52. Bölüm
𝐸𝓁𝒶𝓇𝒾𝓃 / ATEŞ VE BARUT / Kartlar Yeniden Dağıtılıyor

Kartlar Yeniden Dağıtılıyor

𝐸𝓁𝒶𝓇𝒾𝓃
dadaaaa

Evettt yeni sezonumuz hayırlı uğurlu olsunn!

Özlediniz mi kurguyu? Şahsen ben çok özledim buraya bölüm atmayı. Tabii ki bu süre içerisinde 15K olduk.

Umarım 100K'ları da görürüz.

Açıkçası heyecanlıyım. Bu bölümü aylar önce yazmıştım ve şimdi sizlerde okuyacaksınız.

Bakalım beğenecek misiniz?

Sizce bizi yeni sezonda neler bekliyor?

Bol bol oy ve yorum bekliyorum.

Lütfen 100 kişi okuyup sadece 10 kişi oy vermesin.

Sizleri seviyorum, sevgiyle kalın💗

 

 

“Bazı yıkımlar, insana ne kadar ayakta kaldığını hatırlatır.”

***

"Ne demek ölmediler!"

Kadının tiz sesi etrafı dolduruyordu. Karşısında duran adam ise başını yere eğmişti.

 

"Ölmediler efendim. Son anda bir İngiliz kadın onları kurtarmış."

 

"İngiliz kadın mı?"

 

"Evet efendim."

 

"O kadını ve o ikisini bulun bana!"

 

"Tabii efendim."

 

"Çık dışarı!"

 

Korkak adımlarla dışarı çıktı karşısındaki, yapılı ama bir o kadar da çekingen adam.

 

Kadın, elindeki kadehi daha da sıkınca, kristal cam çatlayarak paramparça oldu. Yere dökülen kırmızımsı sıvı etrafa yayıldı. Dudakları sadistçe yukarı kıvrıldı.

 

"Bundan sonra her yeri kan gölü yapacağım..."

 

Yüzünü pencereye çevirdi. Manzarası askeriyeye bakıyordu.

 

"Ve sizi de içinde boğacağım!"

 

***

BARLAS KARA (O günden)

"Her yeri arayın! Nerede olabileceklerine bakın!"

Onlara ne olduğunu bilmiyorum ama gerçekten çok korkuyordum. Bir anda ortadan kayboldular ve bulamıyoruz.

 

"Şuradaki küçük bina yanıyor!"

 

"İtfaiyeyi arayın, çabuk! Hızlı olun!"

 

"İçeride insan olup olmadığına bakın!"

 

Herkes aynı anda konuşmaya başlamıştı.

 

Ya ordalarsa? Ya ben onları kurtaramazsam?

 

İtfaiyenin gelmesi uzun sürmüştü.

 

İnşallah içeride kimse yoktur…

 

Ellerimizde yangını söndürebilecek hiçbir şey yoktu.

Korku ve ümit dolu gözlerim, dolmak için kendini zorluyordu.

 

Çok korkuyordum.

 

İtfaiyenin sesini duyunca kafamı o yöne çevirdim.

Kısa sürede gelip hortumlarını açtılar, yangını söndürmek için uğraştılar.

On dakika sonra ev nihayet söndürüldü.

Bizden birkaç kişi içeri girdi.

Nefesimi tuttuğumu, çıkan kişinin “İçeride kimse yok” demesiyle rahatça soluk alırken fark ettim.

 

Şükür… Kimse yoktu.

Ama… Neredeydiler?

 

"Etrafı aramaya devam edin, buralarda olmalılar! Küçük bir eşya bile bulursanız, getirin benim yanıma!"

 

Albayın köstebek olduğunu ve kaçak durumunda olduğunu öğrendikten sonra Kıvılcım ve Ateş Uras’ın kaybolması hiç hayra alamet değildi.

 

İçimden bir ses, bu işin içinde Yılan Mafyası olduğunu söylüyordu.

 

Sabaha kadar aramıştık ama yoklardı. Sanki yer yarılmıştı da içine girmişlerdi.

 

Sadri Alaca bile yardım etmişti aramalarımıza.

 

Melih ile birlikte ağaçların altında oturmuş, soluklanıyorduk.

 

"Sence neredeler? Kıvılcım seninle ne konuştu?" diye sordum.

 

"Telefonu beni aradıktan iki dakika sonra kapandı. Yani hiç konuşmadık. Sadece Ateş Uras’ı birileri kaçırmıştı, o da oraya gidiyordu. Attığı konum bile bize ulaşmadı çünkü bölgedeki elektriği kestiler. Kimin kaçırdığını bile bilmiyoruz… Ne yapacağız?"

 

"Bir bilsem… Yılan Mafyası ya da Albay sandığımız o itin yüzünden olabilir."

 

"O zaman önce onlardan başlayalım."

 

"İyi fikir. Hadi kalk!"

 

İkimiz de ayağa kalktık ve aramaya devam ettik.

 

***

BESTE ŞAHİN

Kıvılcım ve Ateş kaybolalı yaklaşık dört gün olmuştu. Bu dört günde aramalar sürüyordu, hatta haberlerde bile yer bulmuştu bu kayıp olayı. Hepimiz olabilecek her kötü ihtimalden korkuyorduk.

 

Ben askeriyedeydim. En azından bugün burada kalıp bilgi alacaktım. Kıvılcım’la küçükken pek iyi anlaşamasak da, büyüdüğümüzde can ciğer kuzu sarması olmuştuk. Ateş Uras’ı ise henüz tam olarak tanımıyordum. Ama iyi birine benziyordu.

 

Belki Kıvılcım veya Ateş kabul etmese de, bütün ekip onları birbirine çok yakıştırıyordu. Ben de yakıştırıyordum ama Kıvılcım’a bunu hiç çaktırmadım.

 

Dosyalara bakarken arkamdan bir ses duydum.

Adım seslerinden tanıdım.

 

Atilla.

 

"Atilla, niye geldin?" dedim, arkamı dönmeden.

 

"Nasıl anladın?"

 

"İnsanların adım seslerini ezbere bilirim."

 

Arkamı döndüğümde, elinde iki kahveyle bana bakan Atilla ile göz göze geldik.

 

"Evet, niye geldin? Kıvılcım da yok. Yani soru sorabileceğin kimse yok."

Dedim gözlerimi kısarak.

 

Elindeki kahveyi bana uzattı, başımı onaylamaz şekilde salladım.

"Niye mi geldim? Bulunup bulunmadıklarını soracaktım. Nereden bileyim senin burada olduğunu?"

 

"Bakın beyefendi, burası sıradan bir yer değil. Burası askeriye! Benimle bu şekilde konuşamazsınız ve canınız sıkıldığında da buraya gelemezsiniz! Mafya babasının buraya gelişi kadar ikonik bir şey yok!"

 

"Kahve?" diye sordu. Silah çekmek istedim bir an.

 

"Pardon?"

 

"Birazcık sakin olun lütfen! Hem buraya sizin için gelmedim. Ne bu ciddiyet yahu? Mafya babaları da namuslu olabilir hem. Ben askerimin yanındayım."

 

"Namuslu mu? Sen? Bir dakika, seni ciddiye alıyor muyduk ki?"

Dediğimde göz devirdi.

 

"Beni zaten hiç ciddiye almadın. İşte bu yüzden hep kaybettik."

 

"Biz senin hatan yüzünden ayrıldık. Ve inan bana, ben kaybetmemişim, aksine kazanmışım!"

 

Dediğimde biraz bozuldu ama yüz ifadesi hemen eski haline döndü.

 

"Ben de kaybetmişim. Bunu anladım."

 

"Anlaman biraz uzun sürmüş sanırım. Atilla Arman Kılıç, nam-ı diğer Sadri Alaca, siz beni kaybettiniz. Ve bu saatten sonra da kazanamazsınız! Sizden nefret ediyorum, ve inanın bana, nefret çok güçlü bir duygudur."

Deyip çıktım.

 

Arkasında nasıl bir kadın bıraktığını bilmiyordu.

Benim neler çektiğimi bilmiyordu.

 

Ondan nefret ediyorum.

 

Hızla lavaboya gittim, elimi yüzümü yıkadım. Son günlerde her şey üst üste geliyordu.

 

Kıvılcım neredeydi? Onsuz bu ekip asla aklı başında değildi. Timdeki herkes çılgın gibi onları arıyordu. Gerçekten ekibin ana sistemi Kıvılcım üzerineydi. Ve bunu hepimiz yeni fark etmiştik. O olmadığında hep eksiktik.

 

Neredesin Kıvılcım? Neredesiniz?

 

***

KIVILCIM ATEŞ

Hayat insana öyle şeyler yaşatır ki… Bazen kayboldum sanırsın, bazen de tam kurtuldum derken yılana sarılırsın.

 

Ben, Albay’ın köstebek olduğunu öğrendiğimden beri iyi değilim. O gün, ateşler içinde yanıp ölecekken de iyi değildim. Tam bitti dediğimiz yerde yeniden küllerimizden doğduk.

 

Alevler etrafımızı sarmaya başladığında bir kadın pilot belirdi. Bir anda bizi pencereden çekip aldı.

 

Belki de hayatımızı kurtardı diyebilirim.

 

Bu kadarını beklememiştim. Ama Ateş Uras tanıyordu onu.

 

Kadının adı: Melis Gold’du.

 

Bizi gözlerden uzak bir yere yerleştirdi.

Şimdilik kimseye haber vermedi çünkü güvende değildik ve telefon hatlarımız dinleniyordu.

 

Tam dört günde dört kilo verdim. Yüzümde yanıklar oluşmuştu; sadece yüzümde değil, vücudumun farklı yerlerinde de izler vardı.

 

Ateş Uras’ın durumu benden daha acildi. Yangından önce vurulmuştu ve üzerine yanıkları eklenince iyice çöktü.

 

Neyse ki doktor olan Melis Gold yanımızdaydı.

 

Melis, sarı saçlı ve ela gözlüydü. Bizden yaşça büyüktü. Ve sanırım Türk değildi.

 

Son dört gündür psikolojim tamamen çökmüştü. Belki dayanırım diyordum ama bu ihanetin ağırlığı… Bünyem kaldıramıyordu artık.

 

Ben… O gün aslında, ruhumun derinliğinde asla çıkmayacak bir yara aldım.

 

Hiç kimseyle konuşmuyordum. Ateş Uras arada Melis’le konuşuyordu. Bazen benimle konuşmaya çalışıyordu. Ama o da iyi değildi.

 

Babası… Öldü bildiği halde dirilip gelmişti yanına. Ve onu öldürmeye çalışmıştı.

 

Biz o gün ölmedik. Ama… Şimdi yaşamıyoruz da.

 

Barlas ve diğerlerinin bizi aradığına emindim. En kısa sürede onlara ulaşacaktık. Ama şimdi değil.

 

Her zamanki gibi pencerenin kenarına oturmuş dışarıdaki tarlayı inceliyordum. Artık bahar geleceği için her şey yavaş yavaş yeşermeye kendine gelmeye başlıyordu.

Etraftaki kuş cıvıltıları yoktu ama en azından dışarıdaki küçük gol birikintisini izleyebiliyordum.

Bu süre içerisinde Melis Hanım bizimle gerçekten çok iyi ilgilenmişti. İyi bir insana benziyordu. Ama artık kimseye güvenmiyordum.

Güvenmek bana iyi gelmiyordu.

Güvenebileceğim insanlar yoktu ki doğru düzgün.

Unutmak istiyordum ama olmuyordu. Her gün her saniye canım daha çok acıyordu.

Nasıl bu kadar aptal olabilirdim?

"Kıvılcım, iyi misin?" Arkamdan gelen cılız ses ile kafamı kapı pervazına güçlükle tutunan Ateş Uras'a çevirdim.

Solgun ve bitkin görünüyordu. Eskisi gibi neşeli değildi espri yapmıyordu.

O gün ikimizinde tükenişiydi.

Cevap vermedim o da zaten cevabı biliyordu.

Yanıma güçlükle de olsa geldi ve koltuğa oturdu.

Ben tekrar pencereye döndüm dolu gözlerle.

Üzerimdeki kıyafetler eski kıyafetlerdi çünkü benim kıyafetlerim çok hasar almıştı o gün. Saçım başım da birbirine girmişti çünkü burada banyo yapamazdım.

İstesem de artık kimseye güvenecek değildim.

"Hiç konuşmuyorsun ne benimle ne de Melis ile."

Gözleri bendeydi. Benimse pencerede.

"Ben artık evime gitmek istiyorum Uras."

"Gideceğiz ama şimdi değil."

"Ne zaman?"

"Tehlike geçtiğinde şuan açık hedefiz ama Melis iyi bir ajandır bizi kolay kamufle eder. Bir kaç gün daha beklemeliyiz."

"Peki, bekleyelim."

İkimizde konuşmadık.

Kelimeler bile tükenmişti artık.

"Artık sen de espri yapmıyorsun" dedim hafif gülümsemeyle.

"Espri yapacak halim kalmadı ki... Eskiden bir umudum vardı mutlu olmaya dair. Ama şimdi... Yok."

"Bende herkese güvenebileceğim zannederdim yanılmışım."

"Bizden bir günde çok şey aldılar."

Kafamı salladım.

"Benden ailemi aldılar şimdi de ruhumu. O gün bizim kurtulmayacağımızdan emindim. Bitti demiştim yeniden başlamaya ne dermanım ne de gücüm.vardı şimdi yeniden başlamak zorundaymşım gibi ama...Bende o derman yok artık. Sanki hayat önünden roket takarak gidiyor da ben oturup izliyormuşum gibi yada her şeyimi kaybetmişim gibi. Ama Toprak hâlâ hayatta olduğuna göre ayağa kalkmak zorundayım."

Söylediklerimi hiç bölmeden kafasını sallayarak dinledi.

"Seni o kadar iyi anlıyorum ki. Ben de ayağa kalkmak zorundayım ama mecalim yok. Hayat üstüme geliyor."

Yine gözlerim dolmuştu.

"Sarılmak ister misin?" Diye sordu Ateş Uras.

Dolu gözlerimi onun -eskiden benden canlı ama şimdi benimkinden de farksız olan- gözlerine çevirdim.

Kafamı onaylar şekilde sallamam ile sanki bu anı bekliyormuş gibi bana sarılması bir oldu.

Birbirimize sarılmak psikolojik olarak iyi gelmişti.

Gözyaşlarımı tutamamıştım sanki dayanacak bir omuz arıyormuş gibi şimdiye kadar tuttuğum gözyaşlarımı bir anda akıtmıştım. Ateş Uras da bir yandan sırtımı sıvazlarken bir yandan da saçımı okşuyordu.

"Geçti... Geçti... Geçti... Sakin ol"

Yaklaşık beş dakika böyle geçti daha sonra ben ayrıldım. Ve gözyaşlarımı sildim.

Bazen yaslanacak bir omuz bin derdi alıyordu.

...

Günler geçmek bilmiyordu. Zaman, sanki inadına ağır ağır akıyordu.

Bugün Barlas’la iletişim kuracaktık. Ve buradan gidecektik.

Çok mutluydum. Ya da mutlu olmaya yakındım.

 

Bahçede amaçsızca yürürken arkamdan Melis Hanım’ın sesini duydum.

"İyi misin? Kaç gündür kötüydün ama son iki gündür toparladın gibi," dedi gülümseyerek.

 

"Biraz öyle oldu diyelim... Kabullenmek... Hayatım boyunca en iyi yaptığım şeydi aslında."

 

"Kabullendim diyorsun yani?"

 

"Evet, öyle."

 

Kabullenmek… ne kadar kolay geliyor dilime. Oysa her kabulleniş bir parçanın daha eksilmesi. Ama başka çarem yoktu. Ayakta kalmak için bazen boyun eğiyorsun, sadece nefes almak için.

 

"Peki, şimdi arkadaşlarınızı arayabilirsiniz. Bağlantılar tamam."

 

Telefonunu bana uzattı.

Barlas’ın numarası hâlâ ezberimdeydi, neyse ki. Hemen tuşladım ve beklemeye başladım.

 

"Alo? Kimsiniz?" Sesi oldukça tahammülsüz ve yorgundu.

 

"Barlas, benim. Kıvılcım."

 

"Kıvılcım!"

Sesi heyecanlıydı. Aynı zamanda derin bir özlem ve merak taşıyordu.

 

"Evet, benim."

Sesim cılız çıkmıştı, her an ağlayabilirdim.

 

"Ya kaç gündür sizi arıyoruz! Nerede—"

 

"Anlatacağım. Ama bizi buradan almalısın."

 

"Tamam. Neredesiniz?"

 

Konumu verdim. Hiçbir şey söylemeden kapattı.

Koşarak eve döndüm.

 

"Ateş Uras! Barlas’la bağlantı kurduk. Geliyorlar!"

Neşeli olmaya çalışarak seslendim ve odasına girdim.

Uyuyordu.

 

"Uras! Kalk! Uras!"

 

Ne ağır uykuydu bu böyle? Yanına gidip onu dürttüğümde sigara ve alkol kokusu ciğerime doldu.

 

"Sen… sarhoş musun?"

 

Yüzüne bakınca cevabı zaten görmüştüm. Sızıp kalmıştı.

Ellerimle biraz dürttüm. Sonunda yavaşça gözlerini araladı.

 

"Asker Hanım?" dedi uykulu sesiyle.

 

"Pilot Bey, sana sesleniyorum. Duymuyor musun?"

 

"Vallahi duymadım. Niye seslendin?"

 

"Barlas bizi almaya geliyor. Bu arada… sen içtin mi?"

 

Yatakta oturup elleriyle gözlerini ovaladı. Ardından esnedi ve göz göze geldik.

 

"Evet. Biraz içtim. Aklımdakilerin gitmesini istedim ama… gün sonunda her şey yine başa döndü."

 

Senin güçlü olduğunu düşünürdüm hep. Her zaman ayakta, her zaman hazır. Ama şimdi... seni bu hâlde görmek içimi sızlattı. Dayanacak kimsem kalmadığında sana yaslanmak istemiştim. Şimdi neye yaslanacağım, Uras?

 

"İçki veya sigara bir çözüm değil Uras. Ayrıca... leş gibi kokuyorsun."

 

"Sanki sen çiçek gibi kokuyorsun. Kaç gündür banyo yapmıyoruz zaten!" dedi, alayla.

 

"Yine de bunu içmene gerek yoktu. Şimdi daha da kötü kokuyorsun."

 

"Git o zaman Kıvılcım. Beni yalnız bırak. Kokum ve ben mutluyuz. Barlas’lar gelene kadar beni rahatsız etme!"

 

"İyi. Peki. Görüşürüz."

 

Dibine kadar düştün yani, Uras... Ve ben sana yardım etmek isterken, sen beni de kendinle birlikte batırıyorsun.

 

Odadan çıktım. Gerçekten kötü kokuyordu. Her zamanki koltuğuma oturup Barlas’ı beklemeye başladım.

Son birkaç gündür neler olup bittiğine dair hiçbir fikrim yoktu.

Merak içindeydim.

 

Yaklaşık bir saat sonra askeri bir araç göründü. Yaklaştı… biraz daha…

Gözlerim parladı. Dışarı fırladım.

 

Barlas araçtan ilk inen oldu. Koşarak ona sarıldım. O da bana sıkıca sarıldı. Açık mavi gözleri özlemle bana bakıyordu aynı zamanda endişeliydi.

 

"Seni çok özledim," dedi.

 

"Ben de."

 

Sonra ondan ayrılıp gözleri dolu dolu bana bakan Beste’ye sarıldım. Ardından diğerleri geldi; hepsi birden bana sarıldı.

 

"Ateş nerede?" diye sordu Melih.

 

"İçeride olmalı."

 

Melih içeriye doğru yöneldi. Aslı yoktu, Toprak da…

Keşke onlar da burada olsaydı. Herkesi bir arada görmek ne garip bir huzur… ne garip bir acı.

 

"Neler oldu?" diye sordular gözleriyle.

 

"Albay… önce Ateş Uras’ı, sonra da beni kaçırdı. Ve… öldü sandığımız Kamil Cantürk yaşıyormuş. Yaman… o da hainmiş. Bizi bir odaya koydular, yakmaya çalıştılar. Ama Melis Hanım helikopteriyle bizi kurtardı. Neyse ki…"

 

Hepsi donakalmıştı.

 

"Albayı biliyorduk ama Kamil Cantürk ve Yaman’ı bilmiyorduk. Ben zaten Yaman’ın ortadan kaybolmasına şaşırmıştım," dedi Barlas.

 

"Bizi gerçekten öldürmeye mi çalıştılar?" dedi Beste, fısıltıyla.

 

"Vay şerefsizler! Arkamızdan kuyumuzu kazanlar, meğer dost sandıklarımızmış," diye bağırdı Bulut.

 

"Abi, onları bir bulayım… yemin ederim analarından emdikleri sütü burunlarından getireceğim!" dedi Duygu, öfkeyle.

 

O sırada Melih ile birlikte Ateş Uras göründü.

Perişandı. Gözleri çökmüş, yüzü ifadesizdi. Dağılmıştı.

 

"Uras kardeşim, iyi misin?" Dedi Barlas, hemen ona doğru koşup sarıldı.

 

"Değilim," dedi Uras, donuk ve net bir sesle.

 

"Arkadaşlar, hadi önce hastaneye gidelim. Hepinizin yüzünde yanıklar var. Özellikle Ateş Uras’ın durumu kötü görünüyor. Hemen gitmeliyiz," dedi Melih.

 

Uras’a yürüyebilmesi için destek oldular.

Melis Gold çoktan ortadan kaybolmuştu.

Bizde hastanenin yolunu tuttuk.

***

 

Vee kestikk...

Nasıldı bölüm?

Sizce en baştaki kadın kimdi?

Bu arada Beste& Atilla'ya özel bölüm yazacağım. Yazdığımda hemen atarım.

Bol bol oy ve yorum bekliyorum bir sonraki bölümün gelmesi için.

Sevgiyle kalın💗

 

 

Bölüm : 30.05.2025 21:48 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...