51. Bölüm
𝐸𝓁𝒶𝓇𝒾𝓃 / ATEŞ VE BARUT / SEZON FİNALİ

SEZON FİNALİ

𝐸𝓁𝒶𝓇𝒾𝓃
dadaaaa

Merhaba, sezon finali bölümümüz ile geldimm. Nasılsınız? Ben çok duyguluyum şuan okuyunca anlayacaksınız. Bu kurguyu yazarken çok okunacağını açıkçası düşünüyordum ama bu kadar sevileceğini düşünmemiştim. Açıkçası ben özellikle Kıvılcım ve Ateş Uras'ı yazarken hep duygulu ve iyi hissettim. Kendimi her kötü hissettiğimde onları yazdım ve sonuç böyle oldu. Tabii ki hata yaptığım yerler vardır yazım noktalama vs. Ama yine de bu kurguyu gerçekten severek okuyan insanları görmek beni her seferinde aşırı mutlu yapıyor.

Özellikle bana destek olan; @kurgubağımlısı, @limay._miss ve çok sevdiğim her arkadaşıma, okuruma teşekkür ederim.

Sizleri seviyorum.

Bir iki ay kadar beklemede kalacağım. Çünkü biraz ara vermek ihtiyacı hissettim. O zamana kadar sevgiyle ve olur kalınn.

Bu arada yeni kurgum Sis Çizgisi'ne de beklerim sizleri. Gizem, gerilim, aşk, aksiyon temalarinda bir kurgudur kendisi.

Evett şimdi sezon finalimize geçelim. Bol bol yorum bekliyorum sizdenn.

 

 

"Biri yok etmek için yanardı, diğeri direnişin ta kendisiydi.”

 

-Geçmiş-

"Mehmet baba, bak sana papatya aldım! Kulağına tak!”

Küçük kız karşısındaki adama baktı.

Gülümseyerek bankta onu izliyordu.

Kıvılcım papatyayı çok severdi. Bu yüzden Mehmet Bey ona papatya bahçesi dikmişti hem de kendi elleri ile.

 

Bir gün aynı ellerle tetiği ona tuttuğunu bilmeden.

“Kıvılcım, tamam bırak o çiçeği haydi hava karardı eve gitmeliyiz” dedi.

“Ama-“ diye itiraz edecekti ki Kıvılcım,Mehmet Bey, hızla ayağa kalktı ve bisikleti arabanın bagajına ve Kıvılcım’ı da arabaya bindirdi.

Papatyayı da alıp ezdi.

Çünkü papatyadan nefret ederdi.

Kıvılcım’ın yüzü düşmüştü kollarını birbirine bağladı ve somurttu. Mehmet Bey de ön koltuğa oturackken telefonu çaldığında duraksadı.

Göz ucuyla Kıvılcım’a baktı, arabadan aşağı indi.

Ve telefonu açtı.

“Kız, benimle. Bu saatten sonra her şey lehimize beyler! Sadece büyümesini bekleyeceğiz. Onu kendi ellerimle yetiştireceğim. Güçlü olduğunu sanacak ama olmadığını ona ve bütün Türk milletine göstereceğim.” Sinsi sinsi sırıtıyordu. Ama Kıvılcım onun bu sırıtışını iyi bir şey zannetmişti hâlbuki onun kaderini değiştirecek bir gülüştü bu. Ama nereden bilebilirdi ki?

 

Karşındaki adam da güldü.

 

“Uras da hazır. Annesi ve kardeşini öldü biliyor ve psikolojik olarak çöktü! Şimdi game over!”

İki hain o gün bu iki gencin kaderlerinin bir şekilde kesişeceğinin ve onları yıkmak için birlik olacaklarını bilmiyordu.

“Ateşi yakmaya bir Kıvılcım yeter.”

...

Flashback bitti.

Günümüz.

Gelmiştim. Ağaçlık ve gözlerden uzak bir yer seçmişlerdi. İnsanım içini korku kaplıyordu belki de... Ama hayır, korkuya yer yoktu bedenimde de ruhumda da.

 

Karşımdaki ev betonarme bir evdi. Kat olarak 5 katlıydı. Ama içi harabeye dönmüş olmalıydı. Dışarıdan bile evin çatlakları olduğu belli oluyordu.

 

Böyle bir yer seçmeleri tam da tahmin ettiğim gibiydi. Korkaklardı sonuçta!

 

Hızlı ve temkinli adımlarla üzerime can yeleğimi, kulağıma kulaklığımı takıp saçım ile kapattım Melih aramadaydı.

 

"Melih içeri gireceğim. Sen yerimi kaçırma sakın."

 

"Tamamdır komutanım."

 

Silahlarımı yanıma aldım.

Çok karanlık ve kötü bir yer olduğunu beş kilometre uzaklıktan bile anlayabileceğiniz o yere girmek zorundaydım.

Ateş Uras’ı neden kurtarmak istiyordum?

Çünkü o da bizim ekipten.

Evet, doğru.

 

İçimdeki sesleri susturup sırtımı ve çenemi dikleştirdim.

Kapıyı çaldığımda tekte açıldı.

Açan kişi yılan dövmeli bir adamdı.

Travmalarım depreşti!

Son derece kabaca kolumdan tuttu ve içeriye sürükleyecekken yüzüne attığım yumruk ile yere serildi.

“Bir daha yaparsan ölürsün it!" Aklı sıra bana vuracaktı.

 

Ona ters ters baktım burnunu tutuyordu gülümsedim ve önden ilerledim.

“Pist neredesiniz şerefsizler!” sallana sallana üst kata çıktım.

 

“Buradayız!” sesler uzaktan bir üst kattan geliyordu. Hemen merdivenlere tırmandım ve hızlıca üst kata çıktım.

 

Solda bir oda vardı ve ses oradan geliyordu.

 

Oraya yönelince gördüğüm kişi ile yıkıldım.

Albay...

Sadece köstebek değilmiş...

 

...

Albay, elindeki silahı doğrudan bana doğrultmuştu.

Ben ise ona kırgın ve kızgın gözlerle bakıyordum.

Her zaman yanı başımda olan haini görememiştim. Dahası, yıllarımı onunla geçirmiştim.

Dostoyevski, İnsancıklar romanında, "Çok tuhaftı, ağlayamadım ama ruhum paramparça olmuştu," der.

Ben de öyleydim. Ruhum darmadağın olmuştu.

Ve ben ağlayamadım.

Çünkü ağlarsam, onlara zevk verirdim.

 

Gözlerimi ondan ayırıp Ateş Uras’a çevirdim.

Yüzü, gözü kan içindeydi. Kolunda yanık izleri vardı.

Sağ gözü morarmıştı, diğeri ise kan çanağına dönmüştü. Burnunu kırmışlar, bağlamışlardı.

 

İşte o an gerçekten parçalandım. Gözlerim doldu.

 

Yarı baygın, yarı uyanık bir hâlde bana bakıyordu.

Ve gülümsüyordu. Sanki yıkılmak umrumda değilmiş gibi. Her şeye rağmen...

Evet... gülümsüyordu.

Gözleri, "Git," diyordu.

Ama gitmeyecektim.

 

Tekrar albaya döndüm.

Sırıtıyordu.

" Adi it! Ne kadar şerefsizsin ya!"

" Tam da tahmin ettiğim gibi… Ateşi yakmaya bir Kıvılcım yetti!" Deyip sırıttı.

 

"Kes artık! Ne istiyorsun? Bunca yıldır devletine karşı kumpas mı kuruyordun?"

 

"Hayır. Ben zaten Türk değilim. Sen bana o kadar inandın ki, beni araştırma gereği bile duymadın!"

" Çünkü ben sana güvendim! Babam sandığım adamın arkamdan kuyumu kazdığını nereden bileyim?" Diye patladım. Sesim hafif çatlak ve kırgın çıkmıştı çünkü hem benim hem de içimdeki kızın kalbini kırmıştı.

" Rolümü iyi oynamışım demek. Güzel. Bir ara ödül almalıyım. Şimdi… gelelim asıl meseleye."

"Haydi, ben tamam da… onun ne suçu var lan! Bırak onu, gitsin! Hesabını benimle gör!" Dediğimde, albay yüzüme donuk bir ifadeyle baktı.

 

Ateş Uras, güçsüz gözlerle kafasını kaldırdı.

" Çünkü bu romanın kahramanı sadece sen değilsin. En başından beri birer piyondunuz siz. Evet evet, ikiniz de."

Sonra arkasındaki adamlara işaret etti.

Melih’in sesi kulağımdaydı... sanıyordum. Bağlantı kopmuştu.

Arkamda bir ses duydum. Kafamı çevirdim.

Gelen kişi... bizim "öldü" sandığımız adamdı.

Benim bizzat kafasından vurduğum, lanet pislik: Kamil Cantürk.

 

Ateş Uras’la birlikte şok içinde bakarken o, gayet rahat bir şekilde içeri girdi.

 

Albayın yanına geçti.

Her şey kafamda tek tek oturmaya başladı.

Ama hâlâ eksik parçalar vardı.

 

Arkamdan gelen cılız bir ses...

"Baba?"

Gözlerinden nefret akıyordu.

"Lan… ben seni öldürmedim mi? Hortladın mı?"

Kamil güldü.

 

"Çok komiksin Kıvılcım. Ama unutma, bu oyunu tek kuralına göre oynayan sensin. Ne ben, ne Mehmet, ne de… Yaman..."

Yaman mı?.. Ne?!

Aklıma mukayet ol Allah'ım…

 

 

Ve o anda Yaman çıktı karşıma.

Ateş Uras’a gülümsedi, bana ise nötr bir bakışla baktı.

Ben ona tiksintiyle baktım.

"Vay be! Etrafım kahpeyle doluymuş ama ben kahpelere inat yaşayacağım. Sizin varlığınız ya da yokluğunuz umurumda değil. Bu saatten sonra sınırları zorlayacağım." Dedim alayla.

İçim kan ağlıyordu.

Barlas… neredesin? Gel artık!

"Merhaba Kıvılcım. Beni görmeyi beklemiyordun sanırım." Dedi Yaman her şey normalmiş gibi.

 

" Seni görmüyordum zaten, Yaman!" Dedim umursamazca.

Yüzü düştü.

Diğerlerine döndüm.

"Ee yani şimdi ne yapayım? Üçünüz birleşince güçlü olduğunuzu mu sandınız? Komiksiniz."

 

Kamil, umursamazca sırıttı.

"Evet… şimdi gelelim esas meseleye. Şu kızı hemen şu sandalyeye bağlayın!"

"Deneyin!" Dedim meydan okurcasına.

İlk adam arkadan saldırmaya çalıştı.

Eğildim, ayaklarını tuttum ve yere serdim.

Bir gitti.

İkinci adam geldi. Kafasını yere çarptım.

O da gitti.

 

Sağ yanımdan gelen bıçak darbesi cildimi sıyırdı.

Yine de derin bir nefes alıp sakinleştim.

Tam o an… Yaman saçlarımdan çekip beni yere savurmaya çalıştı.

Ateş Uras ayağa kalkmaya çalıştı ama başaramadı.

Çünkü ayağa kalktığında, sistem ona bıçak saplayacak şekilde kurulmuştu.

Saçlarımın dipleri sızlarken içimden bir ses “Pes etmek yok” dedi.

 

Ayağımla Yaman’a çelme taktım, yere düştü.

Ve yüzüne sert bir tekme attım.

Nakavt.

 

Albay ve Kamil bana nefretle bakıyordu.

Ben de onlara aynı şekilde baktım.

Cebimdeki silahı çıkarmak için uygun anı bekliyordum.

Barlas’ı bekliyordum.

"Benden bir canavar yaratmak planınızın parçasıydı, değil mi? Bizi piyon olarak kullandınız. Geleceğe yatırım… ne kadar yaratıcı!

Her neyse, ya teslim olursunuz ya da ben sizi öldürürüm. Ki… çok iyi adam öldürürüm. Bunu en iyi Kamil Bey bilir."

 

"Evet, belli oluyor. Hemen dirildim zaten. Ama teslim olmak bizim kitapta yazmaz, asker hanım. Önce şu oğlumu, sonra da seni öldüreceğim. Kendi ellerimle."

 

Ellerini gösterdi.

Sözleri canımı yakmadı.

Ama Ateş Uras’ın canını yaktığına emindim.

 

"Git, ellerine bakım yaptır önce. Manikür, pedikür falan… rezil adam!"

" Kes be! Alın şunu, şu sandalyeye bağlayın!"

"Bana hemen söyleyin: Siz ikiniz ve şu salağın… asıl çalıştığı kişi kim?"

 

"Oldu canım, başka?"

 

Kamil gevrek gevrek güldü.

Albay hâlâ sessizdi. Sadece izliyordu.

Ve o anda...

Arkadan sesler duyuldu.

Sanırım… geldiler.

Seslerini duyduğum anda, arkamda beliren Yaman beni zorla tuttu ve bir sandalyeye oturttu. Cebimdeki silahı almasıyla tamamen savunmasız kalmıştım.

Kalkmaya yeltendim, tam ayağa kalkacakken...

Albay yüzüme sert bir tokat indirdi. Sendeleyerek yere düştüm.

 

Dudağım çatlamış, kanıyordu.

Öfkeyle gözlerine baktım. Aynı nefretle o da bana bakıyordu.

“Türklerden nefret ediyorum. Her defasında ayağa kalkacak bir yol buluyorsunuz! Hemen diz çök önümde!” diye bağırdı.

Sinirle güldüm.

“Sizin gibilerin önünde diz çökeceğime, şerefimle ölürüm daha iyi.”

 

Yeniden vurmak üzere elini kaldırmıştı ki, Kâmil Cantürk araya girdi:

 

“Hadi, gitmeliyiz! Hemen!”

 

Son bir bakış attıktan sonra arkasına bile dönmeden çıktı.

Onların peşinden gitmek için hamle yaptım ama kapıyı üzerimize kilitlediler.

 

Kahretsin! Silahımı da almışlardı...

 

Hemen Ateş Uras’ın yanına koştum.

Ellerini bağlayan ipi çözdüğümde derin bir nefes aldı.

 

“Te-teşekkür ederim... geldiğin için,” dedi zorlanarak.

 

O sırada odadaki eski tip bıçaklı sisteme gözüm takıldı. Onu kullanarak kapıyı açmayı denedim.

Ama olmadı.

 

Barlas’ları beklemekten başka çaremiz yoktu.

Bir anda cebimdeki telefonu hatırladım.

“Hemen arayayım!” diye düşündüm ama...

Ekran açılmadı. Şarj bitmişti. Cihaz bozuktu.

 

İşte şimdi gerçekten bittik.

 

“Ne yapacağız?” dedim çaresizce. “Telefon bozuk, silahım yok, sen de yaralısın!”

“Beni boş ver Kıvılcım... Şuradaki camdan aşağı atla ve kurtul!”

Cam olduğunu o anda fark ettim. Yaklaştım ve aşağı baktım.

Ama yükseklik...

Atlayamazdım.

“Seni burada bırakamam,” dedim.

Onu kaybedemezdim.

Kabul ediyorum, onu seviyordum. Onu koruyamamıştım. Ama... belki birlikte ölebilirdik.

 

“Bırak git! Babam bile beni burada bırakıp gitti. Senin ne haddine!”

“Kes sesini!” dedim öfkeyle. “Ben baban gibi şerefsiz miyim? Beni onunla bir tutma!”

Bu sözümle dumura uğradı.

Sessizlik çöktü.

Sonra mırıldandı:

“O zaman... ikimiz de kurtulamayız, Kıvılcım.”

 

“Benim için hava hoş. Seni bilemem.”

 

“Benim için de öyle...”

 

Barlas hâlâ gelmemişti.

Ve duman... artık burnumuzun ucundaydı. Her nefeste biraz daha ciğerlerimizi yakıyordu.

Buradan çıkamayacağız.

Çıkış yoktu.

Sanırım gerçekten... birlikte ölecektik.

 

Birbirimize bakıyorduk. Sessiz, korkulu ama teslim olmuş bir hâlde.

"Sen... korkmuyor musun hiç?" Dedi Ateş Uras sessizlikten çıkarak.

 

"Korkuyorum."

 

"Ama hiç belli etmiyorsun."

 

"Çünkü bazıları ağlarsa herkes dağılır, biliyorsun." Dediğimde sustu yine.

 

Ama bir kaç saniye sonra,

“Sana her şey için özür borçluyum, Kıvılcım,” dedi Ateş Uras. “Pek çok şey yaşadık. Seni kırdıysam... hakkını helal et.”

 

Güçlükle konuşuyordu. Sesi kesik kesikti.

Gözlerimden yaşlar süzülecek gibi oldu ama tuttum göz yaşımı.

 

“Ben de özür dilerim... Yaman’ın hain olacağını hiç düşünmemiştim. Seni bu konuda hep suçladım. Hakkını helal et.”

 

Kafasını yere eğdi. Göz yaşlarını saklıyordu.

 

Son hâlimiz, gerçekten yürek burkucuydu.

Hayatımda çok şey yaşadım ama bu son dakikalar…

En acısıydı.

 

Ne kardeşime... ne de dostlarıma veda edebiliyordum.

Bir umut vardı içimizde ama...

Tek bir ışık bile görünmüyordu.

 

Hayır, ölümden korkmuyorum. Bir gün elbet ölecektim. Ama bu şerefsizler tarafından ölüme bırakılmak bana çok koyuyordu.

 

Alevler artık odaya girmişti. Biz, pencere kenarında ölümü bekliyorduk. Ben Ateş Uras’a, o da bana tutunmuştu.

 

Hayat bizi hiç mutlu etmemişti. Hep bir yangının içinde büyütmüştü. Biz ateşlere alışıktık... ama bu bambaşkaydı.

 

Alevler, sadece bedenimizi değil, ruhumuzu da esir alıyordu.

Nefes alamıyorduk.

Yavaş yavaş tükeniyorduk.

Bu bir son muydu?

İkimiz için de gerçek bir son muydu?

 

Yoksa kader, bizi birlikte yazmak için mi örmüştü?

 

 

“Asker Hanım,” dedi kısık bir sesle.

“Evet,” dedim, dumandan zor çıkan sesimle.

“Bu kadar mıydı?” dedi, içinde hâlâ bir umutla.

“Evet... Bizim hikâyemiz buraya kadarmış.”

 

“Olmaz... Asker Hanım... Daha intikamımızı bile alamadık.”

 

“Bu dünyada zaten şansımız yoktu. Bir şekilde kaybedecektik. Ama öbür dünyada... orada biz kazanacağız. Çünkü orası adaletli. Bu dünya adaleti unuttu.”

 

“Ya... ya babam annemlere zarar verirse?” dediğinde içim parçalandı.

 

Kalbimde büyük bir acı hissettim.

 

Toprak... bensiz ne olacaktı?

 

Onunla paylaşabildiğim tek bir hatıram bile yoktu.

 

Kaybolan yıllarıma yanıyordum.

Yaşayamadığım onca yıla...

 

Artık kaçacak ya da saklanacak yer kalmamıştı.

Anne... baba... ben geliyorum, dedim içimden.

 

Bu dünya beni hiçbir zaman kabullenmemişti.

Ben bu dünyaya sığamamıştım.

 

 

Peki ya Ateş Uras? Onunla birlikte mi ölecektik?

Gerçekten kaderimiz bir miydi?

Onca şey yaşadık ama böyle bir acıyı hiç paylaşmamıştık.

 

Ve şimdi...

 

Artık yaşamak istiyorduk.

Ama gücümüz yoktu.

İkimiz de bunun bir son olduğunu biliyorduk. Bu dünyada ne o gökte, ne ben yerde savaşmadan durmuşuzdur.

O gökyüzünde, ben yeryüzünde hayat bulmuştuk.

Ama şimdi...

Aynı yangında birlikte kül oluyorduk.

 

Bazı hikâyeler...

Yarım kalmak zorundadır.

Ve ihanet...

“İhanet, bazen bir silahtan daha keskindir. Ve o yara, adaletle dikilmezse kanamaya devam eder.”

 

Biz, o yarayı dikmek için canımızı ortaya koymuştuk.

Ve şimdi...

Onun altında eziliyorduk.

---

ATEŞ URAS CANTÜRK

Ben hep güldüm… İnsanlar beni güçlü sandı. Belki de öyleydim. Ama kimse sormadı: Gücüm nereden geliyor? Kimse bilmedi, o gücün her gece yastığa gömdüğüm çığlıklardan doğduğunu.

 

Babamın beni öldürmeye çalıştığı günleri hatırlıyorum. Kendi kanımdan, kendi canımdan bir adam… Ve ben hâlâ nefes alıyordum. Annem? Suskun. Kardeşim? Hayata küskün. Ben ise hâlâ ayaktaydım. Çünkü biri ayakta kalmalıydı.

 

Ne zaman Kıvılcım’ın gözlerine baksam… İçimde bir yangın büyüyor. Benim yerle bir olmuş geçmişime rağmen hâlâ iyilikle savaşan bir kadın o. Belki de onun gözlerinde kendimi yeniden var ediyorum.

 

Ama ona söyleyemem. Çünkü ben bir yangınım… Ve o, adıyla bile parlayan bir kıvılcım. Eğer yaklaşırsa, onu da yakarım.

 

Ama bu olmadı. Yaklaştık birbirimize... Ve şimdi patlıyorduk.

İkimiz de ölmek üzereydik.

 

Şu an tek düşüncem, geride bıraktığım ailemdi. Babam onlara zarar verecekti.

Ve Kıvılcım… Onu koruyamamıştım.

Benim yüzümden buraya gelmişti. Ve şimdi ikimiz de ölecektik.

 

Canım yanıyordu. Ama kendime değil…

Yapamadığım intikama, koruyamadığım insanlara yanıyordu canım.

 

Bu dünyada hep masumlar mı kaybeden olacaktı? Hep güçlü ve parası çok olan mı kazanacaktı?

Sahi… Adalet diye bir kavram var mıydı?

Yoksa sadece insanları susturmak için kitaplara büyük harflerle yazılan bir kelimeden mi ibaretti?

 

Vatanım için canımı verirdim, lakin bu şerefsizlerin elini kolunu sallayarak masumları acımasızca öldürmesi, içimi kavuruyordu.

 

Bu dünyadan göçmeden önce ilk hedefim onları öldürmekti.

Küçük bir çocuğun ruhunu öldüren herkesin kalbini yerinden söküp yakmaktı.

Ve çadırları aleve verdikleri gibi… Onları da aleve vermekti.

Ama şu an…

Benim ruhum paramparça, bedenim güçsüz ve alevlere teslim olmuştu.

Kaderimi kabullenmiştim.

---

Yazar Anlatımı.

Kıvılcım ve Ateş Uras, umudunu tamamen kaybetmişken, Barlas kaçan hainlerin peşine düşmüştü.

Herkes yangını söndürmek için uğraşıyordu. Ama iki gence, boyun eğmeyen bir umut eşlik ediyordu.

 

Bu, onların yıllar boyunca süren kararlı bekleyişiydi.

 

Dünyada adalet yoktu.

Kurallara uyan çok az kişi kalmıştı. Belki de yoktu...

Onlarca insanın ölümüne neden olanlar hâlâ dışarıda geziyordu.

Ve onlar, çaresizce bekliyordu.

 

Beklemek.

Evet… Çaresizce bekliyorlardı.

 

Tıpkı o gün, Ateş Uras’ın kardeşi ve annesi ölmesin diye ettiği sessiz yalvarışlar gibi...

 

Ya da Kıvılcım’ın, küçük yaşta onlarca bedeni kendi elleriyle toprağa gömmeye çalışması ve kimsenin ona yardım etmeyişi gibi.

 

Umut.

 

Ateş Uras’ın, annesini bulduğunda—öldü sandığı- annesinin aslında yaşadığını öğrendiği o an gibi.

 

Ya da Kıvılcım’ın, öldü sandığı kardeşini ağır yaralı ve sağır hâlde bulması gibi.

Bazılarımızın asla anlayamayacağı bir şeydi bu.

Bu iki gencin kaderi benzerdi, hikâyeleri de.

Peki bakalım…

Küllerinden doğacak Ateş Uras ve Kıvılcım, dünyaya adaleti öğretebilecek mi?

Yoksa… Her şey çoktan bitti mi?

Kuralsız oynamanın zamanı geldi.

 

"Ateşi yakmaya bir kıvılcım yeter. Ama o kıvılcımı söndüreceğini sananlar… Henüz kül olmamış bir yangını hiç görmemiştir."

 

"Ateş, yakabileceği her şeyi yakana dek yanar. Ancak o zaman söner."

 

 

Devam edecek...

 

Evettt sezon finalinin sonuna geldik. Açıkçası birkaç duyguyu aynı anda yaşadık bence. Güzel bir sezon finali olduğunu düşünüyorum. Siz ne dersiniz? Hayal ettiğiniz gibi mıydı? Yoksa başka şekilde mi olmalıydı?

Sizce her şey bitti mi? Yoksa adalet yerini bulacak mı ikinci sezonda?

Bölümü nasıl bulduğunuzu mutlaka yazın aşırı merak ediyorum.

Sevgiyle kalın💗

@dadaaa

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 03.05.2025 17:17 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...