71. Bölüm

Son bakış

𝐸𝓁𝒶𝓇𝒾𝓃
dadaaaa

Selamlarrr, nasılsınız??

Bölüme geçmeden omce oyunuzu vermeyi ve satır aralarına yorum bırakmayı unutmayınnn

Yorumları gördükçe daha hızlı ve motive yazıyorum. Yorum olmayınca yazasım gelmiyor.

Keyifli okumalar✨

 

                        ...

Mezarlık ölümü hatırlatan, gerçeklik ile hayal arasına sıkışmış ruhların eninde sonunda geleceği tek yer.

Kaçış yok. Olamaz da.

Yakınlar için bu durum çok acı bir gerçektir. Kabul edilmesi, algılanması zordur. Gözyaşı kaçınılmazdır. Çünkü ateş sadece düştüğü yeri yakarmış.

Ateş Uras ve Umut ayakta durmakta zorlanıyordu ve biz de arkalarındaydık. Askerlerden bazıları ve albaylar buradaydılar.

Herkes elinde mendilleri ile Ateş Uras'ın ve Umut'un vedasını izliyordu.

Zordu hatta çok zordu. Alışmak, kabullenmek... Bununla yaşamayı öğrenmek. Annesini zor bulmuş hatta öldü sandığı annesini bulmak sonra tekrar öldüğüne şahit olmak... Bu acı çok kötüydü.

 

Çünkü bu aynı acıyı iki defa, bu sefer daha gerçek daha acı ve yakıcı bir şekilde yaşamaktı.

 

Bir anneyi kaybetmek kötüyken iki defa kaybetmek daha da acıydı. İnsanı yaşarken öldürüyor, bedenine, ruhuna kalıcı bir hasar bırakıyordu.

 

Annesi... Gözde Hanım, güzel bir hayat yaşamamıştı. Kocası tarafından öldürülmek istendi, yıllarca çocuklarını göremedi, gördüğünde konuşamadı, ağlayamadı... Yaşayamadı.

 

Düşünüyorum da, bizi bu kadar acıya sürgün eden şerefsiz insanlar cehennemde ne yapacaklarını bir kere bile düşünmüşler miydi?

 

Küçücük çocukları, anneleri, babaları, hayvanları, nefes alanları bu denli öldürmeye canları yanmadı mı?

 

 

Ama ne olursa olsun ben onun yanında olacaktım. Düştüğünde kaldıracak, ağladığında göz yaşlarını silecek, güldüğünde onunla gülecektim. Kısacası bundan sonra da ikimizde tek yürek olacaktık.

Belki de sevmek, birini çok sevmek, böyleydi. Duyguları paylaşmaktı. Kendi canın nasılsa onun canını da canlarını da düşünüp kollamaktı. Ben bu duyguları daha yeni öğreniyordum.

 

Soğuk hava tenimizi bıçaktan daha keskin daha acı verici şekilde kesiyordu. Herkes mezarında başında ellerini toprakta gezdiren göz yaşları içinde annesiyle konuşmaya çalışan adama bakıyordu.

Ateş Uras...

"Bana kızgın olduğunu biliyorum anne. Ama artık burası bile sığınacak bir yer gibi geliyor.”

Gözleri doluydu.

“Ne zaman bir şey düzelse, başka bir yer yıkılıyor. Yoruldum. Ama söz... Umut’a iyi bakacağım. Ve… belki bir gün, gerçekten iyi bir adam olacağım. Onları..." Cümlelerini toparlayamadı. Omuzları düştü.

" Onları öldüreceğim. Yapacağım."

Bir süre sustu. Tekrar konuştu.

Ona sarılmak istedim. Teselli etmek istedim.

"Anne, koruyamadım seni... Özür dilerim. Çok özür dilerim... Affet beni!" Omuzları düştü yine. Gücü yoktu ne konuşmaya ne nefes almaya.

İnsana ağır gelen acı olduğu zaman nefes almak bile lüks gibi geliyor.

Gözlerim hemen yan tarafta ayakta dikilen Umut'a kaydı. Abisini izliyordu.

 

Sadece ağlıyordu. Tek yapabileceği şey buydu.

Artık defnetme işlemine geçmişlerdi. Toprak bile bu acıyı kabul etmiyordu. Toprak bile ağlıyordu bugün.

Yağmur başlayacaktı. Bulutlar gökyüzünün hakimi gibi her yerdeydi. Ateş Uras, Barlas, Umut, Melih, Bulut ve askeriyeden birkaç asker toprağı kazıyordu.

Kürek her toprağa saplandığında acı gerçek daha çok derinleşiyordu.

Gömme işlemi bittikten sonra imam dua okudu ve herkes dağıldı. Ateş Uras, Umut, Barlas, Melih, Atilla, Beste, Aslı ve ben kalmıştık.

Ben Ateş'in bir adım gerisindeydim. Ateş Uras ise yere çömelmiş, mezarın ayakucunda oturuyordu Umut ile.

 

Ateş mezarın başından kalkmadı. Omuzları hala düşük, elleri toprakla kaplıydı. Umut’un küçük elleri onun koluna sarılmıştı. Sanki abisinin düşmesini istemiyor, kendince bir dayanak oluyordu.

 

Kimse konuşmuyordu. Sessizlik, mezarlığın doğal sesi gibiydi artık. Rüzgâr usulca ağaçların arasında dolanıyor, gökyüzü gri bir örtü gibi üzerimize çöküyordu.

 

Bir adım gerisindeydim.

Hep bir adım gerisinde durdum zaten onun. Destek olmak için. Gölgesi olmak için. Düşerse önce ben tutayım diye.

 

Ama şimdi... Şimdi o kadar kırılmıştı ki, gölgesi bile yoktu yerde. Sanki toprağa karışmıştı parçaları. Gözlerim ondan başkasını görmüyordu ama içim kanıyordu Umut’a da. İki kardeş, bir annenin yokluğunda kimsesiz gibi duruyordu karşımda.

 

Ben de bir zamanlar mezar başında böyle durmuştum. Dizlerim titreyerek, kalbimi taşıyamayacak kadar ağır hissederek… Şimdi Ateş aynı şekilde duruyordu. Ve ben onun kalbini elimle tutmak ister gibi yakındım.

 

Bir adım attım. Ve sessizce yanına çömeldim.

 

Toprak soğuktu. Taş gibi.

 

“Ateş...” dedim, fısıltıyla. Bana baktı, gözleriyle konuştu. “Buradayım,” dedim bir daha. Çünkü bazen birinin sadece orada olması yeterlidir.

 

Umut’un eli Ateş’in parmaklarını sıktı. Kendi çocukluğumu düşündüm. O mezar başında annemle babamı defnederken kimse elimden tutmamıştı. Umut’un yanında Ateş var, Ateş’in yanında ben… Bu zincir, kırılmasın istedim.

 

Sonra başımı öne eğdim. Sessizce dua ettim. Kelimeleri bilerek değil, kalpten söyledim. İçimde ne varsa Rabbime anlattım. Ateş’in yükünü, Umut’un gözyaşlarını, kendi içimdeki sarsıntıyı...

 

İnsan bazen sadece nefes alabilmek için birilerine yaslanır.

 

Ve ben, onu tutarken aslında kendimi de tutuyordum.

İlk defa annemin ve babamın mezarına geldiğimde on iki yaşındaydım. Altı yaşında toprağa gömdükten altı yıl sonra gitmiştim.

Onları kaybettiğim gerçeğini çocuk aklım anlamadı. Mezara gittiğim de orada olmayacaklarını biliyordum. Aklımın biraz daha başımda olduğu yaşım on ikiydi.

 

Mezarı kazılmış, etraf kalabalıktı ama ben hiçbir şey duymuyordum. Çevremdekilerin ağlamaları, duaları, toprağın uğultusu… Hepsi bir perde arkasındaydı sanki.

 

Albay Mehmet elimden tutmuştu. O zamanlar kim olduğunu bile bilmezdim, sadece güçlü biri olduğunu düşünmüştüm. Arkamdan kuyumu kazacağını bilemeyecek kadar küçüktüm. Elimi sıkı sıkı tutmuştu. “Ağlayabilirsin, Kıvılcım,” demişti.

 

Ama ağlamamıştım.

 

Çünkü bir çocuğun gözyaşı bile annesini geri getirmezdi. O zaman öğrenmiştim bazı acıların geri dönüşü olmadığını. O zaman başlamıştı içime kapanışım. Karanlığa ilk adımı o gün atmıştım.

 

Şimdi onun gözlerinde kendi geçmişimi görüyorum. Aynı sessizlik, aynı çaresizlik.

 

Ama bir fark var. O yalnız değil.

 

Ben onun elini tutuyorum şimdi. Albay bana nasıl dokunduysa, ben de onun kalbine öylece dokunmak istiyorum.

 

“Hazır mısın?” diye fısıldadım Ateş’e.

 

Başını eğdi. “Hiçbir zaman değilim,” dedi.

 

“Ben de olmamıştım,” dedim. “Ama yürümek zorundayız.”

 

"Komutanım araçlar hazır!" Melih'in sesi ile irkildim.

Ateş kalktı. Umut da onunla. Omuz omuza yürüdüler. Sessizce. Adım adım… Her adımda geçmişin tozunu savurarak.

 

Ben arkalarındaydım yine.

 

Ama bu kez onların arkasında değil, yanındaydıydım.

 

Araçta kimse konuşmuyordu.

Umut başını Ateş’in omzuna yaslamış, gözlerini kapatmıştı. Yol boyunca sadece rüzgârın camlara çarpan sesi vardı. Yağmur başlamıştı, ince ince… Sanki gökyüzü de ağlıyordu onlar adına.

 

Ben arka koltukta oturuyordum, gözüm sürekli yan profilden Ateş’in solgun yüzüne takılıyordu. Elini pencereye dayamış, dışarıyı izliyor gibiydi ama aslında hiçbir yere bakmıyordu. Gözleri camda değil, çok daha uzak bir yerdeydi. Belki çocukluğunda, belki annesinin gülüşünde… Belki de artık asla geri gelemeyecek bir zaman diliminde.

 

Evin kapısını açtığımızda içerisi karanlık ve soğuktu. Kimse ışığı yakmadı. Sessizce içeri girdik. Umut odasına çekildi, kapısını usulca kapattı. Ateş ayakta kaldı, salona geçmedi. Sanki nereye gideceğini bilmiyordu.

 

Ona yaklaştım. “Üzerini değiştirmek ister misin? Islanmışsın…”

 

Başını iki yana salladı. “Yok… bir şeyim yok.”

 

Ama vardı. Her şeyi vardı. Kalbi paramparçaydı.

 

Yavaşça ceketini çıkardım omzundan. Direnmedi. Sessizce izin verdi. Sonra mutfağa geçtim, iki kupa çay hazırladım. İçip içmemesi umurumda değildi. Orada otururken yalnız kalmasın diye, bir şeyler yapmalıydım. Belki sadece yanına oturmak bile yeterliydi.

 

Çayı uzattım. Elini bardağa uzattı ama içmedi. Sadece tutuyordu. Sonra sessizliği kendisi bozdu.

 

“Ben onu koruyamadım, Kıvılcım.” Sesi çatallıydı. “Hayatım boyunca aradım. Bulduğumda… yine kaybettim.”

 

Ona döndüm. “Sen elinden geleni yaptın. Bazı savaşlar tek başına kazanılamaz. Ama sen sonuna kadar savaştın.”

 

Gözlerini bana çevirdi. “Ben şimdi ne olacağım?”

 

Yavaşça onun yanına oturdum. Elimi eline koydum. “Artık yalnız değilsin.”

 

Bir süre hiçbir şey demedi. Sonra başını omzuma yasladı.

 

İlk defa… bana yaslandı.

 

Ve o gece… hiç konuşmadan sabaha kadar yanında oturdum.

 

...

Gözlerimi açtığımda güneş, perde aralığından ince bir çizgi halinde salona süzülüyordu. Hava hâlâ griydi ama geceye göre daha yumuşaktı.

 

Ateş hâlâ başını yasladığı omzumda uyuyordu. Göz kapakları titrek, yüzü yorgun, nefesi derindi. Ağlamamıştı. Belki gözyaşı kurumuştu. Belki de artık içinden bile ağlayamıyordu.

 

Yavaşça kalktım. Üzerine ince bir battaniye örttüm, çay kupasını mutfağa götürdüm. Isınmamış, ama onun tuttuğu yer hâlâ sıcaktı.

 

O an Umut’un kapısı açıldı. Gözleri şişmişti. Sessizce geldi yanıma, yüzü bana değil yere dönüktü.

 

“Abim uyuyor mu?” diye sordu.

 

“Uyuyor,” dedim. “Omzumda uyuyakaldı.”

 

Başını salladı. “Çocuk gibidir bazen,” dedi. “Ama güçlüdür. Çok güçlü… Bize hep öyleymiş gibi davranır ama ben onun ne zaman düştüğünü anlarım.”

 

O an göz göze geldik. Umut’un yüzünde kırılmış bir çocuğun masumiyeti vardı. Birbirimize benziyorduk. Aynı kayıpların çocuklarıydık biz.

 

“Ben buradayım, Umut,” dedim yavaşça. “Senin için de, onun için de.”

 

Bana başıyla teşekkür etti, sonra kanepeye geçip abisinin yanına sessizce oturdu. Onun yanında, onun gibi eğildi. İki kardeş... annelerinin ardından ilk sabaha böyle uyanmışlardı.

 

O an düşündüm. Belki bu evde artık farklı bir sessizlik olacaktı. Acının içinden çıkan bir birlik. Yaralı ama birlikte duran insanlar…

 

Ben mutfakta kaldım. Ateş uyanıncaya kadar bir çay demledim. Sessizce. Ama gözlerim üzerlerindeydi. Zaten mutfağın kapısından bakınca salon görünüyordu.

Battaniyenin altında kıpırdandı önce. Sonra gözlerini araladı. Salon hâlâ loştu. Perdeden sızan ışık, yerde ince bir çizgi gibi uzanıyordu. Sessizliği sadece mutfaktan gelen çay demlenme sesi bozuyordu.

 

Ateş başını kaldırdı. Umut hemen yanında oturuyordu, kafasını dizlerine dayamış, sessizce uyuyakalmıştı. Ateş onun saçlarını okşadı bir süre. Sonra başını çevirdi.

Benimle göz göze geldi. Sıcak bir gülümseme yayıldı yüzüme.

“Kıvılcım…” diye fısıldadığını ağzını okuyarak anladım. Ellerimi kurulayıp mutfaktan çıktım. Yanlarına gittim.

“Uyanmışsın. Az önce kalktım yanından.”

 

Ateş doğruldu, Toprak'ı uyandırmamak için yavaşça battaniyeyi üzerinden attı. “Sen bütün gece burada mıydın?” dedi fısıltıyla.

 

“Evet,” dedim, sesim yumuşaktı. “Yanındaydım.”

 

Ateş gözlerini yere indirdi. “Ben… teşekkür ederim. Dün gece, o mezarlık… o an… ben tek başıma kalsaydım…”

 

Sözleri devam ettiremedi. Bu haline daha fazla dayanamayıp hızlıca kollarımı boynuna sardım. O da bir anlık şaşkınlığı atınca kollarını belime sardı ve burnunu dağılmış saçlarıma gömdü.

Bir insanın yanında olmak ona değer verdiğini hissettirmekti.

"Ben hep buradayım. Tamam mı?" Diye sordum fısıltıyla. Kafasını salladı.

 

Sonra kapı çaldı.

İkimizde irkilerek birbimizden uzaklaştık. Ben dolan gözlerimi sildim ve saçlarımı düzeltip kapıyı açtım.

 

Karşımda Barlas vardı. Elinde birkaç poşet, yüzünde derin bir yorgunluk ama aynı zamanda dayanışmanın sıcaklığı.

 

“Selam,” dedi sessizce. “Biraz kahvaltılık aldım. Belki bir şeyler yeriz diye düşündüm.”

Başını eğdim. “İyi düşünmüşsün. Gel içeri.”

 

Barlas içeri girdiğinde ilk iş olarak Ateş’e baktı. Birkaç saniye göz göze geldiler. Sonra ikisi de başlarını eğdi. Konuşmadan anlaşıyorlardı.

 

Ben mutfağa geçtim. Barlas da arkamdan gelmişti. Poşetleri tezgahın üzerine bıraktı. Ve yüzüme baktı. Bugün bize göre daha sakin bir tavır takınmıştı. Üzerindeki kot ceketi düzeltip bana dikti mavi gözlerini

 

“İyi misin?” diye sordu Barlas, fısıltı gibi bir sesle.

 

Gözlerimi kısarak çayı kontrol ettim. “Hayır,” dedim dürüstçe.

"Ben de öylesine sordum zaten. Ben de iyi değilim. Bu gidişle olmayacağız da."

Tezgaha yaslanarak yüzüne bakmaya devam ettim.

"Yüzümüz gülseydi küçükken gülerdi zaten... Küçük yaştan belliydi ne olacağımız."

 

Barlas masanın bir ucuna oturdu. Ben de çayları dolduruyordum. Birkaç peynir, zeytin, simit… Poşetlerden çıkanlar gösterişli değil ama dostlukla harmanlanmıştı.

"Öyle demeyelim. Elbet her şey olması gerektiği gibi olacak. Herkes cezasını çekecek. Sadece biraz daha sabretmek gerekiyor. Tabii bu Ateş için daha zor. Onu anlıyorum. Ben de annemi bir hastanede kaybettim."

Ve babası hâlâ hapishanedeydi. Haklıydı. Aramızda hastaneden nefret eden tek kişi oydu. Annesini orada kaybetmişti, babası hapisteydi... Ve şimdi büyüdü ama durum değişmedi. Annesi yoktu babası hapisteydi... Dediğim gibi biz zaten küçükken kaybetmiştik.

Aramızda sessizlik oluştu. Ben annemi ya da babamı hastanede kaybetmedim. Bir çadırda kaybettim. Gözlerimin önünde öldüler. Kabuslarımda yaşadılar sadece.

En kötü şekilde...

 

Bu sırada Umut gözlerini araladı. Başını Ateş’in omzundan kaldırdı. Gözleri uykulu, ama biraz daha huzurluydu. Sessizce çevresine baktı.

Ben kahvaltının hazır olduğunu onlara bildirmek istedim. Salona döndüm. “Kahvaltı hazır. Gelin.”

 

Ateş hâlâ uyanıktı. Umut’a dönüp hafifçe gülümsedi. “Kokuyu aldın mı? Çay hazırmış.”

 

Umut burun kıvırdı. “Mideme baktım, hâlâ boş. Sesini duydu galiba.”

 

İkisi birlikte hafifçe gülümsediler. İlk kez… dün geceden beri.

 

Ateş Umut’un omzuna dokundu. “Hadi,” dedi. “Kahvaltıyı kaçırma.”

 

Hep birlikte mutfağa geçtiler. Melih, Beste ve Aslı da çok geçmeden gelmişti. Onlar da yorgun ama içten bir şekilde “günaydın” dediler. Sessizce sofraya oturdular. Herkes bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Yumurtayı Melih pişirdi, çayı Beste tazeledi. Aslı, Umut’un önüne bal sürdü, Barlas ise simitleri doğradı.

 

 

Melih, yumurtayı fazla pişirdiğini fark edip suratını buruşturdu. “İşte… ordu usulü yumurta! Taş gibi ama niyet güzel.”

 

Herkes hafifçe güldü.

 

Ateş başını salladı. “Bu yumurtayı annem yapsaydı… kesin kafama fırlatırdı.”

 

Umut da gülümsedi. “Olsun. O bugün burada olsaydı, sizinle birlikte gülümserdi.”

 

Çayını yudumlarken göz ucuyla hepsine bakıyordum. Bu masa, kayıpların ardından kurulan ilk gerçeklikti. Acı hâlâ oradaydı ama artık onunla birlikte dayanışma da vardı.

 

 

Bazen bir masa, bir yudum çay ve birkaç dost, tüm dünyayı ayağa kaldırmak için yeterlidir.

 

...

1 hafta sonra.

İyileşmek... Evet yaraların sarılması, daha doğrusu acıya alıştığın evreye gelmek zamanın bir oyunu olmalı. Zira insan bu kadar büyük acıları başka türlü sineye çekemez.

 

Zamanla ağır ağır ama net bir şekilde iyileşiyorduk. Ya da kendimizi oyalıyor, hayatın akışına uyuyordum bilmiyorum.

Tek bildiğim, Ateş Uras artık kendini odaya kapatmıyordu, Umut ağlamıyordu. Ama bir şeyler eksikti... Aslında birkaç şey eksikti.

 

Askeriyede timle toplanmış bugünün operasyonu için plan kuruyorduk. Bugünün operasyonu Şırnak'ta olacaktı. Yani Şırnak'a gitme emri verilmişti. Çünkü yılan mafyasının adamları oradalardı ve bir köyü yıkmışlardı bile.

Herkes önümde hizaya bakarak sessizce dinliyordu beni.

Ciddi bir ifade ile onlara operasyonun detaylarını anlatıyordum.

"Yani anlayacağınız bu operasyonda herhangi bir pürüz veya sorun olursa, yapan kişiyi attırmak için elimden geleni yaparım. Bilmiş olun, bu iş şakaya gelmiyor özellikle Melih sana söylüyorum ciddi ol!" Dedim sakin ama korku salan bir sesle. Melih kafasını hafifçe salladı.

"Baş üstüne!" Dedi pozisyon alarak.

Genel olarak şakayı çok sevdiği için ciddi olması gerektiğini sık sık tekrarlamayı sevmiyordum.

"Gece yola çıkacağımız için gidip dinlenin hemen! Kuşluk vaktinden önce yola çıkmalıyız," dedim ve herkes dağıldı.

Telefonumu çıkarıp Ateş Uras'ı aradım. O da bizimle gelmek ister mi diye merak etmiştim. Telefonu kısa sürede açtı. Ama sesinden uyku akıyordu. Toparlanıyor gibiydi ama sanki eskisinden daha cansızdı.

"Günaydın, uyuyor muydun?" Diye sordum neşeli çıkartmaya çalıştığım sesimle. Bir hışırtı duydum telefonun arkasından sanırım ayaklanıyordu.

"Hayır, sadece biraz yorgunum, " dedi pürüzlü sesle. Kendi sesi ona yabancı olmuş olacak ki öksürerek boğazını temizledi.

"Anladım. Napıyorsunuz?" Diye sordum.

"Umut uyuyor, bende kafama göre takılıyorum işte. Sen napıyorsun güzelim?" Diye sordu.

Eskisine göre daha iyiydi bence. En azından artık sorularıma düzgün cevaplar veriyordu.

"Timi hazırladım, geceye Şırnak'ta olacağız," dedim.

"Şırnak mı? Ne işiniz var orada?"

 

"Yılan mafyası oradaymış, zaten emir verdiler gidin diye. Ha birde sen gelmeyeceksin diye başka bir pilot getirdiler şimdilik. Onunla idare edeceğiz şimdilik yani," dedim.

"Benden iyisini bulamazsınız da neyse... Kendine dikkat et, Toprak bana emanet!"

 

"Tamam, sizde dikkat edin!" Dedim ve kapattık.

Kendimi daha iyi hissederek odama gidip ve im için ayrılan ranzada uyudum.

...

Gece çökmüştü herkes hazırlanmış bekliyordu. Gözlerinde uyku yoktu yüreklerinde cesaret ve vatan aşkı olduğundan dolayı. Kim vatanını seven askeri yıkabilirdi ki? Kimse.

 

Yeni pilotun gelmesini bekliyorduk.

Barlas yanıma geldi.

"Ateş Uras ile konuştun mu?" Diye sordu. Kafamı salladım. "Evet konuştum. Gelemeyecek," dedim.

Eskiden Ateş Uras'ı hiç sevmezdi. Şimdi aralarından su sızmıyordu

Özellikle o günden sonra daha iyiydi araları.

"Tamam, neyse bakalım kim gelecek?" Dedi başını yana eğip.

"Bakalım," dedim önüme dönerek.

Sabah brifing odasının kapısı açıldığında, içeriye daha önce hiç görmediğim bir yüz girdi.

Kısa, düzgün kesilmiş sarı saçları, kaskını kolunun altına sıkıştırmış bir şekilde yürüyordu. Adımlarında o tipik acemi tedirginliği vardı. Gözleri, henüz savaş görmemiş bir mavilikte… ama o maviliğin ardında bir şey parlıyordu: merak. Cesaretle karışık bir merak.

 

Masaya eğilip dosyalarını topladım. “Adın neydi?” dedim, gözlerimi kaldırmadan.

“Emir Berke, komutanım. Pilot adayı... yani, artık pilotum diyebiliriz sanırım.” Sesinde kararsız bir gurur vardı, yutkunurken bile heyecanını saklayamıyordu.

 

Başımı kaldırdım, göz göze geldik.

Ateş’in yokluğunun bıraktığı boşluğu hiçbir acemi dolduramazdı, ama görev görevdi. Emir’in dosyası elimdeydi — dereceleri fena sayılmaz, disiplini iyi, sadece... tecrübesiz.

“Geçici olarak timime katılacaksın,” dedim. “Ateş Uras izinde. Benimle uçacaksın. Senden beklentim, dinlemek ve uygulamak. Soru sormadan önce gözlem yap. Anlaşıldı mı?”

 

“Emredersiniz komutanım.”

Sesi tok çıkmaya çalıştı ama küçük bir titreme yakaladım.

İlk görevine çıkacak olan herkes aynı şekilde titrerdi — korkudan değil, sorumluluk duygusundan.

 

O sırada dışarıdan jet motorunun sesi yankılandı.

Emir, o sese dönüp baktı, gözleri parladı.

İçimden geçirdim: Ateş gibi bakıyor… o da ilk geldiğinde böyle bakmıştı gökyüzüne.

 

Ama hemen kendimi toparladım.

Geçmiş, görev anında lüks sayılır.

 

“Hazırlan Emir. Kalkışa otuz dakika.” dedim, sırtımı dönüp çıkarken.

Arkamdan ayak sesleri geldi, ardından biraz telaşlı bir nefes:

“Komutanım…” dedi, duraksayarak.

“Buyur.”

“Onun gibi olamayacağımı biliyorum. Ama elimden gelenin fazlasını yaparım.”

 

Bir an durdum.

Dönüp baktım ona, gözleri ciddiydi, sesi artık titremiyordu.

İşte o an, Kıvılcım’ın içinde bir şey kıpırdadı. Küçük, ama anlamlı bir şey.

Belki bu çocuk sadece bir yedekti, ama o bakışta görev bilinci vardı.

 

“Bakalım Emir,” dedim sessizce, omzumun üzerinden.

“Gökyüzü, kimin gerçekten uçabileceğini her zaman kendi seçer.”

 

...

Sabah erkenden aradım onu.

Telefonun diğer ucundaki sessizlik, bir süre sadece nefes sesleriyle doldu.

Sonunda Ateş’in sesi geldi, kısık ve yorgun:

“Günaydın asker hanım rüyanda beni mi gördün?"

 

“Hayır,” dedim, masadaki dosyayı kapatırken. “Sadece haber vermek istedim. Senin yerini geçici olarak biri dolduracak.”

 

Bir sessizlik daha.

Sonra o tanıdık alaycı ton, sesi çatlamış bile olsa, hâlâ kendine güven doluydu:

“Benim yerimi mi? Hah. Güzel şaka.”

 

Gözlerimi devirdim, ama içim burkuldu. O gülümsemeyi, o sesindeki o inatçı özgüveni… özlemiştim.

“Ciddiyim Ateş. Emir Berke. Yeni mezun, fena değil. Birkaç denemede iyi sonuçlar aldı.”

 

“Acemi yani.”

“Evet.”

“Ve sen… acemiyi benim timime aldın.”

“Senin timin değil o, Ateş. Benim timim. Sen sadece uçuyordun.”

 

Karşıdan bir derin nefes geldi.

Bir süre konuşmadı. Sanki boğazındaki düğümü çözmeye çalışıyordu. Sonra, beklediğim gibi, o tanıdık iğneleyici cümle geldi:

“Benden sonra kimse seninle o gökyüzünde o kadar uyumlu olamaz, Kıvılcım. Boşuna deneme.”

 

Gözlerimi kapadım, içimden keşke haklı olmasan diye geçirdim.

Ama yüksek sesle, “Bunu göreceğiz,” dedim.

Sonra sessizlik.

"Kendinize dikkat edin burayı da merak etmeyin. Bir de sakın o adama pilot bey falan deme," dedi, sesindeki dengesizliği fark ettim. İlk başta uykulu olan sesi sonralarda yüksek ve enerjik bir ses tonuna dönüşmüştü.

"Ne diyeyim çocuğa? Birader mi?"

"Olur."

"Düşünürüz," dedim kıkırdayarak. " Benim gitmem gerekiyor, görüşürüz."

"Allah'a emanetsiniz."

Telefon kapandı.

...

Hangar kapıları açıldığında, sabah güneşi pistin üzerine uzun bir çizgi halinde vuruyordu.

Uçaklar hazırdı. Motorlar soğuk ama yürekler sıcaktı.

 

Emir Berke, tulumunun yakasını düzeltirken aynada kendine baktı. Yüzünde bir kararlılık vardı ama elleri belli belirsiz titriyordu.

“Komutanım…” dedi yanımdan geçerken, sesi genç, saf ve taze.

“Dinliyorum.”

“Hazırım.”

 

“Hazır hissetmek başka, hazır olmak başka Emir. Gökyüzü bunu ayırmayı öğretir.”

Başını salladı. Ciddiyetle, tıpkı Ateş’in ilk günkü gibi.

 

Kaskını takıp uçağa yöneldi. Ben de kokpitime geçtim.

Telsizden sesini duydum:

“Emir Berke, kalkış izni talep ediyorum.”

Sesi titredi, sonra toparladı.

“Tim iki, senkronize ol,” dedim ben.

“Anlaşıldı komutanım.”

 

Motor çalıştı. Pist boyunca ilerleyen o genç pilotun uçağı, güneşin altında parladı.

Uçuşun ilk saniyelerinde nefesimi tuttum.

Hava akışı, rüzgâr yönü, motor sesi… hepsi yerindeydi.

Ama Emir’in elleri hâlâ fazla sıkıydı direksiyonun üzerinde.

 

“Tansiyonu düşür, Berke. Gökyüzüyle savaşma. Sadece uyum sağla.”

“Anlaşıldı komutanım.”

Sesi artık daha netti.

 

Uçağı hafifçe sola kırdı.

Sonra o an…

Bulutların arasına ilk kez girdi.

Ve telsizden gelen o kelimeler içimde yankılandı:

“Komutanım… bu inanılmaz bir his.”

 

İster istemez gülümsedim.

İçimden Ateş’in sesini duyar gibi oldum:

“İlk uçuşun hiçbir zaman unutulmaz, değil mi Kıvılcım?”

 

Bulutların arasında ilerlerken, gözlerim doldu.

Ateş’in annesini kaybettiği o gün, ben gökyüzünde bir acemiyi izliyordum.

Biri yeryüzünde yas tutarken, diğeri ilk kez gökyüzüyle tanışıyordu.

 

Belki de hayat tam olarak buydu.

Birini kaybederken, birinin yükselişine tanıklık etmek.

 

Telsizden tekrar sesi geldi:

“Komutanım, rotayı koruyorum.”

“Güzel. Şimdi dön. Görev tamamlandı.”

 

Uçaklar piste dönerken, içimden sessizce mırıldandım:

“Gökyüzü, kimin yükselebileceğini her zaman kendi seçer…”

Ve kimse Ateş’in yerini tam olarak dolduramaz.

Onu şimdiden çok özlemiştim...

...

Operasyon Sabahı - Şırnak

Şafak söktüğünde helikopter gürültüsü tüm vadide yankılandı.

Kıvılcım ve timi, tam teçhizat hazırdı. Emir Berke Uçar, onlarla ilk kez operasyona katılıyordu.

Üzerinde yeni yeni oturan üniforması, hafif telaşlı adımlarıyla dikkat çekiyordu.

 

"Unutma," diye yaklaştı Melih, Emir’in kulağına eğilerek, "ilk operasyonun ya kahramanlıkla ya da rezaletle anılır!"

Emir yutkundu. Kıvılcım kaşlarını çattı.

"Yeter, Melih," dedi sertçe. "Adamı korkutacağına işine bak."

 

 

Helikopter alçalmaya başladı. Ancak Emir, co-pilot koltuğunda, bir anlık yanlış koordinat verince helikopter biraz sert bir iniş yaptı.

Tüm tim bir anda öne savruldu.

 

"LAN!" diye bağırdı Melih.

Kıvılcım kaskını düzeltip Emir’e baktı.

"İniş dersi haftaya değil, geçen haftaydı, unuttun mu?" dedi soğuk bir tonla.

Emir utanarak başını eğdi.

"Özür dilerim komutanım..."

"Hata olabilir," dedi Kıvılcım sert ama adil bir sesle. "Ama savaş alanı özür kaldırmaz. Bir daha yapmayacaksın, anlaşıldı mı?"

"Emredersiniz!"

 

Helikopter motorları kapanmadan tim hızla çevreye yayıldı.

Kıvılcım elini kaldırdı:

"ALFA ekibi doğudan! KUZEY benimle, kuzey doğuya!"

Köy neredeyse harabeydi.

Duvarlar delinmiş, evler yanmış, yolları kar karışmıştı.

Dumanın ve yanık kokusunun arasından birkaç siluet belirdi.

 

"İletişim kesik... dikkatli olun!" diye fısıldadı Kıvılcım telsizden.

 

İlk ateş sesi kuzeyden geldi.

Melih, tüfeğiyle hemen mevzi aldı.

Barlas, sağ çapraza kayarak yan destek verdi.

Beste, keskin nişancı pozisyonu almıştı.

 

 

Kıvılcım, gözlerini kısıp dürbünle taradı.

Bir grup, ellerinde ağır silahlarla köyün ortasında konuşlanıyordu.

 

"Temas var! Çevreleyin!" dedi Kıvılcım telsizden.

 

Silah sesleri geceyi deldi.

Kurşunlar karı sıyırdı, toprak havaya karıştı.

 

Emir, ilk başta paniğe kapıldı.

Ama sonra derin bir nefes aldı ve eğitimde öğrendiği gibi siperden kontrollü ateş açtı.

Bir terörist yere yığıldı.

 

Kıvılcım, Emir’in yanına geldi.

Omzuna kısa bir dokunuş yaptı.

 

"İşte böyle, devam!" dedi göz kırpar gibi bir bakış atarak.

 

Emir'in içi gururla doldu.

İlk kez, gerçekten ekibin bir parçası gibi hissetmişti.

 

Çatışmadan sonra sessizlik çöktü.

Kıvılcım, dikkatle dinledi.

Bir yerden, hafif bir inleme sesi geliyordu.

"Melih, Barlas, benimle!"

 

Üçü, karlar altına çökmüş bir evin kalıntılarına yaklaştı.

Kıvılcım diz çöktü ve kulağını yere verdi.

Bir ses...

Çok zayıf... ama oradaydı.

 

"Birileri var," dedi.

 

Ellerini kana, toza, moloza aldırmadan kazmaya başladı.

Barlas destek verdi, Melih arka taraftan destek yaptı.

 

Sonunda küçük bir çocuğun eli göründü.

Üzeri kan ve toprak içindeydi.

 

"Yaşıyor!" diye bağırdı Kıvılcım.

 

Çocuğu yavaşça çıkardılar.

 

Bütün vücudu titriyordu.

Kıvılcım onu kucağına aldı.

İçinde yıllardır sakladığı, bastırdığı bir acı bir anda kabardı.

Sanki zaman geri sarıldı;

kendi küçük hâli, yangınlar arasında ailesini kaybetmişti.

 

Kıvılcım, gözlerinden süzülen bir damla yaşı hızla sildi.

"Artık yalnız değilsin," dedi çocuğa sarılırken.

Operasyon tamamlandıktan sonra, gece yarısı Kıvılcım çantasını toparlıyordu.

Telsiz sessizleşmiş, herkes dinlenmeye çekilmişti.

Cep telefonu titredi. Mesaj gelmişti.

Ekranda "Pilot Bey♡" yazıyordu.

 

Ateş:

"İyi misin?"

 

Kıvılcım hafifçe gülümsedi.

Cevap yazdı:

 

Kıvılcım:

"İyiyim. Bir çocuk daha sabaha ulaştı."

 

Ve ardından mesajla birlikte, içindeki ağır yük biraz daha hafifledi.

Henüz kazanılacak çok savaş vardı.

Ama hayat, en küçük zaferleri bile kutlamayı hak ediyordu.

⋆˙.☘︎ ݁˖⋆˙.☘︎ ݁˖⋆˙.☘︎

Bir bölümün daha sonuna geldik

Nasıldı bölüm?

Yeni karakteriniz ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Oy ve yorum sayısı ne kadar fazla olursa o kadar hızlı gelir bölümmm

Sevgiyle kalın✨

Bölüm : 20.10.2025 16:35 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...