68. Bölüm

Geri Dönüş

𝐸𝓁𝒶𝓇𝒾𝓃
dadaaaa

Herkese keyifli okumalar dilerimmm

Oy ve yorum bırakmayı unutmayınızzz

 

 

"Mesafe, sevgiyi azaltmaz; sadece özlemi büyütür ve sabrı sınar."

 

                                                                                                                                             ...

 

Sabah kuşların cıvıltısı ile değil telefonumun çalması ile uyanmıştım.

Saat kaçtı bilmiyorum ama birisi telefonumu çaldırıp duran bu kişi oldukça ısrarcıydı.

Rüyalarıma bile giren kişiyi merak da ediyordum.

Mavi beyaz yorganımı üzerimden yavaşça attım. Gözlerimi zar zor açtım ve telefonuma baktım.

Aslı'ydı.

Hemen açtım ve yarı uykulu bir şekilde ekrana boş boş baktı. Kendimi toparlamam biraz zor olsa da başardım.

"Alo?" Bir yandan da esniyordum. Sesim o yüzden biraz boğuk ve uykulu çıktı.

"Uyuyor muydun?" Diye sordu. Gözlerimi duvar saatime çevirdim. Saat 10 olmuştu.

"Uyuyordum. Bugün izin günüm de..." Dedim. "Sen niye aradın beni?" Diye sordum.

Normalde hep altı da kalkardım. Bugün biraz tembellik yapmak istedim. İlk defa 10 da kalkıyordum.

"Çok güzel bir şey oldu!" dedi heyecanla. devam etti hemen. "Kıvılcım, Barlas beni yemeğe davet etti. Ama ben giyecek bir şey bulamadım. Sana attığım resimlere bir bakar mısın? Hangisini giymeliyim?" Diye sordu. Ben bile mutlu oldum. İstemsizce gülümsedim.

WhatsApp'a girdim ve en yeni sohbetlerin en üstünde Aslı'nın son attığına baktım.

Üç tane elbise modeli vardı.

Mavi düz üstü bisiklet yaka bir elbise, siyah düz elbise, siyah -beyaz omuz ve sırt dekolteli bir elbise.

"Nasıl bir yemek olacak bu? Nereye gideceksiniz?" Diye sordum parmağımla ekranı büyüterek.

"Restorana, ama pahalı bir yere. Hangisi daha iyi?"

"Siyah beyaz olanı iyi. Bence onu giy. Birkaç takı ile daha güzel olur," dedim.

" Sanırım haklısın. Neyse sen nasılsın?"

"İyiyim. Yani sizi bu şekilde görünce daha çok mutlu oluyorum."

"Ben de sizi. Ben seni daha sonra arayacağım balım. şimdi kapatsam sorun olur mu?"

"Görüşürüz," deyip kapattım. Telefonu komodinin üzerine bırakıp saçlarımı topuz yaptım. Bu kadar tembellik yeterdi.

Kapım tıklatıldı.

Yataktan çıkıp üzerimi düzelttim.

"Gel!" Diye seslendim.

Toprak girdi içeri. Üzerinde okul üniforması vardı. Kafasını biraz kapıdan çıkarmış uykulu bakışlarla ben izliyordu. Ama şimdiye kadar gitmiş olması gerekiyordu?

"Abla günaydın."

"Günaydın, okula neden gitmedin?" Diye sordum.

"Yeni uyandım abla... Şimdi gitsem bir şey olur mu acaba?"

Yüzünü inleceledim Derin bir nefes verdim.

"Olmaz," dedim sakince. " Kahvaltı ettin mi?"

"Okulda ederim," dedi çıkacakken, " Ben kaçtım o zaman!" Kapıyı kapatmadan durdu ve yanıma geldi.

Yanağımı öptü. Sonra gülümseyerek çıktı. O gittikten sonra bir süre duvar ile bakıştım. Bu çocuk neden böyle olmuştu?

Düşüne düşüne yatağımı topladım, üzerimi değiştirdim. Çıkmadan önce pencerelerimi açtım. Serin ve kuru bir hava sardı bedenimi. Perçemlerim hafifçe dağıldı. Ama sabah sersemliğimden kurtulmama yetti.

 

Overthink saatim bittiğinde mutfağa geçtim oradan.

Hızlıca omlet yaptım ve çay demledim.

Masayı hazırladım. Dün bana verilen hediyeler, yüzümde oluşan eşi benzeri olmayan tebessüm... Bunların hepsi bana yabancı ama içimi sıcacık eden duygulardı. gözümü kapatıp açışımda bile kalbimden hisssettiğim kadar derindi. İnsan gerçekten sevildiğinde en sert iklimde, en verimsiz topraklarda en soğuk mevsimde bile açardı. Vazoya koyduğum papatya gül karışımı demet bile salonun en güzel köşesinde güneş ışığının altında parlıyordu. Mevsim sonbahardı ama benim içim ilkbahardaydı.

Başımı hafifçe eğerek gülümsedim. Daha sonra bu gülüşün sebebi olan kişinin odasına doğru yürüdüm.

Heyecanla kapısına birkaç kez vurdum.

Ses yoktu.

Tekrar tıklattım ama daha güçlü bir şekilde.

Yine ses yoktu.

Panikledim. Dayanamayarak seslendim. "Ateş Uras, kahvaltıya geliyor musun?"

Yok yine duymadı.

Kapıyı açtım ve yatağın toplanmış ve Ateş Uras'ın yerinde yeller estiğini gördüm.

Neredeydi bu?

Telefonumla aradım. Ama açmadı.

Üç kere aradım yine açmadı.

O kadar gerilmiştim ki kapı zilini duyunca yerimde sıçradım.

Durmayıp adımlarımı hızlandırıp kapıyı açtım.

Ateş Uras gelmişti.

Onu görünce içimdeki telaş yerini merak duygusuna verdi. Derin bir nefes verip ellerimi saçlarımda gezdirdim. Biraz olsun sakinleştim.

Elinde simit ve ekmek vardı. Siyah bir kazak giymişti ve siyah bir eşofman tarzı pantolon vardı altında. Siyah saçları dağınıktı. Biraz terlemiş olduğu yüzündeki parlamadan belli oluyordu.

Şaşkınlıkla gözlerimi büyütüp ona bakıyordum.

"Ya neden beni aramadın?" dedim sinirle. "Merak ettim nereye gittin diye!"

Bir şey söylemeden yavaşça ayakkabılarını çıkarıp içeri süzülüşünü izledim. Hala bir cevap vermedi. Elinde ekmek poşeti olduğunu bile yeni fark ettim. Ekmeğin ucunu yemekle meşguldu. Ekmeğini yuttuktan sonra bana döndü.

"Çünkü şarjım yoktu. Telefon buradaydı," dedi sakince. Bir an duraksadı. Aklına yeni bir şey gelmiş gibi gözleri parlayarak göz kırptı. " Benim için endişelendin mi?" Diye sordu alayla. Yüzüne bakarak göz devirdim. Sinirle avuç içimi alnıma yasladım.

Bazen ikimizde farklı bakış açıları ile olaya bakıyorduk.

"Evet," dedim. "Her neyse. Nereye gittin peki?"

"Evde ekmek yoktu fırına gittim. Sonra da simit aldım," dedi elindekileri göstererek. Eli ile bu sefer mutfağı ve karnını gösterdi. " Açım ben hadi bir şeyler yiyelim."

Mutfağa gitti.

Bende kapıyı kapatıp arkasından ilerledim. Ekmekleri tezgaha bırakıp etrafa baktı. Önce çay demliğini kontrol edip demledi daha sonra omletin altını söndürdü. Bunları yaparken bir yandan da ıslık çalarak ritim tutuyordu ağzında.

"Omlet yaptım ben. Başka bir şey ister misin?" Diye sordum arkasından seslenerek.

"Hayır, gerek yok güzelim." Tavadaki omleti iki tabağa bölüştürdü ve masaya yerleştirdi. Sandalye çekip oturdu.

Bende çayı alıp oturdum. Kahvaltı etmeye başladık. Televizyon ekranında sarı saçlı, küçük gözlü bir kadın vardı. Kadın kayıpları buluyordu. Ekranda bir kadın vardı. mağdur olduğu belliydi. Zaten hep kadınlar mağdur olurdu. Bu tür programlar izlemeyi sevmezdim. Moralimi bozuyordu. Çayımdan bir yudum alıp Ateş'e baktım göz ucuyla. O pür dikkat ekrana bakıyordu. Elindeki çay bardağı havada kalmıştı.

"Ya abi bununda yapmayın ama yani!" Diye söylendi.

Kafamı çevirip televizyona baktığımda bir adamın karısını on farklı kadın kişi ile aldattığını söylüyordu. Pişman gibi rol kesiyordu. Ve bu on kişiden ikisi ölüydü. Adam katil olabilir iddiaları vardı. Bir kadında kayıptı.

Şaka gibiydi bu insanlar ya. Benim bile gözlerim şaşkınca pörtledi.

Nasıl yapabiliyorlardı bunu? Nasıl bir kişilikti bu?

Kadın için çok fazla üzülmüştüm.

"On kişi ile mi aldatmış? Yuh be!" Dedim yüksek sesle.

"Bir de öldürmüş. şerefsiz herif!" Bir küfür savurdu. "Böylelerini direkt öldüreceksin. Hainlerden daha hain ve boklar."

"Şunu kapatır mısın moralim bozuldu," dedim. Kafasını salladı.

Kumandayı alıp televizyonu kapattı.

"Televizyonda olan şeyler hiç iç açıcı değil."

"Dünyada neler neler yaşanıyor. Bunlar daha hiçbir şey."

"Adalet, her bedende olmaz. Haysiyetsizler."

Telefonum çalınca ekrana baktım. Barlas arıyordu.

"Efendim Barlas?'"

"Hiç aramıyorsunuz Kıvılcım Hanım neler oluyor?" Haklıydı.

"Bir şey olduğu yok... Sadece biraz yoğunum şu aralar," Diye cevap verdim. Bir yandan da Ateş Uras'a bakıyordum.

Ateş Uras gülmemek için zor tutuyordu kendini.

"Emin misin? Oraya gidince bir uzaklaştık gibi. Bir sorun varsa söyle."

"Hayır, bir sorun yok. Sende ne var ne yok?" Diye sordum.

"Hiç... Aynı yani. Neyse benim kapatmam gerekiyor. Sonra konuşalım mı?"

"Tamam, görüşürüz," deyip kapattım.

"Kendine iyi bak ve yanındakinin her esprisine de gülme." Ateş Uras'tan bahsediyordu. Dudağımın kenarı yavaşça kıvrıldı. Arama kapandı.

"Ne diyor?" Diye sordu Ateş Uras.

"Genel muhabbet işte," dedim. Son söylediğini söylemedim bilerek. "Hadi kalkalım mı?" dedim konuyu çevirerek. Ateş pek inanmadı ama üzerinde de durmadı.

"Peki, hadi kalkalım."

Masayı beraber toparlayıp odalarımıza çekilmiştik giyinmek için.

Ben madem gezecektik rahat bir şeyler giymek istiyordum. Yeşil yumuşak bir kumaştan yapılmış, hafif dökümlü bir elbise giymek istedim.

Elbisenin üst kısmı, V yaka, omuzlarımı ve boyun hattımı zarif bir şekilde vurgularken, bel kısmı, hafif bir kemer detayıyla belin inceliğini ön plana çıkaracak şekilde tasarlanmıştı.

 

Etek kısmı, diz hizamdaydı hafifçe dökümlü ve hareketli bir kumaşla yapılmıştı.

 

Aksesuar olarak, sade bir altın kolye ve ince bir bilezik tercih ettim. Ayakkabılar ise, krem tonlarda şık bir topuklu ayakkabı ile tamamlamış makyajımı da göz rengimi öne çıkaracak tonlarda yapmıştım.

 

Hava bugün çok sıcaktı bu yüzden elbise giymiştim. Son olarak Ateş'in bana aldığı parfümden birkaç fıs sıktım ve kendimi odamın dışına attım. Girişte beni bekleyen Ateş Uras'ı gördüm.

Elbise gezeceğimiz için ne kadar uygundu bilmiyorum ama ben giymek istemiştim.

Ateş Uras da üst kısmında hafif, nefes alabilir bir kumaştan yapılmış açık mavi bir gömlek giymişti. Gömlek, klasik bir kesime sahip olup, slim fit tasarımı sayesinde vücut hatlarını zarif bir şekilde vurguluyordu. Kol manşetleri ve yakası ince bir dikişle detaylandırılmış, bu da gömleğe şık bir dokunuş katmıştı.

 

Altında ise koyu gri renkli, rahat bir chino pantolon tercih edilmişti. Bu pantolon, hafif streç bir kumaştan yapılmış olup, hareket özgürlüğü sağlıyordu. Paçaları hafifçe daralarak modern bir görünüm sunuyor, aynı zamanda ayakkabılarla da uyum sağlıyordu.

 

Ayaklarda, şık bir görünüm sunan kahverengi deri loafers ayakkabılar vardı.

İlk defa kendi rahat tarzının biraz dışına çıkmıştı.

Beni görünce bir süre göz kontağını kesmedim sonra kafamı hafifçe eğerek yavaş yavaş yürüdüm.

Karşı karşıya geldiğimizde ikimiz de birbirimizi inceliyorduk. Ellerini ceplerine sokmuş hayranlıkla bana bakıyordu. Mavi gözleri canlı rengini koruyordu daha yoğun bir şekilde parlıyordu.

"Dünyanın en güzel kadını..." Dedi gözlerime bakarak. Çok güzel olmuşsun demenin farklı bir alternatifiydi.

"Sende bu kadının sevgliisi olarak yanımda yer alıyorsun, yakışıklı," dedim hafifçe gülümseyerek. Çantamı sıkı sıkı tutuyordum.

"Çıkalım mı?" Diye sordum.

"Olur, çıkalım." Elimi sıkıca tuttu. Ve kendimizi dışarıya attık.

"Denizli'de nasıl deniz yok ya?" Diye sordu Ateş Uras.

"Ben buraya gelirken deniz var zannetmiştim."

"Gelme diye yalvarmıştım."

"Başka çarem yoktu."

"Vardı. Gitmeyebilirdin. Orada daha mutlu olurduk. Şimdi ben yarın gideceğim. Ama gitmek istemiyorum. Nasıl olacak bu iş?"

"Hallederiz bir şekilde. Yani... Uzaklık yalnızca gözlerimizi ayırır; ama kalbimde senin izini silmeye hiçbir mesafe yetmez," diye cevap verdim. Arabayı çalıştıran elleri biraz durdu. Dudağının kenarı hafifçe kıvrıldı. Çantamın üzerindeki elimi eline alarak avuç içime küçük bir öpücük kondurdu. Daha sonrasında sıkıntılı bir nefes verdi.

"Haklısın. Hallederiz."

 

...

Kentin biraz dışında, ağaçların arasına gizlenmiş küçük bir pastaneye geldik. Girişinde sarmaşıklarla kaplı bir kemer vardı. İçeri girince tarçın ve kahve kokusu sarhoş edici şekilde karşıladı bizi.

Ateş kapıyı tuttu, ben içeri girerken etrafı süzdüm. Sessizlik vardı. Sadece fonda çalan hafif bir caz müziği... Pencere kenarındaki köşe masaya geçtik.

 

"Burayı nasıl buldun?" diye sordum, gözlerim ona takılmıştı. Cevap vermeden önce çenesini avucuna dayadı, gözlerini üzerime dikti.

 

"Senin gibi... dışarıdan sert, ama içerisi sıcacık. Ve gizli bir yer. Herkesin bilmesini istemediğin türden."

 

İçimde bir yerlere dokundu o söz. Sanki bir anda kalbimin görünmeyen kilidini çevirmişti. O kadar az kişi beni gerçekten tanımıştı ki...

 

Garson menüyü bırakırken gülümsedi. "Bugün havuçlu kek ve fındıklı latte öneriyoruz."

 

"Ben ikisini de alırım," dedim. "Fazla düşünmeden karar verebildiğim ender anlardan biri."

 

Ateş güldü. "Senin gibi planlı biri için büyük olay bu."

 

Başımı salladım. "Eskiden öyleydim. Şimdi… bazen akışa bırakmanın da bir savunma biçimi olduğunu öğrendim."

 

Bir süre sessizlik oldu. Aramızda geçen o çok şey anlatan sessizliklerden. Sonra Ateş eğildi, sesi neredeyse fısıltı gibiydi.

"Kıvılcım… Eğer tüm bunlar hiç olmasaydı, askerlik, görev, geçmiş... Ne olmak isterdin?"

Sorusu sert değildi ama içimde bir fırtına başlattı.

 

Uzun süre düşündüm. Sonra, gözlerimi pencerenin dışındaki çiçeklere dikerek söyledim:

"Bir kitapçı açmak isterdim. Sessiz bir yerde. Belki üst katında küçük bir ev… Kedim olurdu. Adını da barut koyardım."

Öyle bir hayatım olur muydu? Sakin, barut, silah, ağlamaların olmadığı soft bir dünyam olur muydu?

 

Ateş şaşırmış gibi güldü. "Barut mu?"

 

"Unutamam diye," dedim. "Unutmak istemem diye belki."

 

Garson kekleri ve kahveyi getirdiğinde, aramızda artık başka bir samimiyet vardı. Her şeyden sıyrılmıştık. Sadece biz vardık ve bu an.

Pastaneden çıktığımızda hava serinlemişti. Güneş batmaya yüz tutmuş, gökyüzü turuncu-mor tonlarına bürünmüştü. Yürüyüş yolunun iki yanında çiçeklerle dolu dar bir patika vardı. Kuş sesleri ve yaprak hışırtısı eşliğinde yürüyorduk. Sessizdik ama bu sessizlik huzurluydu.

 

Ateş bir ara cebinden ellerini çıkardı ve usulca yanıma yaklaştı.

 

"Biraz ilerde bir yer var, sana göstermek istiyorum," dedi.

 

Hiçbir şey sormadan başımı salladım. Onunla yürürken dikkatli olmam gerekmiyordu. Nadir bir huzur bu; gardımı indirdiğimi fark ettim.

 

Kısa bir yürüyüşten sonra ağaçların arasında küçük bir açıklığa vardık. Ortasında eski, ahşap bir bank vardı. Ama bankın üzerinde dikkat çekici bir şey duruyordu: küçük bir kutu ve yanında tek bir kırmızı karanfil.

 

Gözlerim Ateş’e döndü. O, gülümseyerek uzandı ve kutuyu bana uzattı.

 

"Bu sabah sabah sana somurtan adam bendim ama… şimdi sana biraz gülümsemek istedim," dedi.

 

Kutuyu açtığımda içinden minik, el yapımı bir pusula çıktı. İç kısmına ise kazınmış tek bir cümle vardı:

"Kaybolursan, beni hatırla."

 

Boğazıma bir şey düğümlendi. Küçük şeylerdi bunlar, ama içimi delip geçen cinstendi. Gözlerimi kaçırmadan ona baktım.

 

"Bu… ciddi misin?"

 

"Hiç bu kadar ciddi olmamıştım," dedi. "Seninle geçirdiğim her an, bana doğru yerde olduğumu hissettiriyor. Bu pusula değil yönünü gösterir, ama belki bir gün dönmek istersen… seni bana hatırlatır."

 

Bir adım daha yaklaştım. Karanfilin sapını parmaklarımın ucuyla tuttum, sonra onu sol cebime yerleştirdim.

 

"Dönmesem bile," dedim yavaşça, "beni unutmaman için çok sebep bırakacağım."

 

Ateş bir şey söylemedi. Sadece gülümsedi. Ve güneş, ikimizin arasına süzülen ışıkları son bir kez üzerimize bıraktı.

 

 

...

 

Bugün içimde derin bir huzursuzluk ve mutsuzluk vardı. Çünkü Ateş Uras gidiyordu. O gidince ben yine eski halime geri dönecektim. Eski hayatım Denizli'ye geldiğimde oluştu. Sıkıcı ve bizimkiler olmadığı için de mutsuzdu. Bir yere ait olmamayı hissetmek çok garip bir duygu değil miydi? Nereye gidersen git kayıpmışsın gibi. Sanki başka bir yerde başka şekilde mutlu olabilecekken bu yolu tercih ederek hata yapmışsın gibi... Tarif edilemez bir boşluk vardı içimde. Tam kalbimin içinde bir huzursuzluk vardı. Nedendir bilmem.

Buraya gelme fikri mantıklı mıydı diye çok düşündüm. Ama orada daha fazla kalmazdım.

Artık ruhum orada nefes alamıyordu. Halbuki bütün sevdiklerim oradaydı.

Zar zor yatakta oturur pozisyona geçtim. Ellerimi kızıl saçlarımdan geçirirken gözüm aynaya da ilişti. Saçlarım kuş yuvasına dönmüştü. Duş alsam iyi olacaktı.

Gözlerimin altı şişti. Önce ılık bir duş aldım. Bu bana iyi gelmişti.

Düşüncelerinden biraz da olsa kurtulmuştum. Bedenim gevşemişti. Saçlarımı havluyla padişahların kavuk gibi olmuştu. Kısa sürede kurutup düzleştirdim. Saçlarım aslında düzdü ama arada kabarıyordu. Özellikle hastalık zamanlarımda çok olduğu için bir de sabah saçlarıma çok zarar verdiğim için düzleştirdim.

Ama zihnim hala bulanıktı.

Yılan mafyası hâlâ insanları öldürmeye devam ediyordu. Ve ben hiçbir şey yapamıyordum.

Bu gerçek bıçak gibi kalbime saplanmıştı.

Hızlıca giyindim. Bugün kafam çok dolu olduğu için alelade kıyafetlerimi giymiştim. Odamdan dışarı adım attım.

Ev sakin değildi bugün. Ateş Uras telaşlı bir şekilde bir şeyler arıyor, Toprak da televizyonun sesini son ses açmış genişçe yayılarak oturuyordu.

İkisi de işine odaklanmış olduğundan sessizce mutfağa girdim.

Menemen yapmak için domates, biber ve soğanlarımı doğradım. İşime o kadar odaklanmıştım ki telefonumun üç kez çaldığını duymamıştım.

Ellerimi kurulayıp telefonuma baktım.

Atilla arıyordu.

Telefonu sağ kulağım ile omzun arasına sıkıştırdım bir yandan da soğan doğruyordum.

"Efendim Atilla?"

"Kıvılcım, günaydın. Nasılsın?" Diye sordu sesi oldukça neşeli çıkmıştı. Ama kim bilir hangi dağ da kurt öldü de bu adam beni aradı?

Soğan gözümü yaşartmıştı.

"İyiyim, sen?" Diye sordum, gözüm yanmaya başlamıştı.

"İyiyim de sesin garip geliyor."

"Soğandan dolayı. Sen niye aramıştın. Gül cemalim için mi yoksa..."

" Bir şey soracaktım," dedi hemen. "Sana şey soracaktım yanlış anlama ama... Beste en çok ne sever hediye olarak yani?"

İstemsizce sırıttım. Ah, bunlar olmuş yani. Beste bunu duysa ne hissederdi bilmiyorum ama ben onun mutlu olmasını istiyordum.

"Sen bilirsin mutlaka. Ama bana soracak olursan altın takılara bayılır özellikle kolyeleri çok sever. Kitap okumayı sever polisiye olan türü. Makyaj malzemelerini çok sever. Bildiklerim bunlar," dedim. Bir yandan da soğanları tencereye almıştım.

"Tamam, teşekkür ederim."

"Niye sordun ki?" Dedim merakla.

"Gönlünü almaya çalışıyorum. Bakalım alabilecek miyim?"

"Alırsın alırsın sakin ol! Hadi görüşürüz."

"Bay bay!" deyip kapattı.

Vay be! Aşk itirafı gelir mi acaba? Bakalım.

"Ya Toprak şu kafanı televizyondan kaldırıp bana yardım et! Nerede benim telefonum ya? Delireceğim!" Ateş Uras'ın karşı komşunun bile duyacağı desibelde söylenmesini duyunca menemeni bir kenara bırakıp yanlarına gittim.

"Ne oluyor ya yine?" dedim hafif bir imayla. Bu ikisi aynı ortamda olunca hep olay çıkıyordu.

Ateş Uras koltuğun altına bakıyordu.

"Ateş ne oluyor? Neyi arıyorsun?" Diye sordum.

Kafasını kaldırılan koltuğa çarptı kafasını.

"Ah! Kafam ya! Bu koltuğun altına hangi zekayla bakıyorsam."

Yanına gittim ve elimi uzattım kalkması için.

"Kalk hadi! Telefonunu dün en son kutuların içinde gördüm. Hediye zannedip kenara koydum," dedim gülerek.

Elimi tutup ayağa kalktı ve gözlerime alaycı bir şekilde baktı.

"Hediye olarak verirdim ama işte fakirlik böyle bir şey!" Dedi kendi kendine kızıyordu ve bir yandan da kafasının tutuyordu.

"Abla bu kadar fakiri ile evlenmeni önermem. Zengin koca bul bence. Hem bu benim için de iyi olur," dedi Toprak elindeki telefonla göz ucu ile bana bakarak. Ben ellerimi belime koyarak göz devirdim. Ama Ateş benim kadar sakin değildi. Aniden kaşları havaya kalktı. Toprak'a ters ters bakıp gözleri ile onu olduğu yere gömmek istediği açıktı. Ama Toprak onunla göz teması bile kurmadan kahkaha attı.

Ateş Uras'ın gözü seğirdi resmen. Hâlâ kafasını tutuyordu.

"Ben gittiğimde aynı şakalara devam edersen sonun iyi olmaz. Sana ömrünün şakasını yaparım," dedi göz kırparak.

Toprak bir süre sustu. Özür dileyeceğini düşündüm. "Valla ben şaka yapmadım ki? Gerçekleri söyledim. Ablama başka birini bulacağım. Kapiş?"

"Bulduğun kişi ile birlikte ülke sınırlarına çıkar sonra da ateşlerde yanarsınız. Kapiş?"

Ortalık iyice alevlenince araya girdim. "Tamam, biraz sakin mi olsanız. Zengin koca falan yok. Koca da yok! Hadi yemek hazır mutfağa!"' dedim kesin ve net bir şekilde.

Sanırım yönetimi elimde tutmazsam bunlar birbirlerine girecek.

Hem ben zengin koca neden bulayım ki? Saçmalık. Ama bu ekonomide mantıklı gibide. Ateş duymasın bunu tabii.

Arkamdan Toprak geldi Ateş Uras da telefonunu almak için odasına gitti. Biz de Toprak ile masayı hazırladık ve Ateş Uras'ı bekledik.

Geldiğinde kahvaltıya başladık. Ama Ateş Uras ve Toprak'ın arasında hâlâ ciddi bir problem vardı. İkisi arasında kalmak istemiyordum.

"Siz ikiniz bir aranız düzeltseniz mi? " diye sordum kaşlarımı kaldırarak.

Ateş Uras elini elimin üzerine koyup yandan bakışlar yolladı Toprak'a.

Toprak da altta kalmayarak sandalyemi ona doğru çekti.

Bir anda sağa doğru gitmemle çay barağında ki sıcak su üzerime döküldü.

"Yandım!" Diye bağırdığımda İkisi de başıma üşüştüler.

"Ya ikinizin kavgasında ben neden yanıyorum off!" Neyse ki sadece tişörtümün ön kısmına dökülmüştü. Ama çay zaten kaynardı.

"Hadi odana git hemen!" Dedi Ateş Uras.

Canım o kadar yanıyordu ki yürüyemiyordum.

Bir anda havaya kalktım resmen. Ateş Uras hızla beni kucağına alarak odama götürdü.

"Bir şey olursa dışarıdayım," dedi ve çıktı.

Hızlıca üzerimi çıkarıp banyoya girdim.

Yarım saat bile sürmeden mutfağa geri döndüğümde ikisi de suçlu olduklarını bilerek kahvaltı ediyordu sessizce.

Şimdi daha iyiydim neyse ki. Ama biraz kızarıklık olmuştu göbeğimde

Sessizce yerime oturdum.

"Abla... Özür dilerim. Benim hatamdı. Affet!" Dedi mahçup bir şekilde başını eğerek Toprak.

"Yani bende bir şey yapsam özür dilerdim ama... Neyse yine boş konuştum. Canın acıyor mu?" Diye sordu Ateş Uras.

"Hayır, iyiyim şuan. Ama ciddi bir yanık olabilirdi. Neyse ki olmadı. Yemeğinizi yediyseniz masayı da kaldırın. Ben odamdayım, " deyip odama gittim.

 

Akşam saatlerine yakın güneş batıyorken balkonda oturuyordum. Sabahki olaydan sonra ikisine de kızgın olduğumdan, biraz da abartarak, soğuk davranıyordum. Şimdiden bu hallerde olmaları kötüydü.

Balkon kapısı açıldı Ateş Uras'ın silüetini gördüm.

Ağır adımlarla yanıma geldi ve sessizce karşımdaki sandalyeye oturdu. Derin bir iç çekti. Bir şey söylemeye hazırlanıyor gibiydi. Başımı gökyüzüne çevirip kahvemden bir yudum aldım.

"Uçak biletimi erken almışlar," deyince kafamı hızla ona çevirdim.

Nasıl yani?

"Erken mi gideceksin yani? Neden?" Kafasını salladığında içimde oluşan dalgalanmalardan habersizdi.

"Önemli bir durum çıkmış. Yani gitmem gerek. Hemen şimdi. Annemin durumu kötüleşmiş, " dedi başını öne eğerek. Hemen şimdi... Ayrılacağımızı bekliyordum ama bu kadar erken değil. Her şey eksik kalıyordu. Gözlerimi kırpıştırdım. Yavaşça ayağa kalktım. Karşımda ki sandalyede oturuyordu zaten. O yüzden hızlca ulaştım ona. Hiç beklemeden boynuna sarıldım. Kokusunu içime çektim. Unutmamak için.

 

"Gelmemi ister misin?" Diye sordum fısıltıyla yakın bir sesle.

"Hayır, ben hallederim. Valizimi hazırlamalıyım," dedi ayağa kalkıp.

Gözlerimin içine baktı, garip bir duygu vardı gözlerinde. Gidecek olduğu için. Annesinin durumunun kötü olması beni çok üzdü.

"Ateş, sen iyi misin? Bak ciddi soruyorum."

Gülümsedi. "İyiyim, üzüldüğüm tek şey senin orada olmayışın. Neyse... O biraz kötü işte."

"Dediğim gibi mesafeler önemli değil. Önemli olan ikimizin arasındaki bağ. Ve bizim aramızdaki bağ... Yavaşça daha çok güçlenecek. Eminim," dedim kararlı bir sesle.

Kollarını belime doladı ve burnunu saçlarıma gömdü.

Bende boynuna sardım yine kollarımı.

Bir süre böyle kaldık. Birbirimize ayrılık konuşması yapmaktan daha samimi geldi.

"Abla... Bir adam geldi seni soruyor." Toprak gelmesi ile birbirimizden ayrıldık hemen.

"Kim geldi?" Diye sordum.

"Her zaman gelen şu... Geçen bir şey almak için gelmişti... Yoğurt!" Dediğinde Ateş Uras hızlıca yanımdan geçti. Toprak ile göz göze gelerek koştuk.

Burak onu görünce yüzündeki arsız gülüş soldu. Bir adım geri gitti. Ve belindeki silahı gösterdi. Göz dağı vermeye çalışması üzerine hınçla yürüyerek yüzüne sağlam bir yumruk atan Ateş'i durdurmaya yetmedi.

Adam burnunu tutarak geriye sendeledi. Neredeyse yere düşecekti. Gözlerim sonuna kadar açıldı Toprak'ın kolunu tutup geriye ittim olaylara bulaşmaması için.

"Seni adi şerefsiz! Kimsin lan sen? Piç herif!" Diye sordu ve ona yeniden vuracakken kolunu tuttum adam silahını çıkartıyordu.

Ateş Uras'ın en sevmediğim özelliği hiç düşünmeden davranmasıydı. Karşısındaki adamın elinde silahın olduğunu bile fark etmememişti.

Ateş bir an bana döndü. Kolunu benden kurtardı. Yeniden Burak'a döndü.

Burak biraz tırsmıştı.

"Asıl sen kimsin lan? Ne hakla bana vurursun!" Diye sordu.

Ne halsiyetsiz bir adamdı bu. Yüzsüzce konuşuyordu bir de.

"Sana ne? Sana ne! Defol git! Çık git hayatımdan!" Diye bağırdım.

"Siz sevgili misiniz?" Diye sordu.

Yok ben buna dalacağım.

Ateş Uras gidip yüzüne kafası ile vurunca yerinde sendeleyerek düştü. Çok fazla öfkelendi ve tehditler ederek bana baktı.

"Senin gibi birisi bu lavuktan ne buldu bilmiyorum ama göreceksiniz gününüzü!" Yüzüme parmak salladı. Ateş Uras yine ona vuracakken gitti adam.

Yüzüm buz kesti. Onca gündür yanıma yaklaşarak tatlı sözler söyleyen adamın içinden resmen canavar çıkmıştı. Bir de silahı vardı.

Ne ile karşı karşıya kaldığımdan haberim bile yokmuş. Ya bu adam ben yokken Toprak'a zarar verseydi?

Allah'ım sen koru bizi!

"Bu sürekli geliyor değil mi?"

"Evet," dedim yüzüne bakarak. Hala şokunu atlatamadığım için ellerim titriyordu. Ve hayatımda ilk kez çok korktum. Toprak kendi odasına girdi. Ateş kapıyı kapatıp derin bir nefes aldı. Saçlarını karıştırdı. Ben ise duvara yaslanarak düşünüyordum. Kendimi, Toprak'ı ve onca benim gibi olan insanı bu gibi şerefsizlerden nasıl koruyacaktım?

Ateş yanıma gelerek önümde durdu. Titreyen parmaklarımı ellerinin arsına alarak bir öpücük kondurdu.

"Kıvılcım," dedi yumuşak bir sesle. " Benimle gelin gidelim buradan. Bak, burada bizden kimse yok. Aklım hep sizde. Hem annem hem Umut hem de siz.... Dayanamıyorum. Lütfen benimle gelin. Lütfen bir kere inat etme, yalvarıyorum!" Dedi adeta yalvarırcasına. Gözlerimi çevirdim o hala ellerimi sıkı sıkı tutuyordu. Belki haklıydı belki haksızdı ama gitsem de önce başvurmam gerekiyordu kabul edilip edilemeyeceği belli değildi.

"Bilmiyorum... Başvuru yapmam gerekir ama ne zaman kabul edilir-"

"Sen orasını bana bırak. Yeter ki gelmek isteyin," diyerek sözümü kesti. Toprak odasından çıkmış bizi dinliyordu. Göz göze geldik. Ve o kafasını sallayarak gözlerini kırptı. O da gitmek istiyordu.

Hafifçe gülümsedim. Ateş Uras'a baktım. Derin bir nefes verip kafamı salladım.

Evet, ben Kıvılcım. Ve ben yine kendi kurallarımın içinden geçtim ve hiç sevmediğim şehire gitmek için onayı verdim.

                                                                                ...

 

VEE KESTİKKK

NASILDI BÖLÜM?

KIVILCIM YENİDEN İSTANBUL'A DÖNÜYORRR

OY VE YORUM SAYISI ÖZELLİKLE YORUM SAYISI FAZLA OLMADIĞI SÜRECE BÖLÜM GELMEYECEKTİR.

sevgiyle kalınn✨

 

Bölüm : 24.09.2025 20:25 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...