
Satır aralarında buluşalım...
Oy ve yorumlarınızı bekliyorum... ♥️
•
•
•
Çalan müzik, insanların uğultusu, ağlayan bebekler, koşuşturan çocuklar ve sürekli kendisine dansa kalkması için ısrarda bulunan akrabaları Aybüke'nin tahammül seviyesinin sonunu getirmişti. Aklı hala mantığının dürtüleri ile attığı mesajdaydı. Duygularına acımadan Mustafa Ali ile tüm bağını koparmak adına atmıştı mesajını. Bir daha karşısına çıkmasını istememişti.
Çünkü bir daha o yeşil gözlerle denk gelirse kalbine yenik düşecekti.
Çünkü bir daha o gülüşe denk gelirse vicdanının üstüne basıp tekrardan o kolların arasında olmak isteyecekti. Elleri ine istemsizce beline kayarken o anın hayalini yaşıyordu.
Mesajını yollar yollamaz görmüştü Mustafa Ali. Kaçacak delik aramıştı Aybüke. Kaçmak istemişti seneler önce müge çiçeklerini verdiği adamdan. O yeşil göze, gamzeli gülüşe ilk defa yenik düşmüyordu.
Mustafa Ali sadece kendisi hatırladığını düşünürken o anı defalarca yaşayan bir diğeri de Aybüke'ydi. Kitabın arasında çiçeklerini gördüğünde çiçekler eskise bile o gün ki hislerinin eskimediğini biliyordu. Ve Mustafa Ali'nin o çiçekleri hala saklıyor olması onu şaşırtmıştı.
Aybüke'yi ikilem denizinde savuran şey buydu. Mustafa Ali'nin kendisini hatırlıyor olmasına rağmen, çiçeklerini saklıyor olmasına rağmen neden bir başka kadını hayatına aldığını düşünüyordu.
Sonrasında mantıklı tarafı ise çiçekleri saklamasına bir anlam yüklememesi gerektiğini söylüyordu.
Daha sonra kalbi antitez sunuyordu. Çin Prensesi'nin kendisi ile olan benzerliğini düşünmesini ve Mustafa Ali'nin de mantıklı bir açıklaması olacağını söylüyordu.
"Aybüke abla bizimle dans eder misin?"
Kendisini düğüne, Kars'a getiren ikiz kuzenlerinden Güney elini uzatmıştı.
"Ablacım, hiç oynayasım yok."
"Bak yarın sabah Kuzey ile yola çıkıyoruz. Bizi bulamazsın. Hadi be abla. Kırma bizi."
Aybüke duygu sömürüsüne daha fazla dayanamayıp kuzeninin elini tuttu. Birlikte sahneye çıktıklarında iki kuzeni ile beraber oynamaya başladı. Çocukluğundan beri her düğünde yaptıkları dansı yaparken keyfi biraz daha yerine gelmişti.
Çalan Gorski'nin ritmine bıraktı kendini. Karşısında büyük bir asaletle oynayan kuzeninin yerinde bir anda Mustafa Ali'yi görür gibi olduğunda delirdiğini düşündü. Görüntü gider gelirken Aybüke kendini bıraktı hayallerine. Her şeyin farklı olduğu bir dünya hayal etti.
İçindeki huzur ile birlikte yüzündeki gülümseme de büyürken sanki o hep onunlaymış, müge çiçekleri hiç solmamış gibiydi.
Sahne biraz daha kalabalıklaşırken bile Mustafa Ali'nin hayali onu bırakmamıştı. İçindeki küçük romantik kıza engel olamıyordu.
Müziğin ritmi değişirken Aybüke kuzeninden müsade isteyip sahneden çekilmişti. Ailesinin olduğu masaya geri döndüğünde nenesinin yanına oturmuştu. Nenesi torunun elini tutup kendine biraz daha çekmişti.
Onu çok özlüyorlardı. Aybüke de onları çok özlüyordu. Ancak şartları değiştirmelerinin imkanı yoktu. Başını büyük bir özlemle nenesinin omzuna koydu. Hala kendisini hatırlıyordu.
Nenesi, babasının annesiydi. Ve babasının şehit haberi ocaklarına düştüğünde evlat acısı ile aklını yitirmişti. Çoğu şeyi hatırlamıyordu. Sadece Aybüke'yi ve oğlunu hatırlıyordu.
"Aybüke."
"Efendim anne."
Annesi yanına yanaşırken sahnedeki bakışlarını ise geri çekmemişti.
"Bak şu mavi ceketli çocuğu hatırladın mı?"
Aybüke annesinin kimi işaret ettiğini anlayınca dikkatlice baktı. Hatırlaması gerekiyor muydu onu da bilmiyordu.
"Hayır anne. Kim o?"
"Cengiz amcanın ortağının oğlu. Serhat."
"Yani?"
Aybüke hala sahnede dans eden adamı izlerken annesinin ne demek istediği yavaştan dank etmişti.
"Ne yanisi kız, seninle tanışmak istiyormuş."
"Anne! Ne konuştuk ama! Geldiğimden beri kaçıncı oldu bu."
Annesi saçlarını geriye attı gururla.
"Hayatım güzelliğini benden aldıysan ben ne yapabilirim? Kars yıllar sonra güzel bir kız görmüş fırsatı kaçırmak istemiyor işte."
Aybüke sevimli bir şekilde güldü annesine.
"Çok tatlısın annem ama, durumları bilmiyormuş gibi davranma lütfen."
Annesinin gülen yüzü kınayan bir ifadeye bürünmüştü.
"Yaşın geldi yaşın! Ne zaman yuvanı göreceğim ben? O dayın taktı seni peşine ne kendi evleniyor ne kızımı evlendirmeme müsade ediyor. Bıktım sizden he!"
"Dayım askerliği ile evlenip sırasını saldı bence."
Annesi gözlerini devirdi. Eli ile kendine yelpaze yaparken bir yandan da söylenmeye devam ediyordu.
"Ben daha size güç yetiremiyorum."
Aybüke biraz daha sokuldu nenesine. Annesine omuz silkip dans edenleri izlemeye başladı. Kafkas dansları bir süre sonra halaya döndüğünde Aybüke daha fazla uğultu kaldıramadığını anlayıp ayaklandı. Salonun çıkışına doğru ilerlerken çalan telefonu ile adımlarını hızlandırıp dışarıya attı kendini.
"Dayıcım. Ne zaman döneceksin?"
"Sana da merhaba Uzunkol. Beni bu kadar özlediğini bilmiyordum. Halbuki saat başı konuşmuyormuşuz gibi."
Bumin Kağan'ın sesinin gergin geldiğini fark edebiliyordu. Derin bir nefes bırakıp yine başlarında ne bela var diye düşünmeye başladı.
"Ararım tabi prensesim. Evin tadı tuzu yok. İkizler yarın sabah gideceklermiş. Sen nasıl döneceksin?"
Aybüke birkaç gün daha kalmayı planlıyordu aslında. Mesela, Eylül'e kadar kalmayı planlıyordu. Belki işe girerse aklı Mustafa Ali ile meşgul olmayacaktı.
"Okullar başlayınca dönmek istiyordum."
"Olmaz dayım, Eylül çok. Yarın akşam seni almaya yola çıkayım."
Aybüke elinde olmadan kahkaha atmıştı. "Ne güzel orta yol buldun öyle."
"Yarın akşam gerçekten seni almak için geleceğim bu arada. Ankara'da gözümün önünde ol."
Aybüke gülüşünü sildi yüzünden ve sıkıntı ile nefesini bıraktı. Yine başa dönmüşlerdi. Aybüke'nin özgürlük dolu esareti başlıyordu.
"Başımız belada değil mi? O yüzden apar topar beni almaya geliyorsun!"
"Özür dilerim Aykız. Ama saçının teline yabancı rüzgar değme ihtimalini bile yok etmem lazım."
Aybüke salonun dışındaki banklardan birine kendini bırakıp ağlamaya başladı yavaştan.
"Biraz daha kalamaz mıyım?"
"Aybüke. Seni ta kaç kilometre öteden koruyamam. Neden anlamıyorsun? Bildiğin şeyleri tartışalım mı şimdi?"
"Tartışalım Kağan ya, valla bu sefer de tartışalım. Sürekli birilerini özlüyor olmamı tartışalım, hiç bir yerde bağ kuramamamızı tartışalım. Sürekli diken üstünde olmamızı tartışalım. Annemi göremeyişimi, babamın mezarını her istediğimde ziyaret edemeyişimi tartışalım. Bir kere beni koruyamadın diye faturasını bana kesmeni tartışalım!"
Öfke ile akan yaşlarını silerken bir yandan da söylediği ağır sözlerin pişmanlığı ile burun buruna gelmişti Aybüke. Aybüke içli içli ağlarken Bumin Kağan da sessizce ağlamayı tercih etmişti. Aybüke omuzlarını düşürdü. Ve yine aynı kabullenişle kapattı telefonu.
"Yarın akşam gelir beni alırsın."
Aybüke telefonunu kapatıp yanından hiç ayırmadığı kulaklığını taktı. İstemeye istemeye de olsa Mustafa Ali'nin dinlemesini istediği o Farsça şarkıyı açtı. Mesajı aldığından bu yana dinlememek için kendi ile büyük bir çabaya giriyordu. Ancak şu an Mustafa Ali'ye duyduğu ihtiyacı böyle giderebileceğini düşündü.
Video üzerinden çevirisini izliyordu buğulu gözleri ile.
"Senin gülüşünün her mucizesi beni kendime bigâne yapıyor."
Şarkının bu sözüne takılı kalmıştı. Aklından silinmeyen o gülüş Aybüke'yi kendine yabancı hissettiriyordu. Öyle bir adamı hala istiyor olması, aklının ve kalbinin onun için kavga ediyor olması ona yabancı hislerdi.
Biliyordu Aybüke. Onu gördüğü ilk andan itibaren biliyordu. O adamın ruhuna kalbine bela açacağını biliyordu.
"Aybüke Abla. Ne oldu sana?"
İkizlerden Kuzey elinde sigara ile yanına yaklaştığında Aybüke gözyaşlarını silip telefonundaki şarkıyı kapatmıştı. Kuzey yanına oturduğunda bir sigara da kendisine uzatmıştı. Biraz çekimser yaklaşsa bile uzanıp almıştı.
"Songül yengem görürse ben vermedim sigarayı."
"Hemen sattın ya hemen."
Kuzey karizmatik olduğunu düşünerek göz kırptığında Aybüke de sigarasını yakmıştı.
"Anlat bakalım ablası. Niye millet içeride halaydan başı dönmüş bir şekilde eğleniyorken sen burada karaları bağladın?"
Omuz silkti Aybüke.
"Dayım yarın beni almaya gelecek. Ona canım sıkıldı."
Kuzey elini Aybüke'nin sırtına atıp kendine çekti şefkatle.
"Biliyor musun abla, sen burada yokken seni çok özlüyoruz. Ama orada Bumin abi ile olduğun için içimiz rahat ediyor. Biz ona özendiğimiz için, onun gibi güçlü olmak istediğimiz için polis olduk. Eminim ki o da böyle olmasını istemiyordur. Ama senin hala Aybüke ablamız olman için güçlü durman lazım. Songül yengemin bir kere daha acı çekmemesi için, nenemin bir ölüme daha şahitlik etmemesi için çabalıyor."
Aybüke kendinden yaşça küçük kuzeninin sözleri ile bir kere daha hazırda bekleyen yaşlarını tutamamıştı. Kendisini boğan sigarayı atıp kuzeninin omzuna yaslanmıştı. Kuzey'in sözlerini düşündükçe dayısına yaptığı haksızlık geliyordu aklına. Ona hak etmediği sözleri sarf ettiği için daha çok üzülmüştü.
Aybüke memleketindeki son saatlerini sevdikleri ile geçirmek için düğün salonuna geri dönmüştü.
Aybüke ailesi ile son saatlerini ailesi ile geçirirken Bumin Kağan tüm askerlerini karargaha toplayıp operasyon için toplantı yapıyordu. Onlara istirahat vermeden ve de Kars'a gidecek olan uçağının saatine kadar son kez bir toplantı yapma gereksinimi duymuştu
Tim hız kesmeden elindeki verileri değerlendiriyordu. Bu defa yanlarında önemli bilgileri ile Süeda, ve raporunun devam ediyor olmasına rağmen Sinan da vardı. Korkut ise Süeda ile bir karar almışlardı. Süeda örgüt ile bağlantı kurana kadar birbirlerini sadece takip cihazı ile kontrol edeceklerdi. Bağlantı kurulduğu gün ise Tiger çökertilene kadar beraber gezeceklerdi.
"Mehmet Bedir kendini yaktı ancak İlyas'ı satmadı. Silahların şirketle bağlantısı olmadığını kendi bu işe giriştiğini söylese bile elimizdeki finansal dökümanlardaki açık ile silahların fiyatının uyuştuğunu görüyoruz. Zaten Süeda da, Mehmet Bedir'in getirdiği paranın miktarını onaylayınca İlyas'ın kaçacak çok da bir yeri kalmıyor."
"Yine de bunlar bizim için yeterli olsa bile savcılık için yeterli değil Mustafa Ali biliyorsun ki. Gerçekten bu maça çok enerji harcamamız gerekiyor. İlyas'ı düşürebileceğimiz tek operasyon bu olacak."
Fırat söz istedi binbaşından.
"Komutanım. Sizce bu kadar dijital para akışının nakitten fazla olduğu bir dünyada neden hala elden para akışı sağlıyorlar. Yani bir çok örgüt dijital paralarla coinlerle iş yaparken neden tercih etmiyor olabilirler?"
Süeda lafa girdi. Binbaşından önce konuşunca tim bıyık altından gülerek birbirlerine baktı.
"Çünkü Rus asıllı örgütler fazla gelenekçiler. Neden öyle bakıyorsunuz?"
Binbaşı masanın üstüne dirseklerini dayadı. Ve askerlerine baktı.
"Alışacak arkadaşlar. Ee Mustafa Ali, başka ne var elinde?"
Mustafa Ali elindeki dosyayı uzattı.
"Komutanım. Ferit Güneş'in antrenörü ile bir görüşme ayarladım yarına. Adamı araştırdık. Senelerdir Ferit ile beraber. Onun şampiyon olmasında payı büyük. Ancak İlyas ile iş birliği olma ihtimalini göz önünde bulundurarak bakanlıktan gitmiş gibi davranacağız. Taha'nın gitmesini uygun gördüm komutanım. İlgi alanı olduğu için daha çok yardımcı olur diye düşündüm. Pelin Çınar ile de haftaya görüşme ayarlayabildim. Marka tanıtımı için gideceğiz. "
Bumin Kağan tatmin olmuş bir şekilde baktı Mustafa Ali'ye. Tim komutanlığı görevini layıkıyla yerine getiriyordu.
Bumin Kağan askerleri ve Süeda ile birkaç detay hakkında daha konuşup toplantıyı sonlandırmıştı. Birkaç saat sonra olan uçağı için yola çıkacaktı.
"Bu arada arkadaşlar size küçük bir uyarı yapmak zorundayım."
Tim binbaşını uğurladıktan sonra bir süre daha masada kalmıştı. Ve Süeda'nın sözleri ile dikkat kesildiler.
"Yani biliyorsunuz ki, gerçekten işlerini gün geçtikçe daha çok mahvediyoruz. Önce Ekrem Kozan, sonra davet, şimdi de sevkiyat. Açık hedef haline gelmeniz çok olası. Binbaşı söylemek istemedi ama çoktan kendisi için tehditler almaya başladı. Bu tehditlerin size kayması an meselesi. O yüzden gözünüzü kulağınızı dört açın. Esnafa, kuryeye, yoldan geçen adama bile güvenmeyin."
"Süeda haklı. Kendinizi vatanı korur gibi koruyun. Her bir detaya şüphe ile bakın. Sadece kendinizi değil, sevdiklerinizi ve birbirinizi de koruyun."
Mustafa Ali son sözlerini söyleyip masadan kalkarak diğerlerinin de kalkmasına yol açmıştı. Herkes toplantının ardından bir köşeye dağılırken Sinan dedikodu kazanını kaynatmak için soluğu Süeda'nın yanında almıştı. Fırat ise arkadaşları ile vedalaşıyordu.
"Bakın nişan günümde yanımda olmayanı hacklerim. Ciddiyim. Bir de Meryem dedi ki kareografileri hazır değilse beddua ederim dedi ona göre."
Fırat gidiyor olmanın verdiği mutlulukla gülücükler saça saça konuşuyordu.
"Bu arada Süeda. Sen de geliyorsun nişana. Meryem Sultan'ın kesin emri var."
"İstese de istemese de gelecek zaten."
Korkut Süeda'ya bakmadan arkadaşı ile konuşurken bir yandan da vedalaşıyordu. Fırat herkes ile sarılıp koşa koşa karargahtan çıkmıştı. Bu koşu onun için karargahtan kaçış değil, Meryem'ine giden yolun kısalmasıydı.
"Ya yemin ediyorum Meryem ablanın korkusuna koşa koşa gidiyor. Fırat komutanımın hanımcılık seviyesi bir başka. Bir o kadar da yerde var bence."
"Komutanın hakkında düzgün konuş Çaylak."
Sinan'ın keyfi Korkut komutanının kızması ile daha da yerine gelmişti.
"Valla komutanım. Artık time katılan son kişi ben değilim. Süeda abla artık yeni çaylağımız. Değil mi Süeda abla?"
Süeda kardeşinin yaşlarında olduğunu tahmin ettiği bu teğmen ile çok eğleniyordu.
"Valla Karakaş senin yaşın kadar benim operasyon sayım vardır. Ama yine de sen bilirsin."
"O kadar var mıdır?"
Korkut Sinan'ın çaylaklığını satmaya çalışmasını daha fazla dinleyemeyip çay almak için yanlarından uzaklaştı.
İki kupa çıkardı dolaptan. Birine kahve doldurup diğerine ise karargahtaki en meyveli çayı hazırladı. Çayın demlenmesini beklerken tam yanında uzun süredir duymadığı sesi duydu.
"Sen meyveli çay içmezsin ki."
Yanında beliren Begüm'e bakmamıştı bile. Bakamamıştı.
"Kendime değil zaten."
"Sen kahve de sevmezsin Korkut."
"O da benim için değil zaten."
Daha fazla dayanamayıp yüzüne baktı Begüm'ün. Gözleri en son gördüğü gibi dolu doluydu.
"Peki bu aramızdaki soğukluk ne zaman sona erecek? Benden uzak kalarak beni iyileştireceğine inandın mı sen?"
Korkut kendisi için de çay aldı ince belli bardağına.
"Senden uzak kalarak seni iyileştiremeyeceğim. Sadece bunu yapabilecek olanların ayak bağı olmayacağım. Kahveni soğutma. Sonra başım ağrıyor diye ortalıkta dolanma."
Hazırladığı kahveyi Begüm'ün önüne sürerken meyve çayını ve kendi çayını alıp koltukların olduğu kısma doğru ilerledi.
Begüm Korkut'un yeni gelen kıza çayı hazırlamış olmasına içerlese bile parmaklarının arasından yayılan kahvenin sıcağı ile kalbi de ısınmıştı. Korkut'un hala onu düşünüyor olması, o istemese bile ona kahve hazırlamış olması ona biraz da olsa umut olmuştu.
Çağatay ile bu olayları konuştukça Korkut'a da zaman tanımaya karar veriyordu. Kendisine uzaktan el eden Çağatay'ı gördüğünde gülümseyerek yanına adımladı. Oturduğu koltuğun başına oturup aklına gelen haberi vermek için herkesin dikkatini kendine çekti.
"Yarın akşamı sakın unutmayın tamam mı? Hepiniz mutlaka geliyorsunuz."
İlk itiraz eden Mustafa Ali olmuştu. Aşk acısı ile yanıp tutuşurken FSF yapamayacaktı.
"Olmaz komutanım. Sazınız sizi bekliyorken itiraz edemezsiniz."
Taha arkadaşının aşktan muzdarip biçare hallerini gördükçe iş çıkışı ifadesini almaya karar vermişti.
"Hem mazaretsiz FSF ekenin cezasını biliyorsunuz komutanım. Hadi biz rütbeden cezanızı kesemeyiz ama Korkut komutanımın eline bırakmak istemeyiz sizi."
Mustafa Ali bıkkınlıkla kabul ederken Çağatay ikna çalışmasının işe yaradığını görünce Begüm ile çak yapmışlardı birbirlerine.
"Süeda abla sen şimdi çaylak olarak FSF ne demek diye sorarsın hemen açıklayayım ben sana. Faaliyet Sonrası Faaliyet demek. Her sınırdışı operasyon dönüşü toplanıyoruz. Çok eğlenceli oluyor.''
Süeda, Sinan'ı çok sevmeye başlamıştı. Tabi bir de onun hakkında öğrendiği bilgiler onu daha çok sevmeye itmişti.
"Sen baya sevdin beni Sinan."
Sinan gülümsedi. Aldığı dedikodular sonucunda Kübra Doktor'un ablası olduğunu öğrenince kaleyi içten fethetmeye karar vermişti.
"Önemli olan senin de beni sevmen Süeda abla."
"Neden kardeşimi sana vermem diye mi korktun? Benden kardeşimi o kadar kolay alamazsın Karakaş."
Sinan'ın şaşkınlıktan gözleri büyürken bütün timin diline düşmüştü artık.
"O nereden çıktı abla? Ben öyle aramız samimi olsun diye dedim.''
"Emin miyiz Sinan?''
Sinan huzursuzca kıpırdandı oturduğu yerde. Kafasına boş kovan fırlatan Çağatay komutanına baktı elini kafasına atarken.
"E ama komutanım, pansumanı sizden başkası yaptı diye bir daha kafamı yarmanıza gerek yok."
Çağatay imalı bakışlarını atarken Taha da Sinan'ın karın boşluğunu dürtmüştü.
"Hadi hadi lafı çevirme. Gördük hastanede nasıl baktığını.''
Sinan mağdur ifadesini takınıp Begüm komutanından yardım isterken o da kendisi ile eğlenen acımasız komutanları arasına katılmıştı.
Herkes günün yorgunluğunu küçük bir sohbet molası ile kapatıp paydos vermişlerdi.
🎱🎱🎱
Timin bir kısmı yeni güne karargahta başlamıştı. Korkut ve Süeda ortalıkta yoktu. Sinan ise bu sefer raporunu kullanarak istirahate çekilmişti. Begüm, Çağatay ve Mustafa Ali karargahtaydı. Herkes üzerine düşen görevleri yapıp günü bitirmişlerdi. Karargahtan çıkacakları sırada kan ter içinde Taha gelmişti. Yüzünden okunan yorgunlukla beraber kendini koltuğa bırakmıştı.
Zaten Taha oturur oturmaz Çatal da dibinde bitmişti. İşleyicisinin bacakları arasında kendini sevdirirken Taha tüm yorgunluğuna rağmen ona sevgisini göstermekten geri kalmamıştı.
"Benim aslan parçam. Şu güzelliğe bak be."
"Hayırdır Taha. Çavuşlar yormuş seni."
Taha alnındaki teri sildi. "Hiç sorma abicim. Ankara sıcağının güneşle yarıştığı bir günde dövüş teknikleri çalıştırmak fikri kimden çıktıysa ona bir çift lafım var. Ama bende kalsın."
Mustafa Ali dolaptan soğuk su çıkarıp arkadaşına uzattı. Taha havadan gelen suyu olduğu gibi kapıp tek dikişte bitirmişti küçük şişeyi. Boş şişe ise Çatal'ın ziyadesiyle ilgisini çekmişti.
"Ben çıkıyorum müsaadenizle komutanım. Akşam sakın geç kalmayın tamam mı? Komutanım, Sultan Teyze'ye çok teşekkür ettiğimi iletin lütfen."
Mustafa Ali'nin annesi akşam ki toplanma için önden atıştırmalık hazırlayıp yollamıştı Begüm kızına.
"Ne demek Begüm. Zaten annemin yolladıkları ancak Sinan'a kadar."
Begüm uzun bir aradan sonra gülücüklerine kavuşmuştu. Ve bu kavuşmanın mimarı kesinlikle Çağatay'dı. Çağatay Begüm'ü bırakmamak konusunda ısrarcıydı. Onu karargâhın çıkışına kadar uğurlayıp geri döndüğünde Taha yanına çağırmıştı arkadaşını.
"Ee Çato komutan. Anlat bakalım. Ne var ne yok?"
"Dökül bakalım Çato. Neler dönüyor?"
Çağatay, Taha ve Mustafa Ali'nin sorgusu arasında kaldığında masanın üzerinde yarım kalan çayını yudumladı.
"Bir şey yok komutanım."
Mustafa Ali gözleri ile inanmadığını belli ediyordu.
"Yeme lan beni. Kaç senelik arkadaşımsın. Var işte bir şeyler. Korkut sen ve Begüm arasındaki şeyi öğrenmek istiyorum."
Çağatay bakışlarını yere indirip elindeki bardakla oynamaya başladı. Ne kadar rütbelisi de olsa Mustafa Ali çok sevdiği arkadaşıydı. O, Taha, Fırat ve Mustafa Ali, Kürşadlar Timi'nin kurulduğu günden beri timdeydiler. Çok gelen giden olmuştu ama onlar hep oradaydılar. Birbirlerine ait birçok şeyi biliyorlardı. Gençlikleri hep beraber geçmişti.
Derin bir nefes bıraktı Çağatay. Çok güvendiği arkadaşlarına içini açmaya karar vermişti.
"Geldikleri seneyi hatırlıyor musunuz? Korkut komutanım ile bize kök söktürürlerdi. Nefret ediyorudum Begüm'den. Aşırı sinir bozucuydular. Bizden ayrı takılıp, kendi aralarında fısır fısırdılar. Sonra açıldılar, bize alıştılar. Başta gerçekten arkadaş olarak görüyordum. Ama birlikte özel bir operasyona sevgili olarak çıkmıştık ya o günden beri ondan başka bir şey düşünemez oldum. Kıvırcık saçları, gülümsemesi, neşesi kazındı her gün aklıma. Zalımın kızı yavaş yavaş işledi içime. Korkut bu hislerimden rahatsız olduğu için biraz kavgalar yaşandı. Benden uzak durmak istedi bir süre. Ama ben pes etmedim. O beni itti, ben tekrar ona gittim. Kaç gündür yüzüme bakmıyordu. Ama kalbini kazandık prensesin tekrardan."
Çağatay'ın söylediği her söz Mustafa Ali'yi düşüncelere itmişti. Kendisi de Aybüke'nin kalbini kazanabilir miydi diye düşündü. Her şey bu kadar birbirine karışmışken, Aybüke bir daha karşısına çıkmaması gerektiğini kesin ve net bir dille ifade ederken Mustafa Ali cesaret edip edemeyeceğini düşündü.
Yıllar sonra onu bulmuşken, o gülüşü tekrar kalbine bir kere daha yazmışken onu bırakamayı istiyor muydu emin değildi.
"Valla kardeşim, birileri seni görüp utansın. İlk engelde pes etmemek ne demek görsün. Değil mi Mustaali'm?"
"Komutanım? Kim o? Tanıdığımız biri mi? Gerçi benim aklımda tek bir isim canlanıyor ama sizden duymak isterim."
Taha pişkin pişkin sırıtırken Çağatay da ona eşlik etmeye başlamıştı.
"Senin aklına tüküreyim Çato! Kimmiş o?"
Çağatay, Mustafa Ali'den gelecek herhangi bir darbeye karşılık Taha'ya daha çok yaklaşmıştı.
"Bu hanımefendinin binbaşı ile yakınlığından dolayı çok ağzımı açmak istemiyorum ama bacanak olmamıza az kaldı sanki komutanım."
Çağatay tahminlerinde yanılmamıştı. Mustafa Ali elinin altındaki yastığı sertçe fırlatırken Çağatay ne kadar sakınsa da kendini, yastık yakışıklı suratında yerini almıştı.
"Yavaş lan yavaş! Ağzım yamuldu yastıkla. İnsan bacanağına bu kadar acımasızca davranır mı?"
"Çato. Kaç abicim. Mustaali'me sinir yükleniyor. Bak bak solundan geliyor."
Mustafa Ali seğeren gözünü kontrol etmeye çalışıyordu. Onu bu kadar öfkelendiren, imkansızı kabullenmek istemeyen kalbinin imkansızlıklara yenilmesiydi.
Mustafa Ali hızla oturduğu yerden kalktı.
"Bu konu buradan çıkmıyor tamam mı? Zaten çıkma karşıma demiş. Başlamadan bitti işte."
Mustafa Ali elini saçlarına attı yolar bir şekilde.
"Ne demek bitti Mustaali. Öyle şey olmaz. Sena'nın lafı ile bitemez bu ilişki. Sen pes etmiş olabilirsin kardeşim ama ben izin vermem. Dur bakalım oğlum. Kaç senedir bu anı bekliyoruz."
Mustafa Ali heyecanlı heyecanlı konuşan Taha'ya baktı.
"Sene mi? Komutanım bir şey demeyeyim diyorum ama valla kara kutu asıl sizmişsiniz."
"Neyse ne! Ben çıkıyorum. Akşam FSF yapacağız diye önden gidip Yağız Efe'nin gönlünü almam lazımmış."
Mustafa Ali yeterince hakkında bilgi verdikten sonra kaçmayı tercih etmişti. Birkaç parça eşyasını alıp karargahtan ayrıldı. Otoparka doğru ilerlerken kulağında yine kulaklığı vardı. Beynindeki çift taraflı sesleri ancak böyle susturabiliyordu.
Arabasına doğru ilerlerken Aybüke ve binbaşını öfkeli halleri ile görmüştü. İstemsizce kulaklığını çıkarırken tartışma sesleri gelmeye başlamıştı kulağına.
"Ben artık çok sıkıldım bu tavırlarından Aybüke. Kaç yaşına geldin hala yıllardır aynı şeyleri konuşuyoruz. Bitti. Bundan sonra ben ne karar alırsam onu uygulayacaksın. Şuna bak ya! Bir tabur adamı hizaya getiriyorum seni getiremiyorum.Duydun mu? Lafımın dışına çıkmak yok Aybüke!"
Sonlara doğru sesini biraz daha yükseldiğinde Aybüke'nin kalbinin kırılan sesini Mustafa Ali bile duymuştu. Binbaşı her zaman öfkeli bir adamdı. Ama onu Aybüke'ye karşı ilk defa böyle görüyordu. Süedan'nın bahsettiği tehditlerin boyut ne denli büyüktü ki binbaşı bu kadar tepkiliydi. Binbaşı bu defa sesini alçaktarak konuşmuştu.
"Ben şimdi işlerimi halletmeye gidiyorum. Burada uslu uslu beni bekleyeceksin."
Aybüke sadece kafasını sallamakla yetinmişti. Binbaşı gerisin geri kışlaya doğru ilerlerken Aybüke arabanın kapısını araladı. O sırada gözlerinin denk gelişi ile Aybüke'nin öfkesinin yerini göz yaşları almıştı. Gözlüklerini indirip açtığı kapıdan içeri girerken Mustafa Ali yürümeye başladı. O da Aybüke'nin yaptığı gibi yapıp arabasına binecekti. Ancak yüreği o gözyaşlarını kaldıramamıştı.
Açtığı kapıyı sertçe bırakıp karşıdaki arabanın başına geçti. Aybüke kendisini fark etmeyince cama tıkladı birkaç defa.
Gözleri tekrar denk düştüğünde Aybüke yaşlarını elinin tersiyle sildi. Ve sadece biraz camı araladı.
"Sana karşıma çıkma demedim mi Mustafa Ali?"
Sözleri ne kadar azarlar gibi olsa da sesindeki mahsunluk Mustafa Ali'yi daha çok etkilemişti.
"Biliyorum. Aklıma kazıya kazıya ezberledim mesajını. Ama seni böyle bırakıp gitmeye içim el vermedi. Gidemedim."
Aybüke camı tamamen açıp Mustafa Ali'nin çok özlediği yeşil gözlerine baktı. O kadar özlemişti onun gözlerine bakmayı. O yeşiller koca bir ormanda nefes aldırır gibi hissettirmişti. Ancak yine de bu oksijen ona zararlıydı. Her nefes canını acıtıyordu.
"Git Mustafa Ali. Nasıl ki dayımla beni sevgili sandığında uzak duruyordun şimdi de o kadar uzak dur benden. Lütfen."
Aybüke camı kapatmaya yeltendiğinde Mustafa Ali camı tuttu.
"O zaman bile senden uzak kalamamış birini şimdi nasıl uzak tutacaksın kendinden? Aybüke. Lütfen beni de dinle. Hiç tanımadığın bir kadını dinleyip hak verebiliyorsan, bana hak veremesen bile beni bir kere dinle. Bunu hak etmiyor muyum?"
Aybüke derin bir nefes bırakıp başını Mustafa Ali'nin olmadığı tarafa çevirdi. Yine göz yaşlarına hakim olamamıştı. Bu kadar ağlamaya alışkın değildi. Her şeyin pozitif tarafını görüp, hayatın tadını çıkaran Aybüke yaşadığı hayattan keyif almıyordu şu sıralar.
Mustafa Ali arabanın kapısını açıp yere çömeldi.
"Bak bana."
"Ne olur Mustafa Ali. Git."
Mustafa Ali uzanıp Aybüke'nin kendine dönük olmayan suratını çevirdi. Ve yanağının tam ortasında duran yaşı sildi.
"Gitmek istemiyorum. Hem zaten gidemiyorum da. Ne olur bana bu kadar mesafeli olma."
Aybüke burnunu çekip yüzünü kurtardı Mustafa Ali'nin elinin arasından. Defalarca sildiği yanağını bir kere daha kuruladı. Birbirlerine bu kadar yakınken mesafe koymak yaşama şansı varken ölümü tercih etmek gibiydi. Ama stresli geçen bir aile vedalaşması ve dayısı ile dün akşamdan beri yaşadığı kavgalar,evleri ayırmak zorunda olmaları sağlıklı düşünmesine engel oluyordu.
"Mesafeleri koyan ben değilim. Git diyorum sana git. Bir kere daha kalp kırma Mustafa Ali."
Mustafa Ali yavaşça ayaklandı. Sızlayan burnunun direği kızaran gözleri çok da hayırlara vesile değildi. Derin bir nefes aldı. Bağıra bağıra aşkını söylemek istiyordu. İçinde tutmaya çalıştığı her duygusu kanserli bir hücre gibi büyürken yaptığı tek şey açtığı kapıyı kapatmak olmuştu. Yorgun adımları ile kendi arabasına doğru ilerledi.
Akan bir damla yaşı yok edip arabasını çalıştırdı. İçinden atamadığı bastırılmış duygular öfke olarak çıkarken farkında olmadan hız ibresini sonlara yaklaştırmıştı. Eve normalden daha kısa bir sürede vardığında ne yaptığını daha iyi anlamıştı. Nefes alış verişi hızlanırken bir süre arabanın içinde nefesini kontrol etmeye çalıştı.
Sürekli bir şeyleri kontrol etmeye çalışırdı. Ama ilk defa kalbini kontrol etme gereksinimi duymuyordu. Olması gereken yerde olduğunu, Aybüke de olması gerektiğini bildiği için kalbini kontrol etmek istemiyordu. Ama Aybüke onun daha önce kirlettiği kalbini istemiyordu.
Onu haklı bulan tarafı ona kızamıyordu. Mustafa Ali çalan telefonu ile sıçrayarak kendine geldi. O kadar çok kaptırmıştı ki kendini telefonu çalınca korkmuştu.
"Efendim anne."
"Gelsene oğlum içeriye. Kapının önünde neyi bekliyorsun?"
"Geliyorum annem. Geliyorum."
Mustafa Ali eve gidip sözleştikleri saate kadar duş alıp kıyafetlerini değiştirmişti. Biraz da Yağız Efe'nin yeni yazıldığı okul hakkındaki şikayetleri dinleyip okula gitmeye ikna etmeye çalışmıştı. Öyle ki Yağız Efe, dayısı giderse okula gitmeyeceği hakkında tehditler savurunca biraz da geç kalmıştı FSF'ye.
Begüm'ün evine girdiğinde annesinin ikinci defa yolladığı ikramlıkları uzattı Begüm'e. Evden getirdiği sazını ise koridorda uygun bir yere bıraktı. Begüm ise Mustafa Ali'ye son kalan terlikleri uzatmıştı. O sırada salondan Çağatay ve Taha'nın sesi geliyordu.
"Geç kaldınız komutanım. Çiğ köfteyi yoğurmaya başladılar."
Salona girdiğinde Taha son gücü ile çiğköfte yoğuruyordu. Çağatay ise ona hem şarkı söylerek hem de alnındaki terleri silerek eşlik ediyordu.
"Bir memleket yükü, bir yetim düşü,
Reisin yüzünde vatan gülüşü.
Büyük sevdalarda bulur kendini, sevdasını anlatamaz ki."
Yerdeki ikili şarkı mı söylüyor yoksa tezahürat mı tutuyordu belli değildi. Mustafa Ali tebessümle baktı onlara. Korkut, Süeda, Sinan ise bir an önce yemek yemeyi bekliyor gibiydiler. Sinan zaten çoktan hazır masadan tırtıklamaya başlamıştı.
"Hoşgeldiniz komutanım. Geç kaldınız."
"Hoş buldum. Malum dayılığa askerlikten daha çok mesai ayırıyorum."
"Begüm börekleri unutma."
Aybüke salona girmeden mutfağa seslendiği için gelen Mustafa Ali'yi henüz görmemişti. Salona adım attığında Mustafa Ali sertçe yutkunup bu sefer bakışlarının birleşmesine müsade etmemişti.
Begüm de mutfaktan geldiğinde herkes salondaydı. Aybüke ve Mustafa Ali salonun iki ayrı köşesine yerleşmişlerdi.
Aybüke uzun zamandır görmediği Süeda ile konuşmaya karar vermişti. Eskilerden konuşmak her ne kadar aklından çıkmayan dayısını daha çok hatırlatsa bile o anılar Mustafa Ali kadar canını yakmıyordu.
"Komutanım. Getireyim mi sazınızı? Söyler misiniz bir türkü?"
Mustafa Ali hevesle soru soran Sinan'a gülümsedi. Aybüke varken çok da bir şey yapmak istemiyordu. Sesi gerçekten eğitimli olan birinin yanında söylemeye haya etmişti. Ancak ona karşı duygularını belki böyle ifade edebilirim diye düşünmüştü.
"Ne olur komutanım? Valla ilk defa yemek yemekten daha çok bir şeyi istiyorum."
Sinan'ı yemek dışında başka şeyde bu kadar istekli görünce gülümsedi Mustafa Ali. Sinan'a bakıp sadece kafasını salladı.
Sinan koşa koşa salondan çıktığında kendisine çiğköfte uzatan Taha'yı geri çevirdi.
"Al kardeşim, yanık sesin biraz daha yansın."
"Sen yoğur biraz daha Taha. Yersem söyleyemem."
Sinan sazı özenle getirip komutanına uzatmıştı. Mustafa Ali sazın akorları ile biraz oynadıktan sonra çalmaya başladı. İçi ne kadar yanıksa sazı da o kadar yakıyordu dinleyeni. Babasından öğrenmişti saz çalmayı. Onun hatırası hürmetine en iyi şekilde çalmaya çalışıyordu.
Sazın notasını yükselttiğinde Taha'dan 'Allah' nidası çıkmıştı.
"Buraya dikkat kesilebilir miyiz lütfen? Bozlak geliyor bozlak!"
Mustafa Ali Taha'nın tepkisine gülüp biraz daha eğildi sazına. Hala babasının kokusunu alabiliyordu sazdan.
"Beni eller kimi görme,
Sen benimsin ben seninim.
Beni eller kimi görme,
Sen benimsin ben seninim.
Gel seni benden ayırma.
Gel seni benden ayırma.
Sen benimsin ben seninim.
Sen benimsin ben seninim yar.
Gel seni benden ayırma.
Gel seni benden ayırma.
Sen benimsin ben seninim.
Sen benimsin ben seninim yar.''
Mustafa Ali türküyü söylüyordu ama bütün dünya silinmiş de sanki sadece Aybüke ve kendisi varmış gibi söylüyordu. Göz göze gelmelerine gerek yoktu. Mustafa Ali, Aybüke'nin yüreğini hissedebiliyordu sazında. Mustafa Ali cesaret edip Aybüke'nin çoktan dolmuş gözlerine baktı. Aybüke de kaçırmamıştı zaten bakışlarını. İkisinin de kaçacak yeri kalmamıştı birbirlerinden başka.
"Senin kalbin benim kalbim,
Sana malumdur her halim.
Senin kalbin benim kalbim,
Sana malumdur her halim.''
Mustafa Ali az sonra okuyacağı dizelerde Aybüke'ye yalvarır gibi baktığını fark bile edememişti.
''Kaçma benden nazlı gülüm
Kaçma benden nazlı gülüm
Sen benimsin ben seninim
Sen benimsin ben seninim yar
Kaçma benden nazlı gülüm
Kaçma benden nazlı gülüm
Sen benimsin ben seninim
Sen benimsin ben seninim yar"
Mustafa Ali türküsünü bitirmiş, sazının son notalarını çalarken Aybüke ayaklanıp ağlaya ağlaya salondan çıkmıştı.
"Komutanım ne yaptınız komutanım? Resmen açık kalp ameliyatı mübarek."
Çağatay'a boş bir bakışla baktı. Yüzüne bir tebessümün gölgesi düşse bile aklı Aybüke'deydi. Yanına gitmek istiyordu. Ancak bu kadar kalabalıkta peşinden gidemezdi. Ya da o öyle düşünüyordu
"Kardeşim neyi bekliyorsun?"
Taha'nın sorusu üzerine sazını eline aldı.
"Ne çalayım?"
"Onu mu diyorum Mustaali? Kızı ağlattın git bir bak."
Mustafa Ali arkadaşlarında göz gezdirirken Çağatay ve Taha'nın motive etmesi ile ayaklandı.
"Ee komutanım, binbaşının Aykız'ını ağlatmak öyle kolay değil. Bence de bir bakın.''
Begüm bıyık altından gülerken Mustafa Ali kindar bir bakış attı. Ne olduysa Begüm'ün çenesini tutamayışı sebebi ile olmuştu zaten.
"Sen hiç konuşma Begüm. Dua et ben seni o günden sonra ağlatmadım.''
Mustafa Ali sözlerini sitemle değil de öfke ile söylemiş olsaydı kesinlikle Begüm'ü azarlıyor görünürdü. Ancak sadece sitemdi söyledikleri.
"Emredersiniz komutanım."
Çağatay ile birbirlerine kaçamak bakışlar atarken Mustafa Ali bu bakışları yok sayıp Aybüke'yi bulmak için salondan çıkmıştı. L şeklindeki koridorun ikinci olanında açık bir ışık görmüştü. Aralık kapıdan süzen ışıkla kapıyı tıklattı.
"Bir saniye."
Mustafa Ali kapının pervazına omzunu yaslayıp Aybüke'sini bekledi. En az onun kadar ağlayası vardı. Kapı açıldığında Aybüke Mustafa Ali'yi görmeyi, hele ki bu kadar yakınında görmeyi beklemiyordu.
"Geçebilir miyim?"
"Hayır."
Mustafa Ali cüssesi ile Aybüke'nin geçebileceği her yeri kapatmıştı.
"Mustafa Ali."
"Aybüke."
Sinirle ayağını yere vurdu. Ondan kaçmaya çalıştıkça Mustafa Ali'nin peşinden gelmesine sinirleniyordu.
"Ne istiyorsun benden? Sana yeterince açık davrandım mesajda."
"Bir şey istemiyorum Aybüke. Yemin ederim bir şey istemiyorum. Ama iki sene önceki konunun şu an ayağıma dolanmasına üzülüyorum. Biliyorum bir kötülük yapt..."
"İki sene önce derken?"
Mustafa Ali, Aybüke'sinin neden bu kadar şaşırdığını anlamaya çalışıyordu. Aybüke bir kaç adım geri çekilip karışan kafasındaki sorulara cevap bulmaya çalışıyordu. Ancak cevaplarının tek bir kişide olduğunu biliyordu.
"İki sene işte, senin uğruna kalp kırmayı tercih ettiğim o günün üstünden iki sene geçti. Bunun sana kötü hissettirdiğini biliyorum. Sena'yı kırmış olmaktan, yarı yolda bırakmış olmaktan ben de hoşnut değilim. Ama yemin ederim bir kere bile pişmanlık duymadım aldığım karardan. O gün tekrardan o küçücük telefon ekranında karşıma çıktığında kalbimde ne kadar derin yerlerde olduğunu anladım Aybüke."
Mustafa Ali iyice yaslandı kapıya. Güç alacağı bir şeyler arıyordu. Aybüke karşısında kendisini şapşal bir şaşkınlıkla izlerken o kadar dayanılmaz duruyordu ki, Mustafa Ali'nin o çok güvendiği gücünü elinden alıyordu ıslak kirpiklerini indirip kaldırdığında.
"Ben Ankara'ya geldiğimde sevgili değil miydiniz yani?"
Mustafa Ali'nin gülüşü derinleşmişti. Sadece kafasını iki yana sallamıştı. Aybüke bir süre yüzüne baktı. Sonrasında ise Mustafa Ali'nin hasret kaldığı kahkahasını lutfetmişti. Hem ağlıyor hem de kahkahasını atıyordu. Aybüke'nin gülüşü Mustafa Ali'ye de bulaşmıştı.
"Neye gülüyorsun öyle?"
Aybüke ikisini işaret etti. "Sence? Şu halimize bak, ben arkadaşımın banyosunda hüngür hüngür ağlıyorum sense aynı banyonun eşiğinde bana ilanı aşkta bulunuyorsun."
Mustafa Ali, Aybüke'nin konuşurken havada salladığı elini yakalayıp kendine yaklaştırdı Aybüke'yi. Aralarındaki mesafe hiçe indiğinde Mustafa Ali büyük avuçlarının arasındaki eli kalbinin üzerine koydu. Deli gibi çırpındığını hissetsin istiyordu.
"Daha farklı olmasını isterdim inan ki, ama bir kahkahanla seneler sonra bile şu hale gelen kalbime neler yaptığını bir an önce gör istedim."
Aybüke'nin güzel yüzünde şefkat dolu bir ifade vardı. Avucunun arasında kendi kalbi varmış gibi dokunuyordu Mustafa Ali'nin göğsüne. Mustafa Ali ise boşta kalan eli ile Aybüke'nin yüzünde emaneti olan yaşları geri aldı. Ona bir daha geri vermemek üzere aldı göz yaşlarını.
Aybüke yanaklarında gezinen sıcak ele yasladı başını. Yapamamıştı. Uzak kalamamıştı. Vicdan mahkemesindeki dosyaya zaman aşımı affı verip kalbinin hak ettiğini almıştı. Belki de ilk defa bencil olmak istemiş, çok kısacık olan hayatlarında kalbinin en güzel durduğu yeri tekrar bulunca kaybetmek istememişti.
"Mustafa Ali."
"Aybüke."
Aybüke, Mustafa Ali'nin göğsündeki elini uzamaya yüz tutmuş saçlarına çıkarıp gülümsedi.
"Gerçekten mezuniyet töreninden bu yana mı?"
Mustafa Ali, baş parmağı ile Aybüke'nin gülüşü okşamaya başladığında alnını alnına yasladı.
"Araya reklam alma gafletine düşsem bile evet, mezuniyetten beri."
Aybüke elinin altındaki kafaya küçük bir şaplak attı.
"Üç sene reklam mı olur Mustafa Ali?"
Kendini geri çekmeye çalışsa bile Mustafa Ali elini beline atıp Aybüke'nin bir kere daha mesafe koymasına izin vermemişti.
"Bu sefer ellerimden kayıp gitmene izin vermem Aybüke. O zaman çömez bir teğmen olup peşinden gelmeyi akıl edememiş olabilirim ama şimdi tuttuğunu koparan bir yüzbaşıyım. Bir daha görüş mesafemden ayırmam seni."
Mustafa Ali, Aybüke'nin ince belindeki ellerini sıkılaştırıp onu göğsünde bir yere saklamaya çalışıyordu. Aybüke'nin elleri de kendi sırtında birleştiğinde, senelerce yarım yaşamaya alışmış küçük Mustafa Ali bir anda tamam olmuştu. Yıllardır yerine herşeyi koyup uyduramadığı eksik tarafı tamam olmuştu. Kaybolan çocukluğunu, Aybüke elleri ile teslim etmişti ona.
Birbirlerine iyice sokulduklarında derin bir nefes aldı Mustafa Ali. Nefes aldı. Hakkını vere vere nefesin ne demek olduğunu hissetmişti.
"Teşekkür ederim Mustafa Ali."
Mustafa Ali ellerini ayırmasa bile kafasını geri çekmişti soran bir ifade ile.
"Senelerdir gitmediğim şehir kalmadı. Ne zaman bir yere taşınsak hep aynı umut vardı içimde, kök salıp kendimi ait hissetmek. Şansıma ne bir arkadaşım oldu doğru düzgün, ne burası bana ait diyebileceğim bir yer. Ama biliyor musun, şimdi bana bakan yeşil gözlerin var ya, onları görür görmez dedim ki işte onlar benim. Ben bana bakan o gözlere aitim. Yani hislerini bilmiyorken bile böyle hissettim Mustafa Ali. Böyle hissettirdin."
Mustafa Ali'nin bakışları değişmişti duyduğu cümleler karşısında. Kalbi göğüs kafesinin arasından eriyip gitmişti. Keşke o gün öylece çekip gitmesine izin vermeseydim diye düşündü. Aybüke'sine yuva olacağını bilseydi en başından, kendi yuvasını yerle bir edip yine giderdi peşinden.
"Bu gözler senin Aybüke, bu kalp, bu gülüş, bu adam, hepsi senin. İstediğin kadarıyla, sevebileceğin kadarıyla senin. Gönlümde yerin baş köşede hazır. İstersen yine beklerim seni. Ne zaman istersen buyur gir. İnan hiç yabancılık çekmezsin. Senelerdir seni bekleyen gönlümün gözü yollarında kaldı."
Aybüke'nin bir kere daha dolmuştu gözleri. Mutluluğu kalbinden taşıp gözlerinden akmıştı. Kendisine böyle güzel bir davette bulunan adamı geri çeviremezdi. Nasıl çevirsindi? Aybüke, evine kavuşmuştu. Onlarca ev değiştirmişti. Ama kendi evini bulmuştu en sonunda düşe kalka.
Mustafa Ali bir kere daha alnını alnına yasladı. Az önce yaşlar döken gözlerinin kenarlarına iki küçük masum öpücük bıraktı.
"Sen istediğin kadar ağla, ben yine yaşlarını silmek için bulurum ki seni. İstediğin kadar gül. Yine o gülüşlerden payıma düşeni almak için bulurum."
Aybüke ise Mustafa Ali'nin geri çekilmesini engellemek için yanağını tuttu. Nazik bir şekilde sevdi önce. Artık ne ağlamaktan korkar olmuştu, ne de sonunda ağlarım diye gülmekten. Senelerdir bekleyen sadece Mustafa Ali değildi. İtiraf etmeye cesaret edemese bile o mezuniyet töreni sadece Mustafa Ali'nin bir gülüşe yenik düştüğü gün değil, Aybüke için de bir çift yeşil göze yenik düştüğü gündü.
Biraz parmak uçlarında yükseldi. Dudaklarını, Mustafa Ali'nin dudaklarına değdirdiği anda o yürekten gelen davete icabet etmişti. Mustafa Ali onu belinden tutup biraz daha yukarı kaldırdığında öpücükleri derinleşmişti.
Mustafa Ali senelerce sevmiş olmanın ödülünü alıyordu. Elini Aybüke'sinin yanağına yerleştirip daha çok yaklaştırdı onu kendine. Sanki mümkünmüşçesine. Geri çekilip birkaç küçük öpücükten sonra tekrar öpmeye devam etti.
"Aaa! Komutanım!"
Mustafa Ali dehşetle geri çekilirken yaptığı ilk iş Aybüke'yi banyoya itmek olmuştu. Aybüke düşmemek için başta çabalasa bile başarılı olamayıp o da kalçasının üstüne düşmüştü. Mustafa Ali ise kendisine şaşkınlıkla bakan Sinan'ı gördü. Koridorun sonunda durmuş ellerini şaşkınlıkla yanaklarına götürmüştü.
"SİNAN!"
Öyle bir bağırmıştı ki sesi kendi kulaklarına ikinci defa dolmuştu.
"Yemin ederim bir şey görmedim komutanım. Yani gördüm de... Valla görmedim."
Sinan ellerine bırakılmış dedikodu bombası ile yanıp tutuşurken Mustafa Ali ayağındaki terliği ayağından havaya fırlatıp, terliği havada yakalamıştı.
Elindeki terlik en hızlı şekilde Sinan'ın kalçaları ile buluşururken Sinan olduğu yere çöküp acı ile sızlanmıştı.
Sinan yerde kıvranırken bütün tim koridora yığılmıştı.
"Bunu birinden duyarsam, askerliğini yakarım Sinan!"
Sinan acı içinde kıvranırken hala düşündüğü şeyler başkaydı.
"Taha komutanıma da mı?"
"Sıçtım ağzına Sinan!"
Mustafa Ali Sinan'ın üzerine yürürken Aybüke ise düştüğü yerden kalmayıp banyonun kapısından uzanıp onları izliyordu. Aklı evine kavuşmuş olmanın verdiği mutluluktayken,parmakları ise hala dudaklarındaydı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |