2015
Akif Kıraç önünde duran dosyaya bir yanda karşısındaki tabloya bakıyordu.
Dönüm noktası ya da ölüm noktasıydı bugün.
Ya toplayacak ya da dağıtacaktı.
Koruması gereken kişiler vardı.
İki küçük kız ve bir oğlan çocuğu…
Biri kendi canı diğerleri canı kadar sevebileceği çocukları.
Önündeki dosyada ya kendi canını ortaya atacak kızıyla yanacaktı ya da sadece kızın yakacaktı. O çok küçüktü. 9 yaşında bi kız çocuğu 40’lı yaşlara ramak kalan bir adamın bile almadığı yükleri nasıl taşayacaktı.
Kendi babası gibi bencil değildi. Olamazdı, yapısında yoktu çünkü onun temellerini annesi atmıştı.
Masasının üzerinde duran kablolu telefonun sesi çalışma odasında yankılanırken gergince duvar saatine baktı.
16.16
Boğazına oturan yumruyu indirmek istercesine yutkundu ama işe yaramadı.
Masanın üzerinde hala çalan telefonun ahizesini kaldırıp kulağına dayadı. “Buyrun?” Yıllardır bu işteydi ama ilk kez bu kadar gerilmişti.
Karşı taraftan gür bir erkek kahkahası duyuldu “Asıl sen mi buyursan Kıraç? Buyurmak için kızın kanıyla işlenmiş davetiye mi bekliyorsun? Kurul acımaz, ezer seni, geçer.”
“Ne istiyorsun Pala?” Karşı taraftan onaylamaz bir ses geldi “Bu olmadı Hançer. İşin düşünce dostun, kenarda kıstırılınca Pala mı olduk? O zaman bizde ona göre davranalım.”
Akif Kıraç yan taraftan bir kâğıt çıkarta karalamaya başladı. “Kurul en son ne zamana cevap istiyor?” Çizdiği dairesel gölgeler bir figür olmaya başladı.
“Bu gece. Ama sen çok düşünme diye bir saat veriyorum. Unutma kurul verdiğini geri alır. Demirbaşlar ayaktayken geri kalan çıraktır.” Kod adı Pala olan adam telefonu yüzüne kapatırken Akif Kıraç elindeki ahizeyle çizdiği şeye baktı.
Uzun saçlı, keskin yüz hatlı, gülümsemesi siyah mürekkebe rağmen renkli…
Akif Kıraç dakikalardır çizdiği şeye dallarken serçe kapı açılıp içeri asıl can dostu girdi.
Çizdiği kızın tanımıyla Adnen.
“Sikerim böyle işi! Pala beni arıyor ‘Kama süren doldu seçimini yap, cevabını söyle’ diyor. BEN SEMİN OĞLUMUN CANINI MASAYA KOYDUM. BENİM OĞLUM DAHA ON YEDİ YAŞINSA LAN!” Adnan sinirle koltuğa otururken Akif Kıraç düşündü.
Senin oğlun 17 yaşında, aklı eriyor anlıyor.
Benim kızım daha 9 yaşında. Daha geçen gün ödevlerine yetişemediği için ağlıyordu.
“Kıraç, olmaz. Sen yapamazsın. Daha dokuz yaşında, küçük. Başka bir yol arasak.”
Adı Parla ömrü, önü, geleceği pas parlak olsun demişti.
Bundan sonra ne yaptıracaklardı?
18’ine geldiğinde zorla onu biriyle evlendirmek için tehditler mi yağdıracaklardır?
“Aslında bir yol daha var?” Akif Kıraç ümitle arkadaşına döndü. “Ne var Adnan? Bu çukurdan bizi ne kurtarabilir?” Adnan yıllar sonra ilk defa bu kadar sıkıntılı arkadaşına baktı. “Ya kanından bir veliaht ya da kanından çok sevdiği bir veliaht. Bunlardan birini seçebilirsin.”
Açıkça söylüyordu Adnan Yıldırım aslında ama Akif Kıraç’ın beyni red ediyordu.
“Kendi kızımın hayatını mahvetmeyeceğim gibi başkasının evladının da hayatını mahvetme hakkına sahip değilim. Ama yine de söyle, kim var aklında?” Akif Kıraç’ın sorusuyla Adnan Yıldırım ne kadar kafasında onaylasa da diline çıkartmadığı bir isim vardı.
“Hayır demeden düşün Akif. Asena veliahttın olmak için bütün yeterliliklere sahip bence. Cesur, veliaht yaşına makul, kanından çok sevdiğin biri. Daha geçen gün kendin bana baba desin isterim demiyor muydun?” Adnan arkadaşının konuşmasına izin vermeden tıkır tıkır konuşurken Akif Kıraç’ın gözleri çoktan defterdeki çizme dalmıştı.
Onu korumak isteyip hiç kendine uygun olmayan işlere giren biriyken, nasıl onu bataklığa çekecekti?
Onu bir bataklıktan kurtarmaya çalışırken daha derinine kendisi atsa bu şereften sayılır mıydı?
“Hayır!” Akif kendine geldiği dakika cevap verirken arkadaşı derin bir nefes verdi.
Akif Kıraç mantığını değil, sadece kalbiyle ve merhametiyle hareket ediyordu.
Akif Kıraç’ı burda olsaydı sadece arkadaşı Çelik anlardı ama onun da işi başından aşkındı.
“O daha küçük, onu kurula sunamam. Bu büyük bir şerefsizlik olur. Diğer o canını kurtarmak için yavrularını atan kansızlardan ne farkım kalır?” vicdanın sesi sadece odada yankılandı.
“Ona göre Parla da 9 yaşında Akif. Ya senin kızın ortaya atılacak ya da yerine koyduğun bir veliaht.” Vicdanın sustuğu yerde akıl ve mantık ağır basardı.
“Ama o da küçük. Aralarında 6 yaş var. Büyük olması bir bahane değil. Günle3r önce de söylediğim gibi ve hep söyleyeceğim gibi, onu da kızım kadar seviyorum.” Vicandanın çığlıkları kulakları tırmalarken akıl ve mantık altında çırpınıyordu.
“Ama senin kızın değil.” Aklın ilk darbesi. “Asena’yı kurula sun!” ve mantık kapanışı yaptı.
O gün o odada ne kadar vicdanın sesleri, çığlıkları daha baskında olsa kazanan akılla mantık olmuştu.
O gün o odada 15 yaşındaki bi kızın hayatını karartan ilk adım atılmıştı.
Akif namı diğer Hançer eline kurşun sıkılsa ses etmeyecek durumdayken kablolu telefonu alıp numarayı tuşladıktan sonra ankesörü kulağına götürdü.
Uzun bir sesten sonra samimi ama tanıyanlar için itici bir kadın sesi duyuldu. “Demirbaşlar Holding, nasıl yardımcı olabilirim?” Akif Kıraç sıkıntıyla karşısındaki arkadaşına baktı. “Hançerden Pala’ya bağlanın.” Kadının bastığı tuşla uzun bir sesin ardından Pala telefonu açtı.
“Bu kadar hızlı bir vazgeçiş açıkçası beklemiyordum Hançer. Güzel kızınla küçük oğlumu yapabiliriz. Kurulda senin bir benim iki evladım olursa müthiş bi güç sağlarız.” Akif Kıraç katlanamadığı adama küfürler savururken hala sakin kalmaya çalışıyordu.”
“Unut o hayalini! Ne olursa olsun kızlarımı seninkilere kaptırmayacağım.” Bir de büyük oğlu vardı Pala’nın. Asena’ya kılı dokunduğu an yok edeceği oğlu.
“Kızlarım? Gayri meşruları çıkarma kararı mı aldın? Amına koyayım adamı tehdit etmesek bir kızı daha olduğunu da söylemeyecekti benim gibi can dostuna.” Akif Kıraç’ın an itibariyle kararının değişmesine az kalmıştı. “Canını siktiğimin dostu.” Karşı taraftan kahkaha geldi “Bende seni seviyorum bir tanem.”
“Sıkıldım, kısa kes Hançer. Veliahttın kim?” Pala bir anda ciddileşmesiyle dinlendikleri belli olmuştu. ONlar dinleniyordu ama Akif Kıraç’ın vicdanı asla duyulmuyordu.
“Asena Işık. 2000 2 Mayıs doğumlu. Esved Işık’ın ilk çocuğu, tek kızı. Dostumun kanımdan çok sevdiğim kızı. 15 yaşında sayılır, yani kurulun kurulduğunda kızım Parla’ya göre reşit ve daha olgun bir kişilik olacak. En uygun seçeneğim o.”
Ve bir kız çocuğuna yapılabilecek en büyük kötülük o gün o odada, o ankesörlü telefonda başlatıldı...
🕯
Asena elindeki kamerayı arabanın kenarına kaydı. "Baba, yol yakınken dönsek mi?" Esved Işık yukarıdaki aynadan arkada oturan kızıyla oğluna baktı.
“Güzel kızım sen sakin olsana. Hem tatil çok iyi gelecek. Annenden dolayı endişeleniyorsan, zaten o da işlerini halledip gelecek.” Asena derin bir nefes verip yanında kitap okuyan kardeşine baktı.
Olay o değildi, sanki başka bir şey daha vardı.
Annesi gelse daha da rahatsız hissederdi. Örneğin, getirdiği elbisesini giymesine izin vermezdi. Her şeyi eleştirirdi.
"Abla." kız donuk bakışlarını kardeşine çevirince içi ısındı.
"Efendim canım?" çocuk gülümseyerek elindeki kitabı ablasına gösterdi. "Bu da bitti. Başka kitabın var mı?""
Asena gibi küçük kardeşi de kitaplara âşık olmaya başlamıştı. ‘Ablam okuyorsa güzeldir' diye düşünüyordu.
"Ablacım yolda miden bulanır. Varınca okursun. Zaten geç oldu, uykun yok mu?" Çocuk kafasını olumsuz anlamda salladı "Babamın uykusu gelmiyor ya, benim de uykum yok o zaman. Ben örnek olarak babamı alıyorum." Esved Işık gururla kızıyla oğluna baktı. “Babam benim! Benim görevim sizi güvende tutmak. Siz uyuyun, ben uyumam.”
Babasının konuşmasıyla Asena'nın aklına 2 gün önceki Akif Kıraç’la olan konuşması geldi. "Asena sen benim kızımdan da ötesin. Bana baba de isterim ama sen demezsin, ama sen benim hep kızım olacaksın. Her ne olursa olsun seni koruyacağım, kollayacağım. Senden tek isteğim bana güven kızım. Senin güvencen hep ben olayım...".
Niye bunları dedi anlamıyordu ama annesiyle olan şeylerden şüpheleniyordu.
"Baba, annemle Akif amca ne yapıyorlarmış? Konuştun mu?" Ne babasına ne de kardeşine belli etmek istemiyordu. Onlar üzülmesin istiyordu.
"Saban mahkeme vardı iste Yarında avukatlar olarak yemeğe gidecekler, o yüzden geceden otobüsle gelecek ya kızım. Niye sordun?” Bunları zaten biliyordu Asena, yalanları herkes bilir. Önemli olan doğrular.
“Şu an ofiste mi? Bu saatte." Kendi farkında olduklarının babasınında farkında olsun istiyordu. "Bebeğim çalışıyor işte annen. Siz rahat yaşayın, rahat edin diye biz bu saatlere kadar çalışıyoruz. Sen bunları düşünme, kardeşinle ilgilen."
Kız oflayarak tekrar kardeşine döndü. O babasıyla konuşurken kardeşi uyumuştu bile. Yanda duran örtüyü alıp yavaşça örttü.
Kardeşinin üstünü öttükten sonra alnını öptü.
O sıra da yanda zaten onlar bekleyen tır gaza basarak Işık ailesinin arabasının üzerine sürmeye başladı.
Esved daha ne olduğunu anlamadan sağ tarafa bakarken Asena gelen korna sesiyle koruma iç güdüsüyle kardeşinin üzerine tamamen kapandı.
Tır hiç durmadan onlara çarparken araba bir yere kadar sürüklendikten sonra engele çarpmasıyla takla atarak devrilirken işi biten tır umursamadan sürüp yoluna devam etti.
Sanki hiç demin bir aileyi karartmamış gibi.
Sanki bir kız çocuğunun hayatına kötü bir tohum daha ekmemişler gibi...
Bu saatten sonra zaten her şey kâbustu.
Yoldan geçen bir araç görüp haber vermişti kazayı. Ondan önce zaten çoktan Akif Kıraç’a haber gitmişti. Yola çıkmıştı ama ne işe yararsa?
Ambulanslar gelip araç içindeki üç can için çabalamışlardı. Ekipler babayı ön koltuktan aldıktan sonra ilk genç kızı kurtarmak zorunda kalmışlardı diğer küçük bedene ulaşabilmek için.
Zaten ekipler çocuğun durumunu sorduklarında da “Ablası siper olduğu için çocuğun yarası yok ama kızın sırtında camın parçaları var!” dememiş miydi?
Kızın kemikleri kırılırken küçük çocuğun bir yeri bile kanamamıştı.
Çünkü bütün camları kızın sırtına batmıştı.
Genç Kızın sırtına platinlerde o kazadan sonra takıldı.
Aslında genç kız orda o gece bir tane daha kötülük tohumunu topraklarına alırken hayallerini de bırakmıştı.
Askerlik hayallerinin asla gerçekleşmeyeceğini yıllar sonra öğrenecek olsa da aslında herkes onun o hayali orda bıraktığını biliyordu.
Kızın her şeyi göreyim derken, her şeye kör olmuştu...
💐
Malum haftasına giren Asena. Menstrual döngümün denk getirildiği günün evveliyatını...
“Abla Pazartesi 2 Aralık’ta yeni stajyerler ve asistan doktorlar gelecek. Sevgili başhekimimizin oğluda olacak arasında. Senin de başlarında olmanı istiyor.”
Ve ben bu haftamda biraz sinirli olabiliyordum.
“Ya siktir git başımdan Cihan. Sana burdan bir çarpıcam Diyarbakır surlarına yollayacağım.” Ve birazda Kasım’ın son demlerinde olmanın siniride olabilir.
Aslında 24 saatin 7-8 saati uyuyorsam 15-16 saati sinirim ile geçiyordu.
Aradaki 1 saat ise birilerinin günlerdir bir şekilde kendini belli ettiği hediyelerinin zihnimi meşgul edip uyuşturması ile geçiyordu. Hediye göndermediyse elleriyle getirmeye çalışıyordu ama malum benim ve başhekimin üstüme yıktığı işlerden onu sadece camdan baktığımda çardakta görüyordum.
1 haftadır konuşmuşluğumuz yoksa bile kendisini bana hissettirip yalnız bırakmamıştı. Nasıl bir his bilmiyorum, çünkü ilk deneyimim.
Kapının sertçe açılmasıyla kafamı çevirdim. “Dingonun ahırı mı burası?” İçeri giren Basrış arkasından kapıyı kapattıktan sonra rahat bir şekilde üstü kan olan scrubsını çıkarttıktan-daha da doğrusu her zamanki gibi soyunduktan- sonra kıyafeti salladı. “Bu durumda ben Dingo sen hayvan mı oluyorsun?”
Yüzümü ekşiterek baktım. “İstemez kraliçem. Senin hayvanın olmaya her zaman hazırım.” Barış yine boş boş konuşarak odanın arka tarafına geçerken elimdeki kalemi arkasından fırlattım.
“Bundan sonra kurallar koyuyorum. İLK KURAL ODADA ÇIPLA DOLAŞMAK YASAK!” Barış attığım kalemden kaçarken duvarın kenarından sarktı “Ama ben bu baklavaları scrubsın altında saklamak için yapmadım. Bir işe yarayıp gönül gözünüzü ya da pencere mi nedir? He işte onu açsın.”
Masanın karşısında oturan Cihan sırıtarak bakınca masanın altından ayağına vurdum “O belgelerin iki saat sonra tahlilini bana yapmazsan staj defterini doldurmam aptal. Sırıtma bana!” Cihan önündeki bilgisayara geri dönerken arka taraftan çıkan hala yarı çıplak Barış kapıyı açan İlkin’le burun buruna gelince İlkin birkaç adım geri gidip dururken Barış umursamadan ilerleyip koltuğa oturdu.
İlkin, koltuğa doğru yürüyen Barış’ın sırtına bakarken Barış elindeki katlı tişörtü açıp kafasından geçirdikten sonra ilkin kafasını iki yana sallayıp yanımdaki sandalyeyi çekip oturdu.
“Bir şey içer misin Barış?” Yanda duran kahve bardağımı havaya kaldırıp sordum.
Barış sırıtarak kollarını kollarını göğsünde birleştirdi “Çikolatalı süt olur. Teşekkür ederim.” İçten bir şekilde gülümseyerek başımı omzuma devirdim.
“Hadi siktir git iki tane çikolatalı süt alıp gel.”
Barış kafasını koltuğun arka kısına yaslayıp gülerken İlkin’de sessiz denilecek kadar gülüyordu.
Barış’la ikisi bu aralar bir garipti.
En son ikisini birlikte yakaladığımda bıraksam birbirlerini parçalayacak kadar hırslı kavga ediyorlardı. İki köpektiler, aynı kafeste bulunmaması gereken.
Barış’ın gülmesi bittikten sonra ayağa kalktı “Senin için bir de sütleri ısıttırayım.” Barış kapının ordan dişil enerjili bir şekilde kıvırtarak geçerken bugünlük sinir dozumdan az da olsa azaltma yaptığımı fark ettim.
Barış’ın gitmesiyle aklıma gelen şeyle altımdaki tekerlikle sandalyeyi itip hızlıca cam kenarına gittim. Dışarda yağan yağmurun sesi pimaşlara rağmen içerde duyuluyordu.
Yandaki stor perdenin ipini çekip yukarı kadar sıyırdım. Açıkta kalan pencerenin mandalını açtıktan sonra dışarı baktım.
Onun her zamanki gibi çardakta beklediğini gördüm.
Tam brandanın en uçunda durmuş yağmur damlaları gelmeyecek şekilde ayakta duruyordu.
Gözlerimi kapatıp derince nefes verdim. Daha önce hiçbiri peşinden böyle koştu mu Asena? Hiç günlerce senin hastanede olduğun günler hastaneye geldi mi? Kütüphanelere gitti mi? Kimse seni düşünüp bir battaniye hediye etti mi?
İçimde karnımda bir hareketlilik, kalbimde bir sıkışıklık oluyordu o her böyle yaptığında. Belki ilk defa birilerinden böyle bir değer gördüğüm için ya da benim tarafımdan bir ilerleme olduğu için…
Derin bir nefes alıp gözlerimi açtım. Kalbimi kırıyorlar diyip kalp kıramazsın Asena. Belki korktuğun şeyler seni korktuklarından koruyacak şeylerdir.
Pencerenin önünden ayrılıp askılıktaki şemsiyeyi aldım. Şemsiyeyi çekmemle düşen kahverengi-siyah atkıma baktım. Üşümüş müdür acaba?
Yere düşen atkıyı eğilip yerden alıp montumun içinde belime dolayıp sakladım. Hızlıca asistan odasından çıkıp asansöre bindim.
Acaba kaçtan beri bekliyordu o soğukta. Saat 23.45 olmuştu ve ben 19’den beri nöbetteydim.
Açılan kapıyla hemen hastanenin çardağa doğru bakan dış kapısına yöneldim. Kapıdan çıkmadan önce şemsiyeyi açıp öyle çıktım.
Dışardan bakan birine ne kadar normal gelse de, bana göre yavaş adımlarla ona doğru ilerledim. Zaten bana dönük olan yüzünde pencereden bakarkenkine göre daha farklı bir ifade vardı. Somurtuyordu, bu da bir gelişme.
Çardağın önünde durunca o kenara çekildi bende şemsiyeyi kapattım. “Kaçtan beri burdasın?” Şemsiyeyi yandaki banka koydum. Yüzünde hala salak bir ifadeyle beni izliyordu.
“Kubat!” Gözlerindeki gölgeler alışılmışın ötesindeydi. “Kaç gündür beklerken aşağı inmen beklediğim bir şey değildi. Şaşkınlığımı mazur gör.” Kaşlarımı alayla kaldırdım “O zaman ben gideyim.” Tam arkamı dönüp gidecekken kolumdan tuttu. “Ayağıma kadar gelmişken seni asla bırakmam Feridem.”
Bugün bana güller göndermişti, altına da Nazım Hikmet’ten bir parça “Benziyor günlerim, bir istasyonun bekleme salonuna.” 835 satır şiir.
“Malum zamanında direk düşünmeden hayır cevabı alınca insan gidişinden de korkuyor.” Kaşınıyor bu!
“Kubat vallahi giderim şimdi. Sen böyle durmadan eski konuları açacaksan bende sana o Gökhan’ın bodrum katındaki malikanesinde yaşanaları hatırlatırım.” Kısacası ilk karşılaştığımız o karakoldaki kodes…
“ve mademki maziyle konuşmaktan çabuk bıkılıyor,” 835 satırdan bir parça daha.
Diyeceği şeyi bildiğimden ben devam ettim. “ben karar verdim bugünden itibaren bir hatıra defteri tutmaya. Belki dahli olur bugünü yazmanın, dünü unutmaya.”
Şiir seven, çiçek gönderen, kitaplığımı dolduran biri. Üşüdüğümde battaniye. Ben ya gözü kör olmuş bir malım ya da o derece bir saf…
Adam şiirle bile açıkça çıkma teklifi ediyordu.
Ama senin gibi bir ruh hastasına çarptı kalbi.
“Kendini benden uzaklaştırarak bana ızdırap çektirtme Hayat Işığı. İnsan başka bir insan için ıstırap çektiği zaman onu daha çok seviyor. Kendini benden ne kadar uzak tutarsan ben sana iki katı yaklaşmaya çalışırım.”
Paltosu ne kadar kapatsana açıkta kalan boynu kızarmıştı. Montumun önünü açtıktan sonra belime bağladığım atkıyı açtım. Koluma geçirdiğim atkıyla ona birkaç adım yaklaştım.
Parmak uçlarıma çıkıp atkıyı kafasının arkasından geçirip ona sardım. Boynundan bir tur attıktan sonra yan kısımları düzelttikten sonra yüzüne baktım.
Odağımdan hissetmediğim bel kısmındaki elleri fake ettim.
“Üşümüşsündür diye şey ettim. Şey yani.” Yanaklarım kızarmasada burnumun soğuktan kızardığını hissediyordum. “Bir şey şey etmene gerek yok. Sen şey etmesende aklımı çalıyorsun.”
Kalbim sanki soğuk rüzgarın vurduğu boynumdaki şah damarımda atıyordu.
Belki biraz daha yakın dursak ya da üstümde kalın montum olmasa direk kalbimi duyardı.
Benimle çıkar mısın, demişti değil mi?
“Evet.” Yüzüne bakarken ellerim omuzlarında duruyordu, onun elleri belimde.
“Neye evet Hayat Işığı?” Şimdi kalk bu adama açıkla!
“Hayat Işığın olmayı denerim Gölge’m olmak isteyen adam. Çıkma teklifini kabul ederim ama senin kadar sevemeyeceğime eminim. Çünkü ben bir insanı sevebilecek kadar akıl sağlığına sahip değilim.” Yüzünde oluşan aptal ifadeye baktım.
Hayırda desem, evette desem bu ifadesi oluyordu yüzünde.
“Hayat Işığımın, Gölgesi olma fikri…” mırıldanır gibi çıkıyordu sesi. “Işığın Gölgesi?”
Ellerimi omzundan kaldırmak istedim, ama o zaman o da belimdeki ellerini çekerdi.
Ellerimi omzunda tutsam yapacaklarımı ve söyleyeceklerimi hesap edemiyordum.
“Işığın Gölgesi ya da Gölge ve Işığı…” bu sefer ben konuşurken gözlerindeki gölgeler benim etrafımı sardı.
“Şu an belindeki ellerimle seni kendime çekip sarılmak isterdim.” Yüzümü ekşittim, bu kadar hızlı mı oluyordu bu işler?
“…ama senin kilitli kapılarını kırmam için 1 hafta şans veriyorum Işığım.” O konuşurken verdiğim kararla ellerimi omzundan çektim. O da aynı şekilde biraz sonra belimden ellerini çekti.
“Benim işimin başına dönmem lazım Kubat. Büyük olasılıkla da uzun bir süre ara veremeyeceğim. Sende bekleme evine git.” Bankta duran şemsiyemi aldım. “Evimin biri çok kalabalık biri askeriysen diğerinde burda meşgulken ben nereye gideyim?”
Normal bir Asena burda arkadaşı olsa ‘siktir git’ derdi ama biraz flört kademelerini öğrenmesi gereken bir Asena vardı burda.
“Kubat!” Genzinden gelen gülme sesi varken son kez ona gülerken baktıktan sonra şemsiyemi açıp çardağın brandansının altından çıkıp biraz ilerledim.
“Feride!” Arkamdan gelen Kubat’ın sesiyle geri arkamı döndüm.
“Saatte bak.” Dediği şeyle sağ elimdeki montu kıvırıp saate baktım.
“Sözümü tuttum ve Kasım bitmeden senin kalbini aldım Ankara kızı.”
Kalbimi sahiden bir Kasım gecesi kazanmıştı…
Aynı bir Kasım gecesi paramparça edildiği gibi…
🖤
Göz yaşım biraz🤏🏻 birazcık akmış olabilir.
Yazdığım bütün kurgularda 5 ya da 6. bölümlerden sıkılıp bırakıyordum. Hatta daha olaylar başlamadan.
Ama bu kitap her ne olduysa sevgili olmaları evresine kadar yazabildim. (Benim için büyük bir başarı)
Birkaç bölüm daha böyle geçmişten sahneler koyup olayları anlamınız için uğraşacağım. Karakterlerin sohbet aralarından yaptığı imalar bana az geldiği için böyle bir çözüm buldum.
Ayrıca eklemek istediğim bir kısım ise kurul olayı başka kitaplarda da olabilir ama bizim buradaki kurul bambaşka bir durum.
Adamların ya da kadınların veliaht olarak koydukları kişiler eğer kan bağları varsa dokunulmaz, kan bağı yoksa korumaya muhtaç kişilerdir.
Hepsi aileden gelen soydaki lakabı kullanmak zorunda (Akif Hançer- Asena Hançer) şeklinde.
Veliahtlarda masanın zamanı geldiğinde toplu koltuktan indirme sırasında büyüğü dışında yerini alacağı kişilerdir. Hepsi annesi-babası tarafından bunun için eğitilirken daha Asena’nın haberi bile yok diyebiliriz.
Aklınızda soru kaldıysa lütfen bana sorunuz Ankara ayazlarım
Okur Yorumları | Yorum Ekle |