30. Bölüm
Ömer Faruk Yardımcı / Kaizen :  Zamanın Varisi / Bölüm 8 : Yıkımın Varisleri (Part 3)

Bölüm 8 : Yıkımın Varisleri (Part 3)

Ömer Faruk Yardımcı
davyjones

 

Yaşlı adam, balıklarla dolu kovasını yerden alıp eve doğru yavaş adımlarla ilerledi. Gözlerinde, geçen onca yılın yorgunluğunu taşıyan bir ağırlık vardı. Eve vardığında ise gördüğü manzara, bu yorgunluğu kat kat artıracak bir dehşetti.

Evin içinde her yer kana bulanmıştı. Parçalanmış bedenler, kime ait oldukları anlaşılamayacak kadar tanınmaz haldeydi. Bu vahşetin ortasında ise küçücük bir kız, dizlerinin üstünde çökmüş duruyordu. Gözlerinden süzülen yaşlar sessizce kanla karışıyor, titreyen vücudu bir kurtuluş arıyordu.

Yaşlı adam bu manzara karşısında elinde ki kovayı düşürmüştü. Kovadan düşen balıklar yere savruldu ama umursamadı. Düşündüğü tek şey, bu küçük kızdı. Hızla ona doğru ilerledi, diz çöktü ve korkudan donmuş haldeki çocuğu kollarına aldı. Tek bir kelime bile etmeden onu kucağına sıkıca bastırarak ormana doğru koşmaya başladı.

Kalbi yaşının ötesinde bir güçle atıyordu. Ancak sonunda, yaşlı bedeninin sınırlarına ulaştı. Soluk soluğa bir ağacın altında durdu, kızı dikkatlice yere indirdi. Dizlerinin üzerine çökerek, ellerini kızın omuzlarına koydu.

"Seni yanıma aldığım günü hatırlıyor musun, Sofia?" dedi, sesi hüzünle doluydu. "O gün sana ne dediğimi hatırlıyor musun?"

Sofia, gözleri kocaman açılmış halde adama baktı. Yıllar önce, yine böyle bir olaydan sonra, kendisini ilk kez kurtardığı anı hatırladı. O zaman da kontrolünü kaybetmiş, kendi ailesini elleriyle yok etmişti. Yaşlı adam, onun suçlu olmadığını, bunun kontrol edemediği bir şey olduğunu söylemişti.

Sofia, hıçkırıkları arasında konuşmaya çalıştı. "Be-Ben... Üzgünüm." Gözyaşları birer birer yanaklarından süzülüyordu. "Onları ben öldürdüm. Ama... ama bedenimi durduramıyordum! Sadece gözyaşlarımı hissedebildim. Ben yaşamayı hak etmiyorum!"

Yaşlı adam, kızı susturmak için hafifçe omuzlarına dokundu. Gözlerinde, yılların getirdiği bilgelik ve sevgi vardı. "Hayır, Sofia, Yaşadıkların boşa değil. Seni gördüğüm ilk gün bunu anlamıştım. Sadece inancını korumalısın kızım."

Sofia, yaşlı adamın sözleriyle sarsıldı. Gözleri yaşlarla doluydu. Birden, kendini yaşlı adamın kollarına attı. Ona sıkıca sarıldı, titreyen sesiyle konuştu.

"Özür dilerim... Lütfen beni affet."

Sofia gözlerini araladı. Neden bu anılar şimdi zihnine üşüşmüştü? İçinde bir yerlerde geçmişin yankısı, adeta bugüne sıkıca sarılmış gibi yankılanıyordu. Ama buna şimdi vakit yoktu. Arkalarında, azimli bir şekilde ilerleyen devasa bir ordu vardı. Durumun ciddiyeti, Edward'ın çatık kaşlarında ve sürekli çevresini kontrol eden bakışlarında açıkça görülüyordu.

"Ne yaptın da bu insanları bu kadar kızdırdın, Sofia?" diye sordu Edward, sesi keskin bir endişeyle doluydu. "İleride tek bir çıkış noktamız kaldı. Ya oradan kurtuluruz ya da burada ölürüz!"

Aslında, Edward birkaç kaçış yolu belirlemişti. Ancak beklenmedik gelişmeler ve Lisbon askerlerinin inatçılığı, ikisini dar bir koridora sıkıştırmıştı. Şimdi önlerinde sadece bir seçenek vardı: Sonuna kadar savaşmak ya da umuda sarılmak.

Sofia, Edward'ın söylediklerini duyamıyordu. Kendi içine çekilmiş, zihninde yankılanan anıların gölgesinde kaybolmuştu. Atın kontrolünü sağlamak için uğraşsa da elleri titriyor, bu titreme yavaşça kalbine iniyordu. Tekrar kontrolünü kaybetme korkusu bedenini ele geçirmişti. Eğer bir kez daha kontrolünü kaybederse, sonuçları daha önce yaşadığı tüm trajedilerden daha yıkıcı olabilirdi. Ama kendisini toparlamak zorundaydı. En azından, kendisi için değilse bile, hayatını kurtarmaya çalışan bu adam için bunu yapmalıydı.

Sonunda at durduğunda, Sofia bulunduğu yere odaklanmaya çalıştı. Bir kuyunun yanına gelmişlerdi. Arkalarındaki toynak sesleri giderek daha da yaklaşırken Edward, Sofia'yı omuzlarından tutup sertçe sarstı. "Sofia! Dinle beni!" diye bağırdı. "Bu kuyuda ki Arter, bizi güvenli bir yere götürecek. Sadece kontrolden çıkma yeter."

Sofia, Edward'ın yardımıyla attan inerken kollarının titremesine engel olamıyordu. Edward, onun elini sıkıca tuttu ve Sofia'nın güçsüz bedenini destekleyerek kuyunun kenarına getirdi. "Tamam, Hazır mısın?"

Sofia gözlerini kapattı. Derin bir nefes aldı ve Edward'la birlikte kendini kuyunun içine bıraktı. Ancak beklenmedik bir şey oldu. Kuyunun içindeki enerji yoğunluğu, Sofia ve Edward'ın enerjisini kaldıramıyordu.

Edward'ın yüzüne derin bir acı yayıldı. Dişlerini sıkarak kendini ayakta tutmaya çalıştı, ancak bir anda fark etti ki kuyu mühürlenmişti. Sofia beklediğinden daha güçlü bir varlıktı ve Arter bu gücü kaldıramamıştı. Nefes nefese kalırken konuşmaya başladı. "Se-n bir endersin. Lanet olsun bunu beklemiyordum..." Edward'ın gözleri Sofia'ya kaydı. Sofia baygın bir halde yerde yatıyordu. İlk kez Arter'in gücüne maruz kalanların yaşadığı bu ani şokun etkileri Sofia'da da kendini göstermişti.

"Bir şeyler düşün Edward, Bu kızı kurtarman gerek!"

Edward çaresizliğinin karanlığında kendi kendine sayıklarken, atlıların yaklaştığını artık daha net işitiyordu. Çember hızla daralıyordu. Ancak Sofia'nın hareketsiz bedenine bakınca, ani bir karara varmıştı. Dizlerinin üzerine çöktü, Sofia'nın yüzüne bakarken gözlerinde acı ve sıcak bir kararlılık vardı.

"Biliyor musun, Sofia," dedi, sesi kesik ama içinde ince bir sevgi barındırıyordu. "Beni kurtaran insanlar bana ikinci bir hayat verdiklerinde... İlk kez yaşamın ne demek olduğunu anlamıştım. İkimiz de aynıyız. Sen de bu ikinci şansı hak ediyorsun."

Edward derin bir nefes aldı. Ellerini toprağa koymadan önce bir an tereddüt etti. Son kez Sofia'ya baktı. "Umarım beni affedersin..." dedi, sesi karanlığın içinde yankılandı.

Toprak, onun dokunuşuyla titremeye başladı. Önce hafif bir sarsıntı... ardından her şey şiddetlendi. Yerin derinliklerinden gelen o kudret, tüm bölgeyi sarstı. Edward'ın gücünün yoğunluğu, taşları paramparça ediyor, duvarları birer birer çökertiyordu. Zaman durmuş gibiydi.

Bir dakika bile geçmeden, devasa ordu birer gölgeye dönüşerek toz bulutlarına karıştı. Ama Edward durmuyordu. Titreşim, dalga dalga büyüyerek tüm çevreye yayıldı. Bu yıkım, kontrol edilemez bir kasırgaya dönüşmüş, onu da içine çekmişti.

O an, Edward'ın adını kimse duymasa da, Portekiz tarihine geçecek olan 1755 depremi başlamıştı. Bu deprem sadece bir şehri değil, Edward'ın ruhunun son kıvılcımlarını da silip süpürüyordu..

***

Edward gözlerini açtığında etrafına derin bir sessizlik hâkimdi. Yıkımın soğuk izleri çevresini sarmıştı. Büyük taş yığınlarının altında kalan insanların acı dolu inlemeleri, bu sessizliği yer yer bozan tek sesti. Havanın ağır duman kokusu, yükselen ateşlerin kızıllığıyla birleşerek Edward'ın içine işleyen bir manzaraya dönüşüyordu. Kendine geldiği anda, tepesinde gri saçlı bir adamın silüeti belirdi. Adamın beyaz gözleri, delici bir ifadeyle Edward'ın üzerine dikildi.

"Ne yıkım ama," dedi adam sakin ve etkileyici bir sesle. "Avrupa için tarihe geçecek bir deprem diyebilirim."

Edward irkilerek geriye sendeledi. Çevresine yayılan tedirginlik dalgası, elini hızlıca kılıcına götürmesine neden oldu. Kılıcı kınından çıkarırken sesi çatallıydı: "Sen de kimsin?"

Adam saçlarını geriye doğru savurdu ve ifadesine hafif bir gülümseme yerleşti. Sağ elini havaya kaldırdığında, Edward'ın sıkıca kavradığı kılıç, aniden elinden kayarak yabancının eline geçti. Adam, kılıcı ustaca döndürerek Edward'ın boğazına doğrulttu.

"Adım Kai." dedi, sesi neredeyse fısıltı gibiydi ama yankısı tüm çevreyi doldurdu. "Buraya seni infaz etmeye geldim."

Edward nefesini tutarak geri çekilmek istedi ancak Kai'nin gözlerindeki soğuk, onu olduğu yere mıhlamıştı. Kısa bir an için her şey donmuş gibiydi. Tam o sırada arka plandan derin, yankılı bir ses tüm bu gerilimi yararak duyuldu.

"Hey, Alex! Burada mısın?"

Ses, Edward ve Kai'nin üzerine bir gölge gibi çöktü ve atmosfer aniden değişti. Sesin sahibi Logan'dı.

Alex, yankılanan bu sesi duyduğunda, bulunduğu dünyanın sınırlarını zorlayarak dışarıya doğru kendini itti. Ses ona, uzun zamandır içine gömüldüğü bu arşivden ilk kez dışarı çıkması gerektiğini hatırlatmıştı.

Dış dünyaya adım attığında, biraz önce okuduğu kitap hâlâ önünde duruyordu. Tozlu kapağının üzerinde, büyük harflerle yazılmış bir başlık gözlerine çarptı: Enderlerin Kayıt Tarihi.

Bulunduğu yer, devasa bir kitaplık labirentiydi. Raflar, yer yer yosun tutmuş ve duvarlar neme yenik düşmüştü. Alex’in oturduğu yer, labirentin tam ortasındaki gösterişli bir masanın üzeriydi. Masada, dikkatlice yığılmış bir sürü kitap bulunuyordu ve sandalyesinin alt kısmı bile yosunlarla kaplanmıştı.

Zaman, Alex'in üzerinde derin bir iz bırakmıştı. Sakalları, yılların ağırlığını yansıtırken ona daha olgun bir görünüm kazandırmıştı. Oturduğu yerden kalkmadan, gözlerini Logan'a çevirdi.

"Logan..." dedi, sesi bir yankı gibi boşluğa yayıldı. "Ne kadar zaman geçti?"

Logan, etrafındaki devasa kitap kulelerinden birini eline alıp incelemeye başladı. Üzerinde Kaizen’in Gizli Düşmanları başlıklı bir yazı bulunan kitabın sayfalarını karıştırırken konuştu:

"Sandra'nın öldüğü geceden bu yana tam 200 yıl geçti." Sesi sakindi. "Yarın genç Alex'in 'Huzur Noktası'nı bulmasına yardım edip geçmişe dönmesine yardımcı olacağım."

Alex, sandalyesinden doğrularak ayağa kalktı. Etrafına hızlıca göz gezdirdi, kaşları çatılmıştı. Odayı saran ağır dağınıklık onu rahatsız etmiş gibiydi. Parmak uçlarını masanın kenarına dokundurdu, eski ahşap yüzeyin sertliğini hissederek derin bir nefes aldı.

"Koskoca iki yüz yıl..." dedi, sesi düş kırıklığıyla doluydu. "Burada, bu labirentte, bir kurtuluş yolu bulma ümidiyle tıkılıp kaldım. Ve sonuç?"

Hafif bir el hareketiyle odadaki tüm kitaplar bir anda havalandı. Zaman, sanki geriye doğru akıyordu. Kitaplar yerlerine dönüyor, düzen eski ihtişamına kavuşuyordu. Bu anlık gösteri, Alex’in gücünün zarif ama bir o kadar da ürkütücü bir yansımasıydı. Kitapların sessizce yerlerine yerleşmesini izlerken kelimeleri, odanın sessizliğini yeniden bozdu:

"Bir hiç. Ne yeni bir kurtuluş yolu, ne de Connor’ın bahsettiği o gizemli ölümsüz. Hatta, kendi gelecekteki halime bile rastlayacağımı düşündüm. Ama hepsi birer hüsran... Kayıtlarda hiçbir şey yok."

Kitapların sonuncusu da yerine oturduğunda, Logan, arınmış masanın diğer tarafında belirgin bir şekilde ortaya çıktı. Alex, ona kararlılık ve çaresizlik arasında gidip gelen bir bakışla döndü.

"Söylesene Logan," dedi Alex, sesi daha da keskinleşerek. "Ne yapmam gerekiyor? Bu döngüyü kırmak için başka ne yapabilirim?"

Logan, elindeki kitabı hafifçe havaya kaldırdı ve parmaklarının arasından bırakmasına izin verdi. Kitap, diğerlerinin yanına sessizce yerleşti. Ardından Alex’e doğru bir adım attı.

"Ben hâlâ sana inanıyorum, Alex." dedi Logan, sakin ama net bir tonla. "Araştırmana devam etmelisin. Ama bunu tek başına yapmana gerek yok. Jessy’i geçmişe götür. Onu aktarıcı yap. Birlikte, binlerce yılınız olacak. Bu süre boyunca aradığın tüm cevaplara ulaşma şansınız olur. Ve diyelim ki hiçbir şey başaramadın..."

Logan bir an duraksadı, Alex’in gözlerinin içine baktı. Sesi daha da yumuşadı.

"Hiçbir şey başaramazsan bile, Değişim Günü için elimizde bir aktarıcı olur. Bu döngüde başaramasak bile, bir sonraki döngüde birilerinin bunu çözme şansı olacak. Ben sana inandım, Alex. Şimdi senin de başkalarına inanma zamanın geldi."

Alex, Logan’ın sözlerini sessizce dinledi. Çenesi hafifçe sıkıldı, gözleri masadaki boş bir noktaya takılı kaldı. Logan’ın inancı gerçekçiydi, ama Alex’in içinde hâlâ kapanmayan bir yara vardı. "Bence zaten başarısız olduk." dedi sonunda, sesi boğuk bir yankı gibi çıktı. "Geçmişe götürdüğüm Jessy’nin ne dediğini hatırlamıyor musun? Benim hiçbir şey söylemeden ortadan kaybolduğumu anlatmıştı. Ona bir yol göstermedim, hiçbir şey bırakmadım."

Logan, Alex’in kendine olan öfkesini hissedebiliyordu. Alnını kaşıdı, derin bir nefes aldıktan sonra konuştu:

"Ya bir şeyler bulduysan, Alex?" dedi, kelimeleri titiz bir şekilde seçerek. "Jessy’i tehlikeye atmamak için tek başına gitmiş olabilirsin. Hatırlıyor musun? Babanın söylediğini... Gelecekle ilgili kimse kesin bir bilgiye sahip değildi. Geçmiş bir köprü olabilir ama yaptıklarının sonuçlarını hiçbir zaman göremedin. Belki de çoktan başarılı oldun ve bunu bilmiyorsun."

Alex, derin bir sessizlikle Logan’ın söylediklerini sindirdi. Sözler, zihninde yankılanırken kendini bir anda o tanıdık boşlukta buldu. Logan haklı olabilirdi. Belki de kendisine yüklediği başarısızlık hissi, gerçeği görmesini engelliyordu.

Ama içindeki bir başka ses de ona Kai’yi hatırlattı. Kai... Tüm bu arayışların acısını çeken, kendi içinde bambaşka bir yük taşıyan Kai.

"Unuttuğun bir şey var. Kai, artık gezegenin yok olmasını umursamıyor. Jessy'i zamanda geri götürebilsem bile buna asla izin vermeyecek."

Logan, yüzünde alışılmış bir duygusuzlukla cevap verdi. "Ah, bunu biliyorum. Bunun için savaşmamız ve onu ikna etmemiz gerekecek. Zor bir süreç, evet. Ama unutma, biz zaten kazandık."

Alex, kaşlarını çatarak düşünceli bir şekilde sordu: "Ah, bu arada yaşlı Jessy nerede? En son sadece holografik bir mesaj aldım ondan."

Logan, birkaç adım atarak masaya yöneldi ve üzerindeki kitapları karıştırmaya başladı. Birkaçını seçip dikkatlice Alex'in önüne koydu. "Merak etme." sesi güven vericiydi "Aktarıcılık için gereken her bilgiye ve güce artık sahip. Onu güvenli bir yere götürdüm. Değişim günü geldiğinde, Kai, kızı olduğu için mutlaka onu bir sonraki döngünün başlangıcına kadar koruyacaktır."

Logan kitaplardan birine işaret ederek devam etti: "Şimdi savaş için biraz yardım bulmamız gerekiyor." Kitabın kapağında kalın harflerle 'Tarihe Gömülmüş Enderler' yazılıydı ve Alex’in gözleri bir an için bu başlıkta durdu. Logan, yeni bir planın kıvılcımını gözlerinde taşıyordu.

Bölüm : 16.12.2024 21:14 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Ömer Faruk Yardımcı / Kaizen :  Zamanın Varisi / Bölüm 8 : Yıkımın Varisleri (Part 3)
Ömer Faruk Yardımcı
Kaizen : Zamanın Varisi

4.08k Okunma

1.64k Oy

0 Takip
49
Bölümlü Kitap
Hikayeyi Paylaş
Loading...