74. Bölüm

Gerçeklerin Sessizliği

𝐸𝓁𝒶𝓇𝒾𝓃
dadaaaa

 

Bölüm geldiii

Bu arada diğer bölümlerin çoğunu düzenledim. Ve gerçekten eskiden yazdığım saçma noktaların ve yazım yanlışlarının olduğunu gördüm. Gelişmişim bence. Bir de bu bölümde bakış açıları olayları ve duyguları anlamanız için değişiyor biraz. Neysee oy ve yorumlarınızı bekliyorum.

 

Keyifli okumalar✨

 

                       ...

 

Şırnak – Gece, Karargâhın Arşiv Odası

Kıvılcım, tüm üs uykuya çekilmişken elindeki dosyayı bir kez daha açtı. Mehmet’in geçmişiyle ilgili detaylar hâlâ net değildi. Ama dosyanın altına sıkıştırılmış bir belge gözünden kaçmamıştı. Kenarları eski bir evrak, üzerinde tozlu bir mühür vardı: "Gizli – GÖZLEMCİ RAPORU / Mardin, 2022."

 

Zarfı dikkatlice açtı, içinden çıkan notta şu yazıyordu:

"Zehra Çilingiroğlu’nun ölümü sonrası çocukların akıbeti belirsiz. Erkek çocuğun askerî yetkililerce bulunduğu bildirildi. Kız çocuk, Ayşegül Çilingiroğlu, olay sonrası Mardin Midyat taraflarında bir okulda öğretmenlik yaptığı bilgisi alındı. Ardından iz kayboldu. Tanık ifadeleri: ‘Genç bir kadın, elinde kitaplarla otobüse binmiş, son kez Nusaybin tarafında görülmüş.’"

 

Kıvılcım’ın kalbi hızlandı. “Yaşıyor olmalı…” diye mırıldandı.

 

Ardından aceleyle dosyanın diğer sayfalarını karıştırdı. En altta soluk bir fotoğraf zımbalanmıştı: başörtülü, güler yüzlü, yirmili yaşlarında bir kadın… Arkasına tükenmez kalemle tek cümle yazılmıştı:

 

“Ayşegül öğretmen, kimseye yük olmamaya yemin etmişti.”

 

Kıvılcım, derin bir iç çekerek başını ellerinin arasına aldı. Mehmet’in ona duyduğu alaycı güven, Ayşegül’ün izleriyle birleşince tablo netleşmeye başlamıştı. Ama Ateş hâlâ hiçbir şey bilmiyordu…

 

 

O sırada masasındaki telefon titredi. Aslı arıyordu. Hızla telefonunu açtı. Aslının sesi neşeli geliyordu Kıvılcım ise yorgun bir sesle cevap verdi.

 

"Efendim Aslı?" Diye sordu dosyayı kapatıp arkasına yaslanarak.

 

"Kıvılcım, nasılsın?" Diye sordu Aslı.

 

"İyiyim, sen nasılsın?" Diye sordu.

 

"İyiyim de... Barlas yanında mi? Mesajlarıma hiç dönmedi bugün," dedi Aslı çekinerek.

 

"Bugün görmedim herhalde. Yani görünce söylerim. Çok yoğun geçti de günüm fark etmedim onu hiç," dedi Kıvılcım. Bugün çok dalgındı zaten. Niye kimse iyi misin diye sormuyordu?

 

"Tamam, neyse... İyi geceler," dedi.

 

"İyi geceler," dedi Kıvılcım iç çekerek.

 

Ne yapacağını bilmiyordu. Her şey çok zordu artık.

Çadırın fermuarı çekildi. Gelen kişi Ateş Uras'tı. Elinde çay bardağı ile geldiğinde Kıvılcım yorgunca gülümsedi.

"Oo birileri çok yoğun bugün?" Dedi Ateş Uras elindekileri dökmeden Kıvılcım'ın yanına sandalyeyi çekip oturdu. Yanağına küçük bir öpücük kondurdu.

"Evet, biraz," dedi Kıvılcım yorgunca. Çok yorgundu.

 

"Çay?" Dedi Ateş elindeki çay bardağını uzatarak.

 

Kıvılcım yüzüne baktı. Gülümseyerek bakıyordu Ateş. Olanlardan habersizdi.

 

Keyifsiz bir şekilde bakıyordu Kıvılcım ona.

 

"Olur."

 

"Al bakalım." Çay bardağını soğuk elleriyle kavradı Kıvılcım. İçi yanıyordu. Ama dışı...

 

Ateş Uras'tan ne kadar saklayacaktı bunu? İşte bunu zaman gösterecekti.

...

Kıvılcım Ateş.

Havanın soğukluğu tenimde iz bırakacak kadar güçlüydü. Her zamanki gibi askerleri sıraya dizmiş görev dağılımı yapıyordum.

 

Ancak Mehmet'in varlığı yüreğimde tarifsiz bir dert olmuştu.

Üç gün olmasına rağmen hala Ateş Uras'a bir şey söylememiş, üstüne üstlük bir o kadar da uzaklaşmıştık.

 

Yani ben onunla karşılaşmamak için her şeyi yaparken o sürekli yan yana gelmemiz için her şeyi yapıyordu.

 

Karşımdaki askerle soğuktan zar zor ayakta dururken, aynı zmanda aralarındaki samimiyeti uzaktan bile hissediyordum.

 

"Hizaya bak!" Diye komut verdiğimde dimdik durdular.

 

Önlerinde bir ileri bir geri volta atar gibi yürüdüm. Bir ynadna da yandan onlara bakıyordum.

 

"Biliyorsunuz ki buraya görev için gelmiştik. Geri dönmemiz için son bir işimiz kaldı. Çocuklar ve diğerleri yavaş yavaş iyileşiyor... Evet, ama tehlike henüz geçmedi. Hâlâ dağlarda teröristler var. Yılan mafyası dan olsun başka örgütlerden olsun. Bunları biz bitirmediğimiz sürece bitmeyecekler. Unutmayın ki biz Türk'üz. Türk olarak doğduk ve Türk olarak öleceğiz.

 

Aramızda hainler vardı ama artık yoklar. Şimdi daha güçlü bir şekilde onlara saldiracağız. Canımızı alanların canını almaktan çekinmeyin! Bu bir emirdir. Size karşı ateş açan her teröristi vurun! Sakın acımayın. Şimdi nöbetçiler nöbet yerlerine geçsin. Kahvaltı edip, etrafın güvenliğini sağlayacağız."

 

Gözlerindeki ışıkları görüyordum. Onlar Türk askeriydi. Bizim kahramanlarımızdı. Gerekirse canlarını verirlerdi ama asla düşmanı bu vatana yar etmezlerdi.

 

Uyumazdık, yemek yemezdik, göz bile kırpmazdık ama vatan bize emanet olduğu sürece bunlar gözümüze batmazdı, batmamalıydı.

 

Herkes dağıldığında, Ateş Uras'ın yanıma geldiğini görünce hızla arkamı döndüm ve yemek verilen alana doğru yürümeye başladım.

 

Arkamdan geldiğini biliyordum. Onunla yüz yüze gelince mutlaka ağzımdaki baklayı çıkarırdım. Ya da ona yalan söylemeye devam edip suçluluk duygusundan ölürdüm. İki seçenekte berbattı.

 

"Kıvılcım, bir dakika durur musun?" Diye sordu arkamdan bağırarak.

 

Durmalı mıydım?

Adımlarımı durdurdum ve arkamı döndüm.

"Evet?" Dediğimde göz devirdi.

 

"Ne eveti? Ne yapmaya çalışıyorsun sen? Neden benden kaçıyorsun? Ne oluyor Kıvılcım?" Dedi yüksek sesle. Neler olduğunu bir bilsen...

 

Ona kıyasla sessiz ve sakin bir sesle cevap verdim.

 

"Kaçmıyorum işlerim var. Sonra görüşürüz," sözümü kesti.

 

"Hayır, şimdi konuşacağız. Ve evet kaçıyorsun!"

 

"Ateş işlerim var, uzatma!"

Ateş’in gözleri delip geçiyordu. Sanki içimi okuyordu. Sanki o üç gün boyunca içimde büyüyen korkuları, Mehmet’in söylediklerini, kalbimin taşıyamadığı her şeyi biliyordu.

 

“Uzatma mı dedin?” dedi kısık bir sesle. Gülmedi. Ciddiydi.

 

“Seninle konuşmaya çalışıyorum, duvarla değil.”

 

İçimden, “dayan Kıvılcım, askerlik bu… komutanlık bu… duygularını katamazsın.” dedim ama gözlerimin içine bakışındaki kırgınlık, o kor ateşi yine kalbimin ortasına bıraktı.

 

 

“Ben… sadece işlerim var,” dedim yine.

 

O ise yaklaştı. Bir adım daha. Artık çok yakındık ve bir o kadar uzak...

 

“O zaman biri sana işin ne olduğunu hatırlatsın,” dedi.

 

Bir an durdu. Sonra yavaşça fısıldadı:

“Ben de senin hayatının içindeyim. İstersen çıkayım. Ama bir karar ver artık.”

 

 

Nefesim kesildi. Söylemek istediklerim boğazıma dizildi. O an, bir kelime söylesem ya her şey değişecek… ya da tamamen kopacaktık.

 

Ama görevim vardı.

Ve görevim, ondan önce gelmeliydi.

Her zaman böyle olmuştu. Her zaman…

 

“Sana hesap verecek değilim, Ateş,” dedim sonunda. Gözümün ucuyla baktım. Kalbimin kırıldığını fark etmesin istedim ama etmişti.

 

Hiçbir şey söylemeden başını iki yana salladı ve arkasını döndü.

 

Gidişine bakarken içimde bir parça daha koptu. Ama ses etmedim.

...

Ateş Uras Cantürk.

Kıvılcım'a arkamı dönüp giderken, içimde oluşan tarifsiz histen kurtulmam kolay değildi.

“Bir adım daha atsaydım, belki her şey değişirdi.”

 

Ama o geri adımı attı.

Ve ben… yine olduğu yerde kaldım.

Bu kadını ilk gördüğümde de soğuktu. Soğuk ama dimdik…

 

O kadar netti ki. Ne istediğini bilen, neyi istemediğini daha iyi bilen bir kadın.

 

Ama ben… ben onun kalbinde bir yer edinmek istedim. Sessizce. Zorlamadan. Belki biraz bekleyerek…

 

Ama artık beklemekten de yoruldum.

“Beni gerçekten istemiyorsa, tamam.”

Ama söylemiyor ki…

Kaçıyor.

Kaçtıkça ben daha çok kovalamak istiyorum.

 

Bir nefes verdim. Ellerim cebimde yumruk olmuştu. Soğuk değil içimdeki yangın üşütüyordu beni.

 

O bana sırtını dönerken, ben yine sırtımda onun yükünü taşıyordum.

 

“Keşke bir kere olsun, bana içini açsaydı.”

 

Tam o an telsizden cızırtılı bir ses duyuldu. Komutanlardan biri koşarak geldi:

 

“Komutanım! Tepedeki gözetleme birliğinden haber var! Dağın öte yanında bir grup tespit edilmiş! Silahlılar!”

Bir an Kıvılcım’la göz göze geldik.

Bakışlarımız kısa sürdü ama o anlık sessizlikte her şey saklıydı.

 

“Ne kadar kalabalık?” diye sordu Kıvılcım, ciddiyetle.

 

“Beş-altı kişi komutanım. Yüksek ihtimalle Yılan mafyasının geriye kalanları. Ama kaçıyor gibiler.”

 

“Hazırlanın!” dedi Kıvılcım, sesi sert ve netti. “Ateş, sen de benimle geliyorsun.”

 

Şaşırmadım ama içim bir garip oldu.

Demek hâlâ birlikte savaşacak kadar güveniyordu.

 

Ya da hâlâ… birlikte ölecek kadar.

Tüfeğimi omzuma aldım.

 

Yan yana yürürken, aramızdaki soğukluk yerini sessiz bir savaş birliğine bırakmıştı.

 

Ama bu sefer… Belki, bu görev dönüşü ona gerçekten ne hissettiğimi söylerim.

...

İlahi bakış açısı.

Kar, dağ yamacını inatla örtmeye devam ederken hava daha da keskinleşmişti. Sanki doğa, yaklaşan yüzleşmeyi önceden sezmiş, her şeyi susturmuştu. Her şey donuktu; ağaçlar, nefesler ve bazen insanların bakışları bile…

 

Kıvılcım, dürbünle ön hattı tarıyordu. Rüzgâr yüzüne vuruyor, yanaklarını kesiyor gibiydi. Alnındaki çizgiler derindi bu sabah. Gözlerinin altı uykusuzluktan morarmış, dudakları kupkuru kalmıştı. Ama asıl yorgunluk, içindeydi. Göğsünde bir sır, sırtında bir yük, silahından bile daha ağırdı.

 

Omzunun biraz gerisinde Ateş Uras duruyordu. Sessizdi ama her zamanki gibi dikkatli. Gözü Kıvılcım’daydı. Ne olduğunu bilmese de, kadının bu sabah her zamankinden daha gergin olduğunu anlamıştı.

 

Kıvılcım içinden geçen fırtınayı bastırmaya çalışarak konuştu:

 

“Tepede hareketlilik var. Beş kişi ama arkaları destekli olabilir. Hazırlıklı ol.”

 

Ateş başını salladı, gözleri hala kadının profilindeydi.

“Seninle gelmemi neden istedin?” diye sordu usulca.

 

Kıvılcım gözlerini dürbünden ayırmadan yanıtladı:

“Çünkü arkamı dönebileceğim tek kişi sensin.”

 

Bu söz Ateş’in kalbine saplandı ama tam olarak değil. Cümlede bir boşluk vardı. Bir eksiklik… belki de bir yalan.

 

“Görev için mi?”

 

Cevap gecikti. Ve o gecikme, gerçeğin yerini sessizliğe bırakmasıydı.

 

Kıvılcım yürümeye başladı. “Gidelim. Vakit dar.”

 

Çamların arasından geçerek beyaz örtünün içine karıştılar. Ayak sesleri boğuktu, adımları kararlıydı. Ama Kıvılcım’ın aklında çatışma planlarından çok, o sabah eline geçen belge vardı: Zehra’nın kimlik fotokopisi, Mehmet’in doğum kaydı ve babasının adı hanesinde okuduğu o iki kelime: Kamil Cantürk.

 

Ateş’in babası.

Ve çocuk: Mehmet.

Yaralılar arasında.

 

O an çöküp ağlamamak için çenesini sıktı. Savaş, onun için bu kez mermilerle değil, kelimelerle başlamıştı.

 

Çatışma başladığında ilk kurşun gökyüzünü yırtar gibi geçti. Ağaçlar titredi. Kıvılcım eğildi, çevreyi inceledi. Ateş yanındaydı, pozisyon almıştı.

 

Karşıdan on kişilik bir grup hızla yaklaşıyordu. Kamuflajları iyi, stratejileri belliydi. Yılan mafyasının tarzıydı bu.

 

Kıvılcım telsizi kaldırdı:

“Merkez! 35.7 doğu, 41.2 kuzey! Çatışma başladı! Destek talebi, acil!”

 

Ateş çoktan ateş açmıştı. Düşmanlardan biri düştü.

“Bir eksildi!” diye seslendi. Ama hemen ardından bir çatırtı geldi. Bir keskin nişancı…

“ATEŞ!” diye bağırdı Kıvılcım.

 

Ateş’in omzu arkaya doğru savruldu, bedenini toparladı ama sendeledi. Kurşun omzundan sıyrılmıştı, kan hemen yayılmaya başlamıştı. Kıvılcım ona doğru koştu, ateş hattından çekti.

 

“Kurşun sıyırdı! Dayan!” diyerek yırtılmış kumaşı hızla yırttı.

 

Kan sıcak, elleri titrek… ama gözleri donuktu. Ateş yere oturdu, nefes alırken sıkıntı çekiyordu.

 

“Baktığın gibi anlat da,” dedi gülümsemeye çalışarak. “Ne var o bakışta?”

 

Kıvılcım başını eğdi. “Şu an için tek önceliğim seni hayatta tutmak.”

 

Çatışma devam ediyordu ama destek gelmişti artık. Yılan mafyası geri çekiliyordu. Geride ise yalnızca yaralılar ve yarım kalmış kelimeler kalıyordu.

 

Kamp alanına döndüklerinde hava kararmıştı. Kıvılcım, Ateş’i küçük kulübelerden birine götürdü. Yara derin değildi ama pansuman gerekiyordu. Ateş tişörtünü çıkardığında Kıvılcım sessizce bezleri hazırladı. Yüzü asıktı. Ateş'in vücuduna bakmamak için kendini zorluyordu. Neyse ki çok da kötü durumda değildi.

 

 

Ateş başını kaldırdı, gözleri gözlerinde.

“Bugün bir şey oldu sana. Biliyorum. Bunu daha önce gördüm.”

 

Kıvılcım bezle kanı temizlerken hafifçe irkildi ama cevap vermedi. Parmakları, omzundaki yaranın etrafında titriyordu. Sadece fiziksel değil, ruhsal bir sızıya da bastırıyor gibiydi.

 

“Sen birine çarptın bugün. Gözlerinde onu gördüm. Kimeydi bakışların Kıvılcım?” Ateş’in sesi artık daha netti. “Benimle ilgili bir şey öğrendin, değil mi?”

 

 

Kıvılcım gözlerini kaçırdı. Dikiş atmaya hazırlanırken durdu. “Evet,” dedi. “Ama senin bilmediğin bir şey.”

 

 

Ateş kaşlarını çattı. “Neymiş?”

 

Kıvılcım başını eğdi. Elleri titriyordu.

“Sana söyleyemem. Henüz değil.”

 

Ateş’in sesi buz gibi oldu. “Bana güvenmiyorsun.”

 

“Hayır. Sana fazla güveniyorum. O yüzden söyleyemem.”

 

Bir süre sessizlik oldu. Kıvılcım dikişi attı. Ateş’in yüzü acıdan değil, suskunluktan gerilmişti.

 

“Peki, neden bana uzak davranıyorsun? Ne yaptım ben yine?" Diye sordu Ateş.

 

Kolundaki acıdan çok bunu düşünüyordu.

Kıvılcım başını kaldırmadan, "bir şey yapmadın" dedi.

 

Ateş kaşlarını çattı. "Bir şey yapmadıysam neden böylesin? Net bir cevap ver," diye sordu. Neden net değildi?

 

Kıvılcım son sargı işini de bitirdikten sonra ayağa kalktı.

 

Ateş Uras'ın gözlerine baktı. Sanki söyleyecekti ama susmak zorundaydı.

 

"Zamanı geldiğinde öğreneceksin Ateş. Şimdi nasılsın?" Diye sordu.

 

"İyiyim biraz daha," dedi kırgın bir sesle.

 

"Gelirler birazdan. Barlas'a haber verdim zaten," dedi Kıvılcım saçlarını karıştırarak. Sıkıntıyla yanaklarını şişirdi.

 

Bu stres ona çok fazlaydı.

 

"Hâlâ net bir cevap vermedin!" Ateşin aklı hâlâ aynı yerdeydi.

 

"Ateş sana diyorum ki zamanı geldiğinde öğreneceksin! Hem şuan tek sorun bu mu? Az önce bir savaştan çıktık ve yaralandın. Tek derdin bu mu cidden?" Dedi artık dayanamayarak.

 

Bu sözlerinden sonra bir sessizlik oldu aralarında. Öyle bir sessizlikti ki en ufak şey yere düşse tok bir ses çıkardı.

 

"Evet, tek derdim bu! Çünkü canımın acımasından daha çok, senin canının sıkkınlığı ve sessizliğin mermi gibi delip geçiyor beni. Bak... Ne olduğunu anlat, ikimizde kurtulalım," dedi Ateş iki çift mavi göze bakarak.

 

"İyi değilsin sen, sonra konuşalım. Başım ağrıyor," dedi Kıvılcım başını tutarak.

 

Kafasını cama doğru çevirip iç çekti Kıvılcım. Sanki içindeki sıkıntıyı atabilecekmiş gibi.

...

Kıvılcım Ateş.

Kapının tıklamasıyla irkildim. Ateş'e bakmadan yerimden kalktım. İçimde bir şeyler darmadağın… Kafam gürültülü bir meydan, ama dışım sessiz bir cehennem.

 

“Benim, Barlas. Açın, hadi!”

 

Sesi duyduğumda içimi garip bir rahatlama kapladı. Ama tam olarak rahatladım mı, emin değilim. Çünkü Ateş’in bakışları hâlâ üzerimdeydi. Sanki kelimelerimi kazıyordu gözleriyle. Açmak istemediğim kapıları açmak üzereydi.

 

Kapıyı açtım. Barlas yüzüme değil, hemen Ateş’e baktı.

 

“Omzuma sıyırdı sadece,” dedi Ateş, umursamaz bir tonda. Her zamanki gibi. Sadece gözlerindeki kırgınlık... O umursamazlığın ardında nasıl bir dağ vardı, ben bilirim.

 

 

“Burada kalamazsınız,” dedi Barlas. Arkasında Melih ve Bulut da gelmişti. Hepsinin yüzünde aynı ifade: telaşlı bir ciddiyet. Tehlike yakındı.

 

Ateş’e döndüm. “Yürüyebilecek misin?”

“Seninle her yere,” dedi alçak bir sesle. Gülümsedim. Ama görmedi.

 

Melih dışarıya göz gezdirirken, o anda bir patlama oldu. Karanlık, sarı bir aydınlıkla parçalandı. Yine savaş... yine kaos. Ama ben bu kaosun ortasında yalnızca bir çift gözde kaldım: Ateş’in gözlerinde.

 

“Pusudalar!” dedi Melih

Silahımı çektim. Tonum keskinleşti.

“Dağ yolundan çıkıyoruz! Ateş ortada kal! Bulut sağ kanat, Barlas arka koruma. Melih, önden açıl!”

 

Her şey kontrol altındaymış gibi davrandım. Ama içimde... içimde fırtına vardı. Ateş’e bir şey olursa... o anı düşündüm. Kurşun ona isabet ettiğinde içimde ne koptuğunu hâlâ anlayamıyorum. Damarımdan biri çekilmiş gibiydi.

 

Koşarken, bir an arkama baktım. Kulübenin kapısı açıktı. Orada bırakmıştım söyleyemediklerimi. Gözlerini kaçırdığım anları, kalbimi tuttuğum saniyeleri, ağzımdan dökülmeyen cümleleri...

 

O kapı, bir yarım kalmışlığın simgesiydi.

Ve ben, gözümde bir damla yaş bile yokken içten içe ağlamaya başladım.

 

Sabah olmadan kurşunlar tekrar yankılandı dağlarda. Kamptan üç kilometre ötede çatışma çıktı. Cephaneliği koruyan ekip saldırıya uğradı. Herkes ayaktaydı, ama ben… ben zaten hiç uyumamıştım.

 

Botlarımı bağlarken gözlerim Ateş’in kapalı kaldığı kulübeye kaydı. İçim hâlâ acıyordu. Ama daha önemlisi vardı. Daha büyük bir tehlike.

 

Herkes kendi halindeydi. Bazıları silahlarını temizliyor, bazıları sevdiğinin fotoğrafına bakıyor iç çekiyordu. Özlem... Çok derin çok yakıcı bir duyguydu. Bense ayakta öylece dikiliyordum. Ne yapacağımı bilmiyordum. O kadar karmaşıktım ki... İplerin düğümlerini çözemiyordum. Yanıma ne zaman geldiğini bilmediğim Barlas koluma dokundu. “Gel biraz hava alalım,” dedi sıcak bir tebessümle. Kafamı salladım.

 

Onu takip ettim, kampın kenarındaki kayalıklara çıktık. Gecenin serinliği yüzüme çarpınca içimdeki her şey biraz daha çatladı. Bir taşın üzerine oturduk. Bir süre sessizdik. İçimde kopan fırtınalardan haberdar mıydı? Öğrenmek istiyordu canımı sıkan şeyi.

 

 

“Anlat bana,” dedi Barlas. “Neden o çocuk bu kadar önemli?”

 

Derin bir nefes aldım. Bilmiyordum birisinin daha sırrımı taşıyıp taşıyamayacağını ama susmak daha fazla acıtıyordu.

 

“Mehmet… Ateş’in kardeşi,” dedim sonunda. “Evet, öz kardeşi. Babaları aynı.”

 

Barlas şaşkınlıkla döndü. “Ne?”

 

“Babası yıllar önce Zehra adında bir kadını bırakmış. Zehra onu doğurmuş, ama tek başına büyütmüş. Çocuk şu an yaralı, annesi ölmüş. Ve Ateş’in bundan haberi yok.”

 

O an konuşurken içimden bir parça koptu. Çünkü bir sırrı sesli söylemek, onu sadece anlatmak değil, onunla yüzleşmekti.

 

Yine sessizlik oldu.

 

Barlas başını eğdi. “Ateş’e söylemeyecek misin?”

 

“Söyleyemem. Onun ailesine dair son inancı bu. Bunu da kaybederse… kim olur bilmiyorum.”

 

“Ya öğrenirse?”

 

İşte tam o anda, bir yaprak kıpırdadı arkamızda. Döndüm.

 

Ateş.

Oradaydı.

 

Gözleri bana değil, içimde sakladığım her şeyin üstüne dikilmişti. Sanki kurşunu o an ben sıkmışım gibi. Yüzü ifadesizdi. Gözleri kıpkırmızı.

 

Hiçbir şey demedi.

Ve o sessizlik… Yüzbaşı’nın bağırışından, kurşunlardan, bütün savaşlardan daha acıydı.

 

O an orada dursa, bir şey demeden çekip gitse… belki daha az canım yanardı. Ama o, tam karşıma geldi. Gözlerini gözlerimden ayırmadan konuştu.

 

“Ne zamandır biliyorsun?”

 

Sadece yutkundum. Devam etti.

“Kaç zamandır... kardeşim olduğunu bildiğin bir çocuğun yüzüne bakıp da bana bir şey söylemedin, öyle mi?”

 

Sesi öyle sakin ama öyle yıkıcıydı ki… Bağırsa daha kolay olurdu belki. Ama Ateş böyleydi. Sessizliğiyle vururdu. Gözleriyle hesap sorardı.

“Elimde değildi,” dedim. “Korumam gerekiyordu.”

 

“Beni mi? Onu mu? Yoksa kendini mi?” diye sordu.

 

İçimden geçen her cümle, dilime gelmeden boğazımda düğümlendi. Cevap veremedim. Çünkü her biri doğruydu.

 

“Elimi omzuna koyduğumda bana güveniyorsun sandım,” dedi. “Ama sen bana sadece acıdın, değil mi? Bir şeyi öğrenmemi istemedin. Çünkü sana göre ben, öğrenince yıkılırdım.”

 

“Ateş, öyle değil…”

 

“Öyleyse neden söylemedin?” diye bağırdı bu kez. “Benim hayatta tutunduğum tek şey, geçmişime dair biraz bile temiz bir şey kaldığına inanmaktı. Ve sen… sen o karanlıktan bir ışık uzatabilirdin. Ama sen sustun.”

 

Adımlarını geri attı.

“Ben seni seçtim Kıvılcım,” dedi. “Bütün kaosun, bütün savaşın içinde hep seni tuttum. Ama sen beni yarı yolda bırakmışsın. Çoktan.”

Kalbim yerinden çıkacak gibiydi.

“Bir kardeşim olduğunu senin ağzından değil de, arkamdan duyduğumda öğrendim. Hem de Barlas’a anlatırken.”

 

 

“Ben seni kırmak istemedim…” dedim fısıltıyla.

 

Ateş gülümsedi ama o gülümsemede sevgi yoktu. Sadece kırıklar vardı.

“Bunu duymak için çok geç artık.”

 

Gitti.

Arkasından bakarken, gökyüzü iyice kararmıştı. Savaş henüz bitmemişti ama içimizdeki savaşı çoktan kaybetmiştik.

 

...

Sabahın ilk saatleriyle birlikte siperler tekrar dolmaya başladı. Dağın eteklerine doğru ilerlemişlerdi. Yoğun baskı vardı.

 

Elimde telsizle ekibe koordinat veriyordum. Gözlerim hâlâ onu arıyordu: Ateş’i.

 

Ve sonunda mavi gözlerimiz kesişti. Dumanın içinden çıktı adam. Göz göze geldik.

 

Hiçbir şey demedi Ateş. Geçip gidecekti ama kolunu tuttum.

 

“Ateş…”

 

Adam durdu ama yüzünü çevirmedi.

“Beni dinlemen lazım,” dedim. “Sadece iki saniye.”

 

Dinlemeliydi. Bu şekilde davranmamalıydı. Ben kötü bir şey yapmadım. Suçlanacak kişi değildim.

 

Ateş başını yavaşça bana çevirdi. Gözleri soğuktu. Bende bile soğuk.

“İki saniye mi? Bir hayatı sustun, iki saniye neye yetecek?”

 

Tam o an, kurşunlar yeniden yaklaştı. İkimizin de yere yatması gerekti. Bir taşın ardına siper aldık. Soluk soluğaydık.

 

“Bunu şimdi konuşamayız,” dedim.

“Hiçbir zaman konuşmak istemedin ki zaten,” dedi Ateş. “Konuşmak senin tarzın değilmiş. Susmakmış.”

 

Barlas, telsizden yerlerimizi öğrenip koşarak yanımıza geldi. İkimizin de hâlini görünce yüzü gerildi.

 

“Ne oluyor lan size?! Savaşın ortasındayız, hâlâ çocuk gibi birbirinize sırt mı çeviriyorsunuz?” diye bağırdı.

 

 

Ateş gözlerini kıstı. “Barlas, sen konuşma. Sen zaten Kıvılcım’ın her sırrını biliyorsun, değil mi?”

 

“Evet, biliyorum!” diye patladı Barlas. “Çünkü o her şeyi tek başına taşımaya çalışıyor! Çünkü senin duygularına zarar gelmesin diye susuyor! Çünkü senin dağılmandan korkuyor!”

 

Bu anı çıkışı beklemeyen bedenim gerildi. İyi hissettim. Birinin beni duyması çok güzel bir hismiş. Barlas benim hayatımdaki en iyi kişiydi. Sorgulamadan bana güvenen tek kişiydi belki de.

 

Ateş’in dudakları titredi. “Ben dağılmadım mı şimdi?”

 

Barlas adım attı. “Kıvılcım sana yalan söylemedi. Sadece zamanlamayı seçti. Çünkü Kamil Cantürk gibi bir adamın, o çocuğun babası olduğunu öğrenmek kolay değil. Hele bir evlat için...”

 

Ateş yere baktı. Yumrukları sıkılıydı.

 

Sesim fısıltıyla çıktı. “Ben seni korumaya çalıştım, Ateş. Kendimden bile.”

 

Ateş yüzüme baktı. Gözlerinden kırılma geçti ama yeniden sert bir cümle kurdu.

 

“Senin koruman değil, senin gerçeğin olmak istedim.”

 

Ve ardından tek kelime etmeden uzaklaştı.

Yine.

...

Ateş Uras’ın gözünden,

Barakadan çıktım. Ayaklarım nereye gittiğini biliyordu da aklım hâlâ yerinde değildi. Hava soğuktu. Ama ben terliyordum. İçimde taş gibi bir his vardı, midemin tam ortasında. Kıvılcım susmuştu. Barlas susmuştu. Herkesin ağzı mühürlüydü, bir tek benim kafam susmuyordu.

 

 

“Baban… senin baban da Kamil Cantürk,” demişti Kıvılcım. Boğazı düğüm düğümdü. Kaçmak ister gibiydi. Gözleriyle özür dilerken diliyle duvar örmüştü. O an ne demek istediğini anlayamamıştım.

 

 

Ama şimdi...

Şimdi önümde bir çocuk duruyor.

Benim yaşlarımda bile değil. On? On altı? On yedi?

Üstü başı toz toprak. Gözleri — lanet olsun o gözler aynı!

O çocuk... Benim kardeşimmiş.

Bunu nasıl anlatırsın kendine? Bir yabancıya nasıl “kan kardeşim” dersin?

Hiç tanımadığın, sesini bile duymadığın biri için… göğsün neden sıkışır?

Yanına doğru yürüdüm. Herkes sessizdi. Çocuk başını kaldırdı. Bana baktı.

Ben de ona.

 

O kadar benziyorduk ki... Sanki geçmişim o çocuğun yüzüne çizilmişti. Masmavi gözleri kederliydi. Simsiyah saçları vardı kömürden daha kadar sanki geçmişi gibi.

 

Bütün utancı, öfkesi, terk edilmişliğiyle oradaydı.

 

İçin ezildi. Bende mi böyleydim? Bu yüzden mi hiç sevmediler beni?

“Adın ne?” dedim boğuk bir sesle.

“Mehmet,” dedi.

 

Kısık, çekingen. Küçücük bir ses.

Ama benim içimde yankılandı.

 

Mehmet.

Çocuk Mehmet.

Annemin değil, Zehra diye bir kadının oğlu.

Babamın “yolda bırakıp geçtiği” günahı.

 

Sıfatlar çoktu ama gerçek tekti. Bu çocuk istemesem de kardeşimdi. Yalnızdı, belki kimsesizdi. Ama kardeşimdi.

 

Bir adım attım.

Sırtındaki yarayı fark ettim. Ufak bir çocuk gibi yaralanmıştı.

Yüzü kirliydi. Gözleri... bana güvenmeye çalışıyordu.

 

Bense... Kahretsin ki ben ne yapacağımı bilmiyordum. Ne yapacağımı nasıl hissedeceğimi bilmiyordum... Allah'ım bu nasıl bir duygu? İnsan nasıl yaşar böyle bir duyguyla?

 

Çocuk küçük, masum tatlı bit şeydi ama ona bakınca anneme ihanet ediyormuş gibi hissediyordum. Annem o adamın yüzünden öldü. Daha yeni koydum onu toprağa.

 

Ve şimdi de babamın günahını üstlenmek yine bana kalmıştı.

 

Zaten bütün sorumluluklar hep bana kalırdı...

Elimi uzatmak istedim. Ama öylece donup kaldım.

 

İlk defa biri bana “abi” demeden, ben birine “kardeşim” demek istedim.

Kafamın içinde tek bir soru dolanıyordu:

“Sen de mi benim gibi yalnız büyüdün?”

O an kalbimden bir şey koptu.

Kıvılcım’a, Barlas’a, herkese kırgındım. Ama bu çocuğa değildi o öfkem.

 

Ben aslında… babamın bıraktıklarına kırgındım.

“Mehmet…” dedim tekrar. “Ben… Ateş.”

 

Sadece bunu söyleyebildim.

Belki de bir kardeşliğin ilk cümlesi buydu:

Adını söylemek.

 

...

Kampın biraz uzağına yürüdüm. Nefes almak kolay değildi. Boğazımda yumru vardı. Mehmet’i gördüğümden beri içim karmakarışıktı. Sanki yıllardır kayıp bir aynaya bakmıştım. Ve o aynada, babamın terk ettiği başka bir ben duruyordu.

 

Ayak seslerini duydum.

Kıvılcım.

Her zamanki gibi sessizdi. Ama bu defa o sessizlik güven vermiyordu. Daha çok delip geçiyordu.

 

Evet, ben hâlâ ona aşıktım. Hâlâ onu seviyordum. Deli öfkem, kara sevdama yine düşmüştü. Ben yine bir çift buz gibi mavi göze, Ateş kadar kırmızı saçlara düşmüştüm.

 

“Biliyordun…” dedim, arkamı dönmeden. “Sen… onu gördüğünde tanıdın. Hatta benden bile önce fark ettin, değil mi?”

 

Söyleseydi. Neden susmak istedi? Ya bu kadın niye hep susuyordu? Niye bütün sorumluluğu üstüne alıyordu?

 

Sessizlik.

“Cevap ver!” diye döndüm bu kez. “Kıvılcım, ne zamandır biliyorsun?”

Gözlerini kaçırdı. Dudakları titredi. Benim için ezildi ona sıkı sıkı sarılmak istedim. “Birkaç gün önce öğrendim. Onu ilk gördüğümde şüphelendim. Sonra belgeler… Zehra’nın adı… doğum tarihi. Her şey.”

 

“Ve hiçbir şey söylemedin.”

“Söyleyemedim, Ateş.”

“Yani susmak daha kolaydı? Benim hiçbir şeyden haberim yokken yanımda yürümek, gece aynı çadırda kalmak… bir sırla yaşamak daha kolaydı öyle mi?”

 

Kıvılcım ellerini yumruk yaptı. “Onu korumak istedim!”

 

“Bana sordun mu?” Sesim çatladı. “Sen ne zaman karar verdin benim neyi bilmeye hakkım olup olmadığına?”

 

“Ben—”

 

“Sen ne?!” dedim sertçe. “Ben kardeşimle göz göze geldim bugün. Ve hiçbir şey söyleyemedim. Çünkü sen çoktan benim adıma karar vermiştin!”

 

 

Bir adım attı bana doğru. Gözleri dolmuştu. “Kaldıramazsın sandım. Hem yaralandın, hem savaşın ortasındaydık. Ateş, ben seni korumaya çalıştım!”

 

 

“Ben korunmak istemiyorum Kıvılcım! Ben sadece bana yalan söylenmesin istiyorum!”

 

 

Bir an… sadece birbirimize baktık.

“Güvenini kırmak istemedim,” dedi fısıltıyla.

 

“Onarılamayacak yerden kırdın,” dedim. “Ben sana her şeyimi açarken… sen içindeki savaşın ortasında beni susturdun.”

 

Kıvılcım geri çekildi, gözlerini kaçırdı. Omzunu sıktı, sanki yük oradaymış gibi.

 

“Ben de insanım Ateş,” dedi yorgunca. “Hep güçlü görünmeye çalışıyorum ama… bu çok fazlaydı.”

 

İçim ezildi. Ama dilim yumuşamadı. “Bu fazla olan senin suskunluğun.”

 

Ve orada, kampın karanlık bir köşesinde, ikimiz de kendi sessizliğimizle baş başa kaldık.

                          ...

 

Bölüm Sonu.

Nasıldı bölüm?

Aşklarım, yorum ve oy sayısı fazla olunca motivasyonum artıyor, biliyorsunuz. Sizlere gerçekten değer veriyorum belki öyle görünmüyor olabilir. Ama ben biraz yorum ve oy sayısı fazla olunca bölüm atmaya karar verdim.

Lütfen bölüm hakkında fikrinizi söyleyinn

Ve lütfen oy verin.

Sevgiyle kalın✨

 

Bölüm : 23.11.2025 15:28 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...