
Kürşadlar operasyondan çıktıkları gecenin sabahında binbaşı tarafından bir günlük istirahat almışlardı. Ve Sinan'ın sorgusunu ise istirahat dönüşüne bırakmışlardı. Hem onu çok yormak istemiyorlardı. Hem de alelacele Mersin'den gelen ailesi ile vakit geçirmesi için onları ailece bırakmışlardı.
Korkut onlara çoktan veda etmişti. Ve Fırat'ta bu bir günlük izninde Meryem'i görmek adına hızlı bir karar alıp Eskişehir yollarına düşmüştü.
Mustafa Ali ise kendisinden önce hastaneden çıkan Aybüke'nin peşine düştüğünde Taha yalnız kalmamak adına Çağatay'ı davet etti evine.
"Beni bugünlük affetsen Taha. İşim var. Çok müsait değilim."
Taha'nın bakışları Begüm'e döndü.
"Gidip evimde uyumayı planlıyorum Tahacım. Zaten yarın sabah bir daha göreceğiz birbirimizi."
Taha Begüm'ün koluna girdi. "Bizde uyu. Ne olur? Tek başıma sıkılırım evde. Hem FIFA oynarız."
Taha'nın evde yalnız kalamadığını sadece o biliyordu. Begüm başını Taha'nın omzuna koydu. Kendi aralarında bu evet demekti. "Önce bana uğrayalım. Kıyafetlerimi değiştireyim."
Taha kolunu arkadaşının omzuna attı. "Beni bir tek sen anlıyorsun dişi bozkurdum. Bu hırtolarda iş yok. Gel biz senle önce serpme kahvaltı eşliğinde gıybet yapalım. Ben de bir gıybetler var. Olay.."
Begüm geri çekildi. "Şaka yapıyorsun!"
"Hayırdır Taha? Sinan'ın büyük askeriye gıybeti kazanını artık sen mi karıştırıyorsun?"
Çağatay sessizce onlara eşlik ederken lafa karışma gereksinimi duymuştu.
"Çato, Sinan'a ben el verdim hatırlatırım. Ayrıca biz nizamiyenin gıybet kazanını kaldırıp isyan etmiş adamız."
Çağatay aklına gelen eski anılarla gülümserken bir yandan da Taha , Çağatay'ın onlarla beraber geldiğini fark etmişti.
"Sanırım serpme kahvaltı eşliğinde gıybet fikri sadece Begüm'ü cezbetmemiş."
Çağatay gülümseyerek Begüm'e baktı. Ve karizmatik bir şekilde göz kırptı. "Açız oğlum, nizamiyede kahvaltı çoktan bitmiştir." Taha sen yok musun sen dercesine salladı başını Begüm'e çaktırmadan.
Otoparka geldiklerinde Çağatay ön koltuğa davrandığında Taha onu durdurdu.
"Canım benim. Buraya Vedat Albay bile gelse, dişi bozkurdum varken sadece dişi bozkurdum ön koltukta oturabilir. Yallah arkaya."
Begüm Çağatay'ın önünden geçerken havalı bir şekilde saçını savurdu.
"Tatlım, timin prensesiyim diyorum neden inanmıyorsun?"
Taha çoktan arabaya bindiğinde Çağatay çapkın bir bakışla süzdü Begüm'ü. "Ona ne şüphe!"
Begüm mahçup bir ifadeyle gülerken ikisi de arabadaki yerlerini almıştı. Taha arabayı çalıştırdığında ilk istikameti Begüm'ün evi olmuştu. Begüm operasyondan kalan kıyafetlerini değiştirmek için evine çıktığında Taha dikiz aynasından Çağatay'a baktı.
"Bakıyorum bu ara pek keyiflisiniz Çato Bey, hayırdır oba beyi mi oldunuz?"
Taha'nın tarih göndermeli şakaları asla bitmiyordu. Gülümsemesi genişledi Çağatay'ın.
"Ne yapayım kardeşim? Mutlu olmak için sebep aramıyorum."
Taha aynadan kesmeyi bırakıp arkadaşına döndü.
"Sebebim yanımda aramaya gerek yok mu diyorsun yani?"
Taha pişkin pişkin sırıtırken Çağatay da gülmeden edememişti. "Ne alakası var lan? Öyle bir şey demedim ben."
Taha uzanıp Çağatay'ın bacağına vurdu. "Aksini de iddia etmedin Çatom."
Çağatay kafasını geriye atıp sesli bir kahkaha atmıştı.
"Sen kafayı yemişsin. Paranoyak mı oluyorsun acaba?"
"Yeme beni oğlum, dişi bozkurduma nasıl baktığını görmüyoruz sanki. Hadi hadi, benden laf çıkmaz."
Çağatay öne yaklaşıp yanağını sağ koltuğa yasladı.
"Çok mu belli ediyorum lan? Anlamış mıdır Begüm?"
Çağatay gözlerini kırpıştırıp aptal aşık bakışları atarken Taha düşen jetonu ile aydınlanıp sahte bir öfke ile baktı arkadaşına.
"Geç dalganı baba, eyvallah. Ama gelip yalvarırsın Taha ne olur aramızı yap, Taha lütfen Begüm'e beni öv diye."
Çağatay kafasını geri çekip daha çok gülmüştü Taha'nın tavrına. Sonra ciddileşti.
"Taha."
"Buyur Çato."
"Bir gün öyle bir şey istesem ne yaparsın?"
Taha arkaya dönmeye üşenip tekrar dikiz aynasından baktı. Ve dostça gülümsedi. "Elimden geleni yaparım. Ama onun senin yüzünden suratını astığını görsem Korkut'tan önce ben dağıtırım yakışıklı suratını haberin olsun."
Korkut'un adının geçmesi ile Çağatay kaşlarını kaldırıp bakışlarını cama çevirdi. İkili daha fazla bu konu üzerine konuşmadılar. Bir süre sonra ise Begüm tekrardan geldi arabaya. Kahvaltılarını çok beğendikleri mekana gitmek üzere yola koyuldular.
Begüm ve Çağatay arabadan indiklerinde Taha arabasını park etmek için uygun bir yer bulmak adına yanlarından ayrılmıştı.
İkili mekana girdiklerinde Çağatay boş gördüğü masaya doğru ilerlerken Begüm'ün belinden tutmuştu. Bu küçük dokunuş ikisi arasındaki bir takım duyguları canlı tutarken Begüm uzun bir zaman sonra ilk defa temastan rahatsız olmadığını düşündükçe mutlu oluyordu. Yüzünde ise birkaç aydır silinmeyen tebessüm tekrardan belirmişti.
Beğendikleri masaya geçtiklerinde Çağatay Begüm'ün sandalyesini çekip o oturduktan sonra karşısına geçmişti.
"Sormaya çok fırsatım olmadı ama psikoterapi nasıl gidiyor?"
Begüm içtenlikle ve minnetle gülümsedi. "Gayet güzel gidiyor. Ödevlerimi yapıyorum. Geçen sefer bana büyük bir ilerleme kaydettiğimi söyledi biliyor musun? Yani bu kadar iyi geleceğini bilseydim seni çok önceden dinlerdim. İyi ki o gün beni zorla götürdün oraya."
Çağatay sipariş almak için gelen garsona gülümsedi.
"Ben önden demli bir çay alayım. Limon da olursa sevinirim. Hanımefendi aç karnına genelde bir şey içmez. Arkadaşımız geldiğinde siparişleri verelim."
Begüm kendisi hakkındaki verilen küçük bilgiyle beraber kalbinin ritminin bir kere daha değiştiğini fark ettiğinde yanakları kızarmıştı. Siparişleri alan garson gittiğinde tekrar döndü Begüm'e.
"Umarım hayatında her zaman iyi ki'lerle anılırım Begüm. Çünkü sen bana 'iyi ki vuruldum' bile dedirtebiliyorsun."
Begüm çekmedi gözlerini Çağatay'dan. Çağatay ise elini yanağına yaslayıp o güzel gözlerin tadını çıkardı.
"Sipariş verdiniz mi aşıklar?"
Taha, iri cüssesi ile Begüm'ün yanındaki sandalyeye kendini bıraktığında arkadaşları ona mekanda C4 var demiş gibi bakıyorlardı.
"Ne? Yalan bir şey mi konuştum?"
Begüm masanın altından Taha'nın bacağını kıstırdığında ekşimiş bir suratla baktı. "Etimi kopardın etimi."
"Çay söyledik sadece sipariş vermedik daha kardeşim, seni bekledik."
Taha'nın yüzündeki acı dolu ifade yerini muzip bir tavra bırakmıştı. "İnkar da etmiyoruz. Maşallah maşallah Allah tamamına erdirsin. Fırat'ın peşine sizin nişan.."
İkisi de aynı anda Taha'nın ismini kükreyince Taha daha fazla uzatmadan garsona el etmişti.
"Aramızda düşündüğün gibi bir durum yok Taha. Lütfen kapat bu konuyu."
Begüm'ün ricası Çağatay'ın içinde bir yerlere dokunmuştu. Begüm'ün Korkut konusundaki tedirginliği geçmedikçe Çağatay hiç bir zaman derin bir nefes alamayacktı. Aslında ikisi de duygusal olarak tam da Taha'nın düşündüğü gibi bir durumun içindeydiler. Ancak Çağatay, Begüm'ün kendisini daha rahat ve güvende hissedeceği o güne kadar beklentiye girmeyeceğine dair Begüm'e söz vermişti. Begüm ise ona iyileşip duygularını ve düşüncelerini daha sağlıklı hale getirmek için söz vermişti.
Herkes siparişini verdiğinde konuşulacak askeriye dedikoduları bir süre sonra Mustafa Ali ve Aybüke'ye gelmişti. Taha senelerdir arkadaşının sırrını taşıyordu içinde. Ancak sağdıç olması için alttan zemin hazırlaması gerekiyordu. Taha Begüm'e onların ne kadar yakıştıkları hakkında manipülasyon çalışması yaparken Mustafa Ali ise hastaneden çıkan Aybüke'nin peşinde koşuyordu dün olduğu gibi. Ve ömrünün sonuna kadar olacağına inandığı gibi.
"Aybüke Hanım. Bir dakika bekler misiniz?"
Aybüke, duyduğu sesin heyecanına kapılıp hızla döndü arkasına. Mustafa Ali ise olası çarpışmanın yaşamasını engellemek için durdurmuştu kendini. Aybüke'nin sevimli suratında kendine yakışır bir gülümseme vardı.
Aslında kendi içinde Mustafa Ali'ye tavırlıydı sesini yükselttiği için. Ancak yelkenleri suya indirmesi için o yemyeşil gözlerle bir kere denk gelmesi yeterliydi. Yorgunluktan kırmızılara boyanmış yeşil gözleri ile, kendinden emin uzun boyuyla, ses tonu ile ve Aybüke'nin sonrasında bir çok kez iltimas göstereceğine inandığı gülümsemesi ile bir kadını etkilemek için yeterince şeye sahipti Mustafa Ali.
"Evet?"
Durdu Mustafa Ali. Onunla beraber bütün dünya durdu. Yürüyen insanlar yavaşladı, ağaçlar yapraklarını daha yavaş savurmaya başladı. Ve arsız bir gülümseme Mustafa Ali'nin suratında usulca yayıldı.
Şimdi ne olacaktı? Eskiden olsa ekrandan bakardı uzun uzun. Senelerce fotoğrafları yakınlaştıra yakınlaştıra ezberlemişti yüzünün her bir detayını.
Şimdi ise kalbini ellerine bırakabilecek kadar yakındaydı Aybüke.
"Mustafa Ali? Daldın yine. Valla operasyonlarda da bu kadar dalıyorsan Bumin Kağan seni kapının önüne koyar. Benden demesi."
Mustafa Ali gülümsedi.
"Genelde bu kadar dalgın değilim. Sadece şu aralar aklımı meşgul eden şeyler değişti. Ben size şey diyecektim aslında.."
Ne diyecektim diye düşündü Mustafa Ali. Aybüke'nin peşinden koşarken düşürmüştü aklındaki kelimeleri.
"Ne diyecektin?"
"Özür dileyecektim. Dün ki kabalığımdan dolayı."
Nazlı bir şekilde omuz silkti Aybüke. "Önemli değil. Görevdeydin ne de olsa. Gergin olmana anlayış gösterebilirim sanırım. Ama bana şu an haksızlık yapılıyor Mustafa Ali."
Kaşlarını çattı Mustafa Ali. Yanlış bir şey mi söylüyorum diye düşündü.
"Ne konuda Aybüke Hanım?"
Aybüke yaklaştı bir adım.
"Ben senden özür dilerken sana çiçek vermiştim. Şimdi böyle kuru kuruya olmadı. Neyse."
Aybüke özgüvenli bir kahkaha atıp yolunda yürümeye devam etti. Mustafa Ali kalp krizi geçirdiğini düşündü önce. Daha sonra Aybüke'nin sözlerini düşündü tarttı. Yanlış duyup duyamadığını kontrol etti.
Çiçek, özür. Çiçek, özür. Mustafa Ali kafasının içinden çıkıp gerçek dünyaya döndüğünde Aybüke'nin biraz da olsa kendisinden uzaklaştığını fark edip koşar adımlarla peşine bir daha düştü.
"Aybüke. Aybüke Hanım. Hatırlıyorsunuz! Siz de beni hatırlıyorsunuz değil mi?"
Aybüke bir daha döndü gerisin geri. Yüzünde hala gülüşünün izleri vardı.
"Hatırlıyorsunuz beni."
Büyük bir umutla baktı Mustafa Ali. İçindeki sevinçle ulu orta bağırabilirdi.
"Hatırlıyorum tabi ki Mustafa Ali. Çiçek verdiğim insanları genelde unutmam."
Bu sefer korkmadan yaklaşan Mustafa Ali olmuştu.
"Peki neden çiçekleri verdiniz?"
Bu defa ise kendini geri çeken Aybüke olmuştu.
"O da ben de kalsın. Bana Çin Prensesi'nin hikayesini okuduğun zaman anlatırım kim olduğunu."
"Ama hile yapıyorsunuz Aybüke Hanım."
"Hile demeyelim de, küçük bir anlaşma diyelim. Neyse. Ben seni tutmayayım. Belki işin vard..."
"Yok. İşim falan yok. Yani binbaşından izinliyiz bugün. Sizin işiniz varsa asıl ben tutmayayım sizi."
Mustafa Ali üzerinden sicim sicim dökülen vicdani yükten sonra hafiflemiş, artık Aybüke'ye giden yolları yüksüz, ağırlıksız, suçluluk duymadan gidebilirdi. Koşarak, yürüyerek, uçarak, Aybüke müsade ettiği sürece, müsade ettiği şekliyle gidebilirdi ona giden yolları.
'Yoluna ne kalpler kırdık, ne yaşlar akıttık be zalımın kızı' diyerek makas almak isteyen Ankaralı tarafını görmezden geldi.
"Öğleye kadar işim yok. Öğleden sonra yeni bir kuruma başvuru yapmak için gideceğim. Dün ki denk gelişten sonra Kağan huzursuz oldu. Ve ilk iş, istifamı verdirdi. Şurada Eylül'e iki hafta kala çalışamadan istifa ettim resmen."
Sonra durakladı Aybüke. Elini ağzına kapattı.
"Çok mu gereksiz detaylar verdim? Ay heyecanlanınca çeneme vuruyor. Konuşasım geliyor. Hala gereksiz detaylar vermeye devam ediyorum değil mi? Özür dilerim."
Mustafa Ali'nin dudağının kenarı kıvrıldı keyifle.
"Neden heyecanlandınız ki?"
Aybüke az önceki özgüveninin yerini alan utancı bastırıp duruşunu dikleştirdi. Neden heyecanlandığını gayet iyi biliyordu Aybüke. Ancak Mustafa Ali'nin bu cevabı şimdilik bilmesine gerek yoktu.
"Öyle, genel. Heyecanlı bir yapım var."
Mustafa Ali inanmadığı halde bu sevimli kaçışa müsade etmişti. Derin bir nefes alıp yüzbaşı becerilerini kullanırken büründüğü cesur kişiliğe ve Aybüke'ye olan uzun süreli aşkına dayanarak kahve içmeyi teklif edecekti.
"Peki şu özür işini bir kahve ile daha iyi bir hale getirmeme müsade eder misiniz? Yanımda şu an bir buket çiçek yok."
Aybüke'nin cevabı belliydi. Ancak bir süre düşünmüş gibi yaptı. Kız evi naz evi ne de olsa diye geçirdi içinden. Daha sonra ise kendine kızdı ilkel düşünceleri için. Yaş aldıkça içinde 45'lik bir teyze hortluyordu. Bir de şu siz biz konusunu aşmalıydılar diye düşündü.
"Hadi beni en sevdiğin kahveciye götür Mustafa Ali. Bir de bana artık hanım diye hitap etmesen olmaz mı? Zaten etrafımda Kağan yüzünden bana hanım diyen bir sürü insan var."
Rahatladı Mustafa Ali. Resmiyeti aşıp samimiyetin ilk tohumlarını attıkları için.
"Nasıl istersen Aybüke."
Aybüke ile hastanenin bahçesindeki otoparka doğru ilerlediler. Mustafa Ali, Taha'nın geçen hafta neden yeniden doğmuş gibi olacaksın dediğini şimdi daha iyi anlamıştı. Yeniden doğmuş gibiydi, yaşadığı acıların aslında hiç yaşanmadığını, güldüğü şeylerin Aybüke'siz gerçekten bir anlamı olmadığını, yediği yemekten uyuduğu uykuya kadar aslında her şeyin Aybüke'yi beklediğini anlamıştı.
Yine Mustafa Ali'nin arabasının sağ tarafına kurulduğunda ikisi de yüzlerindeki gülümseme ile baktılar birbirlerine. Aybüke'nin huyu buydu. Gittiği her yere gülümseme götürürdü. Neşe götürürdü. Başkalarının mutluluğu ile mutlu olurdu. Babasına söz verdiği gibi yapıyordu.
Ancak kendisi sayesinde Mustafa Ali'nin gülümsediğini görünce başkasının mutluluğunu değil de kendi mutluluğunu görüyordu. Ona hangi ara bu kadar kapıldığını bilmiyordu. Hatırlamadığı kadar eskiydi. Ancak karşılıklı olduğunu bildiğinden sadece zamanın sihirli ellerine bırakmıştı içinde bulundukları ahvali.
..
"Neşe saçır gül çiçek,
Gülsün ömrün bahar tek.
Senin bu şen heyatta ay gızım,
Hoş gademin mübarek.
Ay menim Arzu gızım,
Ömrümün yazı gızım,
Sevinci nazı gızım,
Arzu gızım."
Aybüke sesinin en güzel hali ile arabada çalan en sevdiği şarkıyı söylüyordu. Neşesi bol olan bu şarkıda dans etmeden duramıyordu. Bu sefer eşlikçisi ise Mustafa Ali'ydi. Mustafa Ali arabayı sağa çekip onu izlememek için elinden geleni yapıyordu.
Onun güzelliği karşısında yapabildiği tek şey direksiyonda ritim tutmaktı.
"E hani senin de en sevdiğin şarkıydı. Neden bu kadar sakinsin?"
"Araba kullanıyorum Aybüke. Ayrıca sen ikimizin yerine de yeterince eğleniyor gibisin."
Şarkı değiştiğinde Aybüke biraz daha sakinleşmiş, müziğin sesini ise kısmıştı.
"Peki bu şarkıyı sevmenin bir hikayesi var mı? Yoksa kulağına hoş geldiği için mi?"
Çok dua etti Aybüke. Kendisi için çok özel olan bu şarkı, Mustafa Ali için de özel bir yere sahip olsun diye çok istedi. Mustafa Ali ise Aybüke'nin kendi hakkında sorular sormuş olmasına çok sevinmişti. Onu merak ettiğini düşünmüştü.
"Bence bir insan bir şarkıya en sevdiğim diyebiliyorsa mutlaka bir hikayesi olmalı. Şarkılar da insanlar gibi benim için. Öylesine sevilmemeli, ruhunda, kalbinde bir yerlerde başka bir ize denk geldiği için sevilmeli."
Aybüke hayranlıkla dinliyordu Mustafa Ali'yi. Müzik öğretmeni olmasının sebebi de buydu. Ruhundaki o derin çukurları şarkılarla doldurduğu için müzik öğretmeni olmuştu.
"Peki senin bu şarkıyı sevme hikayen ne?"
Mustafa Ali kendisine baktı uzun uzun. Sonra en güzel gülümsemesini kondurdu suratına.
"Kişisel bir sebebi var diyebilirim. Fazla kişisel."
Diyememişti Mustafa Ali. Seni düşünürken dinliyorum, seni özlerken dinliyorum, diyememişti.
"Bence bir gün onu da öğrenirim. Aynı Çin Prensesi'nin hikayesini öğreneceğim gibi. Sahiden o kitabı nereden buldun? Ben daha önce denk gelmedim öyle bir kitaba. Gerçi fazla el yapımı duruyordu. Özel baskı falan mı?"
Konu tekrar kitaba geldiğinde Mustafa Ali mahçup olmuştu. Nasıl diyecekti, seni çizip sana olan aşkıma da bir masal uydurup kitap yaptım, her gece önce yeğenime sonra kendime okuyorum diye nasıl diyecekti?
"Çok özel bir baskı."
"Kendimi özel hissetmeli miyim? Ayrıca çizimlerdeki prenses gerçekten bana çok benzemiyor mu sence de?"
Sensin çünkü, dedi içinden. Konuyu kapatmak adına kaçamak bir cevap verip kahve içecekleri yere geldikleri için içinden şükürler çekti.
Arabayı park edip birlikte küçük bir dükkandan içeriye adımladılar. Daha dükkana girer girmez kulakları Farsça bir şarkı ile, burunları ise kahve kokusu ile bayram etmişti. Beyaz ve lacivert renklerin hakim olduğu bir dükkandı. Mustafa Ali ve Aybüke ise tanıdık olan şarkıyı birbirlerine söylemek üzere aynı anda baktılar birbirlerinin gözlerine.
"Sedayam Kon."
Aynı anda birbilerine bakıp aynı şeyi söylediklerinde birkaç bakış onlara dönmüştü.
"Sen kıvılcım ol bütün şiirlerimi ateşe ver."
Bir başka ses bakışmalarına dahil olduğunda Mustafa Ali şarkının çalan kısmını Türkçe'ye çeviren arkadaşına döndü keyifle.
"Firuza. Burdasın."
Sert çehresini kıvırcık saçları ve sevimli bir gülümseme ile yumuşatan bu kadın kollarını hızla doladı Mustafa Ali'nin vücuduna.
"Ben her zaman burdayım. Sen yoksun. Yine dünyayı mı kurtarıyorsun?"
Mustafa Ali havalı bir bakış attı. "Beni bilirsin Firuza. İki şeyi çok severim. Bir dünyayı kurtarmayı, bir de senin kahvelerini."
Firuza Mustafa Ali'nin omzuna dostça dokunup Aybüke'ye döndü.
"Hoşgeldiniz. Firuza ben. Bu süper kahramanın en sevdiği kahveci."
Kendisine uzatılan eli sıktı Aybüke kibarca.
"Aybüke ben. Çok memnun oldum."
Elini çekmek istedi ancak elini alamadı bir süre. Firuza diğer elini de kapattı elinin üstüne.
"Çok farklı bir ruha sahipsiniz. Büyük ruhların ruhu var sizde."
"Firuza."
Mustafa Ali'nin kibar uyarısı ile çekti elini. "Kusura bakmayın. Bazen içimden akan enerjiyi durduramıyorum."
"Önemli değil. Ne demek."
"Hadi o zaman kahvemizi alalım."
Mustafa Ali, Aybüke'yi tezgaha yönlendirirken Firuza da tezgahın arkasına geçmişti.
"Sana yine double Türk kahvesi, sade."
Gözleri ile onayladı Mustafa Ali.
"Ben de Türk kahvesi alabilir miyim? Fincanda olabilir. Çok az şeker koyarsanız sevinirim."
Firuza siparişleri alırken Aybüke ellerini yıkamak için yanlarından ayrılmıştı. Mustafa Ali boş masalardan birine geçeceği sırada Firuza onu durdurmuştu.
"Lütfen kız arkadaşın olduğunu söyle bana. "
"Daha değil Firuza. Ama yani temennim o yönde."
Firuza arkadaşının kahvelerini hazırlarken bir yandan da hislerini anlatıyordu.
"Siz birbiriniz için yazılmış gibisiniz. Yani nasıl anlatsam, sanki..."
"Anlatmana gerek yok Firuza. Zaten anlatmaya kelimeler yetmiyor. Senelerce onu bekledim biliyorsun. Bak şimdi ilk kahvemizi içiyoruz. Onun hayatında bir yere sahip olmayı geç, bütün hayatımı onu bekleyerek geçireceğimi düşünüyordum hep. Hangi kelime anlatabilir ki bu hediyeyi. Dünya'yı kötü adamlardan kurtardığım için Allah'ın bana hediyesi."
Mustafa Ali göz kırptığında Firuza şuh bir kahkaha ile donatmıştı küçük dükkanını.
"Marry Jane, ha."
Omuzlarını silkti. "Belki."
Mustafa Ali camın yanındaki masaya geçtiğinde önce Aybüke, daha sonra ise kahveler geldi. Aybüke şaşkınlıkla baktı kahve fincanına. Daha doğrusu fincanın yanındaki üzümlere.
"Üzüm mü?"
"Evet. Misket üzüm. Osmanlı'da kahvenin yanına ikram edilirmiş. Lokum da ikram edilirmiş tabi ama Firuza üzümün daha çok yakıştığını düşünüyor. Bence de öyle. "
Daha ilk yudumda kendinden geçti Aybüke. Sonra da üzümlerden birini attı ağzına.
"Bu kadın kahveleri sadece kahve ile yapıyor olamaz. İçinde kesin başka bir şey var. Ayrıca üzüm ne kadar çok yakışmış. Aşırı lezzetli."
Mustafa Ali zaferle geri yaslandı sandalyesine. Ve bir yudum da o aldı.
"Bence yeterince verimli bir özür dileme oldu. Çiçeklerinle yarışamaz tabi ama."
"Saçmalama Mustafa Ali. 2-1 öndesin bile bence."
Kafasını iki yana sallayıp reddeti Aybüke'nin söylediklerini.
"Hatırlıyor musun ne söylediğini bilmiyorum ama bana o gün söylediğin söz bile yeterliydi."
Küçük bir yudumdan sonra gülümsedi Aybüke.
"Umarım saçma sapan bir şey söylemedim."
Ellerini tatlı bir telaşla yanaklarına koydu.
"Erkekler sadece öldüklerinde çiçek almamalı dedin."
Aybüke karşısında kendisine dair olan anıları hala dün gibi hatırlıyor olan adama bir kere daha hayranlıkla baktı.
"Hafızan çok kuvvetliymiş Mustafa Ali."
Buruk bir gülümseme attı Mustafa Ali. Kendisi için zaman zaman dezavantaja dönüşen bu özelliğini daha da sevmişti.
"Öyledir. Bu arada sormaya çekiniyorum ama o günden sonra nasıl oldun? Yani saldırıdan sonra."
"Yani çok yabancı olduğum bir durum değil maalesef. Sadece o gün çok korkmuştum. Bumin Kağan'ın hayatımdaki yeri çok ayrı. Beraber büyüdük neredeyse. Onu bir kere daha kaybetme ihtimali ile yüz yüze gelmek canımı yakmıştı. Ama şimdi iyiyim. Hatta dayıma bu konuda laf sokacak kadar atlattım."
Küçük bir kıkırdama kaçtı dudaklarının arasından.
"Nasıl yani?"
"Ben sürülebilen hiç bir araçta iyi değilim. Hatta bisiklet bile süremem. Bumin Kağan da arabalarını çok sever. Şey dedim, sen arabana kıyıp bana vermezsen Allah a seni arabanla sınar. Ne ön camı kaldı ne arka camı kaldı arabanın. Tabi sonrasına baya duygusallaştı. Gerçi sen dayı duygusallığını bilirsin Yağız Efe'den dolayı."
Bilmez miyim diye düşündü Mustafa Ali.
Aybüke'nin iş görüşmesi saatine kadar Firuza'nın dükkanında oturmuşlardı. Birbirlerini daha yakından tanımaları için güzel bir fırsat yakalamışlardı.
Herkes izin gününü dolu dolu geçirirken, izin gününde bile çalışmak durumunda kalan biri vardı. Dakikalardır yürüyordu. Her adımı geçtiği yeri titretirken kimseler karşısında durmak istemiyordu. Attığı adımlar kadar bakışları da korkunçtu. İnsan bedeni üzerinde bıraktığı tek iz korkuydu. Adının hakkını veriyordu.
Takibini sürdürürken hayalet gibiydi. Cüssesine rağmen yine de kendini göstermiyordu. Ancak takip ettiği kızın, kendisinden haberdar olduğuna adı kadar emindi. Çünkü güzergahları tenha sokaklardan kalabalık caddelere doğru kaymaya başlamıştı. Korkut hiç vakit kaybetmeden binbaşını aradı.
"Komutanım. Acil bir durum var."
"Söyle Korkut."
"Dün davette daha önce gördüğüme emin olduğum birini gördüm. Sabahta hastanedeydi. Bilerek kendini gösterdi. Yakın takipteyim. İşlek caddelere doğru ilerliyor."
"Dikkatli ol Korkut. Tuzağa çekebilirler. Zaten İlyas dosyalarını ele geçirdiğimizi anlamıştır. Onun planı olabilir. Sadece gittiği yeri öğren şimdilik. İletişime geçerse onu nereye götüreceğini biliyorsun."
"Emredersiniz komutanım."
Telefonunu kapatıp takibine devam etti. Bir süre sonra hedefi caddenin sonundaki kafelerden birine girdi. Kafenin adını not aldı aklına. '80's Star'
Seksenlerin yıldızı diye düşündü. Yeni çıkan konsept kafelerden olduğunu düşündü ilk önce. İzlediği belli olmasın diye telefonunun kamerasından gözetliyordu içeriyi. Ancak takibindeki kız görünmüyordu.
Böyle devam edemeyeceğine kanaat getirip kafeden içeriye girdi. Boş masalardan birine oturduğunda az önce takibe aldığı kız menü ile beraber tepesinde dikilmeye başlamıştı. Gözlerindeki meydan okuma, bu takibin artık açık ara kovalamacaya dönüşeceğini gösteriyordu. Bir sonraki hamlesini bekledi Korkut.
"Umarım buraya sadece zıkkımlanmaya gelmişsindir."
Net ve soğuk bir ifade ile cevap verdi yüzbaşı. "Hayır."
Genç kız menüyü masaya bıraktığında menü ile birlikte küçük bir çakıda masanın üzerinde duruyordu. Ellerini masaya koydu öfke ile.
"Beni biraz daha takip edersen eğer, polisi çağırırım."
Bu küçük oyunlar için fazla büyüktü Korkut.
"Elinden geleni ardına koyma."
Histerik bir kahkaha attı genç kız. Kahkahasının aksine gözlerinde ölümcül bir ifade vardı.
"Hastaneden çıktığımdan beri peşimdesin. Ya şimdi çık git. Ya da ben polisi gerçekten arayayım."
Bu sefer gülme sırası Korkut'taydı. Tehdit edilmeye alışkın olmadığı için komik gelmişti. Biraz kıza yaklaşıp kızın yüzünü inceledi. Onu en son nerede gördüğünü hatırlamıştı dün gece.
"2 Mayıs 2022. Geçen sene, Nusaybin. O zaman saçların daha uzun ve sarıydı. Fate'nin kampında bana pansuman yapmıştın. Şimdi ise dün akşam benimde olduğum davet de garsonluk yapıp sabahına geldiğim hastanede bile bile kendini gösterdiğine göre kim kimi takip ediyor?"
Telaşlanmasını beklemişti. Hatta koşa koşa kaçmasını ya da silahına davranmasını bekliyordu. Masadaki bıçağı kapatıp tekrar cebine koydu.
"Beni kime benzettin bilmiyorum. Ama gördüğün gibi basit bir garsonum. Dün de köpek gibi çalıştırdıkları için yorulup serum taktırdım. Çünkü tekrar mesaiye gelmem gerekiyordu. Ve siz kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan birini olur olmadık teorilerle sabahtan beri takip edip zaten bok gibi başlayan gününü daha da mahvettiniz."
Ayaklandı Korkut. Sinirine olabildiğince engel olmaya çalışıyordu. Derin bir nefes aldı. Karşısındaki kıza asla inanmamıştı. Takip listesine bu kızı ve kafeyi de eklemişti. Şimdilik operasyonun sekteye uğramaması adına bu konuyu en yakın zamanda tekrar açmak adına kapatmaya karar vermişti.
"Yanlışlık yapmadığıma eminim. Ama bir sonraki karşılaşmamızda bu kadar sakin kalmayacağımı bil."
Genç kız gülümsedi öfke ile. "Yanında biber gazı taşı diyorsun yani. Eğer bir daha karşıma çıkarsan polise anlatırsın derdini."
Korkut başını iki yana sallayıp alayla baktı kıza. Ve fazlasıyla loş olan kafeden hızla çıktı. Bir an önce evine gidip dinlenmek istiyordu. Gece annesinin yanına uğramayı düşünüyordu.
"Kimdi o Süeda?"
Süeda derin bir nefes bıraktı. Ve arkadaşına baktı.
"Başkan'a haber vermem gereken biri. Onunla en son Fate'nin kampında karşılaşmıştık. Dün ki davette de vardı. Öyle olunca takip edeyim dedim ama buraya kadar geldi. İçimize kadar geldi şerefsizler."
Sıkıntıyla oflayıp biraz dinlenmek için kafenin alt katındaki odasına girdi.
Korkut zor geçen gecenin üstüne bir de saatlerdir takipte olmanın getirdiği yorgunluk ile bir taksi tutmaya karar verdi. Bir an önce evine gidip uyumayı hayal ediyordu.
Bindiği takside biraz olsun aklı durulmuştu. İş güç düşünmeyi bırakıp aklı bu sabah gördüğü manzaraya çekilmişti. Begüm'ün Çağatay'ın dizlerinde ne kadar huzurlu uyuduğunu görmek yıkmıştı onu.
Begüm şu dünyadaki tek zaafıydı. Hassas noktasıydı. Korkut'u vurabilecekleri tek nokta Begüm'dü. Begüm ondan korkmazdı, iletişim kurmakta çekinmezdi. Begüm, Korkut'un konuşmamasına rağmen onu anlayan tek insandı. Begüm, Korkut'u seven tek insandı.
Begüm onunla birlikte Sinop'a kadar gelip en derin ve geçmiş yaralarını görmüştü.
Korkut'un içindeki acının sebebi, Begüm giderse bir başkasının onu asla dinlemeyeceği, görmeyeceği ve Korkut'un dünya üzerinde varken yok olacağı korkusuydu. Onu bir daha kimsenin bu kadar korumayacağı korkusuydu.
"Geldik abi."
Korkut taksicinin sesi ile kaybolduğu düşüncelerden kaçıp dünyasına dönmüştü. Taksimetredeki fiyatı ödeyip indi taksiden. Binanın önünde Taha'nın arabasını görünce eve geldiğini anlamıştı.
Hızlı adımlarla binanın bahçesini geçip içeriye girdi. Asansör ile oldukları kata geldiğinde elleri ile cebini yokladı. Anahtarını karargahta unuttuğunu fark edince zile bastı. Yorgunluktan kapının pervazına dayanması ile kapının açılması bir olmuştu. Taha'nın bu kadar çabuk açmayacağını biliyordu. Ki zaten karşısında duran kişi Begüm'dü.
"Kim gelmiş dişi bozkurdum?"
"Korkut gelmiş. Hoş geldin Korkut. Erkencisin bugün."
Korkut ayakkabılarını çıkarırken Begüm'ün neşe dolu karşılamasına tepkisiz kalmıştı. İçinde ona karşı büyük bir kırgınlık vardı. Ve Begüm'ün asla haberdar olmayacağı bir kırgınlık. Ve Korkut'un zamanla kendi içinde çözeceği bir kırgınlık.
Eşikten içeri girdiğinde salonda oyun oynayan Çağatay'ı ve Taha'yı gördüğünde kırgınlığı içinde o kadar belirgin bir hale gelmişti ki canının acısına öfkelenip en can alıcı bakışları ile bir Begüm'e bir salona baktı.
"Bunun ne işi var burada?"
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |