

Sofia, bakışlarını geldiği tapınağa çevirdi. Giriş, zarif bir bahçeyle donatılmıştı; tuhaf bir düzenle yerleştirilmiş taşların arasından, parlak mavi bir ışık yayan çiçekler yükseliyordu. Ancak bu huzur verici görüntü, içeriden yayılan garip bir huzursuzluk hissiyle gölgeleniyordu. Tapınağın içerisine giden tünelli mekanın kapısından içeri baktığında, içerideki birbirine bağlanmış yamuk şekilli ipler adeta canlıymış gibi hareket ediyordu. Her bir ip kendi ritminde dalgalanıyor, arada sırada kısa ama keskin bir ışık patlamasıyla ortamı aydınlatıyordu. Bu iplerin karmaşık dokusu, birbiriyle iç içe geçmiş bir labirent oluşturuyordu; sanki oraya giren herhangi bir şeyi geri dönüşsüz bir şekilde yutacaklardı.
Sofia: “Burası da neresi böyle?”
Thalia, Sofia'nın sorusunu görmezden gelip, sert bir tonla konuşmaya başladı. “Buraya neden geldiniz?”
Sofia, Thalia’nın gözlerindeki keskin bakışlardan bir şey gizleyemeyeceğini hissetti. Ancak o an, “geldiniz” kelimesi zihninde yankılandı ve Kai ile Edward’ı hatırladı.
Sofia: “Benimle gelenlerin nerede olduğunu biliyor musun?”
Thalia, sakin bir tonda cevapladı. “Her ip bir yolu temsil eder. Bazıları birbiriyle birleşir, bazıları ayrılır. Senin yolun da şuan bir yol ayrımında, bu yüzden kendine odaklanman gerek.”
Sofia, Thalia’nın dolambaçlı cevabını anlamlandırmaya çalışırken sinirlenmeye başlamıştı. Ancak Thalia’nın tavrında garip bir ağırlık vardı, bu yüzden geri adım attı. “Şimdi tekrar soruyorum: Buraya neden geldin?”
Sofia, odaklanmaya çalıştı. Hafızası bulanıktı; ne için geldiğini hatırlamaya çabalıyordu.
Sofia: “Ne için mi buraya geldim? Kırmızı Kitap... Yok oluyor… Logan!”
Bir an derin bir nefes aldı, ardından sözlerini toparladı. “Gizemli birinden tuhaf bir kitap aldık ve bu kitap her geçen saniye yok oluyor. Kitap, geçmişte her ne kadar olmamış olaylardan bahsetse de gelecekle ilgili önemli bilgiler içeriyor.”
Thalia, gözlerini tapınağın içindeki hareketli iplere çevirdi. Sesindeki soğuk, acı bir alayla konuştu: “Kırmızı Kitap…” Bir an duraksayıp Sofia’ya baktı, ardından iç çekerek devam etti. “Eğer kitabın her kelimesi doğru olsaydı, şu an evim böyle bir kaosun içinde olmayacaktı.”
Sofia kaşlarını çattı. “Seni anlamıyorum.”
Thalia, Sofia’ya bir adım daha yaklaşıp eliyle tapınağın karmaşık tünelini işaret etti. “Tapınağa bak. Ne görüyorsun?”
Sofia, tereddütle ipliklere göz gezdirdi. “Binlerce ip yumağı?”
“Doğru. Aslında sadece bir tane ip örgüsü olmalıydı.” Thalia, parmaklarının arasında beliriveren ince, parlayan bir ipliği Sofia’ya gösterdi. Işık, ipin yüzeyinde dalgalanıyordu. “Kader ipliklerinin aslında birer zaman çizgisi olduğunu biliyor muydun?”
Sofia, şaşkınlıkla ipliğe baktı ama bir şey söylemedi.
Thalia’nın yüzüne keskin bir öfke gölgesi düştü. “Tüm zamanın düzeni, Logan’ın tanrısallığı üzerine kuruluydu. Her şey, her zaman onun bir planının parçası olurdu. Eğer kitap doğru bir şekilde gerçekleşseydi, her şey olduğu gibi kalırdı. Olan hiçbir şey değişmezdi ve Kai, kızıyla yeni bir döngüye geçip düzeni devam ettirirdi.”
Thalia, aniden elinde beliren yarısı kopmuş siyah bir ipliği Sofia’ya doğru kaldırdı. İp, çatlamış bir taş gibi ince çatlaklarla kaplıydı. Yüzündeki öfke, gözlerinden taşarcasına Sofia’ya yöneldi. “Ama bir sorun oldu. Oğlu, Alex Brown, zaman çizgisini mutasyona uğrattı. Babasının yeteneklerini şuan ki döngümüzde yok edip son gücüyle o lanet kitabı başka bir zamana taşıdı. Peki ne mi oldu? Kendi zaman çizgisini yok edip başka bir zaman çizgisi yarattı ve bu tepkime, binlerce zaman çizgisine kadar çoğaldı!”
Thalia’nın sesi, bir hıçkırığın eşiğindeymiş gibi çatladı. Eliyle tapınağın içindeki karmaşık iplikleri işaret etti. “Şu dağınıklığa bak! Evren yok oluyor ve ben sadece izliyorum. Neden sadece olması gerektiği gibi ölmedin ki? Neden sadece ölmedin ki!”
Sofia, öfkeyle yumruklarını sıktı ve ileriye doğru bir adım attı. “Neden bahsediyorsun? Eğer her şey doğruysa, böyle bir insanın tüm gezegenin kaderine hükmetmesine nasıl göz yumabilirsin?!”
Thalia’nın gözleri bir an için doldu, ama o anlık zayıflığını gizleyemedi. Gözyaşları yanaklarından süzülmeye başlarken sesindeki sertlik tamamen dağılmıştı. “Hâlâ anlamıyorsun, değil mi?” Parmağıyla tekrardan hareketli iplikleri işaret etti. “Zamanlar birbirine karışıyor. Sıra bizim zamanımıza da gelecek… ve her şey yok olana kadar bu böyle devam edecek!”
Sofia, boğazında yükselen çaresizlikle nefesini tuttu. Gözlerini Thalia’dan ayırmadan bağırdı. “Bir çözüm yolu olmalı! Böyle sona ermesine izin veremem!”
Thalia, derin bir nefes alarak ağlamayı kesmeye çalıştı, ama titreyen sesi hâlâ kayıtsızlığını kaybetmişti. “Çözüm mü? Hayır, bu imkansız…” diyerek sesini titrek bir şekilde yükseltti. Gözleri, düşüncelerin içinde kaybolmuştu, ama aniden bir ışık belirdi. Bir fikir, bir umut ışığı… “Zaman çizgimiz artık kaosun saldırısı altında, ama onu korumanın bir yolu olabilir.”
Sofia, kararlılıkla ileriye adım attı. “Geç ya da değil, denemek zorundayız. Bana ne yapmam gerektiğini söyle!” diye bağırdı, sesi kesin ve kararlıydı.
Thalia, Sofia’nın gözlerinde gördüğü kararlılıkla bir an donakaldı. Sonra yavaşça başını sallayarak, sakinleşmeye çalışan bir şekilde devam etti. ““İlk önce arkadaşlarını kurtarıp buradan çıkmanızı sağlamam gerek.”
***
Edward ve Kai, dar sokakların karmaşık labirentlerinde ilerlemeye devam ediyorlardı. Gökyüzünü dolduran karanlık bir gri, üstlerinde asılı duran kırık ve sallanan neon ışıklarla birleşerek ortamı boğucu bir hâle getirmişti. Edward, çevresindeki harabe şehir manzarasına bakarken, gözlerini duvarlardaki yazılara çevirdi. Anlamsız şekiller ve harf kümeleri zihninde bir anlam oluşturuyordu, ama ne olduklarını kavrayamıyordu.
“Sence gelecekte miyiz?” diye sordu, sesi hem meraklı hem de huzursuzdu.
Kai, önlerindeki yolu dikkatle inceleyerek yanıt verdi. “Burası bizim dünyamız olamaz. Eğer kitap doğruysa, döngülerin olmasının tek nedeni benim gücüm. Ve eğer ben öldüysem… Dünya hiçbir zaman döngüye girmemiş demektir.”
Edward, duyduklarını anlamaya çalışırken yutkundu. “Yani dünyanın ilk halindeyiz? Vay canına! Belki de milyonlarca… hayır, milyarlarca yıl öncesindeyiz!” dedi, hayretle gözlerini kocaman açarak.
Kai, hızlıca onlara doğru iki taraflı gelen asker gruplarının ortasında kaldıklarını fark etti. Adımlarını yavaşlatarak olduğu yerde durdu ve etrafını gözlemledi. “Bu kadar çabuk izlerimizi fark edeceklerini beklemiyordum.” Gri sweatshirt’ünün kapşonunu çıkarırken rahat bir tavırla devam etti. “Uzun zamandır alıştırma yapmıyoruz, değil mi Edward?”
Edward, alman tarzı uzamış sarı saçlarını geriye çekip toplarken Kai’ye alaycı bir bakış attı. “Öndekiler benim.”
Tam bu sırada, önden gelen askeri gruptaki bir asker ani bir hareketle telsizine uzandı ve bağırdı:
“Alfa merkez, görünmez mutantlar ortaya çıktı! Mutant öldürücü birimi buraya yönlendirin!” Üniformalarının üzerinde büyük harflerle ‘Kaizen Mutant Avcıları’ yazıyordu.
Edward, durumun ciddiyetini göz ardı ederek sırıttı. “Belli ki bu zamanda Andrew çareyi mutantları yönetmek yerine öldürmekle bulmuş.” Ayaklarını yere sağlam bir şekilde sapladı ve bir anda havaya yükseldi. Yüksek atlayışı, yerde küçük çaplı bir sarsıntı yarattı. Silah sesleri her geçen saniye artıyor, yer titremeye başlıyordu. Askerler, titreyen zeminde dengesini kaybederek birbirlerine çarpıyordu.
Edward, yere düştüğü an bir askeri hızlı ve kusursuz dövüş teknikleriyle etkisiz hale getirdi. Yumruklarının ve tekmelerinin uyumu, hareketlerindeki akıcılıkla birleşince asker hiçbir karşılık veremeden yere yığıldı. Ardından Edward, derin bir nefes alarak ellerini yere koydu.
Yerden dört bir yana uzanan yüksek toprak sütunlar hızla yükseldi. Her biri bir kalkan gibi Edward’ı çevrelerken; askerler, silahlarını Edward’a doğrulttu ve ateş etmeye başladılar. Ancak mermiler sütunlara çarptığında hiçbir işe yaramıyor, sadece toprağın üzerinde birikiyordu. Patlayan mermilerin titreşimi sütunları besliyor, toprak üzerindeki enerji dalgaları daha yoğun hale geliyordu.
Edward, askerlerin cephanelerini tükettiğini fark edince ayağa kalktı. Gözleri hafifçe parladı, parmakları hala toprağın üzerinde hareket ediyordu. “Gösteri zamanı.”
Sütunlar bir anda çatlamaya başladı. Derin bir gürültüyle, dört sütun bir patlamayla parçalandı. Şok dalgası askerleri birer birer yere savururken, patlamanın etkisi yalnızca birliği yok etmekle kalmadı, yerden yükselen toz ve parçalanmış toprağın oluşturduğu yoğun bulut, her şeyin üzerinde bir örtü gibi yayılıyordu.
Kai ise bu sırada parmaklarını hafifçe geriye doğru çekerek havayı kesmeye başladı. Her hareketi, sanki bir sanatçı bir tablonun üzerine dokunuşlarını ekler gibi özenliydi. Göğsünde derin bir nefes alırken, etrafındaki tüm düşmanlar gözlerinin önünde şekillenmeye başladı.
Birden, bir düşman grubu harekete geçti. Silahlar ateş almaya başladı ve mermiler havada bir yıldız yağmuru gibi süzüldü. Fakat bu mermiler, Kai’ye ulaşmadan yön değiştirdi. Her bir mermi başka bir mermi ile birleşerek, bıçak gibi keskin mızraklara dönüşmeye başlamıştı. Her bir mızrak havada dönerek şekil alıyor, metal parıltıları sanki ruhu donduran birer tehdit gibi parlıyordu.
Kai'nin gözlerinde bir anlık karanlık bir ışık belirdi ve derin bir sessizlik yayıldı. Ardından, çok soğukkanlı bir şekilde, “Yerinizde olsam kaçardım.” dedi. Sesindeki tını, adeta son bir uyarı gibiydi.
Elini hızlıca aşağıya doğru indirdi. O an, havada asılı duran binlerce mızrak hızla düşmanlara doğru fırladı. Her biri hedefini bulmuş, düşmanlarını saplandığı noktada hayatta bırakmamıştı. Sesler patlamaya, mızrakların metal çığlıkları düşmanları avlamaya devam etti. Birkaç asker kaçmaya çalıştı, ancak yerin sarsıntısı, onları denge kaybına uğratarak yere düşürüyordu. Düştükleri an, mızraklar onları hemen hedef alarak yok ediyordu.
Tüm bu karmaşanın ardından, askerlerden biri ağır platin zırhıyla öne çıktı. Elindeki yüksek teknolojili alev makinesi, çevresinde karmaşık bir kablo ağıyla sarılıydı. “Metal’i kontrol etmek seni kurtarmayacak, mutant!” diye bağırarak tetikledi.
Aniden, alev makinesi korkunç bir patlama sesiyle devreye girdi. Alevler, sanki tüm sokağı aydınlatan bir güneş gibi patlayarak havada yankılandı. Sıcaklık o kadar yüksekti ki, Kai’nin etrafındaki havayı bile kavuruyor, her şey eriyormuş gibi hissediliyordu. Ancak bir şey vardı… Alevler havada donakalmıştı, sanki bir yere çekiliyormuş gibi. Bir araya gelerek yuvarlak bir küreye dönüşmeye başladılar.
Kai, konumunu bozmadan, sadece bir adım geriye doğru kayarak soğukkanlı bir şekilde yanıt verdi. “Metal mi?” diye gülümsedi. “Beni sıradan elemantalistlerle kıyaslama. Yeteneklerimden biri tüm elementlere uyum sağlamama yardımcı oluyor. Buna ‘Element Adaptasyonu’ diyorum.”
Bir anda, Edward’ın sütunlarla yaptığı hamle yüzünden Kai’nin etrafı toz bulutlarıyla kaplandı. Gözlerindeki alevli ışık, tozla birleşerek büyük bir etki yaratıyordu. “Bu kadar ateşle uğraşmak da zor olmalı. Ama olsun…” diye espirili bir şekilde mırıldandı.
Alev topu, Edward’ın çıkardığı tüm toz bulutuyla birleşerek büyüdü. Kürenin yoğunluğu zirveye ulaşınca, büyük bir patlama sesiyle askerin üzerine doğru fırladı. Toprak yerinden sarsılarak açılan deliği büyütürken, ateş ve toprak birleşimi rakibinin her şeyini yıkıp geçiyordu.
Alev küresi yere çarptığında, tüm bölgeyi kasıp kavuracak kadar güçlü bir sarsıntı yarattı. Askerin olduğu yerde, şimdi dev bir çukur vardı. Kocaman bir boşluk, tüm askeri düzeni yok etmişti. Çevredeki toprak parçaları ve devasa kırıklar, havada asılı kalan bir sessizlikle birlikte yere düşmeye başladı.
Edward sessizliği bozarak sordu:
"Sence biraz abartmadın mı?"
Kai omzunun üzerinden bakarak sinirli bir sesle cevap verdi:
"Hey, ilk onlar başlattı!"
Cümlesine devam edecekken, beklenmedik bir hızla gelen mekanik bir yumruk Kai'yi uzağa savurdu. Yumruk öyle hızlıydı ki Edward, saldırganın kim ya da ne olduğunu anlayabilmek için birkaç saniye hareketsiz kaldı.
Gözlerini odakladığında, karşısında insan boyunu aşan, tamamen soğuk bir alaşımdan oluşmuş bir robot duruyordu. Gövdesi, silik mor ve gri tonlarında bir metalle kaplıydı ve eklem yerlerinden hareket ettikçe düşük bir vızıltı sesi geliyordu. Parlak gözlerinden yayılan ışık, soğuk bir zekâya ve acımasız bir amaca işaret ediyordu. Robotun her detayı, sadece öldürmek üzere tasarlanmış, kusursuz bir mekanik avcı olduğunu haykırıyordu.
Edward, refleksle elini kaldırdı, ancak hemen bir gariplik hissetti. Güçlerini kullanmaya çalıştıysa da hiçbir şey olmuyordu. Sanki içindeki tüm yetenekler bir anda çekilip alınmıştı. Boşluk hissi, onu çaresizlikle baş başa bırakıyordu.
Ruhsuz robot, elini kaldırıp tam Edward'ın kafasına indireceği sırada, gökyüzünde büyük bir sesle devasa bir mor ışık belirdi. Sanki gökyüzü bir anda yırtılıyordu. Hava titredi, ışıklar gözleri kamaştırdı.
Kai, devrildiği yerden doğrulurken ağzından dökülen kanları hızla sildi. Gözleri kararmıştı, ama hayatta kalması gerekiyordu. Hızla kalkıp Edward’a doğru koşarak onu yakaladı. Robotun yumruğu boşa düşmüştü.
İkili hızla koşarken, Kai nefes nefese konuşuyordu. "Burada kalmaya devam ettikçe yeteneklerimizi kaybediyoruz." dedi, telaşla.
"Ne yapacağız peki?" Edward, gözleri hala arkalarındaki robotu izliyordu.
"Gökyüzüne bak! Oraya gitmel-" diye başlamıştı, fakat tam o sırada robot bir anda önlerine atlamıştı. Elini onlara doğru doğrulttu ve kolu aniden form değiştirip büyük bir silah namlusuna dönüştü. Tam ateş edeceği sırada, büyük bir patlama sesiyle robotun kafası yok oldu.
Kai ve Edward, şok içinde, kurtarıcılarına bakarak şaşkınlıkla donakalmıştı. Sandra, mutant bir insan grubunun önünde onlara doğru bakıyordu, gözlerinde yaşlar birikmişti. "Bu olamaz…" dedi, titreyen bir sesle. "Sen gözlerimin önünde öldün…"
Edward, gözleri şaşkınlıkla Sandra’ya odaklanmıştı. O an Kai’ye baktı. Kai’nin gözlerinde bir boşluk vardı, ama yüzündeki ifade donmuştu. Edward, onu bu durumdan kurtarmak için eliyle toprağa dokundu. Gücünü biraz da olsa hissedebiliyordu.
Yükselen bir sütunla birlikte, hızlıca gökyüzüne doğru yükselmeye başladılar.
"Kai, iyi misin?" Edward sordu, hala şaşkınlıkla.
Kai, başını kaldırmadan yere bakıyordu. "Bir an, kendimi onun yerine koydum," dedi, sesi derin ve donuk. Kafasını çevirip yukarıya doğru bakarken, gökyüzündeki yarık genişliyordu. İçinde farklı bir şehir belirdi, ama bu şehir onlara daha çok tanıdık geliyordu.
***
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 4.08k Okunma |
1.64k Oy |
0 Takip |
49 Bölümlü Kitap |