
Keyifli okumalar
Oy ve yorumlarınızı bekliyorum✨
...
Operasyon bittikten sonra herkes keyifliydi. Çünkü kayıp vermemiştik. Bu bizim için en büyük şükür kaynağıydı.
Ben de Emir Berke ve Melih'i yanıma alarak. Yaralı çocukların olduğu çadırın içine girdim. Emir Berke ve Melih ellerinde çantayla yanımda dolaşıyordu.
Emir Berke daha şimdiden hepimize alışmıştı.
Çadırın içinde ki çocuklar yaralı da olsalar ortama huzur ve neşeyle doldurmuşlardı. Gülerek bakıyorlardı etrafa.
Hepsi bir umuttu, papatyaydı.
Bende onlara gülümseyerek baktım. Birinin yanına yaklaştım. Ayağı hafif çatlak olan sarı saçlı, ela gözlü bir kızdı. Henüz 8-9 yaşlarında olmalıydı. Buradaki tek somurtkan çocuk da oydu. Sanki düştüğü duruma ağlayacaktı ama yapamıyordu.
"Merhaba, adın ne senin canım?" Diye sordum şefkate.
Somurtkan ifadesi kaybolmadan sessizce mırıldandı.
"Ela," dedi. Sanırım göz renginden geliyordu.
"Adın çok güzelmiş. Ailen yok mu?" Diye sordum.
Bunu söylediğimde gözleri doldu. İçimdeki bir yer cız etti.
"Yok... Öldüler. Ama ablam var yakında gelecek," dedi.
"Ablan nerede ki?" Diye sordum.
"O polis.."
"Anladım. Geçmiş olsun, bir şey ihtiyacın olursa buradayım," dedim, başını okşadım ve diğer çocuklara bakacakken telefonum titredi. Ateş Uras arıyordu.
Kafamı Melih ve Emir Berke'ye çevirdim.
"Siz diğerlerine bakın geliyorum hemen," dediğimde kafalarını salladılar ve gittiler.
Ben de kenara geçip telefonu açtım.
"Alo?" Dedim.
"Alo asker hanım, nasılsınız?" Diye sordu Ateş sevecen bir sesle.
Bu aralar psikoloğa gittiği için bayağı düzelmişti.
"İyiyim, sen?" Diye sordum yorgunca.
"İyiyim de sen iyi değil gibisin. Sesin bir tuhaf," dedi.
Yalan da söyleyemiyorum artık.
"Çadırları gezerken küçük bir kıza rastladım da... Annesi babası yokmuş. Biraz ona üzüldüm."
İç çekerek, " Allah yardımcısı olsun," dedi.
"Amin," dedim gözümdeki nemli yaşları elimin tersi ile silerek.
"Ne zaman geri döneceksiniz?" Diye sordu.
Birkaç operasyonumuz daha vardı. Ayrıca köydekileri de kontrol etmeliydik.
"Birkaç gün daha buradayız," dediğimde of'ladı.
"Ama ben seni çok özledim," dedi. Orada olsam sımsıkı sarılmak isteyeceğim bir ses tonu ile söylemişti.
"Bende... Ama yapacağım bir şey yok," dedim.
"Keşke bende gelseydim," dedi.
"Senin orada kalman daha iyi. Burada ayrı bir yıkım var. Daha kötü olursun zaten, boş ver yani," dedim hızla.
"En azından birlikte olacaktık... Neyse görüşürüz. Randevum var," dedi. Umarım bu tedaviler ona iyi geliyordur.
"Görüşürüz," dedim. Ve kapattık. Ardından Melih Ve Emir Berke'ye çevirdim gözlerimi.
Bir erkek çocuğu ile maç muhabbeti yapıyorlardı. Melih asla değişmiyordu. Hep insanları güldürüyordu. Ama aslında onun da yaraları vardı. Annesi ve babası yoktu ama ona iyi bakan ve onu evlat edinen bir ailesi vardı.
Ona iyi davransalar da anne ve babasının yerini tutmazdı.
Yavaş ama sert adımlarla yanlarına gittim.
Beni görünce ciddiye dönüşüp sustular.
Çocuk mavi gözlerini bana dikti. Siyah saçlı ve mavi gözlüydü. Ateş'i andırıyordu.
Alaycı bakışları vardı.
"Merhaba, adın ne?" Diye sordum.
"Mehmet," dedi.
"Mehmet, hangi takımı tutuyorsun?" Diye sordum.
"Beşiktaş," dedi. Yok bu kesin Ateş'in klonuydu.
Melih kulağıma eğildi kısık sesle, "Ateş'e çok benziyor," dedi.
"Gerçekten öyle. Kopyası gibi," dedim hayretle.
Bir asker hızla içeri girip yanıma geldi.
"Komutanım, yüzbaşı sizinle konuşmak istiyor," dedi hızla nefes nefese.
Kaşlarımı çattım neden benimle görüşmek istiyordu ki?
"Tamam, sen gidebilirsin!" Dedim ve baş selamı vererek gitti.
Ben de hızla çadırdan çıkıp Yüzbaşı Ahmet'in çadırına girdim. Elindeki dosyaları incelerken bir yandan da bana baktı.
Baş selamı vererek, ne söyleyeceğini bekledim.
Gözlüklerini düzelterek bana çevirdi kömür gibi olan gözlerini.
"Üsteğmen Kıvılcım, sana söylemek istediğim çok önemli bir şey var," dedi.
"Nedir?" Diye sordum.
"Burası şimdilik güvenli yer. Ancak çocukların hepsinin ailesini bulamadık. Yani bir kişinin ailesini bulamadık. Babası Kamil Cantürk kalacakmış, annesi Zehra Çilingiroğlu ise vefat etmiş. Ablası ise kayıp..." dediğinde, cümlede geçen Kamil Cantürk'ün adını duyduğumda yerimde sendeledim. Kamil Cantürk'ün bir çocuğu daha mı varmış? Nasıl ya!
Beynim bu kelimeyi sorgularken, yüzbaşı gerilen yüz hattımı inceledi. Kaşlarını çattı. Benim ise adeta nefesim kesildi.
"Ne oldu?" Diye sordu.
"Aklıma bir şey şey geldi de yüzbaşım siz devam edin!" Dedim.
"Çocuğun adı Mehmet, soyadı Çilingiroğlu. Çünkü babası annesini Mehmet doğmadan terk etmiş. Zaten Kamil Cantürk evliymiş. Hatta başka bir kadından iki çocuğu daha varmış biri de sizin timden Ateş Uras Cantürk. Mehmet'in ablasının adı da Ayşegül. Ayşegül de öğretmenmiş ama kayıp. Bu yüzden şimdilik çocuk sana emanet Kıvılcım. Belki abisiyle de tanıştırsın."
Ve öğrendiğim gerçeklerle yutkundum. Bunu kendime bile söylerken titriyordum. Ateş Uras'a nasıl söyleyecektim? Bunu aşamazdı. Bu çok ağırdı.
Babasının başka bir kadından bir çocuğu olduğu ve ben öğrenmesem ömrü boyunca öğrenemeyeceğini ve babasının annesini aldattığını nasıl aşacaktı daha yeni yeni annesinin ölümünü aşıyordu. Allah'ım bu nasıl bir adamdı? Nasıl iğrenç bir adamdı? Bu nasıl bir sınavdı?
Kirpiklerim ve vücudum eş zamanlı titredi. Ellerim üşüdü.
Bana emanet etmişti çocuğu. Ama ben Ateş Uras ile bu kadar yakınken ona bu senin kardeşin mi diyecektim?
Kafamı ağır ağır salladım. "Peki komutanım, ama Ateş Uras'ın psikolojik durumu iyi değil. Yani ona söylemem... İyi olmaz," dedim.
"Aynen öyle. Şimdilik bilmese de elinde sonunda öğrenecek. Yani söylesen de bir şey değişmeyecek," dedi dosyayı bana uzattı. Hemen aldım.
"Şimdi çıkabilirsin," dediğinde baş selamı vererek çıktım.
...
Yazarın anlatımıyla,
Kıvılcım elinde dosyayla çadıra girdiğinde, karanlık sessizliği delip geçen tek şey kendi nefesiydi. Fenerin solgun ışığıyla masaya yaklaştı. Ellerindeki titremeyi bastırmak istercesine dosyayı dikkatlice bıraktı. Oturdu. Başını eğdi. Ellerini dosyanın kapağına koydu ama bir türlü açamadı.
İçinden sadece bir cümle geçiyordu: “Ateş’in kardeşi...”
Nihayet kapağı kaldırdığında, ilk sayfada küçük bir fotoğrafla karşılaştı. Mehmet, kucağında bir oyuncak ayı tutuyordu. Gözleri kameraya değil, uzaklara bakıyordu. O gözlerde bir çocuk kadar değil, sanki bir yetişkin kadar kırgınlık vardı.
Kıvılcım yutkundu. Parmakları sayfalara dokunurken her bilgi daha da ağır geliyordu:
Adı: Mehmet Çilingiroğlu
Doğum Tarihi: 2017
Anne: Zehra Çilingiroğlu – Vefat
Baba: Kamil Cantürk – Firari
Kardeş: Ayşegül Çilingiroğlu – Kayıp
Not: Çocuk, annesinin ölümünden sonra geçici kampa sevk edilmiştir. Travma sonrası konuşma problemi başlamıştır.
“Konuşmuyor...” diye fısıldadı Kıvılcım, kendi kendine.
Bir an, Ateş’in gülümseyen yüzü gözlerinin önüne geldi. Ardından o çocuk—aynı adamın kanı. Aynı geçmişin acısını taşıyan başka bir varlık.
Dosyanın arka sayfasında Kamil Cantürk’ün geçmişine dair kısa bir rapor vardı. Gözleri hızla satırları taradı: “Organize suç örgütü bağlantıları, yurt dışına kaçış şüphesi, gizli ilişkiler...”
Dosyayı kapattı. Sırtını sandalyeye yasladı. Derin bir nefes aldı ama içine çektiği hava bile sanki göğsüne saplanmıştı.
"Bunu ona nasıl söyleyeceğim..." diye mırıldandı.
Gözleri doldu, ama gözyaşı düşmedi. Askerlik, ağlamaya bile izin vermezdi bazen.
Ama içi... paramparçaydı.
O sırada, uzaktan gelen telsiz sesi çadırın içini doldurdu. Kıvılcım doğruldu. Görev devam ediyordu. Ama artık sadece bir
komutan değil, bir sırrın taşıyıcısıydı.
Kıvılcım, elinde hala dosyayla Mehmet’in kaldığı odaya yürüdü. İçeride bir soba yanıyor, yorgunlukla sarkmış birkaç oyuncak etrafa dağılmıştı. Küçük bedenine büyük gelen bir yorganın altından Mehmet’in gözleri dışarı bakıyordu.
Kıvılcım içeri adım atınca, Mehmet doğruldu. Tedirgin bir şekilde oturduğu yerden fırlamadı ama gözlerini kaçırmadı da.
“Selam, Mehmet,” dedi yumuşak bir sesle.
Mehmet başını eğdi. “Selam,” dedi kısık ama net bir sesle.
Kıvılcım sandalyeye oturdu, elleriyle dosyayı sıkıca tutuyordu. İçinden defalarca geçen soruları bastırdı.
“Burada nasıl gidiyor?”
Mehmet gözlerini sobaya dikti. “İyi işte... kimse bağırmıyor. Buradaki askerler kötü değil.”
Bu cümle Kıvılcım’ın içini deldi. Demek bağıranlar vardı.
“Ben burada kalacağım bir süre. Komutanın emri... Sana göz kulak olacağım.”
“Komutan mı?” dedi Mehmet, merakla.
“Evet, yani Yüzbaşı Ahmet. Seni bana emanet etti.”
Mehmet biraz yorganı çekiştirdi. “O da annem gibi söylüyor. Herkes beni birine emanet ediyor. Ama sonra gidiyorlar.”
Kıvılcım yutkundu. “Ben gitmeyeceğim. Söz veremem ama... seni bırakmayacağım.”
Mehmet gözlerini kaldırıp ilk kez ona baktı. “Annemin adı Zehra’ydı. Ben anneme benzer miyim?”
“Evet,” dedi Kıvılcım, boğazı düğümlenerek. “Gözlerin onun gibi.” Abin gibi demek istedi ama yutkundu.
O an Kıvılcım, Mehmet’in gözlerinde birden fazla kişiyi gördü. Zehra’yı... ama aynı zamanda Ateş’i.
“Bir abim varmış... ama beni tanımaz,” dedi Mehmet aniden.
Kıvılcım’ın yüreği yerinden fırlayacaktı. “Nereden duydun?”
“Bazı askerler konuşuyordu. Kamil Cantürk’ün başka çocukları da varmış. Birinin adı Ateş miymiş ne.”
Kıvılcım’ın eli titredi. Mehmet çoktan şüphelenmişti bile.
“Sen ne düşünüyorsun?” dedi Kıvılcım, sesini zor toparlayarak.
Mehmet başını yastığa yasladı. “Tanısa da istemez ki. Kimse istemez...”
Kıvılcım yutkundu, ayağa kalktı. Başını eğdi.
“Ben isterim. Çünkü seninle ilgilenmek... benim görevim değil sadece, isteğim.”
Mehmet ilk kez biraz gülümsedi. Gözleri buğuluydu.
“Tamam o zaman... burada kal.”
Kıvılcım battaniyeyi onun üzerine çekti. Sobanın sesi odayı doldururken, içindeki gerçekleri Ateş’e nasıl söyleyeceğini düşünüyordu.
Ama bu gece sadece Mehmet vardı.
Ve bu gece, onu hiç kimse terk etmeyecekti.
...
Kıvılcım telsizden gelen çağrıyı alır almaz hızla iletişim çadırına yöneldi. Görevli askerlerden biri hemen ayağa kalktı, önündeki belgeleri gösterdi.
“Askeri istihbarat raporlarında aranan sivillerin güncel durumu güncellendi komutanım. Mehmet Çilingiroğlu’nun ablası… Ayşegül Çilingiroğlu’nun izi bulundu.”
Kıvılcım bir an dondu. “Nerede?”
“Güneydoğu’da küçük bir köy okulunda öğretmenlik yaptığı tespit edilmiş. Ancak gerçek kimliğini kullanmamış, sahte bir kimlikle görevdeymiş. Şu an Van’a tayini çıkmış, yeni görev yerine doğru yolda.”
Kıvılcım hemen dosyayı çekip aldı. İç kapağında bir vesikalık fotoğraf… Yorgun ama gururlu bir yüz, saçları atkuyruğu, gözleri tıpkı Mehmet gibi… ya da Ateş gibi.
İçinden bir cümle geçti: Bu aile, birbirinden kaçarken aynı karanlıkta dolanıyor.
Kıvılcım sessizce dosyayı kapattı, Mehmet’in yüzünü düşündü. Sonra Ateş’i. Bu kadar parçalanmış bir geçmişin ortasında neyi birleştirebilirdi ki?
Telsizden bir ses daha geldi:
“Komutanım, eğer izin verirseniz Ayşegül Hanım’la bağlantı kurabiliriz. Kendisi hâlâ hareket hâlinde ama durduğu köy noktaları belli.”
Kıvılcım başını salladı. “Evet, öyle yapalım."
Çıkarken, telsizde yankılanan bir cümle kulaklarına çarptı:
“Ayşegül öğretmen… yıllardır kardeşiyle ilgili bilgi toplamış. Sanırım birilerini arıyordu.”
Kıvılcım durdu. Demek o da arıyordu… Ama hangisini? Mehmet’i mi? Ateş’i mi?
...
Üs Bölgesi – Kıvılcım’ın Çadırı
Kıvılcım elindeki dosyayla çadıra girdiğinde Mehmet battaniyeye sarılmış, yerde oturmuş bir taşla yerdeki çizgilere şekiller çiziyordu. Kafasını kaldırdı, alaycı bir sırıtmayla konuştu:
“Komutan abla, gizli görevde gibisiniz. Yüzünüzdeki ifadeye bakılırsa ya bomba patlayacak… ya da... Neyse.”
Kıvılcım şaşırdı, çocuk yine anlamıştı bir şeyleri. Oturup göz hizasına geldi. Siyah saçlarını okşadı.
“Mehmet… ablanı bulduk.”
Mehmet’in yüzü bir anlık durdu. Gözleri kıpırdamadan Kıvılcım’a baktı. Dudaklarının kenarı titredi ama hemen toparladı kendini.
“Hangisi? Gerçek olan mı, hayal ettiğim mi?”
“Adı Ayşegül. Şu an Van’a gidiyor. Öğretmen. Seninle konuşmak ister mi emin değilim ama... yıllardır seni arıyormuş.”
Mehmet başını çevirdi. “O da terk etmişti ama, değil mi? O da kaçmış. Beni aramış ama hiç gelmemiş.”
Kıvılcım yutkundu. “Bazen insanlar kalmakla yok olmak arasında seçim yapar. O da kendince seni korumaya çalışmış olabilir.”
Mehmet gözlerini kısıp sırıttı. “Kendini kandırma yöntemleri... Say say bitmez. Ama... duymak isterim onu. Sesi nasıl?”
Kıvılcım telsizi aldı, frekans açıldı. Bir süre sonra cızırtıların arasından bir kadın sesi geldi.
“Alo? Ben Ayşegül Çilingiroğlu. Siz kimsiniz?”
Kıvılcım bir an sesini toparladı. “Ben Üsteğmen Kıvılcım. Yanımda biri var. Mehmet. Kardeşiniz.”
Sessizlik. Telsizden sadece kalp gibi atan parazit sesleri geldi. Sonra Ayşegül’ün titrek sesi:
“Mehmet… gerçekten o mu?”
Mehmet öne eğildi, sesi neredeyse fısıltıydı. “Sesin hala aynı mı abla? Eskisi gibi saçma masallar anlatıyor musun çocuklara?”
Ayşegül ağlamaya başladı ama sesi titremedi. “Seni masallarla kandıramayacak kadar büyüdüğünü hissediyorum… Ama bir gün, anlatmam gereken gerçekler de var Mehmet.”
Kıvılcım, telsizi kapatmadan önce son bir cümle kurdu. “Size birbirinize anlatacağınız çok şey var… Ama önce zaman tanıyın.”
...
Gece – Üs Bölgesinde Kıvılcım’ın Çadırı
Telsiz hâlâ yerinde duruyordu. Mehmet battaniyesine sarınıp bir köşeye çekilmişti. Sessizlik, çadırın içine yerleşmişti. Kıvılcım derin bir nefes aldı, elini telsize götürmedi bu kez. Telefonunu çıkardı. Ekranda kayıtlı isme baktı: Ateş Uras.
Parmakları tereddütle ekrana dokundu. Çaldı. Bir, iki, üç… sonra tanıdık ses cevap verdi:
“Alo? Kıvılcım, iyi misin?”
Kıvılcım gözlerini kapattı, boğazındaki düğümü yuttu. “İyiyim. Sadece… seni merak ettim.”
Ateş’in sesi biraz yorgun ama hâlâ o tanıdık umursamaz tonla döküldü. “Beni mi? Yok artık. Sen savaş ortasında, ben hastane köşesinde. Kim kimi düşünsün?”
Kıvılcım hafifçe güldü ama içinde bir sızı vardı. “Nasılsın Ateş?”
“Annemin odasını topladım bugün,” dedi Ateş, bir an durakladı. “Kokusunu bile kaybetmekten korkuyorum. Ama kokular da gidiyor Kıvılcım… hepsi gidiyor.”
Kıvılcım’in içi titredi. “Bazen kaybettiklerin değil… hiç bilmediklerin de acıtır Ateş.”
Ateş sessiz kaldı.
“Bunu niye söyledin şimdi?” dedi sonra, sesi daha yumuşak.
Kıvılcım hemen toparladı. “Sadece düşündüm. Bu gece çok şey öğrendik burada. Çocuklar… hikâyeler… bazıları eksik, bazıları karışık.”
Ateş, alayla gülümsedi. “Karmaşa bizim soyadımız sanki. Neyse… sen iyiysen kapat. Uyuyabildiğin her saniye kıymetli.”
Kıvılcım, telefonu yüzüne yaklaştırdı, sanki dokunuyormuş gibi. “İyiyim Ateş… ama sen de ol.”
“Olurum. Sen söyleyince hep oluyorum gibi,” dedi Ateş ve kapattı.
Kıvılcım telefonun ekranına baktı uzun süre. Elini yavaşça Mehmet’in dosyasının üzerine koydu. "Söyleyemem... henüz değil."
...
Şırnak – Üs Bölgesi, Sabah
Güneş yeni yeni kendini göstermeye başlamıştı. Çadırların üzerindeki sabah kırağısı hâlâ çözülmemişti. Kıvılcım elleri cebinde, sabah nöbetinden dönen askerleri selamlayarak yürüyordu. İçindeki sıkışıklık, geceden kalan sessizlik gibi hâlâ üzerindeydi.
Tam o sırada, helikopterin sesi duyuldu. Alışılmıştan biraz farklıydı. Acil bir sevkiyat ya da komutanlık denetimi gibi hissettirmiyordu.
Kıvılcım refleksle başını kaldırdı. Yanında duran çavuşa sordu:
“Yeni biri mi geliyor?”
“Evet komutanım, ama isim geçmedi. Yalnız gelen kişi sivilden sayılmaz gibiydi.”
Kıvılcım kaşlarını çattı.
Helikopter yere indiğinde içinden bir görevli ve hemen arkasında tanıdık bir silüet çıktı. Siyah mont, gri eşofman altı, elinde bir sırt çantası... Gözlüğünü takmış, yüzündeki alaycı gülümsemeyle etrafı süzüyordu.
“Ateş?” dedi Kıvılcım kendi kendine.
Ateş, göz göze gelince ona doğru yürümeye başladı. Gözlerinin altı hafif mor, yüzü yorgundu ama adımları tanıdıktı: kaygısız ve kendinden emin.
Ateş hızlıca aralarındaki mesafeyi kapattı ve Kıvılcım, Ateş'in boynuna atladı, Ateş de kollarını Kıvılcım'ın beline sardı hızla. İkiside birbirini çok özlemişti.
“Beni mi özlediniz komutanım?” dedi, gülümseyerek. Özlemişti. İkisi de birbirini özlemişti. Ama Kıvılcım'ın içindeki yanıp tutaşan ve neredeyse sır olacak olan gerçek yüzünden pek mutlu hissetmedi. Artık söylemekten başka çaresi de yok gibiydi.
Birbirlerinden ayrıldılar.
Kıvılcım bir adım bile yaklaşmadan baktı sadece. İçindeki sarsıntıyı bastırmaya çalıştı. Gözlerinin önünde Mehmet'in dosyası, Zehra'nın resmi, Kamil Cantürk’ün ismi ve Ayşegül’ün kayıp bilgisi dolanıyordu. Ateş ise habersizdi.
“Neden geldin?” diye sordu, sesi titrememeliydi.
Ateş omzunu silkti. “Dinlenmek sıktı. Bir de… içimden geldi. Hani bazı şeyleri yerinde görmek istersin ya... Öyle işte.”
Bir anlık sessizlik oldu. Kıvılcım yutkundu. Gözlerini ondan kaçırarak “Timimde kalacak yerin hâlâ var,” dedi sadece.
Ateş gülümsedi. Hafifçe Kıvılcım'ın saçını kulağının arkasına yerleştirdi. “Biliyorum. O yüzden geldim.”
Ateş, dönüşünden sonra bir süre sessiz kaldı. Kendine ait yatağa yerleşti, çevreyi gözlemledi. Kıvılcım pek konuşmuyordu. Herkes hâlâ görevdeydi. Sessizlikte garip bir şey vardı ama ne olduğunu çözemiyordu.
O sırada dışarıdan ayak sesleri duyuldu. Kıvılcım içeriye küçük bir çocukla girdi. Çocuk, on yaşlarında, zayıf, ama gözleri zeka pırıltısıyla doluydu. Elinde bir not defteri tutuyordu, kalemini parmaklarının arasında çevirerek içeriye bakındı.
Ateş hemen ayağa kalktı. “Yeni misafirimiz kim?” diye sordu.
Kıvılcım, yüzünde nötr bir ifadeyle “Bu Mehmet. Bir süre bizimle kalacak,” dedi. Kardeşin diyemedi. Babanın anneni aldatmasıyla oluşan bir çocuk diyemedi... Çok de söylemek istedi ama diyemedi.
Mehmet göz ucuyla Ateş’e baktı. Gözlerini kısmış, ciddi bir bakışla onu süzüyordu. Ardından başını yana eğip hafifçe gülümsedi. “Sen Ateş Uras’sın değil mi?”
Ateş şaşırdı. Adını nereden biliyordu? Kıvılcım nefesini tuttu.
“Sen de epey şey biliyorsun galiba," dedi Ateş.
Mehmet omuz silkti. “Adın karargâhta çok geçiyor. Bir de… adın dosyada da yazıyor.”
Kıvılcım irkildi. “Mehmet,” dedi uyarır gibi.
Ama çocuk, sanki her şeyin farkındaymış gibi sadece güldü. “Şaka yaptım komutanım. Ama Ateş abi garip biri. O yüzden merak ettim.”
Ateş eğilip onunla aynı seviyeye geldi. “Garip miyim?”
“Evet. İçin dolu ama dışın bomboş gibi. Ya da tersi. Emin değilim.”
Ateş bir an dondu. Gözleri Kıvılcım’a kaydı, sonra tekrar Mehmet’e. “Sen küçük bir çocuktan fazlasısın galiba.”
Mehmet göz kırptı. “Sen de büyük bir çocuksun gibi görünüyorsun. Anlaşabiliriz.”
Kıvılcım, sessizliğini koruyarak aralarındaki diyaloğu izledi. Mehmet’in Ateş’e bu kadar kolay yakınlaşması onu bir yandan şaşırtmış, diğer yandan daha da endişelendirmişti.
Ateş ayağa kalkarken mırıldandı: “Bu çocuğun hikâyesi fena. Bir şeyler var ama kimse bana anlatmıyor.”
Mehmet, kolunu kavuşturup şöyle dedi: “Belki de zamanla anlarsın. Zaman her şeyi ortaya çıkarır, değil mi Ateş abi?”
Kıvılcım kapıya yöneldi. “Hadi Mehmet, odana geçme vakti.” Mehmet'i Ateş Uras'tan uzaklaştırmalıydı.
Mehmet çıkarken arkasını dönüp Ateş’e bir kez daha baktı. “Sana benzeyen birini tanıyorum. Ama senin gibi burnu büyük değildi.”
Ateş kahkaha attı. “Demek öyle. O zaman bakalım kim daha alaycıymış.”
Kıvılcım, Mehmet’i dışarı çıkarırken derin bir nefes aldı. Gerçekler çok yakındaydı artık. Ve hiçbir kelime, bu karşılaşmanın ne anlama geleceğini tam olarak tarif edemezdi.
Ama korkuyordu... Gerçekler hep can mı acıtmalıydı?
...
Bölüm Sonu
Nasıldı bölüm beğendiniz mi?
Yeni karakterimiz hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sizce Ateş bu gerçeği öğrendiğinde ne tepki verecek?
Kamil Cantürk hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sevgiyle kalın✨✨
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 36.71k Okunma |
4.08k Oy |
0 Takip |
70 Bölümlü Kitap |