerimi ona çevirdim.

 

 

"Süper güçlerinle adımı öğrendin, değil mi? Yine de bilerek bana çocuk diyorsun."

 

 

Lan ne alaka şimdi?

 

 

Bu da durup durup kafasında kuran, sonra da trip atan sevgililer gibiydi, he.

 

 

"Ne saçmalıyorsun çocuk? Nereden bileyim ben senin ismini?" dediğimde Aynen, bende yedim der gibi elini sallayıp önden ilerlemeye başladı.

 

 

Ne dedim şimdi ya?

 

 

Kim demişti kızları anlamak daha zor diye? Asıl erkekleri anlamak, kızları anlamaktan daha zordu bir kere.

 

 

Mekânın içinde sessizce ilerliyorduk ama içeride hiç kimsenin ve tek bir sesin bile olmaması bana şüphe uyandırıyordu.

 

 

Çocuk yine kaçamak bir şekilde yüzüme baktı.

 

 

"Ne var?" der gibi tek kaşımı kaldırdığımda,

 

 

"Muhafızın senin için gelmedi. Buna üzülmüyor musun?" diye sordu.

 

 

Muhafızım diye bahsettiği kişi Glen'di.

 

 

Şimdi konunun onunla ne alakası vardı?

 

 

Gözlerimi ona dikerek yüzüne baktım.

 

 

Gözlerinde dolanan renkleri gördüğümde buruk bir şekilde gülümsedim.

 

 

O, muhafızları merak ediyordu.

 

 

Büyük ihtimalle çocukluğundan beri bir muhafızı olsaydı şu an daha iyi durumda olacağını düşünüyordu.

 

 

Çocuk, onu koruyacak kimsenin olmadığına o kadar alışmıştı ki, bir muhafızın olmasının nasıl bir şey olacağını merak ediyordu.

 

 

Belki o zaman kız kardeşi daha güvende olurdu?

 

 

Ona gerçeği söylesem hayal kırıklığına uğrardı.

 

 

Artık muhafızlara saygı falan duyulmuyordu.

 

 

Bir köleden daha kötü muamele gören muhafızlar bile vardı.

 

 

Yine de seçme şansları yoktu.

 

 

Tıpkı dünyaya gelmeden önce kimsenin seçme şansı olmadığı gibi.

 

 

Eğer bir muhafızın efendisi iyi biriyse, o muhafız cidden şanslıydı.

 

 

Ama değilse...

 

 

Mesela bir köle tacirinin muhafızı olmak...

 

 

Ne kadar da berbat bir şey olurdu.

 

 

Belki muhafız, ahlaki ilkelerine çok düşkün biriydi ama efendisi değildi.

 

 

Bu, onun yaşayacağı zorlukların sadece giriş kısmı olurdu büyük ihtimalle.

 

 

Bu yüzden muhafızlar, istemedikleri birçok şeyi yapmak zorunda kaldılar.

 

 

Bana göre kutsallıktan ziyade, bu bir ceza gibiydi.

 

 

Nasıl bir günah işledin de ruhun asla ölmeyip farklı farklı insanların kölesi hâline geldi, Denzel?

 

 

İşte bu yüzden onlar için üzülüyordum.

 

 

Çok uzun hayatlar yaşamış insanlardı.

 

 

Gerçi şu an insan değillerdi ama bir zamanlar onlara insandı.

 

 

Bu bile onlara karşı sempati beslemem için yetiyordu.

 

 

"Belki bir gün senin de muhafızın olur?" Kafasını bana doğru çevirip baygın bir bakış attı.

 

 

"Soylu abla, sarhoş musun? Benim o kadar param yok. Olsa bile ritüel yaşını çoktan geçtim. Saçma şeyler söylüyorsun," dedi, yine aynı hırçınlıkla.

 

 

Beni tersledi.

 

 

Ama bunun nedenini artık biliyordum.

 

 

O ne zaman üzülse ya da kendini kötü hissetse, hırçınlaşıyordu.

 

 

Üzüldüğünü bildiğim için bir şey demeyip sessiz kaldım. Gözleri yüzümde geziniyor, neden ona kızmadığımı anlamaya çalışıyordu. Sanırım her bağırdığında ona vurmama alışmıştı; hâlâ kafasına vurayım diye bekliyordu.

 

 

Elimi saçlarına götürüp karıştırdım. "Hayatın ne getireceğini tahmin edemezsin." Gözlerini devirip Başladı yine, der gibi homurdanarak ilerledi.

 

 

İkimiz sonunda seslerin olduğu yere doğru yaklaşmıştık. Eliyle kolumu tutarak beni büyük, eski kasaların arkasına doğru çekti.

 

 

"Şu adamları görüyor musun? Önlerinde durdukları demir parmaklıklı kapı aşağı, zindanlara iniyor."

 

 

Kafamı yavaşça kaldırıp kasaların arasından adamlara doğru baktım. İki adam, sırtlarında boyum kadar kılıçlarla kapının önünde dikiliyordu.

 

 

Yuh demek için kendimi zor tuttum.

 

 

O kılıçlar neydi be abi?

 

 

Benim boyumla aynı boydalar, maşallah.

 

 

Kafamı çevirip çocuğa doğru döndüm. "Bu adamları nasıl atlatacağız? Yerlerinden ayrılacak gibi gözükmüyorlar."

 

 

Ben hallederim der gibi elini salladı. Ne kadar rahat gözükse de gözlerindeki rengi görebiliyordum.

 

 

Korku.

 

 

O da bu insanlardan korkuyordu, belki de benden daha çok.

 

 

Yine de belli etmemek için kendinden emin bir şekilde bana doğru eğildi.

 

 

"Ses yapıp onları kendime doğru çekeceğim. Kapının önünden ayrıldıkları zaman kapıyı itip geç, kilitli değildir."

 

 

Nereden biliyorsun? der gibi baktığımda bıkkınlıkla nefesini verdi.

 

 

"Şu iri, yüzünde yara izi olan adam tam bir pisliktir ama diğeri iyi biri sayılır. Onu kullanacağım. Nasıl yapacağım bana kalsın ama yara izli salak genelde kapıyı açık bırakır. Oradan geç. Ben de onları atlatıp yanına ineceğim. Diğer kapıya varana kadar ilerle. Zindanlarda bir sürü insan var, hiçbiriyle muhatap olma ve yardım etmeye çalışma, anlıyor musun? Bak, yakalanırsak benim başım yanar ama sen kızsın. Sana çok kötü şeyler yaparlar, anlıyor musun, soylu abla? Ciddiyim."

 

 

Yüzündeki ifade, bu zamana kadar yaptığı tüm ifadelerden daha gergindi.

 

 

Kafamla onaylayarak çocuğa endişeyle bakmaya başladım.

 

 

Ya başına bir şey gelirse?

 

 

Israrla beni uyarmasına bakılırsa, cidden bu adamlar pisliğin tekiydi. Ya onu incitecek bir şey yaparlarsa?

 

 

Çocuğun gözlerindeki durgunluk beni daha da endişelendirdi.

 

 

O çok korkuyordu.

 

 

Hem de o kadar çok korkuyordu ki...

 

 

Derin bir nefes alarak sakin kalmaya çalıştım.

 

 

"Başına bir şey gelmeyeceğinden emin misin?"

 

 

Kafasını çevirdi, yüzünde garip bir ifade oluştu. Ardından gözlerini kaçırıp hırçınca, "Sanane. Seni ilgilendirmez. Sonuçta ben köle tacirine çalışıyorum," diye ima yaptığında, ona kızmak yerine kendimi daha da çok onun için endişelenirken buldum.

 

 

Hatırlatın bana, az önce atarlandığı için onu döveceğim.

 

 

Sadece şimdi değil.

 

 

Tamam der gibi onu kafamla onayladığımda, yüzüme bakarak aptalca bir şey yapmayacağımdan emin oldu. Sonra yanımdan ayrılarak ilerledi.

 

 

Parmak uçlarım sızladı. Koluna uzanıp onu tutmak istedim ama vazgeçerek elimi indirdim.

 

 

Bir şey olmazdı, değil mi?

 

 

Çocuğun çıkardığı seslerle beraber iki adamın da bakışları ona doğru döndü. Sesin ne olduğunu anlamak için önce yüzünde yara izi olan, çocuğun deyimiyle pislik olan adam ilerlemeye başladı.

 

 

Orada çocuğu görmüş olmalıydı ki gülerek bir şeyler söyledi.

 

 

"Sen yerinde kal, Josan. Ben minik bir fare buldum, bakıp geliyorum," diye bağırdığında mideme bir ağrı girdi.

 

 

Ona vurmazdı, değil mi? Ya da başka bir şey yapmazdı...

 

 

Çocuğun bağırışını duyduğumda az daha ayağa kalkıyordum ki son anda durarak nefesimi tuttum.

 

 

Diğer adam, çocuğun sesini tanımış gibi kaşlarını çatarak ileriye baktı.

 

 

"Ne sik yapıyorsun orada, Gus?" diye bağırdı.

 

 

"Hiçbir şey, farenin tadına bakıyorum," dediğinde dizlerim titredi.

 

 

Ben ayağa kalkmadan adam küfür ederek ilerlemeye başladı.

 

 

O kapının önünden ayrılınca, titreyen ellerimi ayaklarıma yasladım.

 

 

Siktir, şerefsiz herif. Çocuğa ne yapmaya çalışıyorsun lan?

 

 

Ayağa kalktığımda, diğer adamın bağırarak çocuğu bırakmasını söylediğini duydum.

 

 

Gözlerim bir kapıya, bir çocuğun olduğu yere kayarken ellerim bir kere daha titredi. Alt dudağımı ısırarak çocuğa güvendim.

 

 

Eğer bir planı olmasaydı böyle aptalca bir şey yapmazdı, değil mi?

 

 

Josan denen adama güveniyordu.

 

Onun diğerlerinden daha iyi olduğunu söylemişti. Üstelik üstüne basa basa Aptalca bir şey yapma da demişti bana.

 

 

Vicdanımla büyük bir kumar oynayarak demir parmaklıklı kapıya doğru ilerleyip tam önünde durdum.

 

 

Elimle kapıyı tutarak yavaşça açtım.

 

Ses çıkma ihtimaline karşı dikkatli davranarak kapıyı açıp merdivenlerden aşağı baktım.

 

Göğsümdeki ağrı nefes almamı engellerken art arda yutkunarak kapıyı aynı yavaşlıkla kapattım.

 

 

İki üç basamak kadar inip, içeriye doğru bakmasalar bile beni göremeyecekleri kadar karanlığa sığındım.

 

 

Biraz durup sesleri dinledim.

 

 

İki adam kavga etmişlerdi, şimdi bu tarafa doğru yaklaşıyorlardı.

 

 

Gus denen piçin bağırdığını duydum.

 

 

"Yani senin gibi bir fareye, aşağıdaki garip köleyi kontrol et diye mi yolladılar? Hadi oradan, aptal velet."

 

 

Dişlerimi gıcırdattım.

 

 

Ben bu adama uçarım bak.

 

 

İnanılmaz kin kapmıştım şerefsize.

 

 

Josan denen herif,"Aptallığın üzerinde, Gus. İhtiyarın çocuğu eğittiğini bilmiyor gibi konuşuyorsun. Kölenin durumunun nasıl olduğunu çocuk senden daha iyi anlar," diyerek tersledi.

 

 

İki adam yine tartışmaya devam etti.

 

 

Rahatlamış gibi bir nefes vererek çocuğun bir şekilde kurtulmayı başardığını anlayınca yavaş yavaş merdivenlerden inmeye başladım.

 

 

Ulan velet, bu nasıl bir kumardı?

 

 

Az daha vicdan azabından ölecektim.

 

 

O adamdan ne kadar korkarsa korksun, yine de bana yardım etmişti.

 

Belki beni kandırdığı için vicdan azabı çekiyordu, bu yüzden yardım ediyordu.

 

 

Ya da başka bir amacı vardı.

 

 

Artık bunların hiçbir önemi yoktu.

 

 

Buradan o aptal çocuk olmadan asla çıkmayacaktım.

 

 

O kadar çok korkmasına rağmen beni buraya kadar getirip bana yardım eden velet, bu romana girdiğimden beri karşılaştığım tüm insanlara cesaret açısından bin basardı.

 

 

Kendimi toparlayarak zindanlara ulaşmak için merdivenleri inmeye devam ettim, ama bu lanet merdivenler bitmiyor.

 

 

Yerin kaç kat altına indiniz? Zindanları magmanın üzerine mi kuralım dediniz, ne yaptınız?

 

 

En sonunda, nefes nefese zindanlara ulaştım.

 

 

Karanlık... Tek bir ışık bile girmeyen zindanlar, duvarlardaki meşaleler sayesinde az da olsa aydınlıktı. Yerin kaç kat altına indiğimizi bilmiyordum ama her yer sağlam tuğlalarla örülmüştü.

 

Ve...

 

 

O kadar çok zindan vardı ki.

 

 

Daha doğrusu, o kadar çok insan vardı ki...

 

 

Yutkunamadım.

 

 

Romanlarda okumak gibi değildi.

 

 

Tam karşımda duran bu insanları görmek, asla okuduğum gibi değildi.

 

 

Zindanların içindeki ürkek gözler ve yaralı bedenler.

 

 

Çocuklar.

 

 

Kadınlar.

 

 

Adamlar.

 

 

Ve incinmiş, güneş ışığının bir parçasına bile hasret ruhlar.

 

 

Hangi ırktan ya da hangi milletten olduklarının bir önemi var mıydı?

 

 

Onlar da canlıydı.

 

 

Her canlının yaşamaya hakkı yok muydu?

 

 

Önüne bak, Ayliz.

 

 

Onlar... Onlar romanın hiç yazılmamış, var olmamış karakterleri.

 

 

Yapamıyorum.

 

 

Oradalar.

 

 

Bana bakıyorlar.

 

 

Korkuyla, sessizce beni izliyorlar.

 

Hiçbir şey olmamış gibi öylece zindanların önünden geçip gidemiyorum.

 

 

İlerle, Ayliz.

 

 

Yapamıyorum.

 

 

Bu bir roman, değil mi?

 

 

Öyleyse...

 

 

Neden?

 

 

Neden herkes mutlu olamıyor?

 

 

İlerle, Ayliz.

 

 

Bakma, sadece ilerle.

 

 

Duyma, sadece ilerle.

 

 

"Sen... Lütfen bakar mısın bana? Sadece bir kez. Yalvarırım."

 

 

Ayaklarım taş kesildi sanki.

 

Defalarca kendime ilerlememi söylememe rağmen hareket edemedim.

 

 

"Bebeğim soğuktan ölecek. Lütfen yardım et."

 

 

Kafanı çevirme, Ayliz.

 

 

Ama gözlerim...

 

 

Gözlerim çaresizce yalvaran kadına döndü.

 

 

Göz göze geldik.

 

 

"Teşekkür ederim... Durup baktığın için."

 

 

O kadar zayıf bir sesle konuştu ki...

 

 

Yutkunamadım.

 

 

Titrek bir nefes aldım. Yavaşça, paslanmış demir parmaklıklara doğru ilerledim. Kadın ürkek bir şekilde bana baktı. Kucağında küçük bir bebek vardı. Yeni doğum yapmış gibiydi.

 

 

Çıplak kollarıyla bebeği sıkıca sarmıştı, üşümesin diye. Bembeyaz teniyle bebek, gerçekten yaşıyor muydu, emin olamadım. Ellerimi omuzlarımdaki pelerine götürdüm. Kadın, gözlerini çaresizce bana dikti.

 

 

Pelerini yavaşça çıkarıp ona uzattım.

 

Gözleri inanamıyormuş gibi titredi. Korku dolu bakışları, çaresizce titreyen elleriyle pelerini kavradı.

 

 

Bıraktığım anda gözlerini kapattı, minnettar bir şekilde yutkundu.

 

Gözlerinden süzülen yaşlara bakamadım.

 

 

Pelerini hızla bebeğe sardı.

 

 

Dişlerimi sıkarak zindanın sonuna doğru ilerledim. Kalçalarımın üzerinden dökülen bakımlı para kokan simsiyah saçlarım ve pahalı kıyafetlerim, ilk defa bir yük gibi hissettirdi.

 

 

Zar zor yutkunarak uzun merdivenleri çıktım. Titreyen bacaklarımla en tepeye vardığımda merdivenlere oturdum.

 

 

Ağlamamak için kendimi zor tuttum.

 

 

Bu kahrolası roman hani romantizm-fantastik temalıydı, lan?!

 

 

Ben bu evrende ne kadar çok zaman geçirirsem, en sevdiğim romandan o kadar nefret ediyordum.

 

 

Ve bu...

 

 

Korkutucuydu.

 

***

 

 

Çok geçmeden çocuk yanıma ulaşmıştı. Neredeyse yarım saattir bana ağlayıp ağlamadığımı soruyordu.

 

 

Kaç kere ağlamadım desem bile inanmamıştı.

 

 

Elinden hiç bir şey gelmediğinden mi yoksa böyle durumlarda ne tepki vereceğini bilmediğinden midir bilinmez durmadan konuşuyor saçma sapan şeylerden bahsediyordu.

 

 

Gözlerim parmaklarıyla oynayarak bana kaçamak gözlerle bakan çocukta gezindi. "Çocuk niye bekliyoruz?"

 

 

Kafasını anında kaldırarak bana baktı. "Sen zırlarsan nasıl sakinleştireceğimi bilemediğimden heme zırla da kendi kendine sakinleş diye bekliyoruz."

 

Göz devirerek beton merdivenlerden kalktım.

 

 

"Doğrusu nedir?"

 

 

"Kapının önündeki adamlar birazdan yerlerinden ayrılacak onu bekliyoruz." Dediğinde dudaklarım istemeden kıvrıldı. Çocuk bunu görmüş rahatlamış gibi omuzlarını aşağıya düşürmüştü.

 

 

Yarım saattir modum yükselsin diye saçma sapan şeyler söylüyordu. Sonunda başardığı için gururlanmış gibi yerinden kalkarak bana baktı.

 

 

"Bu arada bazı şeyler öğrendim arkadaşların hakkında." Merakla ona doğru döndüm. "Kızıl saçlı arkadaşının iblis olduğundan şüpheleniyorlar çok yaratıcı küfürleri varmış." Kendimi tutamayarak gülmeye başladım.

 

 

Ulan Nilvera köle tacirlerinin elindesin hala sayıp sövüyorsun akıllanmıyorsun hiç.

 

 

"Ne zaman biri beyaz tüylü arkadaşınıza yaklaşsa bir anda bağırmaya başlıyormuş onun sorunu ne?" Dediğinde daha çok gülmeye başladım.

 

 

Aferin lan Nilvera ben demiştim Isaac'ın götü emin ellerde diye.

 

 

Gülmemi zar zor durdurup sakinleşmek için derin derin nefesler aldım. Çocuk seninde ondan aşağı kalır yanın yok der gibi baktığında gözlerimi ondan çekerek demir kapıya doğru bakım.

 

 

Dışarıdan bir ses yankılandı, konuşma ve ayak sesleri uzaklaştığında çocukla bakıştık. "Sanırım ayarladığım şey oldu." Kafamı çevirip ona baktım.

 

 

O ne demek şimdi?

 

 

"Bana dik dik bakmayı keser misin hep açıklama yapmak zorunda mıyım?" Evet der gibi tek kaşımı kaldırdığımda göz devirip beni takmadan merdivenleri çıkmaya başladı. Etrafa göz atıp elini gel der gibi salladığında hızla açtığı demir kapıdan geçtim.

 

 

Kapıyı yavaşça kapattığında yine dikkatli bir şekilde eski kasaların arkasına geçtik. Ulan bu kasalar da olmasa ne yapardık.

 

 

Gözlerim etrafta gezinirken büyük mekanın içindeki kafesleri fark ettim. Bu büyük kafesler neydi pardon dinozor ticareti falan mı yapıyorlardı?

 

 

Gözlerim kızıl renkli bir şeye takılınca gözlerim dehşetle açıldı Lenora mıydı o?

 

 

Hemen yanındaki kafeste de beyaz saçlarıyla çok dikkat çeken Isaac duruyordu. Onları yeniden görmenin verdiğin duygusalıkla ağlamaya hazırlanırken Lenora;

 

 

"Tanrı sizi kahretsin pislikler altıma yapacağım diyorum niye kimse beni dinlemiyor." Sözleriyle tüm duygusallığım bir anda dağıldı.

 

 

Amerikan dublajmı yaptı o salak?

 

 

Benimle aynı ifadeye sahip Isaac, hayatı sorgular gibi kafesin tavanına bakıp Tanrı'ya dua etmeye başladı. Ama nedense buradan kurtulmak için değil de Lenora'dan kurtulmak için dua ediyor gibiydi.

 

 

"Leydi Lenora, sizden korktuğum kadar köle tacirlerinden korkmadığımı fark ettim."

 

 

Lenora, yattığı yerden diklenerek kollarını göğsünde birleştirdi.

 

 

"Ayıp ediyorsun, Isaac. Sırf senin iyiliğin için savaşıyorum burada, yoksa şimdiye satılıp gitmiştin."

 

 

Isaac, yüzündeki acı dolu ifadeyi daha fazla gizleyemiyor gibiydi. Zoraki bir şekilde, "Çok teşekkürler, siz de olmasanız," diye mırıldandığında en kısa sürede birinin onu alması için Tanrı'ya yalvarmaya geri döndü.

 

 

Kafamı velete çevirip, "Kafesleri nasıl açacağız?" diye sordum.

 

 

Gözlerini bir anda kaçırıp Isaac gibi tavana baktığında sabır çektim.

 

 

Söyle Allah'ın cezası, söyle!

 

 

"Şey... orasını bilmiyorum. Daha önce hiç buraya gelmedim. Bu kısımdaki köleler özel."

 

 

Yarabbim, sana sığınırım, yoksa yakında katil olacağım.

 

 

Tamam, sakin olalım. Yani çocuk buraya gelene kadar çok uğraştı, değil mi? Nankörlük yapmayalım. Sonuçta o kadar çabaladı.

 

 

"Tamam, bu adamlar tahminen ne zaman gelir?"

 

 

"Ay akşamdan aş da gel yaylalar yaylalar."

 

 

Gözlerim, şaşkınca Türkçe şarkı söyleyen Nilvera'ya kaydı.

 

 

Gerizekalı, adam köle tacirlerinin ininde İbrahim Tatlıses - Yaylalar söylüyor... Şaka mı bu?

 

 

"Isaac, sen de söyle!"

 

 

"Leydi Lenora, hayatım boyunca hiç böyle bir dil duymadım. Yani ne dediğiniz hakkında hiçbir fikrim yok ve sizin bu dili nasıl ana diliniz kadar iyi konuştuğunuza da bir türlü anlam veremiyorum."

 

 

Lenora, bir anda uzandığı beton zeminden kalkarak sanki hapishaneye girmiş gibi triplere girdi. Elini demirlerin arasından sallayarak bir yandan da bağırıyordu:

 

 

"Komşu kızını zapt eyle yaylalar yaylalar!"

 

 

Sonra bağırarak altını çizdi:

 

 

"Komşu kızı diyorum! Hepinizin Allah belasını versin diyorum! Topunuzun... Çıkarın lan beni buradan!"

 

 

Bir yandan dans ediyor, bir yandan da deli gibi bağırıyordu.

 

 

Gözlerim diğer kafesteki adama kaydı.

 

 

Isaac ve Lenora gibi o da satılacak kölelerdendi. Yüzünde, "Bunlar hangi dünyadan geldi?" der gibi bir ifade vardı.

 

 

"Başka bir dünyadan gelmiş olma ihtimali nedir bu varlığın?" diye sorduğunda kimse onu takmadı.

 

 

Nilvera'nın türkü bahanesiyle adama çaktırmadan orta parmak çektiğini görünce elimi kafama vurdum.

 

 

Allah'ım, neden? Kurban olduğum... Ben diyorum ki köle tacirlerinin ininde başlarına çok kötü şeyler gelir, o kadar endişeleniyorum, içim içimi yiyor... kafayı diyorum, bakın, türkü söylüyor!

 

 

İlk defa çocuk kolumu tutarak hafifçe çekti. Gözlerim ona kaydığında korkmuş bir ifadeyle:

 

 

"Şu arkadaşın şeytanla anlaşma yapmış olabilir mi?" diye sordu.

 

 

Ağlamamak için kendimi zor tuttum.

 

 

Allah belanı vermesin, Nilvera.

 

 

Tam oturduğum yerden kalkıyordum ki çocuk beni çekerek geri oturmamı sağladı.

 

 

Kafeslere doğru ilerleyen, elinde kılıç tutan adama baktım.

 

 

"Ben artık dayanamıyorum! Büyünle bizi büyülemeyi kes artık, şeytan karı!"

 

 

"Ne yaptım be köpek? Asıl büyülenmesen daha büyük sorun olurdu!"

 

 

"Ne diyorsun sen? Ne anlatıyorsun be? Bak, son kez uyarıyorum! Eğer sesini kesmezsen yemin ederim seni keserim, parçalara bölerim, tüm tanrılar şahidim olsun!"

 

 

Nilvera, adamı o kadar takmıyordu ki ellerini açarak kafesin tavanına baktı.

 

 

"Allah'ım, görüyorsun, bir soysuza daha senin adını zikrettirip imana getirdim. Her şey imanımız için!"

 

 

Adam, "Sen saçmalıyorsun," der gibi bakıyordu. Artık tahammül edemiyormuş gibi derin derin nefesler almaya başladı.

 

 

Kılıcı kafesin içine doğru bodoslama sokunca Lenora korkuyla geri çekildi.

 

 

"Hoşt ulan, köpek! Allah'ım, tüm iblislerin şerrinden sana sığınırım!"

 

 

Ulan gerizekalı, asıl adam seni iblis sanıyor, hâlâ Türkçe konuşmaya devam ediyorsun! Türk kanım kabarmıştı.

 

 

"Diğer adamlar içeriye girer mi? Bu adamın üzerinde anahtar var mıdır? Rütbeli biri mi? Hemen cevap ver!" dediğimde çocuk hâlâ iri iri açılmış gözleriyle Lenora'ya bakıyordu.

 

 

Ya salak çocuk, sence bu aptal kızıl iblis olabilir mi? Bu romanın insanları ne saçma şeylere inanıp korkuyorlar ya!

 

 

"Onu kurtarmasak olmaz mı? Cidden tüylerim diken diken oldu," dediğinde neredeyse kahkahalarla gülecektim.

 

 

"Saçmalama istersen! Böyle iblis mi olur?"

 

 

Söylediklerime ikna olmasa bile mecburiyetten köşedeki odunu kapıp bana doğru uzattı. Garip bir şekilde bakıştık.

 

 

Ne der gibi tek kaşını kaldırdı.

 

 

"Benim boyum adamın testislerine anca geliyor, kafasına vurma işi sende olsun bir zahmet."

 

 

Yüzümde acı dolu bir ifade oluşsa da ağır odunu tutarak yutkundum.

 

 

Tamam, yapabilirim. Sadece odunla adamın kafasına vurup onu bayıltacak ve üzerindeki anahtarları alacaktım.

 

 

Yapabilirsin, Ayliz! Hadi kızım!

 

 

Yavaş adımlarla kasların arkasından çıkarak adama doğru ilerledim. Beni ilk fark eden Isaac oldu. Gözleri iri iri açılmış, burada olduğuma inanamıyor gibi bakıyordu. Zavallı çocuğum neredeyse gözyaşlarına boğulacaktı.

 

 

Ah yavrum, annen geliyor! Biraz daha dayan.

 

 

Adama biraz daha yaklaşarak arkasında durdum. Adam hâlâ parmaklıkların arasından kılıcı Lenora'ya sokmaya çalışıyordu. Lenora, adamın kılıcından kaçarken benimle göz göze geldi. Bir anda olduğu yerde durarak kalp krizi geçiriyor gibi elini kalbine koyduğunda, adamın "Ne oluyor yine amına koyayım," diye mırıldandığını duydum.

 

 

Adam, Lenora'nın bakışlarından işkillenmiş gibi arkasını dönmeye hazırlanırken panikle öyle bir vurdum ki adamın kafasına, vuruş sesim binanın içinde yankılandı.

 

 

Herkesin gözleri iri iri açıldı.

 

 

Adamı yanlışlıkla öldürdüm galiba ya...

 

 

"Oha, o kadar sert vurulur mu soylu abla! Adamın beyni dağıldı!"

 

 

Çocuk, yanıma gelerek heybetli adamın yerde iki seksen uzanışını inceledi. Benim yüzümde nasıl bir ifade varsa elini koluma koyarak,

 

 

"En azından beyni olduğunu öğrendik, yani bu da bir şey," dedi.

 

 

Bu nasıl teselli, salak?

 

 

"Bir daha seni kızdırmayacağım," diye mırıldandığını duydum korku içinde.

 

 

Gözlerim kafesteki, gözleri kocaman açılmış ikiliye döndü. "Lan, ne yaptın?" der gibi bakan Lenora'ya kendime gelerek,

 

 

"Kafeslerin anahtarları adamın hangi cebinde?"

 

 

İkisi de ağızlarını açtı ama sonra geri kapattılar. "Ne bekliyorsunuz? Hadi hadisenize!" der gibi baktım.

 

 

Isaac çekingen bir şekilde,

 

 

"Leydi Ilia, çabanız inanılmaz gerçekten, hatta o kadar çok etkilendim ki... Ama anahtarlar o adamda değil," dedi.

 

 

Ne? Ne demek değil?

 

 

Gözlerim çocuğa doğru ağır çekimde döndüğünde çocuk korkuyla,

 

 

"Ben anahtarlar adamda diye bir şey dememiştim ki," dedi.

 

 

Lan, o zaman ben niye bu adamı bayılttım?

 

 

Gözlerim ne yapacağımı şaşırmış bir şekilde etrafta gezindi. Sağa sola bakarken ellerini açmış bir şeyler mırıldanan Lenora'ya kaydı.

 

 

Sen ne yapıyorsun, gerizekalı? der gibi baktığımda,

 

 

"Yasin okuyorum ölüye," diye mırıldandı.

 

 

Allah'tan sabır dileyerek yine de adamı kontrol etmeye başladım. Niye? Çünkü umut fakirin ekmeğidir. Dibini sıyırmak lazım.

 

 

Ayak sesleri yankılanınca çocuk korkuyla açılmış gözleriyle bana baktı. "Ne yapacağız?" der gibi, soru dolu gözlerle bana bakarken artık kaçışımızın olmadığını anlamış oldum.

 

 

Yine de buraya kadar çok iyi geldiğimizi bilmek bile benim için yeterliydi.

 

 

Öyleyse gerisini sana bırakıyorum, Ilia.

 

 

Bu saatten sonra beni ancak bir adet İlianna Costantinova kurtarabilirdi.

 

 

Adamlar içeriye girdiklerinde ne olduğunu anlamaya çalışır gibi etrafa baktılar.

 

 

"Ne oluyor lan?" diye bağırdığını duydum bir tanesinin.

 

 

Oldukça sakin bir şekilde eğilerek yerden, Lenora'ya sokmaya çalıştığı kılıcı aldım.

 

 

Öyleyse başlayalım mı?

 

 

Adamlar beni baştan sona incelerken çoktan kılıçlarını çekmişlerdi. Onların bu hâllerine hafifçe güldüm. Görende çok güçlü bir savaşçıyla karşı karşıyalar sanırdı.

 

 

"Biz de sizi bekliyorduk beyler, yemek molanız bitti mi sonunda?"

 

 

Yanımdaki çocuk, hayatı tersten görmüş gibi soru işaretiyle bana bakıyordu. Benim bu kadar rahat olmama anlam veremez gözlerle baktı.

 

 

"Sen kimsin? Sadece bir kere sorarım, kaltak," diye tısladı en öndeki iri yarı herif.

 

 

Çocuğun ilk defa geriye doğru bir adım atarak kaçtığını gördüm.

 

 

Kendimi tutamayarak gülmeye başladım.

 

 

"Ben mi? Ufak bir misafirim. Bu ara hiç misafirperver değilsiniz," diyerek kafamı yana yatırdım.

 

 

Adam, söylediğimi komikmiş gibi güldü.

 

 

"Buraya kadar nasıl geldin, kimsin bilmiyorum ama hayatının en büyük hatasını buraya gelerek yaptın."

 

 

Elimdeki sopayı yere atarak elimi hafifçe havaya kaldırıp tırnaklarıma baktım.

 

 

Allah'tan hiçbiri kırılmamıştı.

 

 

O kadar bakım yapıyoruz, gerçi Elien'e bakım yaptırmayalı da bayağı bir oldu.

 

 

"Bende aynısını sana sorayım. Sen kimsin ve kimi kaçırdığın hakkında bir fikrin var mı?"

 

 

Benim rahat, hem de inanılmaz sakin tavırlarım öndeki adamı sinirlendirirken arkadaki siyah saçlı olan hafifçe gülmüştü. Diğerleri ise temkinli bir şekilde saldırmak için bir hareket bekliyorlardı.

 

 

Adam sinirden kahkaha attı.

 

 

"O elindeki kılıçla bir şey yapabileceğini mi sanıyorsun? Hayır, kılıcın elinde olmasına mı güveniyorsun?"

 

 

Hafifçe gülerek alt dudağımı ısırdım.

 

 

Kılıcı yere atarak omzumda, ayaklarımın dibine düşmesine izin verdim. Kollarım sakin bir şekilde göğsümün üzerinde birleşti.

 

 

Kafamı yana yatırarak gülümsedim.

 

 

İşte böyle zort ederler adamı.

 

 

Adam dişlerini sıkarak bana doğru ilerlemeye başladı. Ben de yavaşça ona doğru ilerledim.

 

 

"Neyine güveniyorsun bilmiyorum ama tek hamlede ortadan ikiye yaracağım seni."

 

 

"Dene lütfen. Sen kılıcını savuramadan tüm anılarını nasıl tek hamlede yok edip seni boş bir kabuğa çeviriyorum, izlemiş oluruz. Hem hangimizin daha hızlı olduğunu da görürüz."

 

 

Gözlerimi tam gözlerinin içine diktim.

 

 

Bu bedene girdiğimden beri İlia'nın gözleri kadar etkileyici gözler görmemiştim. Asla yıkılmayan, yıkılsa bile saniyeler içinde başka bir maske yerleştirecek kadar yetenekli olan İlia'nın mimiklerinden, yalan söyleyip söylemediğimi asla anlayamazlardı.

 

 

Arkadaki siyah saçlı adam, ona beklemesini söylediğinde adamla aramızda sadece birkaç santim kalmıştı.

 

 

Gözlerim arkadaki siyah saçlı adamla kesişti.

 

 

Zeki seni.

 

 

Bir adım daha atsaydı...

 

 

"Sen büyücü müsün?"

 

 

Gözlerimi onun gözlerine diktim, kurumuş dudaklarımı dilimle ıslattım ve gözlerimi kısarak gülümsedim.

 

 

"Kim bilir? Deneyerek öğrenmek ister misin? Sen, siyah saçlı herif, diğerlerinden daha zeki duruyorsun. Hadi, iddiaya girelim. Sen kılıcınla vücudumdan bir uzvumu koparmayı dene. Başarırsan hepinizin yaşamasına izin veririm. Başaramazsan hepiniz burada acı çekmeye mahkûm olursunuz."

 

 

Yavaşça olduğum yerde ilerleyerek, kılıcını bana doğrultan adamın tam önünde durdum. Bedenimi hafifçe yana eğerek adama ne dersin? der gibi gülümsedim.

 

 

Eğildiğim için saçlarım tek bir omzuma dökülerek yüzümü kısmen örttü. Elimle yavaşça tutamları çekip kulağımın arkasına doğru ittirdim.

 

 

Gözlerimi hemen önümdeki adama çevirdim.

 

 

"Tek hamlede boğazını kesebilirim."

 

 

Dişlerinin arasından konuştuğunda gözlerinin içine bakarak sevimlice gülümsedim.

 

 

"Tek hamlede ruhunu bedeninden ayırabilirim."

 

 

İkimizin arasında öyle yoğun bir bakışma vardı ki... Olduğumuz yerde dursak bile ölümüne savaşıyor gibiydik.

 

 

"Sen buradan çıkamayacağının farkında değil misin? Büyücü bile olsan sence bizim elimizde de büyücü yok mudur?"

 

 

Kendimi tutamayarak gülmeye başladım. Topuklarımın üzerinde dönerken saçlarım savruldu. Yavaş adımlarla ilerlerken adama sırtımı dönmüştüm. Tek hamlede beni kılıcıyla bölebilirdi.

 

 

"Hey ufaklık."

 

 

Başıyla beni işaret ettiğinde çocuk kafasını kaldırarak şaşkınca bana baktı. İlk karşılaştığı kadının içinden farklı bir kadın çıkmasının şokunu mu yaşıyordu, bilemiyordum.

 

 

"Sizin gibiler hep çok kolay kandırılıyor."

 

 

Tıpkı onun bana söylediği gibi, ben de aynı tınıda söyledim ve gülümsedim.

 

 

"Hiç sorgulamıyorsunuz. Tek başına bir kadın nasıl oldu da buraya kadar geldi ve nasıl bu kadar rahat?"

 

 

Heyecanla tekrar topuklarımın üzerinde döndüm ve onlara doğru döndüm.

 

 

"Aslında en başından anlatmak gerekirse... Her şey planladığım gibi gitti. Sizin bizi hedeflediğinizi zaten biliyordum. Sadece siz bizi kandırmışsınız gibi davrandık."

 

 

Kafamı çevirip oldukça rahat bir şekilde kafesin içinden el sallayan Lenora'ya baktım.

 

 

Adamların yüzlerinde oluşan ifade o kadar eğlenceliydi ki...

 

 

"Birazdan Variesta Dükkanlığı'nın şövalyeleri ve İmparatorluk şövalyeleri burayı basacak. Bilirsiniz, baskın basanındır. Ya da durun ya, siz bilmezsiniz."

 

 

"Siktir oradan, blöf yapıyorsun, kaltak!"

 

 

"Ne fark eder? Sonuç olarak zaman kazanıyor muyum? Kazanıyorum."

 

 

Dalga geçerek onların hâline güldüğümde, öndeki piç o kadar sinirlendi ki elindeki kılıçla üzerime doğru atıldı.

 

 

Tam o anda düşündüm.

 

 

Denzel.

 

 

Şimdi ölürsem... Ruhun bana bir kalkan olacağı için tam olarak ölmüş sayılmam, değil mi?

 

 

Ah, cidden... Tam olarak seninle aramızı düzeltmeden öleceğime inanamıyorum.

 

 

Ulan, bari gözlerini görseydim de öyle ölseydim, içinde kalmazdı en azından.

 

 

Derin bir nefes alarak bana doğru atlayan adama baktım. Bir anda elimi tutup beni geri çeken çocukla irkildim.

 

 

"Abla, kaç!"

 

 

Beni geriye doğru çektiği için ayağım yerdeki sopaya takıldı.

 

 

Hay anasını, bunu niye bu kadar yakına koyuyorsunuz ya?!

 

 

Bedenim geriye doğru sertçe devrildiğinde yere yapışıp, vücudumu tek hamlede kesecek kılıcı bekledim.

 

Beklediğimin aksine, belimdeki el yere düşmemi son anda engelledi.

 

 

Yüzüme aynı anda değen yumuşak saç ve sıcak sıvıyla zorla yutkundum.

 

 

Kılıcın bir şeyi kesiş sesi o kadar net yankılandı ki... Bir şey sertçe yere düşmüş, içeride yankılanmıştı.

 

 

Omurgamdan aşağıya bir ürperti indi.

 

 

Kapattığım gözlerimi korka korka açtığımda, gözlerime çarpan ilk şey uzun, gümüş rengi saçlar oldu.

 

Denzel, kafasını bana doğru çevirdiğinde saçları biraz daha yüzüme sürtündü.

 

 

Yumuşacık saçlar... Ve göremediğim hâlde güven veren o gözler... Dizlerimin bağı çözüldü, yemin ederim.

 

 

Elim istemeden omzuna sıkıca tutundu. Titreşen göz bebeklerim, onun omzunun arkasından ayakta dikilen, kafası olmayan bedene kaydı.

 

Benim bakmam ve bedenin yerdeki kafasının yanına devrilmesi aynı anda gerçekleşti.

 

 

"Uzun zaman sonra ilk defa adımı söylediniz, farkında mısınız?"

 

 

Denzel'in sesi... Sesinin tonu... Hatta varlığı... Omurgamdan aşağıya süzülen bir ter damlası gibi ürpertti bedenimi.

 

 

Sanki elektrik akımı her zerremde süzülüyordu.

 

 

Parmak uçlarım karıncalanıyor, hayır... Hatta cayır cayır yanıyordu.

 

 

"Sesinizi kafamın içinde duymayalı asırlar olmuş gibi, Leydim."

 

 

İçim titredi, yemin ederim. Midemin bulantısından birazdan düşüp bayılacaktım.

 

 

Sakin ol, Ayliz Meva.

 

 

Bu bir çeşit gribal enfeksiyon başlangıcı.

 

 

Aynen, kesinlikle öyle olmalı.

 

 

Yok ebesinin ki.

 

 

"Denzel."

 

 

İsmini zar zor söylediğimde, dudakları yukarı kıvrıldı.

 

 

Ulan, harbiden... Ben bu bedene girdiğimden beri hiç adıyla seslenmemiş miydim lan adama?

 

 

"Evet, Efendim?"

 

 

"Yürüyebileceğimi sanmıyorum."

 

Hafifçe güldü. İlk defa güldüğünü görüyordum. Yüzünü yüzüme doğru yaklaştırarak kulağıma eğildi.

 

 

Nefesi boynuma değdiğinde, göğsüm sıkıştı.

 

 

Lan... Ne oluyor lan?

 

 

"Sorun yok. Sizi bırakmayacağımdan emin olabilirsiniz."

 

 

"Umarım öyle olur."

 

 

Gözlerim istemeden arkasındaki adamlara kaydı.

 

 

Ya abi... Roman okurken hep sorgulardım. Böyle anlarda arkadakiler ne yapıyor? İzliyor mu? diye.

 

 

Adamlar harbi izliyormuş.

 

 

Niye saldırmıyorsunuz?

 

 

Hayır, bana hava hoş da... Size yazık olacak gibi.

 

 

Denzel bir anda beni dikleştirerek bedenimi bedenine yasladı. Kafam boynuna yaslandığında kolu beni sıkıca sardı. Saçlarımız birbirine karıştı. Gözlerim yerdeki cesette gezindiğinde, transtan çıkmış ve üzerimize doğru atlayan adamlara baktım.

 

 

"Bu şekilde nasıl savaşacaksın?"

 

Endişeyle söylediğimde, onu eğlendirmiş gibi hafifçe güldü.

 

 

"Endişelendiniz mi? O, sizin düşünmenizi gerektiren bir şey değil. Sadece gözlerinizi kapatın ve dinlenin. Ben buradayım."

 

 

Size yemin ederim, bu romanın içine girdiğimden beri ilk defa hıçkırarak, hatta bağırarak ağlamak istemiştim.

 

Birinin bana "Ben senin için buradayım." demesine bu kadar mı muhtaçtım?

 

 

Aslında, bu lanet olası romanın içine girdiğimden beri beklediğim tek şey bu iki kelimeydi:

 

 

Ben buradayım.

 

 

Yalnız değilsin.

Bölüm : 13.02.2025 20:59 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Cornephelia / Gölgesi̇z Düşler Kralliği•( Kırılma Serisi-1 )-'Mücadele' / ^1.31.BÖLÜM^: 'Baskın basanındır'
Cornephelia
Gölgesi̇z Düşler Kralliği•( Kırılma Serisi-1 )-"Mücadele"

4.84k Okunma

783 Oy

0 Takip
38
Bölümlü Kitap
《Giriş》^1.1.Bölüm^ : 'Kaderi Belirlenmiş Yolculuk'^1.2.Bölüm^ : 'Aynadaki Yansımam'^1.3.Bölüm^ : 'Mühür'^1.4.Bölüm^ : 'Kaza Mı, Suikast Mi.?'^1.5.Bölüm^ : 'Başbüyücü'^1.6.Bölüm^ : 'Elwestar Ailesi'^1.7.Bölüm^ : 'Akşam Yemeği'^1.8.BÖLÜM^ : 'Kavuşma ve tartışma'^1.9.BÖLÜM^ : 'Ormandaki tehlike'^1.10.BÖLÜM^ : 'Şüphe ve karar'^1.11.BÖLÜM^ : 'Ana karakterin doğuşu'^1.12.BÖLÜM^ : 'Olumsuz duygular'^1.13.BÖLÜM^ : 'Döngü akademisi'^1.14.BÖLÜM^ : 'Zorbalara karşı'^1.15.BÖLÜM^: 'Görünenin arkasındaki görünmeyenler'^1.16. BÖLÜM^: 'Satırlar arasında'^1.17.BÖLÜM^: 'Diane'nin Peşinde'^1.18.BÖLÜM^ : 'Görülerin Başlangıçı'^1.19.BÖLÜM^: 'Akademi toplantısı'^1.20.BÖLÜM^: 'Kötü kadın şüpheli'^1.21.BÖLÜM^: 'Sadakat yemini miydi şimdi bu.?'^1.22.BÖLÜM^ : ‘Elwaster Dükanlığı’^1.23.BÖLÜM^: 'Yabboz parçalarını birleştir'^1.24.BÖLÜM^: ‘Festival Operasyonu’^1.25.BÖLÜM^: 'Azıcık damardan milliyetcilik verelim dedik'^1.26.BÖLÜM^: ‘Cesaretten doğan kahramanlar’^1.27.BÖLÜM^: ‘Akşın dışında kalanlar’^1.28.BÖLÜM^: ‘ Nesli tükenmiş yaratıklar ve kafa karıştırıcı gelişmeler’^1.29.BÖLÜM^: ‘Gölgesinden kaçmaya çalışıp düşlerindeki krallığa sığınan çocuk’^1.30.BÖLÜM^: 'Köle tacirinin inine nasıl girilir adlı çalışma'^1.31.BÖLÜM^: 'Baskın basanındır'^1.32.BÖLÜM^ : ‘Ufak bir zihin yolculuğu’^1.33.BÖLÜM^ : ‘Öldürülecekler listesi mi yok daha neler’^1.34.BÖLÜM^: ‘Kaleyi içten fethetmeliyim’^1.35.BÖLÜM^: ‘Geçmişin parçaları’^1.36.BÖLÜM^: ‘Döngünün Eşiğinde’^1.37.BÖLÜM^: ‘Titrek Eller, Sessiz Çığlıklar ve Nefessiz Anlar’
Hikayeyi Paylaş
Loading...