
ON BİRİNCİ BÖLÜM: ‘KANDAKİ ATEŞ’
Demir’in sözleri, gece ayazında bir buz kütlesini eritir gibi içime işledi. "Senin o yaşta yaşadığın acıyı hayal bile edemiyorum... Ama bu, senin hayatının her zaman mutsuz olacağı anlamına gelmez. Senin gücünü görüyorum Kamelya. O hayatta kalma gücünü. Ve o gücü, kendine faydalı bir hale getirebilirsin." Kelimeler, uzun zaman sonra kulağıma ilk kez acı vermeden dokunuyordu. Sanki biri, kalbimdeki o görünmez yaraya merhem sürmüştü.
Gözlerinin içine baktım. O ana kadar Demir, benim için sert çizgileri, keskin bakışları ve anlaşılmaz duruşuyla bir muammadan ibaretti. Şimdi ise, bu soğuk ve mesafeli adamın ardında, beklenmedik bir anlayış parıltısı görüyordum. Bu, tanıdığım Demir değildi. Ya da belki de tanıdığımı sandığım Demir, sadece benim ona biçtiğim, hayatımın gri tonlarına uyan bir roldü.
Yutkundum. Boğazımda biriken yumruyu dağıtmaya çalıştım. Konuşmak istiyordum ama kelimeler dilime gelmiyordu. Yılların biriktirdiği sessizlik, ses tellerimi dondurmuştu sanki. Bu adama, daha önce kimseye açmadığım o karanlık kapıyı aralamak… Korkunç bir fikirdi. Ama aynı zamanda, içimde küçük, titrek bir arzu uyandırıyordu. Belki de ilk kez, biri beni gerçekten anlardı.
"Nereden biliyorsun?" diye fısıldadım sonunda, sesim zar zor duyuluyordu. Sanki bu sözleri yüksek sesle söylesem, o anın büyüsü bozulacakmış gibiydi. Bu bilgiye nasıl ulaşmıştı? Benim sakladığım, kimsenin bilmediğini sandığım bu karanlık sırrı kim ona vermişti?
Demir'in yüzündeki ifade değişmedi. Gözleri hala keskin, ama bakışı daha derinleşmişti. "Herkesin bir geçmişi vardır Kamelya," dedi, sesi hala tok ve netti. "Ve bazen, o geçmişin izleri, ne kadar silmeye çalışsan da kalır. Senin izlerin de derin." Yüzümden bir şeyler okuyor gibiydi, sanki benim ruh haritamı ezbere biliyordu. "Ayrıca," diye ekledi, sesi biraz daha alçaldı, "Bu şehirde, belirli ailelerin hikayeleri nesillerdir bilinir. Senin ailenin hikayesi de bunlardan biri."
Şehir. Belirli aileler. Bu ne demekti? Benim ailem, benim için sadece birer mezar taşından ibaretti. Hiçbir kök, hiçbir geçmiş... En azından ben öyle sanırdım. Ama Demir'in sözleri, var olmadığını düşündüğüm bir tarihin kapısını aralıyordu. Bu bilgi, benim için sadece bir acı kaynağı değil, aynı zamanda bilinmeyen bir dünyanın anahtarı gibiydi. Fantastik bir kurguda yaşadığım bu dünyada, ailelerin sadece kan bağından ibaret olmadığını, bazen çok daha derin ve gizemli bağları olduğunu duyardım. Bazı soyadlarının, kadim güçlerle mühürlü olduğu fısıldanırdı sokak aralarında, eski metinlerde gizlenen efsanelerden bahsedilirdi. Ama benim gibi birine mi? Benim gibi şanssız, benim gibi kayıp birine mi? Aklıma bile gelmezdi. Benim dünya-lı olduğum bir gerçekti ve bu dünyaya nasıl geldiğimi henüz Kapan'dan başka kimse bilmiyordu.
Demir, kollarını kavuşturdu, bakışlarını caddenin boşluğuna çevirdi. "Senin o güç dediğim şey," dedi, sesi tekrar sertleşti. "Sadece hayatta kalma içgüdüsü değil. Daha fazlası var. Annenin son nefesiyle sana aktardığı, seni hayatta tutan bir şey var. Ve bunu kullanmayı öğrenmelisin."
Donakaldım. Annemin son nefesi mi? Ne demek istiyordu? Bu, sıradan bir metafor değildi, sanki çok daha derin, çok daha mistik bir anlam taşıyordu. Duyduğum bir efsane gibiydi. Bazı ailelerin, nesiller boyu aktarılan gizemli yetenekleri, "hediyeleri" olduğu söylenirdi. Zayıflara değil, hep güçlü olanlara, asil kanlara… Peki, ya ben? Benim gibi köksüz, kimsesiz birine miydi bu armağan? Oysaki ben bir doktor, bir cerrahtım. Benim gücüm, neşter tutan ellerimdi. Bu şehirdeki yeni gerçekliğimde, Kapan'ın bahsettiği gibi herkesin bir gücü vardı. Benim gücüm neydi? Bir cerrahın gücü mü? Yoksa annemin son nefesiyle bana aktarılan, bilmediğim bir şey mi?
Gözlerim istemsizce annemin son anlarına, doğumumun o korkunç anına gitti. Karanlık, kan ve tarifsiz bir soğuk… Ama aynı zamanda, içimde hissettiğim o tuhaf sıcaklık… Beni yaşatan, nefes aldıran o küçük kıvılcım… Bu gerçekten annemin bir armağanı mıydı? Bir efsane, bir hayal değil de, benim gerçeğim miydi?
Demir, başını bana çevirdi, bakışları tekrar üzerime sabitlendi. "Biliyorum, şu an anlamakta zorlanıyorsun," dedi, sesinde sabırsız bir ton vardı ama hala bir anlayış da gizliydi. "Ama zamanla anlayacaksın. Bu şehir, göründüğünden çok daha fazlasını saklıyor. Ve sen de."
Bana doğru bir adım attı. Aramızdaki mesafe bir anda azalmıştı. Yüzü caddenin loş ışıkları altında daha da belirginleşti. Gözleri, derin bir kuyunun dibi gibiydi, içinde gizemler barındırıyordu. "Seni o masada gördüğümde," dedi, sesi alçaldı, "gözlerinde bir ışık gördüm. Sönmek üzere olan, ama hala orada duran bir ışık. Ve o ışığın sönmesine izin vermeyeceğim Kamelya."
Cümlesi, bir tehdit miydi, yoksa bir vaat mi? Tam anlayamamıştım. Ama bir gerçek vardı ki, bu adam, hayatıma tahmin bile edemeyeceğim bir hızla girmişti. Ve ben, yıllardır kapalı tuttuğum tüm kapıların ardında, ilk kez kendimi bu kadar savunmasız, ama bir o kadar da… meraklı hissediyordum. Soğuk havada titriyordum, ama bu kez titremem sadece ayazdan değildi. İçimde uyanan, adını koyamadığım bir şeyden, belirsiz bir geleceğin heyecanından da titriyordum.
"Ne... ne yapmam gerekiyor?" diye sordum, sesim çatlamıştı. Yıllardır ilk kez birinden yardım istiyordum. Bu, benim için bir yenilgi gibiydi, ama aynı zamanda bir başlangıç gibi de hissettiriyordu. Sanki bu kelimeler, o kilitli kapıları tamamen açmıştı.
Demir’in dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı, ama bu bir gülümsemeden çok, bir memnuniyet ifadesiydi. Sert yüzünde beliren bu mimik bile, içimde bir yerleri ısıttı. "Şimdilik," dedi, sesi tok ve emrediciydi, "sadece dinle. Ve gözlemle. Yarın, senin için farklı bir gün olacak."
Gözlerini üzerimden ayırmadan, cebinden küçük, oymalı, koyu renk ahşaptan yapılmış bir kutu çıkardı. Kutunun üzerinde, daha önce hiç görmediğim semboller vardı; iç içe geçmiş daireler, kıvrımlı çizgiler… Sanki antik bir dili konuşuyorlardı. Kutuyu bana uzattı. Elindeki kutu, karanlıkta hafifçe parlıyor gibiydi. Bu, sıradan bir ahşap işi değildi.
"Bu ne?" diye sordum, sesimde istemsiz bir hayranlık vardı. Elimi uzatmaya çekindim. Bu, bildiğim dünyanın dışından bir şeydi. Kapan'ın bahsettiği güçlerden, Ladinya'nın derinliklerinden gelmiş bir parça gibiydi.
"Bu," dedi Demir, sesi keskin ve netti, "ailene ait. Yıllarca saklandı. İçinde, senin hakkında bilmen gereken bazı şeyler var." Gözleri parladı. "Ve o güç hakkında." Demir'in yüzündeki sert ifade bir anlığına gevşer gibi oldu, sanki bu kutunun kendisi de onun için özel bir anlam taşıyordu.
Kutuyu yavaşça aldım. Soğuk havaya rağmen, ahşap sıcak bir his veriyordu. Üzerindeki semboller, parmaklarımın ucunda titredi. Sanki içinden bir enerji yayılıyordu. Bu, sihirli bir şey miydi? Bu fantastik dünyada sıkça duyduğum ama hep uzakta durduğum o kadim büyülerden miydi? Aniden Ladinya'da Kapan'ın söyledikleri aklıma geldi: "Herkesin belirli bir gücü var, bu gücü senin üzerinde kullanırlarsa Araf'a gidebilir veya sonsuzluğa takılabilirsin." Bu kutu, benim gücümle mi ilgiliydi?
Demir, bir adım geri çekildi. "Şimdi git, Kamelya. Ve bu gece düşün. Yarın, seni bekliyor olacağım. Yanımda."
Arkasını döndü ve geldiği yavaşlıkla uzaklaşmaya başladı. Karanlıkta, gölgesi caddenin boşluğunda eriyip gitti. Bir anlığına ardında bıraktığı boşluğun soğuğu içime işledi. Ben ise, elimde kutuyla öylece duruyordum. Gece ayazı, etimi kemiklerime kadar donduruyordu ama içimde yanan bir ateş vardı. Bir bilinmeyenin ateşi.
Kutuya baktım tekrar. Hafifçe salladım, içeriden minik bir tıkırtı geldi. Merakım, korkumdan daha büyüktü şimdi. Sanki yıllardır kapalı olan bir sandık açılıyordu ve içerisinden ne çıkacağını bilmiyordum. Bu zamana kadar hayata tutunmamın tek amacı ekmek parası kazanmaktı, şimdi ise bambaşka bir amaç belirmişti: Kim olduğumu keşfetmek.
Hızlı adımlarla yürüdüm, nereye gittiğimi tam olarak bilmeden. Belki de bir süredir yaşadığım o garip eve gidiyordum. Kapan'ın bana evim dediği o yer… İçinde bir yanım Kapan'a dönmek istiyordu, bu karmaşık bilgileri onunla paylaşmak, ondan bir açıklama beklemek. Ama diğer yanım, bu kutunun sırrını tek başıma çözmek için yanıp tutuşuyordu.
Sonunda, tanıdık olmayan ama bir şekilde bana ait hissettiren o eski kapının önüne geldim. Kapıyı açıp içeri girdiğimde, içerisi zifiri karanlıktı. Elimi duvarda anahtarı aramak için gezdirdim. Birden, elimde tuttuğum kutu hafifçe titredi ve içindeki sembollerden soluk bir ışık yayılmaya başladı. Işık, önümdeki yolu aydınlatıyordu. Gözlerim şaşkınlıkla büyüdü. Bu, bir güç müydü? Benimle mi ilgiliydi?
Kutunun ışığıyla odada ilerledim, kendimi koltuklardan birine attım. Elimi titreyen ellerimle kutunun üzerine koydum. Kalbim hızla atıyordu. Bu kutu, sadece annemle babamın mirası değil, aynı zamanda benim varoluşumun gizemini de barındırıyordu. Yıllardır beni hayatta tutan, o küçük kıvılcımın kaynağını.
Sembolleri inceledim. Bir tanesi, birbirine dolanmış iki yılanı andırıyordu; diğeri, yükselen bir alevi. Elimi kutunun kapağına götürdüm. Parmak uçlarımda tuhaf bir karıncalanma hissettim. İçimdeki korku ve merak arasında gidip geliyordum. Ya içerideki şey, bildiğim her şeyi altüst ederse? Ya kaldırabileceğimden daha fazlasıysa? Kapan'ın sözleri zihnimde yankılandı: "Ladinya tehlike dolu bir yer... Senin gibileri öldürmezler fakat daha beter şeyleri yapabiliyorlar." Bu güç, beni daha beter bir şeye mi sürükleyecekti?
Bir an duraksadım. Nefesimi tuttum. Sonra, sanki görünmez bir güç beni itiyormuş gibi, kutunun kapağını kaldırdım.
Kutunun içi, kadife bir kumaşla kaplıydı. İçerisinde, incecik, parşömen kağıdına benzeyen bir tomar vardı. Kâğıtlar sararmış, kenarları eskimekten yıpranmıştı. Nazikçe elime aldım. Tomarı açtığımda, üzerindeki yazılar gözlerimi kamaştırdı. Bunlar, normal harfler değildi. Sanki yaşayan, hareket eden, parlayan harflerdi. Fısıltılar duyar gibi oldum, rüzgarın taşıdığı eski bir şarkı gibi. Gözlerim yazılarda gezinirken, odadaki loş ışık hafifçe dans etmeye başladı. Sanki her kelime, bir ışık zerresiyle çevriliydi.
İlk sayfadaki yazı, diğerlerinden daha büyük ve belirgindi:
"Kadim Soyun Son Mirasçısı,
Kanında Yanan Ateşle Doğdun.
Gölgelerden Gelen Gücü Taşırsın,
Annenin Mührü, Ruhuna Kazınmış."
Nefesim kesildi. Kadim Soy? Kanında yanan ateş? Gölgelerden gelen güç? Bu satırlar, benimle ilgili olamazdı. Ben, en basitinden, bir yetimdim. Bir cerrahtım. Hayatımı kazanmak için mücadele eden sıradan bir insan. Bu yazılar, bir masaldan fırlamış gibiydi. Ama Demir'in sözleri… Annemin son nefesiyle bana aktarılan güç… Ve Kapan'ın bahsettiği bu yeni dünya Ladinya… Her şey birbiriyle örtüşmeye başlamıştı. Kafamdaki bilmeceler yavaş yavaş çözülüyor, ama her cevap yeni bir soruyu beraberinde getiriyordu.
Titreyen ellerimle parşömenleri çevirdim. Sayfalar, farklı semboller, el çizimleri ve anlaşılması güç metinlerle doluydu. Bir çizimde, gökyüzünde parlayan iki ay vardı; biri gümüşi, diğeri ise koyu mor. Altında ise, insan silüetleri dans ediyordu, etraflarında enerji halkaları dönüyordu. Bu, bir tür büyü kitabı mıydı? Ladinya'da güçlerin nasıl kullanıldığına dair bir rehber mi?
Aniden, gözüm bir çizime takıldı. Ortasında bir sembol, etrafında çemberler vardı. Sanki bir portal ya da geçit çizimiydi. Altında, Latince'ye benzeyen eski bir dilde yazılar vardı. Gözlerim karardı, beynimde bir uğultu başladı. Sanki bu sembolleri gördüğüm an, içimde bir şeyler tetiklenmişti. Elimi istemsizce kaldırdım, parmaklarım çizime doğru uzandı. Bir kıvılcım hissettim, havada asılı kalan küçük, mor bir ışık zerresi…
Yıllardır bastırdığım, yok saydığım her şey, şimdi avuçlarımın arasındaydı. Devlet üniversitesi kazanmak için it gibi çalışmam… O "şanssız hayatım"… Belki de bunların hepsi, sadece perdenin bir parçasıydı. Gerçek sahne, şimdi açılıyordu. Ve Demir, bu sahnenin ilk perdesini aralayan kişiydi.
Peki ben ne yapacaktım? Bu yeni gerçekle yüzleşecek miydim? Yoksa yıllardır yaptığım gibi, tekrar kaçacak mıydım? Bu gece, hayatımın en uzun gecesi olacaktı. Ama kaçacak yerim var mıydı? Ladinya'ya gelmemin bir amacı mı vardı? Annemin mirası, bu gücüm, beni buraya mı sürüklemişti? Zihnimde binlerce soru dönüp dururken, elimdeki kadim parşömenlerden yayılan o loş ışık, karanlık odamı aydınlatmaya devam ediyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |