

Selamm söz verdiğim gibi -hafta sonları bölümü atacağım demiştim- bugün müsait olabildim o yüzden bugün attımmm
Umarım beğenirsiniz.
Keyifli okumalar. Oy ve yorum bırakmayı unutmayın ballar💗
"En güzel hediye, bir insanın dudaklarında bıraktığınız tebessümdür."
...
Güneşli bir sabaha uyanmıştım. Perdeleri bile açmadan içeriye güneş doğmuştu sanki. Bugün hava güzeldi, içimi ferahlatıyordu. Pencereye doğru baktım. Üzerimde pijamalarım vardı. Mavi beyaz.
Gözlerimi kırpıştırıp, esnedim. Elimi ağzıma kapattım.
Güneş hâlâ oradaydı. Sıcacık, huzurlu.
Gülümsedim. Evet, saçma ama güneşe.
Hayatında hiçbir şey yolunda olmayan insanlar da gülerdi. Küçücük bir umutla sığındıkları içindi.
İkisinin de uyanmadığından emin olarak önce rutinimi gerçekleştirdim. Yüzüme soğuk suyu çarptığımda suyun soğukluğu dışarıda parıl parıl parıldayan, güneşin taze izlerini de sildi bedenimden.
Ama uyku ve uyanıklık arasındaki o ince çizgiden çıktım. Uzerime ince uzun krem renginde bir hırka geçirdim. Alt kısımları püsküllüydü. Üzerinde beyaz papatyalar vardı.
Mutfağa gittim.
Kahvaltı için patates kızartması yapacaktım. Patatesleri teker teker yıkadım, soydum, biraz ıslaklığını aldım ve kızartmaya uygun hâle getirdim.
Bir yandan da ekmekleri kızartıyordum.
Çayı da bir yana koymuştum. Ben çayı çok sevmezdim ama Ateş Uras çok severdi. Toprak da sabahları her zaman portakal suyu içerdi.
Bende onları mutlu etmek için yapmıştım.
Kendim içinde kahve yapacaktım ama kahvaltı ile iyi gitmez diye yapmadım.
Aslında kahvaltıyı da sevmezdim. Ama onlar seviyor diye hazırlıyordum.
Ellerimi yıkarken fark ettim. İnsanın belli kalıplarını yıkması... Garipti ve benim asla sarsılmaz bir sürü kalıbım vardı. Kendi kendime koyduğum bin tane cümle, söz, emir vardı.
İlki: kendimi hep sevip hiç kimseye ezdirmemem.
İkincisi: o küçük kız çocuğunu ağlatanları bulup öldürmekti.
Üçüncüsü, sevdiklerim ile mutlu bir hayat yaşamaktı.
Ben, kalıplarım ve kendi kendime verdiğim sözlerin altında çok ezilmiştim. Çok eksilmiştim. Ama yavaş yavaş tamamlanıyordum da.
Toprak'ı bulmuştum, birlikteydik. Hem kardeşim dediğim bir sürü kişi vardı başta, Barlas ve Aslı olmak üzere.
Ve, 'asla aşık olamam ben,' dediğim günlerde karşıma Ateş Uras çıkmıştı. Gökyüzünden inip yeryüzünde sıkışmış, sürekli kırık ve yıkık olan bana bir umut ışığı olarak geldi. Kalbim yeniden alevlendi, var olduğunu hissetti. Duygularımın olduğunu hissettim ilk defa. Ve ilk defa birine güvenmeyi öğrendim.
Bin defa ihanete uğramış bir insandım. Ama bu sefer uğramayacağıma emindim. Çünkü ikimizin de kaderlerinin aynı olduğunu, o gün ateşler içinde kaldığımızda görmüştük.
Yanarsak da sönersek de beraberdik.
Ama ikimizinde birbirinden ayrılan özellikleri vardı.
Ben çok içe dönüktüm, ciddiydim, kurallarım vardı, otoriterdim, dikbaşlıydım.
Ateş Uras ise daha çok dışa dönük, yıkılmasına rağmen tekrar gülümseyebilen, gözlerinde umut taşıyan biriydi.
Benim gözlerimin mavisi çok sönüktü, onunkiler çok canlıydı.
Benim soyadım Ateş'ti; onun adı Ateş'ti. Tek benzer yönümüz biraz da buydu. Yanmayı ve yakmayı seviyorduk, adalet arıyorduk, ikimizde aynı acının içinden çıkmıştık.
Sadece birimiz kendi kurallarını koymayı diğerimiz de her şekilde gülümsemeyi seçti.
Bunları düşünürken bir yandan da bütün işler bitmişti. Derin bir nefes alıp düşündüklerimi bir kenara bıraktım. Arkamdan bir adım sesi duydum.
Kafamı çevirdim. Saçlarımı yukarıdan topuz yapmıştım. Bu yüzden biraz fazla dağınıktı.
Arkamda Ateş Uras'ın hafif pürüzlü ve yeni uyanmış sesini duydum. Üzerinde siyah bir kot pantolon ve üzerinde mavi oversize bir tişört vardı. Saçları dağınık gözlerinde uyku sersemliği vardı. Ama gine de hafifçe gülümseyerek bakıyordu. Dudaklarının kenarında ki çizgiler gülümsemekten hafifçe kendi tarzında şekil oluşturmuştu.
"Her seferinde nasıl bu kadar mükemmel olunabiliyor anlatsana?" Dedi keyifli bir şekilde. Kollarını birbirine kavuşturarak bana bakıyordu. Başını hafifçe duvara yaslanmıştı. Buradan bile kolundaki kasları görüyordum.
Ateş, spor yapmayı seven bir adamdı. Ama o ateş içinde kaldığımız günden beri spor yaptığını görmedim. Bu yüzden de şu aralar hafifçe kilo almıştı. Ama bu onu daha iyi gösteriyordu bence.
Derin bir nefes aldım.
Pekâlâ kalbim sakin ol, hızın 180!
Bir an afalladım. Kendime geldiğimde dudaklarımın kenarı kıvrıldı.
"Mükemmel değilim ki... Kusurlarım var herkeste olduğu gibi. Bu arada günaydın!" Dedim neşeli bir sesle.
Daha sonra kaynayan çayın altını kapattım. Ellerimi tezgaha yaslayarak, arkamı döndüm. Hâlâ bana bakıyordu.
Tamam, sakinim.
"Günaydın," dedi bakışları gözlerimden mutfağa çevrilerek. "Bugün gidecek misin kışlaya?" Diye sordu.
Aklıma yeni geldiği için kendime kızdım. Geç kalmadan çıksam iyi olacaktı. Bâki komutan ile uğraşmak zordu.
Duvardaki saate baktım hemen. Altıya beş dakika vardı. Kafamı salladım.
"Evet, hatta şimdi çıkacaktım. Siz kahvaltınızı edin. Ama tek başına canın sıkılır mı bilemiyorum. Çünkü Toprak da okula gidecek... Sorun olur mu?" Diye sordum mahcup bir sesle. O buraya misafir olarak geldi ama pek vakit geçiremiyorduk.
Bir bardak su içti sonra bana döndü tekrar.
"Hayır, olmaz. Zaten ben de birkaç işimi halledeceğim."
Ne işi vardı ki?
"Ne işiymiş bu?" Diye sordum, omzumla hafifçe omzuna dokunarak.
Avuç içini yüzüme yasladı. Baş parmağı ile yanağımı okşadı. Kalbim yine atmaya başladı. Umarım duyulmuyordur.
Mavi gözleri bugün pek durgundu. Gözleri yüzümü dikkatle inceledi. Ama soruma istediğim cevabı vermedi.
"Görürsün..." Dedi kısık sesle. " Her neyse geç kalacaksın. Seninle gelmemi ister misin?"
"Hayır, ben giderim. Toprak tek kalır falan. Sen de kahvaltı etmedin."
"Toprak, bugün okula gitmeyecekmiş. Kötü hissediyormuş, uyuyacakmış. Yani seninle gelsem sıkıntı olmaz. İki dakika da geri dönerim."
Toprak şu aralar bir garipti. Okula gitmek istemiyordu. Sürekli uyumak istiyordu. Ve asla hasta değildi.
Bunu neden yapıyordu bilmiyorum. Ama beni çok huzursuz ediyordu bu durum.
Bakışlarım donuklaştı. Kafamı salladım.
"Peki. Ama dönünce kahvaltınızı edeceksiniz. Tamam mı?" İşaret parmağımı ona doğru salladım.
Gülümsedi. Sıcacık ve canlı.
"Tamam, tamam. Merak etme. Hadi geç kalacaksın hazırlan çıkalım," dedi yanağımı sıkarak.
Gerçekten geç kalacağımı anladım. Hızlıca yürüyüp odama girdim. Ve üzerimi değiştirdim. Odadan çıkıp Toprak'ı kontrol ettim. Uyuyordu.
Yorganı kafasına kadar çekmişti. Sadece saçlarını gördüm. Nefes sesleri duydum. Dudaklarımı büzdüm.
Gözlerimi yumup derin bir nefes verdim. Ve kapıyı yavaşça kapattım.
Girişe doğru yürüdüm. Ateş Uras saate bakarak beni bekliyordu.
Geldiğimde kapıyı açtı ve benim çıkmamı bekledi arkamdan çıkıp kapıyı kapattı.
Askeriye zaten çok yakındı çünkü lojmandaydım. Yürüyerek ilerledik. Ateş elimi sıkı sıkı tutup, arada avuç içime öpücük konduruyordu. Bazen de yanağıma küçük öpücükler bırakıyordu.
Ben ise onun bu hallerine çok alıştığım için gidecek olması ile çok üzüldüm.
Yaklaşık on dakikaya oradaydık. Yan yana kışlanın önünde dikildik.
"Kolay gelsin, asker hanım. Aklın da burada kalmasın Toprak bana emanet," dedi güven verici bir şekilde.
Zaten ona çok güveniyordum.
Ama keyfini yerine getirmek için komik olmayan ama yüzünü hafifçe gülümsetecek bir espri yapmak istedim.
"Aklım arkada değil zaten. Kafamda, başımın içinde," dedim gülerek.
Göz devirdi.
"Lütfen, şöyle şakalar yapma, yani komik değil. Ve ben yapayım, sen gül şeklinde ilerleyelim biz. O daha iyi," dediğinde belirgin bir şekilde yüzüm düştü.
Tamam komik değildi ama bu tepki fazlaydı.
Niye böyle bir tepki verdi ki?
Ben de ellerimi elinden sertçe çektim. Yüzüne bile bakmadım. "Görüşürüz," diyerek askeriyeye ilerledim. Burası evim olsaydı belki gözlerim dolardı. Ama dolmadı. Yine kendimi sıktım.
"Asker hanım, bir şey mi yaptım?" Diye bağırdı arkamdan yüksek sesle.
Göz devirdim.
Arkamı dönüp ciddi bir tavırla yüzüne baktım. Kaşlarını çatmış bana bakıyordu.
"Yok, en fazla kalbimi kırdın!" Dedim ve önüme dönüp içeri girdim.
İçeri girdiğim an Merve direkt yanıma geldi.
Yüzünde anlam veremedim bir şey vardı. Bu kız tam bir dedikodu manyağıydı. Gözleri bile ne kadar meraklı olduğunu belgeliyordu.
"Kıvılcım, şu dışarıdaki çocuk kim? Sevgilin falan mı?" İnsanların üstlerine vazife olmayan işlerle uğraşmak gibi güzel huyları vardır.
Kaşlarımı havaya kaldırıp ona yandan bir bakış attım.
"Sana ne?" Dedim net bir tavırla.
En sevmediğim şey laubalilik. Ve bu kız şuan tam olarak buydu.
Yüzünün düşüşü çok iyiydi. Sanki bir uçağın gokyüzüne çıkıp bir anda aşağı düşüşü gibiydi.
Bembeyaz teni saçları gibi morarmıştı. Evet saçları mordu.
Bizim timden değildi neyse ki bunu çekemezdim.
"Ne demek sana ne? Kim diye sordum sadece!" Diye bir tepki verdi öfkeyle. Merak, bedenini ele geçirmiş olsa da ona cevap vermeyecektim.
"Sen sorgu meleği falan mısın? Sana ne ve seni ilgilendirmez. Lütfen sınırları aşma. Tamam?"
Diye sordum ve arkama bakmadan timin brifing odasına girdim.
Baki Komutan, her zamanki gibi yine dosyalara bakıyor, bir yandan da emir veriyordu.
Eski günlerim aklıma gelmişti.
Emir almayı sevmiyordum. Ama yapacak bir şey yoktu. Bir seçim yapmıştım ve bundan geri dönemezdim.
Vazgeçseydim havalimanında vazgeçerdim.
Benim gelmemle bedeni hafifçe bana döndü. Kaşlarını çattı ve saatini kontrol etti.
"Evet, Kıvılcım tam iki dakika geç kaldın. Biliyorsun, bekletilmeyi sevmem. Yani dışarıda bu kadar zaman harcama!" Dedi sert ve imalı bir sesle.
Arkadaş, herkes bizi mi görmüştü anlamıyorum!
Bugün de herkes sınırını fazla zorluyordu. Ve ben sinirlenmeye başlıyordum.
"Baki Bey, özel meselelerim sadece beni ilgilendirir. Ve geç kalmadım. Sizin saatiniz iki dakika geri. Lütfen kontrol edin," dedim, kolundaki çelik saati işaret ederek.
Kolundaki saati ile telefonundaki saati karşılaştırdı. Kaşlarını kaldırdı ve yüzünü yine dosyalara çevirdi. Ve evet haklıydım.
Doğuştan beri.
Yüzüme kırmızı bir suratla baktı.
"Tamam, geç yerine!" Deyince her zaman oturduğum sandalyeye oturdum.
Ayağa kalktı ve operasyonu anlattı.
"Bakın, bu operasyon biraz riskli olacak. Gece geç saatlerde olacak. Terk edilmiş bir çiftlik evine gideceğiz. Karada bir hedefimiz var, bir terörist başı..."
Yazarın anlatımı ile.
Kıvılcım, Baki Bey’in komutasındaki timle birlikte, Denizli’nin dışındaki terkedilmiş bir çiftlik evine doğru ilerliyordu. Görev basitti: Hedef, o evde saklanıyordu. İçeride sadece birkaç adam vardı ve amaç, onları etkisiz hale getirmek, ardından hedefi alıp geri dönmekti.
Kaya Timi, ormanlık alandan geçerken sessizdi. Baki komutan, öncülüğü yine elinde tutuyordu. Kıvılcım ise arka planda, her an her şeyin değişebileceğini hissederek dikkatlice ilerliyordu.
"Beş dakika içinde hedef alanda olacağız," dedi Baki komutan, elleri cebinde ama sesi kesin bir şekilde. Kıvılcım ve diğer tim üyeleri, komutanın her kelimesini dikkate alarak ilerlemeye devam ettiler.
Çiftlik evine yaklaştıklarında, Kıvılcım adımlarını daha dikkatli atmaya başladı. Ekip hızla evin etrafında dolaşarak, kapalı alanlara ve pencerelere yerleştiler. Kıvılcım, hızlıca kulaklık aracılığıyla sinyal aldı.
"Yaralı yok, her şey kontrol altında," dedi, o anki durumdan memnun bir şekilde. Tim hızlıca yerleşip, evin içine girmeye hazırlanıyordu.
“Kapı açık,” dedi Kıvılcım, birkaç adım geride kalan diğer tim üyelerine seslenerek. Baki Bey, kafasını sallayarak onu takip etti.
Kıvılcım, dikkatlice kapıyı açtı. İçeride hiç kimse görünmüyordu. Sadece terkedilmiş eşyalar, boş odalar. Ancak, her şeyin normal görünmesi biraz tuhaf geldi. Baki Bey, ekibe içeri girmelerini işaret etti.
"İçeri giriyoruz, dikkatli olun. Kimseyi uykusunda yakalamayalım." Baki Bey'in sesi soğukkanlıydı. Kıvılcım, önde yürüyerek odaları kontrol etti. Bir şeyin yolunda gitmediğini hissetmişti.
Aniden, uzak bir odadan bir gürültü geldi. Kıvılcım hızlıca odanın kapısını açıp, bir elinde silah, diğer elinde kapıyı iterek içeri girdi. İki düşman, hazırlıksız bir şekilde silahlarını doğrultuyordu. Kıvılcım, tek bir hamleyle her ikisini etkisiz hale getirdi.
"Baki Bey, iki adamı aldım. Hedefin olduğu odaya girmemiz gerek." Kıvılcım, yerinde sabırlı bir şekilde bekledi. Baki Bey, bir adım geriden takip etti ve anında Kıvılcım’a katıldı.
Ekip, son bir kez daha dikkatlice yerlerini aldı. Kıvılcım, kapıyı yavaşça açarken, hedefi gördü. Adam, bir köşede panik içinde bekliyordu. Kıvılcım, silahını doğrultarak, onu teslim almayı planlıyordu.
"Silahını bırak! Eller yukarı!" dedi, sesindeki kararlılıkla. Hedef, tereddüt etti ama sonra silahını yere bıraktı.
"Kendini teslim et!" Kıvılcım komutunu yineledi. Adam, direnmeyi düşünse de, Kıvılcım’ın kararlı tutumu karşısında teslim olmak zorunda kaldı.
Operasyon beklenenden çok daha hızlı ve daha sorunsuz bir şekilde tamamlandı. Kıvılcım, hedefi güvenli bir şekilde alarak timle geri dönmeye başladı. Baki Bey, Kıvılcım’a bir bakış atıp onayladı.
"İyi iş, Kıvılcım. Basit ama etkili."
Kıvılcım, bir an için duraksadı, ardından başını sallayarak soğukkanlılıkla cevap verdi. "Bu geceyi başarıyla bitirdik, Komutanım. Ama işler ne kadar basitse, tehlike de o kadar yakın olabilir."
Baki Bey, ona son bir kez bakarak gülümsedi. "Daha büyük işleri görebilmek için önce küçükleri bitirmek gerekir."
Kıvılcım, Baki Bey’in sözleri üzerine kısa bir süre sessiz kaldı. Evet, bu görev basitti; ama her an her şeyin değişebileceğini hep bilmişti. Bir operasyon ne kadar basit görünürse, o kadar tehlikeli olabilir, özellikle de düşmanın ne yapacağını kestiremediğinizde.
Ekip, hedefi güvenli bir şekilde alıp, bölgeden çıkmaya başladılar. Herkes aynı şekilde sessizdi; ancak Kıvılcım, bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordu. Görev başarılıydı, ama içindeki huzursuzluk gitmiyordu. Baki Bey’in yanında ilerlerken, içindeki bu rahatsızlık her geçen dakikada biraz daha belirginleşti.
"Her şey yolunda, Kıvılcım," dedi Baki Bey, yavaşça ona dönerken. "Neden hala kafan karışık gibi hissediyorsun?"
Kıvılcım, bir an duraksadı. Baki Bey’in gözlerinin içine baktığında, ona güvenebileceğini bildiği için her şeyin netleşmesi gerektiğini fark etti. Bir liderin ve bir ekibin güvenliği her şeyin önündeydi.
"Her şey doğru, Baki Bey. Ama bu kadar kolay olmamalıydı," dedi, sesinde hafif bir belirsizlik vardı. "Bir şeyler eksik gibi. Bunu hissettim."
Baki Bey, Kıvılcım’a dikkatlice bakarak, adımlarını yavaşlattı. "Daha fazlası yok. Eğer bir şeyler eksik olsaydı, fark ederdik. Bu tür görevler, her zaman bir risk taşır, ama bizim işimiz onları minimize etmek."
Kıvılcım, Baki Bey’in güvenli bakışlarını dikkate alarak başını salladı. Ama yine de içindeki his onu rahat bırakmıyordu. Ekip, birkaç dakika sonra aracın bulunduğu alana geldi. Hedefi ve tüm ekipmanları hızlıca araca yerleştirdiler.
İçeri girmeden önce, Kıvılcım son bir kez çevresine göz attı. Her şeyin normal olması, bir sonraki adımda karşılaşacakları tehlikeyi gizliyor olabilir miydi?
"Başka bir şey yok," dedi, kendine güvenerek. "Hadi gidelim."
Baki Bey, ona bir kez daha başıyla onay verdi ve ekibin geri kalan üyelerine işaret etti. Ekip arabalarına yönelirken, Kıvılcım arka koltuğa yerleşti. Dışarıdaki sessizlik, her şeyin tamam olduğu hissini veriyordu, ama içindeki rahatsızlık devam ediyordu. Gözleri, her zaman olduğu gibi, bir tehlikeyi önceden hissetmeye çalışıyordu.
Yolda ilerlerken, radarda bir sinyal belirdi. Aniden bir tehdit belirmişti. Kıvılcım'ın yavaşça gözleri daraldı.
"Baki Bey," dedi, sesindeki kararlılıkla. "Bir şeyler ters gitmiş olabilir. Bu kadar basit olmamalıydı."
Baki Bey, direksiyonu hızla sağa çevirerek, aracın hızını artırdı. "Her zaman hazırlıklı olmalısın, Kıvılcım. Eğer bu bir tuzaksa, şimdi fark ettiğimize şükredelim."
Ekip hızla geri dönüş yaptı. Ancak bu sefer, her şeyin normal görünüp görünmediğine dikkat etmekten çok daha fazlasını yapmak zorunda kalacaklardı. Baki Bey, aniden yaptığı dönüşle dikkatlerini daha da arttırarak, Kıvılcım’a son bir bakış attı.
"Bu, sadece bir başlangıçtı."
Baki Bey’in sözleri, Kıvılcım’ın içindeki huzursuzluğu daha da artırdı. Evet, bu görev basit bir başlangıç gibi görünüyordu ama içindeki hisler, işler daha karmaşık hale gelmeden önce bir şeylerin rotayı değiştireceğini fısıldıyordu.
Arabada herkes sessizdi, sadece motorun gürültüsü ve yoldaki lastiklerin sürtünmesi duyuluyordu. Kıvılcım, pencereden dışarıya bakarak, her zamanki dikkatli gözlerle çevresini izliyordu. Bir şeylerin yanlış olduğunu bir türlü tam olarak hissedemese de, bir tuzağın içine çekilmek üzere olduklarını biliyordu.
“Baki Bey, biraz daha dikkatli olmalıyız,” dedi Kıvılcım, derin bir nefes alarak. "Yola devam etmeden önce her köşe, her sokağı kontrol etmeliyiz. Sadece bir şeyin eksik olduğuna eminim."
Baki Bey, bir an duraksadı, ancak Kıvılcım’ın söylediklerini hafife almadı. Tim üyelerinin gözleri, Kıvılcım’a dönerek onun sözlerini onayladı. Herkesin hissettiği o belirsizlik, yavaşça tüm ekibe yayılmaya başlamıştı.
“Evet, doğru. Bizim işimiz bu zaten,” dedi Baki Bey, biraz daha sert bir tonla. "Ama bu sefer, bu kadar dikkatli olmamıza gerek yoktu. Ancak yine de, Kıvılcım’ın dediklerini göz önünde bulundurmalıyız."
Baki Bey direksiyonu hafifçe kırarak, araç hızla sokağa girmeye devam etti. Kıvılcım, bir an bile olsa gözlerini arka tarafta tuttu. Hedefin bulunduğu çiftlik evine geri dönerken, arabanın peşinden gelen bir aracın hızla yaklaştığını fark etti.
“Komutanım!” diye bağırdı. “Arkadalar!”
Baki Komutan, hemen hızlandı, yolda karşılaştıkları her engeli hızla aşarak, araçlarının peşinden gelen tehdidi atlatmaya çalıştı. Kıvılcım, koltuğunda biraz daha oturdu, hızla aldığı nefesle kalbi hızla çarpmaya başladı. Yavaşça arka camdan baktı. Evet, doğruydu; peşlerinde bir araç vardı ve her geçen saniye yakınlaşıyordu.
“Geri dönüş yapmalıyız,” dedi Kıvılcım, aniden. “Bu kadar hızla kaçmak, bir hata olabilir. Çevremizi kesmeli, onlara pusu kurmalıyız.”
Baki Bey, derin bir nefes alarak direksiyonu sağa kırdı. “Tamam. Yavaşça ilerle. Düşman arkamızda. Bizimle aynı hızda kalmasalar da bu farkı bizim lehimize çevirebiliriz.”
Ekip, birden hızla yola çıkmak zorunda kalmıştı. Tüm dikkatlerini toplamışlardı ve Kıvılcım bu kez kesinlikle, her bir adımda düşmanlarının onlardan bir adım önde olmasına izin vermeyecekti.
Araba, bir ara sokağa girdiğinde Kıvılcım bir sinyal daha aldı. Baki Bey ve ekip üyeleri, aniden yön değiştirdi. Düşman, aynı hızla takip etmekte kararlıydı. Kıvılcım’ın zihni çalışmaya devam etti. Yavaşça, birkaç saniye içinde ne yapacaklarını planladı.
“Şimdi!” dedi, komutasını vererek. Hızla arabanın sağından sola geçerek, dar bir sokağa saptılar. Peşlerindeki araç bu manevrayı takip edemedi ve bir an için aralarındaki mesafe açıldı.
Baki Bey hızla ileriye baktı. Yola devam ederken, Kıvılcım’ı dinlemeye devam etti, ama bu oyunun bir tuzak olup olmadığını hâlâ çözemediler.
“Yine de dikkatli olacağız,” dedi Baki Bey, bir adım geriden takip ederken. "Bu kadar kolay bir kaçış yok."
Kıvılcım, Baki Bey’in dikkatli bir şekilde ilerlemeye devam etmesini izlerken, sonunda bir karar aldı. "Baki Bey, bu sadece bir tuzak olabilir. Bu kadar hızlı kaçmak yerine, yakalayalım. Artık savaş zamanı."
Baki Bey, gözlerini Kıvılcım’a çevirerek onayladı. “Evet, seninle aynı fikirdeyim. Onları daha yakından tanımalıyız.”
Ekip, bir adım daha ileri atarak, düşman aracını köşeye sıkıştırmaya başlamıştı.
Ekip hızla düşman aracını köşeye sıkıştırdı. Baki Bey, Kıvılcım’ın işaretini aldı ve araçlarının hızını keserek, onları tamamen kuşattılar. Düşman, kaçmak için son bir hamle yapmaya çalıştı ama Kıvılcım hemen harekete geçerek arabayı kontrol altına aldı.
Baki Bey ve Kıvılcım, araçtan inip düşmanı etkisiz hale getirdiler. Kıvılcım, adamı yere yıkarken soğukkanlılıkla, "Bu kadar basit olmamalıydı, ama bitti," dedi.
Baki Bey, sadece başını sallayarak onay verdi. "Bize bir tuzak kurmuşlardı ama başarılı olamadılar. İşte bu yüzden dikkatli olmalıyız."
Ekip, görevlerini tamamlamış ve hedefi güvenli bir şekilde almıştı. Araca dönüp geri dönüş yoluna çıktılar. Kıvılcım, sessizce dışarıya bakarken, bir sonraki görev için hazır olduğunu biliyordu. Bu basit görev bile ona bir şey öğretmişti: Hiçbir şey gibi basit değildi.
...
Kıvılcım'ın ağzından devam.
Görev zor da olsa bitmişti. Eve gitmek için timden ayrıldım.
Canım çıkmıştı yemin ederim. Ellerim de ve yüzünde hâlâ toz ve çamur lekeleri vardı.
Merdivenleri yürümek bile yük geliyordu bana.
Anahtarla kapıyı sessizce açtım. Işıkları kapalıydı.
Işıklar niye kapalıydı?
Silahımı elime alarak temkinli adımlarla ışığı açtım.
Koridorda ses yoktu. Tuhaftı.
Salona girdiğimde koltukta uyuyakalan Ateş Uras'ı fark ettim. Üzerindeki siyah gömleği hafifçe yukarı kaymış, gözleri kapalı, nefesi derindi. Elinde beyaz papatya ve orta sehpa da birkaç kutu vardı.
Uyuyordu.
Ellerinde sıkıca tuttuğunu zannettiği papatyalar neredeyse elinden kayacaktı.
Yüzümde istemsizce gülümsedim.
Yanına yavaş adımlarla gidip koluna hafifçe dokundum. Odasında yatsın istiyordum. Uykusu yeterince derin değildi ki biraz sonra mavi gözlerini araladı.
"Uyuyakalmışsın," dedim.
Doğruldu ve bana baktı. Ayakta dikiliyordum.
"Evet, seni beklerken uyuyakaldım," dedi, yarı uykulu. Gözleri hâlâ tam olarak açık değildi. Ama beni duyuyordu. Sehpanın üzerindeki Gül ve papatya karışık bir demet gördüm. Elinde de papatya vardı. Ve büyük küçük kutular vardı. Hediye paketi gibi.
Bunlar ne alakaydı?
Şaşkınlıkla yüzüne baktım. Gözlerini ovuşturdu ve oturma pozisyonuna geçti.
"Peki bu kutular, bu çiçek-"
"Sana," dedi cümlemi keserek.
Keşke daha erken gelseydim diye geçirdim içimden.
Benim elimde değildi ki zaten. Niye kendimi suçluyorsam?
"Bana mı? Ben... Geç kaldım. Ama benim sorumluğumda değil, bu görevdi," dedim.
"Sana suçlusun demedim zaten. Sadece sabah seni kırdığımı fark ettim. Sonra çiçekçiye gittim. Papatya aldım ama bu çok mu sade diye düşündüm sonra kuyumcuya gittim. Öyle yani," dediğinde gülümsedim.
"Gerçekten mi?" Dedim hayretle. "Gerek yoktu. Hem boşuna masraf yani. Gerek yok. Ben de zaten geç geldim."
"Gereksiz değil," dedi hemen. "Sana aldığım hiçbir şey gereksiz değil. Hem ben özür dilerim bazen fazla boş konuşuyorum. Ne zaman boş konuşup seni üzsem bu hediyeler gelecek emin ol. Gerçekten özür dilerim. Sen hep espri yap olur mu?"
Ayağa kalktı ve gözlerime baktı. Bir kutulara bir çiçek demetine bir de ona baktım.
Gülümsedim.
"Affetim bile. Bu arada esprilerin bazen fazla kötü oluyor yani aslında biraz haklı olabilirsin. Fazla tepki veriyorum bazen bende. Neyse... Bunları unutalım artık." Konuyu dağıtmak istiyordum. Kafasını salladı. Ve elimi elinin içine aldı. Ellerim Küçük değildi. Uzun ve inceydi. Onunkiler de uzun ama biraz kalındı. Damarlar belli oluyordu. Gözlerim gözlerine kilitlendi bu sefer.
"Tamam, o zaman hediyelerime bakmak ister misin?" Diye sordu başını hafif eğerek.
"Tabii ki."
Çok yorgundum ama biraz daha ayakta durabilirdim. Kutuların hemen önünde durduk.
Tam olarak iki kutu vardı.
Büyük olanı verdi önce.
İçini büyük bir heyecanla açtım.
İçinde bir elbise vardı, bir de parfüm.
Siyah, derin yaka, asimetrik bir elbiseydi bu. Parfüm şişesi de beyaz renkli ve üzerinde sarı çiçeklerin olduğu şekilde zarif bir tasarımdı. Açıkçası çok güzellerdi.
" Çok güzel..." Dedim gözlerim neredeyse dolmuştu. Sesim titredi.
"Güzel mi? Ben alırken kararsızdım. Belki giymezsin diye. Ama beğendiysen şuan dünyalar benimdir," dedi ve gülümsedi. Şuan benden daha heyecanlı olduğu belliydi. Yerinde duramıyordu. Tepkimi ölçene kadar da sesini çıkarmıyordu.
"Parfüm peki?" Diye sordu.
Elbiseyi poşetin içine koydum.
Parfüm kutusunu elime alıp parfüm şişesini kutudan çıkardım.
Bileğime bir fıs sıktım. Ardından burnunu yakınlaştırıp kokunun burnuma dolmasını bekledim.
Parfümün kokusu papatyaya benzer bir kokuydu.
Çiçek kokuları ve vanilya karşımı, çekici bir koku almıştım.
Gözlerimin parladığına o kadar emindim ki.
Bu benim için çok özeldi. Daha tepki bile veremeden Ateş, kulağımın dibinde fısıldadı.
"Papatyayı çok seven bir kadın, papatya da kokar dedim. Ve bundan bir tane daha aldım ama kendime. Her sıktığımda senin kokun gelecek aklıma. Yanımda olamıyorsun... Ama bir koku kadar uzaktasın artık."
Dilim tutuldu. Bir parfüm kokusunda benim kolumu mu arayacaktı? Ben çok mutlu oldum. Kendimi ilk defa çok fazla değerli hissettim.
Ben büyülenmiştim.
Papatyayı bu kadar sevdiğimi nereden biliyordu?
"Ben... Çok teşekkür ederim. Bu benim için çok özel bir hediye."
"Ve şuna da bakmalısın!" Diğer kutuyu elime verdi.
Heyecanla onu da açtım.
Zarif, ince bir beyaz altın zincir üzerine yerleştirilmiş, orta büyüklükte bir pırlanta vardı. Pırlanta, hem ışığı hem de zarafeti yansıtan kesime sahipti. Üzerinde küçük bir yıldız sembolü, pırlantanın etrafı, çok küçük ama göz alıcı safir taşlarla çevrelenmiş, .
Kolye ucunun arkasına, ince bir yazı ile “Karanlıkta bile parlayabilirsin,” gibi anlamlı bir mesaj kazınmış.
Tek kelime ile mükemmel ve üzerine düşünülmüştü.
"Karanlıkta bile parlayabilirsin..."
Bu adam sadece bir sözüm yüzünden mi bunları aldı? Bu kadar zahmete gerek yoktu. Açıkçası sadece bir tanesi bile çok güzeldi. Bu kadarı bana fazlaydı.
Ben bu kadar sevilmeye, değer verilmeyi bilmiyordum. Bana oldukça yabancı bir duyguydu.
"Ateş Uras..." Dedim ağzımı aralayarak. Gözlerimi ona çevirdim. "Bu çok fazla güzel. Ne kadar teşekkür etsem az kalır," dedim gözlerine bakarak.
Ardından kollarımı boynuma doladım. O da kollarını belime sardı. Birbimize sıkı sıkı sarıldık.
Keşke daha erken tanısaydım onu. Onca şey hiç olmasaydı ve biz normal insanlar gibi bir kafede tanışıp, mutlu olsaydık. Ama hâlâ geç değildi.
Hâlâ biz bizdik.
"İyi ki varsın.." diye fısıldadım.
İyi ki vardı, iyi ki o gün ben onları bulmuştum.
"Sen de... Karanlığımda yolumu aydınlattığın için, kimseyi sevemem derken beni kendine hayran bıraktığın için. Var olduğun için iyi ki varsın... Asker hanım," diye fısıldadı kulağıma eğilerek. Sıcak nefesi kulağıma çarpınca kalbime kadar inen garip bir duygu oluştu.
Kalbime uzun zamandır temas eden mutluluk duygusu ile sarmalanmış gibiydim.
Birbimizden ayrıldığımız da kolyeyi boynuma taktı.
"Çok yakıştı," dedi ellerine cebine sokarak. Hayran hayran baktı.
Gülümsedim. Ama o an aşırı yorgunluk üzerine yük gibi bindi ve esnedim. Çok spontane ve gereksizdi.
Elimi ağzıma götürüp kapatsam da esnemenin kilit noktasına ulaşmıştım. Çok geçti.
Ateş yüzüme aval aval baktı. Daha sonra kahkaha attı. Ve ellerini ceplerinden çıkarıp bir adımda tam önümde durdu.
"Artık uyumalısın Kıvılcım, gözlerinden uyku akıyor."
"Sen yarın gidecek misin?" Diye sordum alakasızca.
Gitmesindi. Lütfen gitmesin. Bu soruyu sorarken gerçekten nefesimi tuttum. Yarın gitse de çok erkendi. Gerçi sonra da gitse aynıydı. Hep erken gelecekti bana.
"Sonraki gün. Yani bir gün daha buradayım." Bu biraz da olsa içimi huzurlu etti.
"Yarın benim izin günüm. Yani Bâki Komutan izin verdi. Beraber gezelim mi?" Diye sordum heyecanla.
Kendimde fark ettiğim değişimlerden biri de heyacandı. Evet, ben bu yaşıma kadar bu kadar heyecanlanmadım hiç.
"Gerçekten mi? Çok iyi olur."
"Tamam, kahvaltıdan sonra gezelim. Bu arada Toprak uyudu mu?"
Kafasını salladı.
"Evet, çoktan uyudu o. Bugün hasta gibiydi ama sonra ona bir tavuk çorbası yaptım. Şıp diye iyileşti. Böyle de elim şifalıdır işte," deyip güldü. Bende güldüm.
Adam hangi şartlarda olursa olsun kendini övmeyi beceriyordu. Cidden yemek konusunda benden bile belki Melih'ten bile daha iyiydi.
Evet, Melih de yemek yapmayı çok seviyordu.
"İyi bari. Neyse artık uyumalıydım çok uykum var," dedim.
"Bencede, ama önce..." Eğilerek masadan Gül ve papatya karışımı demeti bana uzattı.
"Güller sana olan aşkımı, papatya da senin duru güzelliğin ve zarafetini gösteriyor. Ayrıca papatyayı sen çok seviyorsun, gülü de ben sana çok yakıştırıyorum."
Gözlerinin içi parlayarak bana bakıyordu. Dolan gözlerimi silmedim. Bir çiçeklere bir de ona bakarken, içimden defalarca kez iyi dedim. Kalbim öylesine hızlı atıyordu ki... Yavaşça nefes aldım. Bir süre dilim tutuldu sanırım.
Ve ben o gün aslında sevilmenin ne denli insanın ruhunu değiştirdiğini ve insanın bu duyguları hep yaşaması gerektiğini anladım.
Hem de çok iyi anladım.
Ben o güne kadar sevildiğimi bu denli güzel, samimi ve sıcak bir şekilde hissetmedim. Mutlu olmanın çok uzak olduğu dünyamda böylesine insanı bulmak lütuftu, hediyeydi ve mucizeydi.
Bir şey diyemeden dudaklarını alnıma kondurdu. Bir nefes kadar durdu ve sonra göz göze geldik. Elimdeki çiçek biletini sıkı sıkı tutuyordum.
"Şurayı toplayalım her yer dağıldı."
Etrafa bakarak hafifçe gülümsedi. Haklıydı her tarafta kutular vardı.
"Tamam," diye onayladım.
Önce kutuları toparladık sessizce. Çok ses çıkarsa Toprak uyanırdı.
Bu yüzden oldukça sessizce her yeri kabaca toparladık. Kutuları odama koyduk. Çiçeği de vazoya koyup evin en sevdiğim köşesine yani balkonun hemen yanında duran pencereye koydum.
Misafir odası yani Ateş'in uyuduğu odaya yorgan, yastık ve çarşaf götürdüm.
Kendi odama geçerken o da lavabodan çıkmıştı. Göz göze geldiğimizde hafifçe gülümsedim.
"İyi geceler."
"İyi geceler, asker hanım." Göz kırptı ve gidecekken ters köşe yaparak önce yanağımı sonra burnunu öpüp yine dünkü gibi arkasına bakmadan odasına girdi.
Ben yine arkasından sırıtarak bakmak ile kaldım. Işıkları kapattım ve çiçeğime son kez bakıp odama girdim.
Günün sonunda huzurla uykuya dalıp tüm günün yorgunluğunu unuttum.
...
Nasıll olmuş beğendiniz mi?
Ateş'in hediyelerine ne diyorsunuz?
Bir sonraki bölüme kadar sevgiyle ve sağlıkla kalın💗
Bir de oy ve yorum bırakmayı unutmayın
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 36.71k Okunma |
4.08k Oy |
0 Takip |
70 Bölümlü Kitap |