75. Bölüm

Hastalık

𝐸𝓁𝒶𝓇𝒾𝓃
dadaaaa

Keyifli okumalarr✨

OY VE YORUM BIRAKMAYI UNUTMAYINNN

 

"Kelebekler var diyorlardı doğruymuş."

                          ...

 

Kıvılcım Ateş.

Son günlerde zihnimde dolaşan fırtınaları susturabilen hiçbir şey yoktu. Her şey üst üste binmişti. Sanki hayat, “hadi bakalım, gerçekten dayanıklı mısın?” der gibi üzerime çullanıyordu. Ve en çok da Ateş Uras’ın bakışları... Her seferinde suçlu benmişim gibi. Sanki ben fısıldamışım gibi babasının kulağına o rezil kararları. Sanki ben yazmışım gibi hayatının senaryosunu.

 

Oysa tek istediğim onu korumaktı.

Ama anladım, bazen korumak da ihanete benzer. En azından onun gözünde öyle görünüyordum.

Üç gündür tek kelime konuşmamıştık. Göz göze bile gelmiyorduk. Karşılaştığımızda yollarımızı değiştirecek kadar yabancı, ama hâlâ birbirimizi düşünecek kadar tanıdık.

Bugün İstanbul'a dönüyoruz. Mehmet’le birlikte. O çocuk, omuzlarımdaki yeni sorumluluk. Ablası hâlâ kayıp. Gelen her ihbarla umutlanıyor, ama aradığı yerle bulunduğu yer hep bambaşka çıkıyor. Mehmet’i çocuk yurtlarına teslim edeceğim. Ama önce sağlık durumu toparlanmalı. Bu çocuğun yeniden çocuk olması gerekiyor. Bunu borçluyum. Ona, kendime, geçmişime…

Helikoptere ilk ekip bindi. Ardından ben. Ateş ve Emir Berke kokpitteydi. Timdekiler arkada sohbet ediyor, gülüyor, hafifçe sarsılan helikopterde birbirlerine çaktırmadan tutunuyordu.

Gökyüzüne yükseldiğimizde, aşağıdaki karışıklığın aksine bir özgürlük hissi doldu içime. Kısa sürdü.

İki buçuk saat sonra pistteydik. Helikopter yere sağlam bir iniş yaptı. İtiraf etmeliyim, Ateş bu konuda gerçekten iyi. Soğukkanlı, kararlı.

İniş başladı. Ekip indi. Valizimi aldım, tam merdivenlere adımımı atıyordum ki… Kokpitten bir öksürük sesi geldi.

Kafamı çevirdim. Ateş... Eli göğsünde, diğer eli başında.

 

Gözlerim büyüdü ve kalbim anın stresi ile sarsıldı. Titredim. Valizi yere fırlatıp yanına koştum.

 

“Ateş! Ne oluyor? İyi misin?”

 

Nefes almaya çalışıyordu, ama boğuluyormuş gibiydi.

 

“Bi... bilmiyorum... nefes... alamıyorum…” dedi kesik kesik. Öksürük arasında yüzü bembeyaz kesilmişti.

Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. Her ne kadar küs olsak da... Benim içim hâlâ onunla doluydu.

 

O an zaman durmuş gibiydi. Herkes aşağıda yürürken, ben hâlâ helikopterin kapısında, onun nefessiz kalan bakışlarına tutunmuştum. Ateş… güçlü, inatçı, benden bile inatçı olan adam… ilk defa bu kadar çaresizdi.

 

“Sedye! Bir sedye çağırın hemen!” diye bağırdım. Sesim çatladı, içim gibi.

Paramedikler hızlıca müdahale etti. Kalp atışları hızlanmıştı, nefesi düzensizdi. Ambulansla askeri hastaneye götürdük. Ben, baş ucundan bir adım bile ayrılmadım.

 

İçimde kıyametler kopuyordu. Ne oldu? Kalp krizi mi? Yoksa… daha önce hiç fark etmediğimiz bir şey mi vardı?

 

Saatler sonra, doktor bizi odasına çağırdı. Barlas, Melih ve ben… içeri girdik. Doktorun yüzündeki ifade, sıradan bir rahatsızlık olmadığını söylüyordu.

“Üsteğmenim, Ateş Uras'ın durumu ciddi. Nefes darlığı ve göğüs ağrısının sebebi uzun süredir teşhis edilmemiş bir kalp kapakçığı bozukluğu. Muhtemelen doğuştan ama zamanla kötüleşmiş. Şu an kriz geçirmesine neden olan da bu. Hemen ameliyat gerekmez ama dikkatli bir tedavi süreci şart. Ani efor, yoğun stres… hepsi tetikleyici.”

 

Donup kaldım. O kadar savaşı atlatmış biri, en sonunda kalbinden vurulmuştu… Hem gerçek anlamda, hem mecazi.

Barlas elini başına götürdü. “Ona söylemeyecek misiniz?”

Doktor başını eğdi. “Kendisine bilgi verilecek. Ama önce psikolojik destek gerekiyor. Bu tür haberler, özellikle görev başındaki askerlerde ciddi yıkımlar yaratabilir.”

İçimden bir cümle geçiyordu: “Ben sana duygularımı anlatmaya çalışırken, sen kalbinde savaş taşıyormuşsun…”

 

...

Yanında olmam gereken bir sürü çocuk vardı ama ben oradaydım.

Bir sandalye kadar uzaktaydım ondan.

Solgun teni, göz kapakları hâlâ ağır…

Ateş Uras, hayatım boyunca gördüğüm en canlı adam… şimdi o kadar sessizdi ki nefes alışını dinlemekten başka seçeneğim kalmamıştı.

Ben, yıllarca ölümün içinde yürüdüm ama ilk defa biri için bu kadar korktum.

 

Doktorun söyledikleri beynimde yankılanıp duruyordu.

“Kalp kapakçığı bozukluğu… ritim düzensizliği… ani hipertansiyon… dikkatli bir süreç…”

 

Yutkundum. Ayağa kalktım, başucuna yaklaştım.

Yavaşça gözlerini açtı.

 

“Yaşıyor musun?” dedim. Sesim kararlıydı ama içimdeki kırgınlık saklanmıyordu.

 

Zorla gülümsedi. “Beni özlemişsin…”

 

Gözlerimi devirdim. “Gerçekten mi? Şu hâline bile espri mi yapacaksın?”

 

“Seninle konuşabiliyorsam... iyileşiyorum demektir.”

 

Başımı iki yana salladım. “Sadece sen değilsin yorgun olan. Ben de kırıldım Ateş. Her şey üst üste geldi. Sen beni düşman bellemişken, ben seni korumaya çalışıyordum. O dosyayı vermemin tek sebebi sensin. Seni parçalanmış bir babayla yüzleşmekten korumak istedim.”

 

“Biliyorum…” dedi, sesi kısık.

Ama bu sefer gözleri kaçmıyordu benden.

 

“Senin gözünde hep güçlüyüm ya… bu hâlimi göreceğini bilsem gelmeni istemezdim.”

Yutkundu. Devam etti.

“Bilmiyordum… bu kalp böyle... sorunluymuş.”

 

Sessizlik çöktü.

Bir adım daha yaklaştım.

“Ben o kalbin sorunlu hâlini de severim Ateş. Ama sen, seni seven herkesi dışarıda bırakmayı tercih ettin.”

 

Gözleri doldu.

İlk defa.

Hiçbir şey söylemedi.

 

Yanına eğildim, elini tuttum.

“Ben senin yanında olmaya devam edeceğim. İstersen. Ama beni daha fazla itersen… bu sefer geri dönmem.”

 

Ve o an… sadece elimi sıktı.

Güçsüzdü ama dürüst.

...

Ameliyathane kapısının önünde durmuş, kapalı kapıya değil de içerideki zamana bakıyordum sanki.

Üzerime bir ağırlık çökmüştü. Üniformamın omuzları ilk defa bu kadar keskin batıyordu tenime.

O kapının ardında, Ateş Uras yatıyordu. Sıradan bir operasyon denmişti. Küçük bir kalp ritim bozukluğu, bir düzeltme.

Ama ben… küçük kelimesine inanmıyordum artık.

 

Omzumda bir el hissettim. Barlas’tı.

Sessizce yanımda durdu.

İkimiz de konuşmamayı seçtik. Sessizlik, bazen kelimelerden çok daha iyi sarıyordu yarayı.

 

Dakikalar saatlere dönmüştü. Tik tak sesleri kafamı yiyip bitiriyordu. İçimdeki sıkıntı büyüyordu. Volta atmaktan başım dönmüştü. İyileşecekti... Eminim.

Doktorun çıkışıyla herkes başını kaldırdı. Ben hâlâ duvara bakıyordum.

Sadece kulağım keskinleşti, sesi duymak için değil de yargılamak için.

 

"Operasyon başarılı geçti. Ritim sorunu giderildi. Ancak birkaç hafta gözetim altında tutmamız gerekecek. Aşırı efor hâlâ tehlikeli olabilir. Kalbi bu yaşta zorlanmış… Bu tür şeyler bazen genetik, bazen ise… savaşın, travmanın sessiz hediyeleri olur."

 

Savaşın sessiz hediyesi…

İçimde bir şey kırıldı o an.

 

Ateş bu kadar yalnız savaşmamalıydı.

Ve ben… onun yanında olduğumu, sadece kelimelerle değil, varlığımla hissettirmeliydim.

 

Doktor gittikten sonra camın ardından baktım ona. Solgun bir ten, yavaş bir soluk… Ama hâlâ o. Hâlâ Ateş Uras. Pilot Bey...

Gözlerini açtığında, ilk beni görmesini istedim. Belki bu sefer bir savaş kazandığımızı düşünürdü.

Tabii ki gözlerini şuan açmayacaktı. Bunun bilincindeydim. Neyse, o iyi olsun ben başka bir şey istemiyordum. Adamın yaşamadığı bir şey kalmadı. Bu beni çok üzüyor. Neden hayat adil değil? Niye bütün acılar ondaydı? Eşit dağıtılsın ki benden onun yükünü çekeyim...

 

 

---

1 hafta sonra.

Ateş Uras yavaş yavaş toparlanıyor, eski haline dönüyordu. Ameliyat geçirmesi hastalığı bir anda ortaya çıkması zordu. Her şey üst üste gelmişti. Bu süreçte hep yanında olacaktım. Ama son zamanlarda birbirimize karşı fazlasıyla mesafeliyiz. Bu durum nasıl değişir bilemiyorum.

Hastanenin kantininde kahve alıyordum. Son zamanlarda günde üçten bile fazla kahve içiyordum. Çünkü yorgundum ama uyuyacak kadar cesaretli değildim. Sanki gözlerimi her kapatışımda birine bir şey olacaktı.

Bu histen acilen kurtulmam gerekiyordu.

Umut ve Toprak çok iyi anlaştığı için onları birbirlerine emanet etmiştim. Ama Mehmet meselesi canımı sıkıyordu. Mehmet ve Ateş Uras'ın bir an önce kardeş olduklarını kabul etmesi gerekiyordu.

Ve tabii ki Mehmet'in ablası Ayşegül'ü de bulmanıza çok az kalmıştık. Yılan mafyası ise şu sıralar gölge gibiydi. Kayıp gibi görünüyor ama aslında sanki her an başka bir şey çıkartabilecek gibilerdi.

Karton bardağımın içindeki sıcak kahvemi ellerim yansa da önemsemeyerek alıp yavaş adımlarla üst kata doğru çıkıyordum. Gözlerim tanıdık bir sima ile karşılaştı.

Özge ile.

Özge, uzun siyah saçlarını omzunun biraz üzerinde kestirmişti. Ela gözleri etrafındaki doktorlara kayıyordu, beyaz teni ise karanlıkta bile bembeyaz görünüyordu. Bence bu hastanede en güzel ve şık giyinen kadın oydu. Üzerinde siyah, dizilerine gelen elbisesi ve siyah topukluları vardı.

Onu en son gördüğümden beri bayağı değişmişti.

Özge bu hastanede çalıştığı halde çok fazla gördüğüm biri değildi. Hatta uzun zamandır ilk defa görüyordum. Çünkü uzun zamandır hastaneye gelmiyordum. Yani sanırım.

Koridorun başından benim olduğum yere geldiğinde ela gözleri ile benim mavi gözlerim kesişti. Ben ona hafif gülümsedim o da bana hafifçe gülümsedi.

Durdu.

"Merhaba, Kıvılcım Hanım, nerelerdesiniz hiç görünmüyorsunuz? Tabii Allah kimseyi buraya düşürtmesinde özletmeyin arada yanıma gelin," dedi hafif bir ima ve kıkırtıyla.

Tek kaşımı kaldırdım bana bir şey mi ima ediyordu?

"Anlamadım? Buraya gelmem sizi mutlu mu ediyor?"

Dudaklarını büzer gibi yaptı gözleri hafifçe kısıldı.

Bir kahkaha patlattı samimi olmayan türden.

"İlahi Kıvılcım Hanım, neden öyle bir şey isteyeyim? Sadece biraz muhabbet ederiz demiştim. Bu sefer kim için geldiniz?" Diye sordu.

"Benim için çok değerli biri için," dedim yalandan gülümseyerek.

"Aa kimmiş bu şanslı kişi?" Diye sordu dudak kenarındaki hafif kıpırtı ile.

Eski sevgilisi olduğundan haberi yoktu. Bu kadın, Ateş Uras gibi bir adamı nasıl aldattı?

Ve niye bana böyle davranıyordu?

Telefonum titreşince telefonuma döndüm.

Melih arıyordu.

"Yoksa Melih denilen kişi mi?" Özge'nin sesini duyunca kafamı ona çevirdim.

"Benim gitmem gerekiyor, bu arada Melih benim arkadaşım," dedim ve göz kırpıp yanından yavaşça ayrıldım.

Melih'in hala çalan ama sessize aldığım arama bildirimine tıkladım.

Kısa sürede açıldı.

"Komutanım, nasılsınız?" Diye sordu her zamanki neşeli sesi ile.

"İyiyim, sen nasılsın?" Diye sordum. Az önceki konuşmanın etkisindeydim hâlâ.

"İyiyim. Diyorum ki, sen bugün eve git dinlen. Ben Ateş'in yanında kalırım."

Bir dakika kadar sesimi çıkarmadım Biraz dinlenmem gerekiyordu.

"Tamam, öyle yapalım," diyerek kabul ettim ama ekledim.

"Ama akşama doğru nöbet değişimi yapalım. Şimdilik işim yok," dedim yorgunca.

Bu arada ikinci kata yani Ateş'in odasının bulunduğu kata gelmiştim. İçeri gitmeden Melih'le biraz daha konuştum.

"Ayşegül olayı ne oldu?" Diye sordum.

"Ağrı'daymış. Şimdi askeriyeden birkaç asker aramaya gitti. Bakalım. Bizden kaçıyor ama onu bulacağız," dedi Melih.

"Tamam, görüşürüz," dedim ve kapattım.

Derin bir iç çektim. Kahve bardağımı çöpe attım ve odaya girdim. Kafamı hafifçe kaldırdığımda bir haftadır alışık olmadığım biri vardı.

İçeride Özge de vardı!

Ateş Uras'ın durumuna bakıyordu. Ama Ateşin gerilen yüzünden anladığım kadarıyla işler iyiye gitmiyordu.

Özge beni görünce şaşırdı. Bense gayet sakince içeri girdim.

"Merhaba, bir sorun mu var?" Diye sordum Özge'ye.

Özge elimdeki dosyaya baktı sonra bana döndü.

"Hayır, bir sorun yok."

"Ee o zaman neden buradasın?" Diye sordum kaşlarımı havaya kaldırıp. Ateş ise hiç dahil olmadan bizi izliyordu.

Özge sinirlendi ama çok çabuk gizledi.

"Sadece eski bir dostumu ziyaret etmek istedim. Hem ben bu hastanenin doktoruyum nereye gireceğimi sana mı soracağım?" Dedi çenesini yukarı kaldırıp.

Ben kapıyı kapatıp Özge'nin tam önünde durup ona diktim gözlerimi.

"Nereye girdiğin beni ilgilendirmez. Ama o 'eski dost' beni ilgilendirir," dediğimde yüzü düştü.

"Bence her yere müdahale edemeyeceğin bilmelisin. Ayrıca ne bu ego? Ne bu ciddiyet? Ateş Uras gibi bir insan sana nasıl katlanıyor?" Dediğinde o kadar sinirlendim ki alnımdaki çizgiler belirdi. Egoist bir insan mıydım?

"Sizin gibilere bu tarafımı gösteriliyorum, hanımefendi," dedim sakince.

"Özge. Kıvılcım. Ne yapıyorsunuz? Saçmaladınız iyice!" Ateş Uras'ın güçsüz sesi parazit gibi araya girmişti.

"Sen karışma!" Dedik ikimizde aynı anda. Ateş Uras ellerini havaya kaldırdı teslim olur gibi.

"Tamam, bir sakin olun. Hayır; biriniz asker, diğeriniz doktorsunuz. Benim için kavga etmeyin!"

İkimizde göz devirdik. Özge ile aramızda gerilim devam ederken Ateş aramıza girdi yine. Ama bu sefer Özge'ye bir şeyler anlatmak istiyordu.

"Özge, şunu bilmelisin ki sen ile ben ilişkisi bitti. Kabul et. Ben artık sevdiğim kadınlayım ve o hayatımın her yerine ait. Ben onu her hâliyle seviyorum ayrıca," dedi Ateş Uras beni savunarak.

İçimdeki mutluluk bir anda iki katına çıktı.

Dudağımın kenarı kıvrıldı istemsizce. İçime huzur tohumları ekildi.

Özge'nin ise yüzündeki sinirler gerilir gibi oldu yüzü düştü. Bu sefer toparlamadı. Öylece bakakaldı.

Sonra sinirle dışarı çıkıp kapıyı sertçe kapattı.

Gülü güle, şekerim!

Gözlerimi Ateş Uras'a çevirdiğimde, onun zaten bana baktığını fark ettim. Gözlerinde yorgun ama tanıdık bir sıcaklık vardı. Hafifçe gülümsedim ve yanına gidip ayakucunda oturdum.

"İyi misin?" diye sordum, sesim yumuşak ve dikkatliydi.

 

Mavi gözleri beni izlerken, dudaklarının kenarına her zamanki o alaycı ifade yerleşti.

"Bakıyorum da, arada bir beni kıskanıyorsun," dedi göz kırparak.

 

Yüzüne ters ters baktım.

"Tamam, şakaydı ya! Alış artık, ben şakacı bir adamım," dedi gülerek.

 

Alıştığımız kadar alıştık zaten. Bu, onun savunma mekanizmasıydı.

"Bilmez miyim şakacı olduğunu," dedim kinayeli bir ifadeyle.

 

Ne olursa olsun, şaka yapma işi yine onun ve Melih’in omuzlarındaydı. Son zamanlarda ise şakalarının odağı Emir Berke olmuştu.

Emir Berke’nin time yeni katılmasıyla sadece ikisi değil, Bulut ve Murat da dahil olmuştu bu küçük 'çatlak' grubuna. Ona taktıkları lakap bile buydu: Çaylak. Emir, dört bir yandan gelen şakalara karşı tek başına direniyordu.

"Benim yerime Emir Berke sürsün helikopteri. Zaten şu birkaç hafta geçsin, koşarak geleceğim," dedi Ateş, dalgın ve biraz da özlemle.

"Orasını ben hallederim zaten Ateş sen merak etme," dedim göz kırparak.

"Ondan şüphem yok da... Tek sorun şu: ona da 'pilot beyciğim' deme. Lütfen deme!" dedi gözlerini devirerek.

Gülerek başımı iki yana salladım. "Neden diyeyim?"

"Ben uyarayım da..." dedi, sesi hafifçe kısılmıştı.

"Bakıyorum da, şu aralar beni kıskanıyorsun," dedim, onun az önceki cümlesini iade ederek. Gülümsemem rahattı.

Bunu söylememle birlikte kısa ama içten bir kahkaha attı. Sanırım aramızdaki buzlar çözülüyordu yavaş yavaş.

"Bakıyorum da sözlerimi taklit ediyorsun, asker hanım," dedi göz kırparak.

 

Tam o an, kapı sertçe açıldı. Gözlerimiz istemsizce oraya döndü.

İçeriye giren kişi, siyah kabanı, vücuda oturan siyah takım elbisesi ve her zamanki etkileyici, pahalı parfümüyle Atilla Arman’dı. Bu adamın mafya olmasına rağmen bizimle bu kadar içli dışlı olması başlarda rahatsız ediciydi. Ama kötü olan, artık bunu yadırgamıyor oluşumdu.

 

Zamanla timden biri gibi olmaya başlamıştı. Beste ile araları iyi değildi ama bu da düzelebilirdi.

Bizi görünce hafifçe gülümsedi, elindeki küçük çiçek buketini bana uzattı.

"Teşekkür ederim," diyerek aldım çiçekleri.

Papatyaları görünce içim ısındı. Herkes papatya sevdiğimi nereden biliyordu? Elimdeki bukete hayranlıkla baktım.

"Ama benim burada olduğumu nereden biliyorsun?"

"Ne demek. Hem burada olduğuna emindim. Ateş'e çiçek veremeyeceğime göre, sana vereceğim," dedi gülümseyerek. Ellerini ceplerine soktu ve hemen yanımızdaki koltuğa oturdu. Ateş’e döndü.

"Ee, sen nasılsın?" diye sordu.

"İyiyim. Geldiğin için teşekkür ederim," dedi Ateş, minnet dolu bakışlarla.

 

Atilla başını hafifçe eğdi. "Hasta ziyareti biz mafyalar için önemlidir. Ziyaret ettiğimiz kişileri ya öldürürüz ya da dost oluruz," dediğinde ona tuhaf bir bakış attım.

"Atilla, farkında mısın bilmiyorum ama ben de buradayım," dedim sertçe bakarak.

"Ben dostum için geldim bu sefer," dedi kıvırarak.

"Öyle olsun bakalım," dedim, konuyu uzatmadan.

İçimden, bir gün senin depoya tekrar baskın yapacağız ama şimdilik bilmese de olur, diye geçirdim.

"Mafya efendi, bakıyorum da şu aralar çok şıksınız," dedi Ateş Uras gülerek.

"Her zamanki hâlim," dedi Atilla sakince.

"Yok yok, başka bir şey var sende," dedim araya girerek.

Atilla ikimize de göz devirdi. "Yok bir şey diyorum," dedi ve ayağa kalktı.

İmalı bakışlarımızın altında oflayarak tekrar oturdu.

"Tamam, anlatıyorum. Ama kimseden duymayacağım biraz sonra söyleyeceklerimi, okey?" diye sordu. Onayladık hemen.

Bir süre sustu. Sonra içini çekip anlatmaya başladı.

"Beste beni görmüyor ya… Daha doğrusu fark etmiyor. Ya da görmezden geliyor… Neyse işte. Ben de dedim ki, daha şık ve iyi giyinirsem belki tekrar 'götür beni' der."

"Bize hemen ikinizin arasında olan her şeyi anlatıyorsun," dedim heyecanla.

 

Atilla derin bir nefes aldı. Sesi hafifçe titriyordu.

"Tesadüfen bir yerde karşılaştık. İlk görüşte aşk diyebilirim. Ama gerçekten iyi anlaşıyorduk, birbirimizi seviyorduk. Hâlâ seviyorum. Ama o… Neyse. Ona asıl işimin mafya olduğunu söylemedim. Ama bu işlerle artık uğraşmıyorum dedim. Yılan mafyası ile bir iş yapacaktım. Daha doğrusu yapmak zorundaydım. Çünkü Beste'yi işaretlediler. Öldüreceklerini söylediler. Eğer onlarla iş birliği yaparsam, onu rahat bırakacaklarını söylediler." İç çekti. O an ilk defa ona gerçekten üzüldüm. Beste hiç onu anlamamıştı. Oysa o onu korumak istedi.

"Ben de öyle yaptım. Ama o gün bir operasyon düzenlendi. Beste de oradaydı. Karşılaştık. Beni kalbimden vuracakken... durdu. Ve sadece omzumdan vurdu. 'Defol git' dedi. O günden sonra bir daha asla görüşmedik, konuşmadık. Bitmişti her şey. Ama ben hep onun bir adım arkasındaydım. Nereye giderse gitsin, yerini biliyordum. Uzaktan izliyordum. Belki de hasret gidermek istiyordum. Ama yapamadım. Ve şimdi… düzeltmek istiyorum. Ama başaramıyorum."

Kapı aralığından gelen bir hışırtı duyuldu. Ateş'le göz göze geldik. Sessizlik, bir anlığına tüm odayı örttü. Atilla'nın sesi susmuş, yüzü hafifçe düşmüştü. Ardından yavaşça kapı açıldı.

Kapıdan içeri giren, konuştuğumuz kişi Beste'ydi. Üzerindeki haki rengindeki ceketi sıkıca elinde tutuyordu. Siyah boğazlı bir kazak ve siyah kumaş pantoln giymişti. Kahverengi saçlarını tepeden toplamıştı. Ela gözleri doluydu. Duymuştu... Bizi duymuştu.

Elinde bir dosya vardı ama yere düşürdü. Gözleri hâlâ Atilla'daydı. Sanki dünya durmuştu.

Atilla, nefesi kesilmiş gibi irkildi. Bir adım bile atamadı.

“Beste…” dedi, fısıltı kadar zayıf bir sesle.

Kız ona bir süre baktı. Gözlerinde binlerce duygu vardı; kırgınlık, şaşkınlık, öfke, hüzün ve belki de hâlâ söndüremediği sevgi.

“Beni… neden korudun?” dedi, sesi titrekti ama içinde fırtınalar kopuyordu.

Atilla bir an durdu. Gözleri doldu ama dökmedi.

“Çünkü sen… benim karanlıkta tek aydınlığımdın,” dedi.

 

Beste bir adım attı.

“Ben seni vurduğumda bile… sen beni korudun mu yani?!”

Bu kez sesi yükselmişti ama çatlamıştı da. İçinde boğulmuş bir isyan taşıyordu.

“Ben… sen yaşa diye kendimden vazgeçtim,” dedi Atilla, başını eğerek.

 

O an odaya ağır bir sessizlik çöktü. Ne ben ne Ateş, tek kelime edemedik. Sadece Beste’nin yere düşen dosyasına bakan elleri titriyordu.

Gözlerinden bir damla yaş süzüldü.

“Keşke… her şey farklı olsaydı,” dedi ve sırtını dönüp hızla odadan çıktı.

Atilla arkasından bakakaldı. Gözleri boşlukta donmuştu. Dudakları aralandı ama söyleyecek hiçbir kelime bulamadı.

Ve biz…

O an biliyorduk ki, bazı aşkların izi, kurşun kadar ağırdır. Ve bazı kelimeler, yıllarca susan bir kalbin feryadı olurdu.

 

Kapının kapanma sesi, bir tokat gibi çarptı odanın duvarlarına. Atilla’nın dizleri titredi. Bir şey demek istemişti; belki "dur", belki "beni dinle"... ama ses telleri kurumuş gibiydi.

Elini başına götürdü, saçlarını kavradı. Sırtı yavaşça koltuğa yaslandı, gözlerini yere dikti.

"Ben… her şeyi mahvettim."

 

Sesi kısık ve içe dönüktü. Boğazındaki düğüm konuşmasına izin vermiyordu. Burnunun ucu kızarmıştı, ama ağlamıyordu. Bu onun tarzı değildi. Ama gözlerindeki yangını Ateş bile görebiliyordu.

 

Ateş yavaşça oturduğu yerden doğruldu.

"Git, konuş onunla," dedi sakin ama net bir sesle.

"Hayır…" dedi Atilla, dudakları titreyerek.

"Artık değil. Bu defa… yalnız kalmak isteyecek."

Sonra başını ellerinin arasına aldı.

"Onu korumak için her şeyimi verdim ama… beni en çok o vurdu. Yine de… onunla yaşamak, onsuz yaşamaktan daha kolay olurdu."

Sessizlik bir kez daha odada yankılandı. Kimse o cümlenin yükünü hafifletemezdi.

...

Yazarın anlatımıyla,

Koridorun sonuna kadar koşmuştu. Kimseye çarpmamaya çalışarak ama kimseyi de görmeden. Bir kapıyı açtı, küçük ve boş bir depoya daldı.

Kapıyı kapattı. Sırtını kapıya yasladı. Derin bir nefes aldı, ama içi hâlâ daralıyordu.

 

"Nasıl yani..." dedi kısık bir sesle.

"Onca zaman… beni korumak için mi uzaklaştı?"

 

Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı.

Dizlerinin bağı çözüldü. Yere çöktü, elleriyle yüzünü kapattı.

"Ben onu silmek zorunda kaldım… ama o, beni kalbinden hiç silmemiş."

Yüzünü ellerinden çektiğinde gözleri kan çanağı gibiydi. Bir köşeye sindi, başını dizlerine yasladı.

Sessizlik…

Bazen en yüksek sesli itiraftı. Ve şimdi, sadece gözyaşları anlatıyordu.

Onu hâlâ sevip sevmediğini bile bilmiyordu. Ama bildiği tek bir şey vardı.

Atilla yalan söylememişti.

Ve bu gerçek, onu en çok inciten şeydi.

 

...

Kıvılcım Ateş.

Atilla odadan çıktıktan sonra Ateş ile bir süre konuşamadık. İkimizde bu olay karşında dilsiz kalmıştık.

Atilla'yı anlıyordum. Çünkü bende Ateş Uras'ı korumak için susmuştum. O da sustu Beste'yi korumak için.

"Kıvılcım..." Sessizliği bölen tek ses Ateş'in sesi oldu.

"Efendim?" Diyerek ona döndüm.

"Biz de öyle olmayalım, tamam mı? Yani ne olursa olsun susma... Olur mu?" Diye sordu.

Korkuyordu. Onlar gibi olacağımızdan korkuyordu. Bende korkuyordum. Çünkü Beste ve Atilla'ya benzeyen yönlerimiz vardı. Ama ben bıraksam da Ateş beni bırakmazdı.

"Tamam, susmam. Ama sende susma ve yalan söyleme olur mu?" Diye sordum.

Kafasını salladı. "Tamam," dedi.

İkimizde birbirimize bir söz vermiştik. Bakalım bu sözü tutabilecek miydik?

"Ama bir şey diyeyim mi? Bence Beste de hala onu seviyor," dedim. Bence hâlâ seviyordu. Onu kalbimden vuracak kadar iyi bir nişancıydı. Ama onu omzundan vurmuştu. Çünkü öldürmek değil acı vermek istedi. Onu unutmamasını istedi. Ve yaptı da...

Bu da hala onu ölmesini istemeyecek kadar sevdiğini kanıtlıyordu.

"Bencede öyle... Neyse ya, su akar yolunu bulur," dedi Ateş Uras kafasını cama çevirip.

"Haklısın," dedim onu onaylayarak.

"O çocuk... Mehmet miydi? Neden benim yanıma getirmiyorsun onu? Sanırım onunla konuşma zamanımız geldi," dedi Ateş Uras. Mehmet'i onun yanına nasıl getirecektim ki?

"Ateş... Önce hastaneden bir çık sonra konuşursunuz ne de olsa," dediğimde tek kaşını kaldırdı.

"Güzelim... Bak anlıyorum senin içinde zor ama lütfen. Lütfen, onu benimle görüştür!" Diye yalvardı adeta.

Gözlerimi ondan çektim. Yutkundum.

"Tamam, bir bakarım getirebilirsem söylerim," dedim net bir şekilde.

Gülümsedi minnetle.

"Sarılalım mı?" Diye sorunca kafamı salladım. Kollarını zorla da olsa açınca hemen kendime yer edindim göğsünde. Sanki yuvam oydu ve ben bunu geç fark etmiştim.

Onunla olduğum her saniye ayrı bir huzurdu benim için.

Kalbimdeki tüm savaşlar susuyordu sanki. Eksik olan parçam da tamamlanıyordu.

Kimseyi sevemem dediğim yerde aslında sevmem gereken kişiyle daha karşılaşmamıştım aslında.

"Kıvılcım..."

Kafamı kaldırmadan, "efendim?" dedim sakince.

"Şuan hayatımın en huzurlu anı biliyor musun?" Dedi ve saç diplerime bir öpücük bıraktı.

"Çünkü tek savaşmadan konuştuğumuz an," dedim hafifçe gülerek.

"Sanırım öyle," dedi o da gülerken.

Ama evet gerçekten huzur bulduğum nadir anlardan biriydi. Ve bu anın bozulmaması için her şeyi yapardım.

...

Onun göğsünde kalmıştım bir süre. Kalp atışları, hayatın gürültüsüne karşı bana mırıldanan bir ninni gibiydi. Sessizlik... İlk defa güzel gelmişti. İlk defa birinin sessizliğinde boğulmak değil, dinlenmek istemiştim. Tam da o an… Cep telefonum çalmaya başladı. Titredi önce. Sonra sesi yükseldi. Huzurun içinde bir yankı gibi.

 

Başımı kaldırmak zor geldi. Ateş de fark etmişti rahatsız edici titreşimi. Telefon sehpanın kenarındaydı, ekranına gözüm ilişti: “Dr. Seher Arıyor”

Birden midemde bir şeyler düğümlendi.

“Açmayacak mısın?” diye sordu Ateş hafifçe.

Yutkundum. “Açayım,” dedim kısık sesle.

“Efendim?” dedim kulağıma telefonu yaslayıp Ateş ile göz temasını kesmeden. İnşaallah kötü bit şey olmamıştır.

“Komutan… Mehmet… Mehmet kaçtı.”

Bir an hiçbir şey demedim. Duyduklarımı beynim tekrar etmeyi reddetti sanki. Kaçtı mı? O hâliyle… O yaralı hâliyle… Nereye?

“Nasıl yani? Ne zaman?” dedim, içimde büyüyen korkunun sesini bastırarak.

“Az önce fark ettik. Güvenlik kameralarından çıkış yaptığını gördük. Çok planlı bir şey değil gibi… Ama… İzini kaybettik.”

Telefon elimdeydi ama artık tuttuğum şey sadece bir metaldi. Soğuktu. Ben daha soğuktum. Gözlerim Ateş’e kaydı, o hâlâ bana bakıyordu. Merakla. Endişeyle.

Ona bunu şimdi söyleyemezdim. Daha değil. Mehmet onun kardeşiydi. Ama aynı zamanda ona hiç hazır değildi. Şu an söylemek… bir yangına benzinle gitmek gibi olurdu.

 

“Elinizden geleni yapın, ben de bakacağım,” dedim ve kapattım telefonu.

“Kimdi?” diye sordu Ateş, yüzünde merakla karışık bir kaygı.

Yalan söylemek istemedim. Ama her şeyi de anlatmak istemedim. Söz vermiştik. Susmayacaktık. Ama bazen… sessizlik korur.

“Dr. Seher… Hastaneden bilgi verecekti, bir durumla ilgili. Halledilecekmiş,” dedim. Sesim titrememeliydi, ama titredi.

 

Ateş başını hafifçe eğdi, gözlerimin içine baktı.

“İyi misin?”

“Bilmiyorum…” dedim. Gerçekten de bilmiyordum. Kalbim hızla atıyordu. Mehmet’in nereye gittiğini, neden gittiğini, kime güvendiğini bilmiyordum. Bildiğim tek şey, onu bulmazsam çok geç olabileceğiydi.

Seni bulacağım Mehmet. Nereye gittiysen, hangi karanlığa gizlendiysen… Seni bulacağım. Çünkü bir savaş daha kaybetmeye tahammülüm yok.

...

Ateş tekrar gözlerini kapatmıştı. Yorgundu. Yaralıydı. Ruhuyla da bedeniyle de savaş halindeydi. O yüzden ona yük olmak istemedim. Henüz hazır değildi… Mehmet’le yüzleşmek, geçmişin kanayan yerlerine dokunmak onun için fazlaydı. Hele ki hastanedeyken.

Telefonum hâlâ elimdeydi. Kamera kayıtları aklımdan geçiyor. Mehmet’in hastane önlüğüyle çıkarken ki hâli. Yüzünde bir kararlılık vardı. Korkmamıştı. O sadece gitmek istemişti.

Ayağa kalktım. Ateş’i izledim bir süre. Uyuyordu. Belki de uykuda olduğuna inanmak istiyordum.

Komodinin üzerine kısa bir not bıraktım:

 

"Biraz hava almam gerek. Dönmem uzun sürmez."

–K.

 

Sakin adımlarla odadan çıktım. Koridorda kimse yoktu. Kimse fark etmemeliydi, çünkü Mehmet’in kaçışı zaten yeterince büyük bir olaydı. Ona ulaşmalıydım. Başka kimse değil… Ben.

Soğuk hava ciğerlerime dolduğunda bile bedenim titremedi. Çünkü içimdeki panik tüm ısıyı yakmıştı zaten.

İlk durağım belliydi: Eski terk edilmiş fabrika. Çocukken Mehmet orada saklanırdı. Hâlâ zihninin bir köşesinde orası “güvenli bölge” olabilir miydi?

Adımlarım hızlıydı. Ellerim cebimde. Silahım sırtımda.

Fabrikaya vardığımda... kapı aralıktı.

Yavaşça içeri girdim.

Ve… oradaydı.

 

Köşeye sinmiş, omzundaki bandaj çözülmüş. Gözleri bana döndü. Korkmuyordu. Ama yorgundu.

Tıpkı ağabeyi gibi.

“Mehmet...” dedim nefes nefese.

 

“Beni buraya kadar takip edeceğini biliyordum,” dedi. Gülümsedi.

“Sadece konuşmaya geldim. Ama önce seni sarmam gerek... Neden kaçtın?" Diye sordum hafifçe yere çömelip yanıma oturdum.

"Ben... Bilmiyorum. Yalnızım ben. Ablam kayıp, babam kaçak, annem... Ne yapacağımı bilmiyorum," dedi sesi titriyordu vücudu gibi.

Yüzüne sıcak bir şekilde bakmak isterdim ama burası çok soğuktu ve üşümüştüm.

Kaçınca eline ne geçecekti ki?

"Yine de kaçmamalıydın, Mehmet. Çünkü dış dünya çok Korkutucu en azından hastanede güvendeydin," dedim.

"Sen de benim yerimde olsan en güvenli yer bile yabancı gelirdi sana. Ben burada güvende değilim. Buraya çok yabancıyım," dedi sesi ağlamaya hazırdı. Ama gururundan ödün veremiyordu.

Arkasını sıvazladım ve gülümsedim.

"Seni çok iyi anlıyorum. Bak, ben de küçük yaşta bütün ailemi kaybettim. Senden de küçüktüm. Bana kimse yardım etmedi. Ama yardım edilen yerden de kaçmadım. Bana güvenmiyor olabilirsin, ama inan bana ben seni iyiliğin için çabalıyorum. Bir abin ve kardeşin olduğunu biliyor musun? İstersen seni onlarla görüştürürüm. Yalnız olmadığını anlarsın," dedim güven verici bir sesle.

Gözleri parladı. Dediklerimi ölçmeye başladı.

Bir süre konuşmadık nefes seslerimiz fabrikada yankılanıyordu.

"Hadi gidelim," dedim ayağa kalktım ve elimi uzattım kalkması için. Önce biraz tereddüt etti. Ama sonra elimi tuttu ve ayağa kalktı.

"Peki Kıvılcım abla. Başka çarem yok sanırım," dedi başını öne eğerek.

"İnan bana, bana teşekkür bile edeceksin. Çünkü abin de kardeşin de çok iyi insanlar. Ve onların da hayatları seninkine benzer. Çok mutlu olacaksınız," dedim gülümseyerek.

"Gerçekten mi?"

"Evet, hadi gidelim. Herkes seni arıyor."

Bir yandan da telefonumu çıkardım ve Dr. Seher'i aradım.

"Kıvılcım Hanım, buldunuz mu?" Diye sordu sesi çok telaşlıydı. Sonuçta Mehmet ona emanetti.

"Evet, evet yanımda geliyoruz şimdi. Merak etmeyin," dedim. Mehmet ile beraber çıkışa doğru yürüyorduk bir yandan da.

"Oh çok şükür ömrümden ömür gitti vallahi. Peki iyi mi?" Diye sordu. Mehmet'e baktım süzerek. Üşüyordu ama iyiydi.

"Evet iyi," dedim.

"Tamam, bekliyoruz sizi görüşürüz," deyip kapattı.

Hemen Barlas'ı arayacakken Ateş Uras'ın ondan fazla aramasını gördüm ve mesajları da.

Bir şeyler olduğunu anlamıştı.

Sıkıntıyla nefes verip Barlas'ı aradım önce.

Şuan Ateş ile konuşmanın zamanı değildi.

"Barlas, buldum Mehmet'i haber ver herkese," dedim sessizce. Mehmet sesini çıkarmadan beni dinliyordu.

"Tamam Kıvılcım. Ama Ateş ortalığı birbirine kattı haberin var mı? Yarım saattir bana bağırıyor," dediğinde işte şimdi sıçtım dedim içimden. Ciddi anlamda bitmiştim.

"Çok mu sinirli?" Diye sordum sessizce.

"Evet, çok fazla. Şuan yanında değilim ama çabuk gelin!"

"Tamam geliyoruz." Kapattım ve derin bir nefes aldım.

"İyi misin," diye sordu Mehmet.

"İyiyim bizim meslek hep böyledir de. Önemli değil. Hadi bin arabaya," dedim arabanın arka kapısını açtım ve o da oturdu.

Bende hemen öne geçip arabayı çalıştırdım.

Ateş'i aramasını gördüm. Telefonu kulağıma götürüp sesini biraz kıstım.

"Alo? Kıvılcım neredesin sen? Niye telefonlarıma bakmıyorsun? İyi misin?" Diye bağırıyordu. Açıkçası biraz ürkmüş olabilirdim ama sesimi sakin bir tonda çıkardım. Biraz titredi sesim tabii ki.

"İyiyim, küçük bir işim vardı hallettim geliyorum. Biraz sakin olur musun?" Dedim yumuşak bir tonda.

"Sakin falan olamam! Bir saattir seni arıyorum. Ne kadar korktuğumdan haberin var mı?" Diye sordu sinirle.

"Ateş sonra konuşalım mı? Geliyorum zaten," dedim yine sakince.

"Tamam, hızlı gel ve bana her şeyi anlat. Aklımı yitirmeme az kalmıştı," deyip kapattı.

Derin bir nefes aldım. Mehmet dışarıdaki binaları izliyordu aklı burada değil gibiydi.

Bende hızla hastaneye doğru sürdüm arabayı.

 

...

Hastaneye vardığımızda, Melih’in dışarıda bir askerle konuştuğunu gördüm. Arabanın kapısını açtım. Önce ben indim, sonra Mehmet'i usulca dışarı çıkardım.

Çekingen bir hali vardı, bakışları yabancı bir toprakta yürüyen biri gibi ürkekti.

Aslında… Ateş Uras ile aynı hastanedeydiler. Ama birbirlerinden habersiz.

Omzuna elimi koydum, belki bir cesaret kırıntısı geçer diye.

 

“Hadi Mehmet,” dedim.

Başını hafifçe sallayıp yürümeye başladı. Yan yana ilerliyorduk.

Melih’in yanına vardığımızda ben durunca o da refleksle durdu.

Melih, konuştuğu askere kısa bir bakış atıp ardından gözlerini bize çevirdi.

 

“Neredeymiş?” diye fısıldadı kulağıma.

“Eski bir fabrikada,” dedim sessizce.

“Orada ne işi var? Nasıl gitmiş oraya?”

Omuz silktim. “Bilmiyorum… Soramadım. Neyse, Ateş Uras uyuyor mu?”

 

“Bilmiyorum,” dedi. “Bayağı bağırdı, çağırdı ama şimdi sessiz. Biz Mehmet'le Seher Hanım’ın yanına gidelim. Sen Ateş'in yanına çık. Yarın görüştürürüz onları. Sonra da eve git. Tamam mı?”

Başımı salladım. “Tamam. Önce bir bakayım ona. Sonra seni çağırırım.”

 

Mehmet'e döndüm.

“Mehmet, bu abiyi tanıyorsun değil mi?”

Melih’e baktı, başını salladı. “Tanıyorum.” Melih de ona gülümsedi ve bana göz kırptı.

“Bu abi seni Seher Hanım’ın yanına götürecek. Yarın seni Ateş Uras’la görüştüreceğim, söz,” dedim yumuşak bir sesle.

“Tamam. İyi geceler,” dedi.

“İyi geceler,” diye fısıldadım arkalarından.

 

Şimdi sıra Ateş Uras’la yüzleşmeye gelmişti. Derin bir nefes alarak içeri girdim.

Kapısının önünde durdum, saate baktım. 02.30.

 

Uyuyor muydu acaba?

Kapı kolunu çevirdim ve içeri adım attım.

 

Bakışlarım doğrudan yatağa yöneldi.

Gözlerini tavana dikmişti. Uyuyordu… sandım.

Ama sonra başını çevirip bana baktı.

Gözleri sorgulayıcıydı, beni delip geçiyordu. Gerildim ama dışıma belli etmedim.

 

“Merhaba… Uyuyamadın mı?”

“Hayır, uyumadım.”

Sesinde saklı sinir tonu hemen kulaklarımı yaktı.

Yatağının kenarındaki sandalyeye usulca oturdum.

 

“Neredeydin?”

Beklediğim soruydu bu.

 

“Askeriyeye gittim,” dedim, gözlerimi kaçırmadan. “Dönmem biraz uzun sürdü ama işim bitti.”

 

“Kıvılcım…” dedi, sesini biraz daha yumuşatarak,

“…doğruyu söyler misin?”

 

Gözlerim yere kaydı.

“Doğru bu zaten,” dedim ama sesim kararsız çıktı.

“Hayır, bu değil,” dedi. “Bir şey saklıyorsun. Yine. Biz birbirimize söz verdik. Hadi söyle, ne oldu?”

İçimden bir şey koptu. Söylemek istiyordum. Belki zaten anlatmak için gelmiştim.

Kendimi durduramadım.

 

“Kardeşin kayboldu,” dedim bir çırpıda.

 

Gözleri irileşti. Ayağa kalkmaya yeltendi ama vücudu izin vermedi.

Bakışları, artık öfke değil… endişeydi.

 

“Ne?!”

“Hemen ardından buldum. Korkma… Şu an iyi.”

“İyi mi?” diye sordu. Sesinde hem rahatlama hem suçlama vardı.

“İyi…” dedim. Sonra başımı önüne eğdim.

“Sana söylemek istemedim çünkü... gelirsin diye korktum. O hâlinle bir de onun için endişelenmeni istemedim. Bunu taşıyamazdın, Ateş. Birimiz güçlü kalmalıydı.”

"Haklısın, iyi yapmışsın. Her zamanki gibi... Şimdi nerede?" Diye sordu derin bir nefes alarak.

Sakinleşmişti.

"Odasında. Tedavisi devam etmeli çünkü. Yarın görüştüreceğim sizi, söz" dedim ellerini tutarak.

Gözleri birleşen ellerimize kayınca içime bir sıcaklık bastı. Sanki yanıyordum. Zorla da olsa gülümsedim güven verici bir şekilde.

"İyi ki varsın, gerçekten," dedi minnetle bana bakarken.

"Sende iyi ki varsın," diye fısıldadım.

Bazen insanın sevdiği biriyle vakit geçirmesi en küçük dokunuş bile sanki içindeki tüm fırtınaları susturmaya, savaşın bitmesine yetiyordu. Belki de benim senelerce eksik olan yanım buydu: sevilmek.

Küçük yaştan beri tek başıma olan, sürekli göz yaşı döken, yalnızlığı bir hırka gibi üzerinde taşıyan biri olarak

Sevmek ve sevilmeye oldukça uzaktım.

Ama şimdi öyle değildi. Yavaş yavaş içimdeki buzları çözüyordum. Kendimi mutlu hissettiğim yerde olmaktan memnundum. Sadece mantıkla değil artık duygularımla yaşamaya başlamıştım. Ve bu benim hayatımda verdiğim en büyük ve doğru karardı.

Artık bende ait olduğum yerde mutlu olacaktım. Gözlerimdeki mutluluk belli oluyordu. Ateş Uras, bana bakıyor bir yandan da gülümsüyordu.

Gözlerindeki eski canlı mavilik geri gelmişti. Annesinin. Ölümü, yeni bir kardeşinin olduğunu öğrenmesi... Ağır şeylerdi. Ama o bunu da atlatacaktı.

Kendimi toparlayıp elimi elinden yavasça çektim ve ayağa kalktım. Artık gitmem gerekiyordu.

"Benim gitmem lazım, iyi geceler," dedim.

"İyi geceler, asker hanım," dedi uykulu sesle.

Gitmeden önce bir anlık boşlukla iki yanağına eğilip bir buse kondurdum. Geri çekildim.

Yüzümün kıpkırmızı olduğundan eminim ama umrumda değildi. Ateş Uras oldukça şaşırmıştı çünkü böyle bir hamle yapmamı asla beklemiyordu. Bende beklemiyordum.

"Şimdi iyi geceler," dedim ve bir şey söylemesine fırsat vermeden çıktım.

Kalbim deli gibi atıyordu. Çok garip hissetmiştim.

İçimdeki o garip mutluluk ile ilk defa su hastaneden mutlu bir şekilde dışarı adım atıyordum.

Melih'i de dışarıda görünce yanına gittim. Elindeki sigarayı atarak beni inceledi. Saate baktı.

"Kıvılcım, sen mutlu gibisin. Hayırdır?" Diye sordu. Daha önceleri bu kadar gülmüyordum. Sanırım garipsedi. Ya sabır, gülsek ayrı gülmesek ayrı dertti.

Beni mutlu görmemeye o kadar alışmışlardı ki..

"Bir şey yok ya... Uykusuzluk kafa yaptı bende," diye cevap verdim.

Tabii ki inanmadı. Omuzuma hafifçe dirseğiyle vurdu ve göz kırptı.

"Emin miyiz? Başka bir şey var ama hadi hayırlısı... Bir dakika lan! Ateş Uras evlilik teklifi etti mi etti yoksa?" Dedi bir anda ciddileşip.

Merakla bana bakıyordu evet desem inanacaktı resmen. Kafamı hafifçe salladım ve onu onayladım.

"Evet, yarın evleniyoruz. Sen de gel istersen," dedim alayla. Ama o bunu ciddi algıladı ve dondu kaldı.

"Ciddi misin? Hemen mi? Abi bir durun ben hiç hazır hissetmiyorum," deyince kahkahaya boğuldum.

Öyle bir kahkaha attım ki çevredeki bekçi bile bana garip garip baktı.

Melih ise bana hala garip garip bakıyordu.

"Melih, şaka mısın ya? Teklif falan etmedi ama yüzünün şekli o kadar komik ki!" Gülmekten karnım ağrıyordu.

Gözümden yaş gelince durdum ve kollarını karnında birleştirmiş Melih'e baktım.

"Şaka mıydı yani?" Diye sordu.

"Evet, şaka. Hem şimdi daha büyük sorunlar var ne evliliği yahu?" Dedim hafif gülerek.

"Komikti gerçekten," dedi donuk bir ifade ile bakarak.

"Neyse, hadi sen geç nöbet yerine ben eve gidiyorum. Yarın da gelirsin nikaha!" Dedim ve göz kırpıp yanından uzaklaştım.

Arabama bindiğimde üzerimdeki yorgunluğa rağmen güldüğümü fark ettim. Telefonuma gelen bildirime baktığımda Ateş Uras'tan geldiğini fark edip gözlerimi açtım.

 

Pilot Bey: İyi geceler öpücüğünü sürekli tekrarlayalım olur mu kaçak asker? Seni seviyorum... İyi ki hayatımdasın.

 

Kalbimdeki 180 hız şaka olmasa gerekti. Yüzümdeki aptal sırıtış ise benim gerçekten değiştiğimi açıklıyordu.

Ben bu adamı seviyordum.

Mesajın ekran görüntüsünü alıp, arkama yaslandım. Elimin kalbimin üzerine koydum. Yüzümdeki gülümseme hâlâ yerindeydi. Bedenime aniden gelen sıcaklık, ruhunu da esir almıştı.

Ben ilk defa gerçekten çok mutluyum.

Kelebekler var diyorlardı doğruymuş.

 

                        ...

Bölüm Sonu.

 

 

Nasıldı bölüm?

Bu arada bir tiktok hesabı açtım. Elimden geldiğince editler yapıyorum bakmak isterseniz diye şuraya bırakayım:

tiktok.com/@dadaaaa507

oy ve yorum bırakmayı unutmayınızzz

 

Bölüm : 30.11.2025 17:16 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...