15. Bölüm

•12•

Dazay
dazaydes

ON İKİNCİ BÖLÜM: ‘KANDAKİ ATEŞ’


Elimdeki parşömenler titriyordu. "Kadim Soyun Son Mirasçısı, Kanında Yanan Ateşle Doğdun. Gölgelerden Gelen Gücü Taşırsın, Annenin Mührü, Ruhuna Kazınmış." Her bir kelime, zihnime bir kor gibi düşüyor, içimde unutulmuş bir yankı uyandırıyordu. Ben bir cerrahtım, neşter tutan ellerimdi gücüm. Sayılarla, gerçeklerle, bilimle yaşayan bir kadındım. Bu yazılar... Bu, benim bildiğim dünyadan çok uzaktı. Ladinya'da bulunduğum gerçeği bile henüz tam oturmamışken, bir de bu kadim mirası kabullenmek... Ağır geliyordu.
Tomarı tekrar dikkatle inceledim. Gözlerim, mor ve gümüşi iki ayın çizildiği sayfada oyalandı. Altındaki dans eden insan siluetleri, etraflarındaki enerji halkaları… Bunlar sıradan çizimler değildi, sanki her çizgi, her kıvrım, içimde bir yerlerde titreşen bir frekansı harekete geçiriyordu. Parmağımı hafifçe gümüşi ayağın üzerine sürdüğümde, sanki odaya soğuk bir esinti yayıldı. Mor ayağa dokunduğumda ise, elimde tuhaf bir sıcaklık hissettim, sanki içinden bir ateş yükseliyordu. Bu, benim hayal gücümün bir oyunu muydu, yoksa gerçekten mi oluyordu? Aklım mantık ararken, bedenim başka bir gerçekliğe tepki veriyordu.


Kapan'ın bana Ladinya'daki güçlerden bahsettiği anlar zihnimde canlandı. "Herkesin belirli bir gücü var… Ladinya tehlike dolu bir yer." Ben ne kadar "dünyalı" olsam da, bu yerde bir güce sahip olmak, hatta bunun kanımda yanıyor olması ihtimali, tüylerimi diken diken ediyordu. Ben istememiştim ki böyle bir hayatı! İstediğim tek şey, normal olmaktı. Normal bir hayat, normal bir iş, normal insanlar… Ama görünüşe göre, normal kavramı benim için çoktan anlamını yitirmişti.


Parşömenleri çevirmeye devam ettim. Sayfaların birinde, bir aile ağacı gibi duran karmaşık bir şema vardı. Birçok dal, birçok isim… Ve en tepede, benim soyadımı andıran, ama daha eski, daha görkemli duran bir isim: "Alev Soyu." Altında, annemle babamın isimlerinin baş harfleri de vardı. Demek bu, gerçekten benim ailemdi. Bu kadim soy, benim kanımdan geliyordu. Gözüm, çizimin en dibinde, annemin isminin hemen altında, küçük bir sembole takıldı. İç içe geçmiş üçgenler… Bu sembol, kutunun kapağındaki oymaların birine çok benziyordu.


Ani bir parlamayla, odanın loş ışığı titredi. Elimi hızla geri çektim. Parşömenler elimde hafifçe sönüp tekrar parladı. Kalbim göğüs kafesimi zorlarcasına atıyordu. Bu güç, gerçekti. Ve benimle bağlantılıydı.
Kutuya tekrar baktım. Demir'in sözleri kulaklarımda yankılandı: "Annenin son nefesiyle sana aktardığı, seni hayatta tutan bir şey var." O gün, doğumhanede Elya'nın çığlıklarını, Burak'ın ismini duyduğumda hissettiğim öfke ve acı… Onlar da bir güç müydü? Benim o anki duygusal yoğunluğum, bu "ateşi" mi besliyordu? Doktor kimliğimi bir kenara bırakıp bu bilinmeyene odaklanmak... Bu, benim için akıl almaz bir durumdu.
Parşömenleri dikkatlice katladım ve kutuya geri koydum. Kutuyu kapattığımda, ışık anında kayboldu. Sanki bu güç, sadece ben ona odaklandığımda ortaya çıkıyordu. Kutuyu kucağımda sımsıkı tuttum. İçimde bir karmaşa vardı. Bir yanım, bu yeni gerçeği tamamen reddetmek istiyor, eski, bildiğim, mutsuz ama güvenli hayatıma geri dönmek istiyordu. Diğer yanım ise, bu gizemin perdesini aralamak için yanıp tutuşuyordu. Ya bu güç, benim bu lanetli şanssızlığımı tersine çevirebilirseydi? Ya gerçekten mutlu olabileceğim bir kapı aralayabilirseydi?


Uykusuzluğa ve yorgunluğa rağmen, gözüme uyku girmiyordu. Zihnim, Ladinya, Kapan, Demir ve bu kutu etrafında dönüp duruyordu. Dışarıda gece yavaşça ağarırken, ben odanın penceresine doğru yürüdüm. Gökyüzüne baktım. Hâlâ tek ay parlıyordu. Peki ya o mor ay? Bu dünyada mıydı, yoksa başka bir boyutta mı?


Sabahın ilk ışıkları odaya süzülürken, bir karar vermem gerektiğini biliyordum. Kaçmak, her zaman yaptığım gibi, ya da yüzleşmek. Demir, "Yarın seni bekliyor olacağım, yanımda," demişti. Onun yanına gitmek, bu sırrı daha da derinleştirmek demekti. Bu, bilinmeyene bir adım atmaktı. Ve ben, bugüne kadar hep ayakları yere basan, somut gerçeklerle yaşayan Kamelya olarak, bu adımdan korkuyordum. Ama aynı zamanda, içimde büyüyen o merak ateşi, tüm korkularımı yakıp kül etmeye hazır gibiydi.


Yorgun argın, dün giydiğim kıyafetlerle öylece uyuyakalmışım. Güneş, odanın pencerelerinden içeri sızdığında, gözlerimi kırpıştırarak açtım. İlk anda, her şeyin bir rüya olmasını diledim. O eski yatak, bildiğim odam... Ama elimin altında hissettiğim soğuk, oymalı ahşap kutu, bana her şeyin gerçek olduğunu haykırıyordu.


Kalktım. Vücudumdaki her kemik ağrıyordu. Dün geceki karşılaşma, içtiğim onca kahveden daha çok yormuştu beni. Banyoya girdim, aynadaki yansımama baktım. Dağınık saçlar, solgun bir yüz ve altında mor halkalar oluşan gözler… Bu, tanıdığım Kamelya'ydı. Ama gözlerimin derinliklerinde, daha önce görmediğim bir parıltı vardı. Bir merak, bir soru işareti… Belki de bir umut.


Duş aldım. Su, tenimdeki yorgunluğu akıtırken, zihnimdeki sorular daha da netleşiyordu. Demir, neden beni bu kadar önemsiyordu? Neden bu sırrı bana o taşıyordu? Ve neden bu güç, bana aktarılmıştı? Ben kimdim?
Dolabımdan temiz kıyafetler seçtim. Basit bir kot pantolon, düz bir tişört. Fazla dikkat çekmek istemiyordum. Bu yeni dünyanın kuralları hakkında hiçbir fikrim yoktu ve şu an en azından göze batmadan hareket etmeliydim. Makyaj yapmadım. Makyaj, benim için bir maskeydi, kendimi dünyaya kapattığım bir zırh. Ama şimdi, o zırhın çatladığını hissediyordum. Belki de bu, yeni Kamelya'nın, maskesiz Kamelya'nın başlangıcıydı.
Aşağı indiğimde, Kapan'ı buldum. Mutfakta, garip kokulu bitkileri karıştırarak kahvaltı hazırlıyordu. Yüzü asıktı, her zamanki gibi. Kapan, Ladinya'da tanıdığım ilk kişiydi. Onu ilk gördüğümde elindeki kılıçla bana saldırmak üzereydi ve bana "dünyalı" demişti. Bana bu dünyanın tehlikelerinden bahsetmişti. Ladinya'nın iyilik dolu bir yer olmadığını, herkesin bir gücü olduğunu ve dünyalılara güç uygulandığında Araf'a veya sonsuzluğa takılabileceklerini söylemişti. O da kendisi için "sandıklarından daha kötüyüm" demişti. Şimdi onun bu sessiz hali, bana daha da tuhaf geliyordu.
"Günaydın," dedim, sesim her zamankinden daha kısık çıkmıştı.
Kapan başını çevirmeden homurdandı. "Gün aymadı."
Bu onun klasik cevabıydı. Derin bir nefes aldım. Kutuyu yanıma, masaya bıraktım. Kapan'ın kutuya tepkisini merak ediyordum. Belki de o da bu sembolleri tanıyordu. Ama o, sadece karıştırmaya devam etti. Sanki önemsiz bir nesneymiş gibi.
"Benim gitmem gerek," dedim. Aslında gitmek istemiyordum. Daha dün gece bir yabancıyla tanışmıştım ve o bana annemin mirası, doğduğum an ile ilgili şeyler anlatmıştı. Şimdi ise onun yanına gitmeliydim. Sanki her şey bir rüyaydı ve ben uyanmak istiyordum.
Kapan sonunda başını kaldırdı. Gözleri, her zamankinden daha donuktu. "Nereye?" diye sordu, sesi uyarır gibiydi.


"Bilmiyorum," diye dürüstçe cevapladım. "Birisi beni bekliyor."
Kapan'ın kaşları çatıldı. "Kim?"
"Demir," dedim. Kapan'ın yüzünde ani bir değişiklik oldu. Gözleri şaşkınlıkla büyüdü, sanki bu ismi beklemiyormuş gibiydi. Yüzündeki donukluk dağıldı, yerine bir şaşkınlık ve hatta endişe karışımı bir ifade yerleşti.
"Demir mi?" diye tekrarladı, sesi kısık ve inanmaz gibiydi. "Demir'le ne işin var senin?"
Şaşırmıştım. Kapan'ın Demir'e bu kadar tepki vermesi garip gelmişti. "Neden bu kadar şaşırdın? Onu tanıyor musun?"
Kapan homurdandı. "Tanımaz mıyım? Bu şehirde Demir'i tanımayan mı var? Ama seninle... seninle ne işi olabilir ki?" Yüzü endişeliydi. "Demir... o tehlikelidir Kamelya. Kendine çok dikkat etmelisin. Onunla oynanmaz."
Demir tehlikeli miydi? Bana bir vaat mi vermişti, tehdit mi? O andan itibaren kafamdaki soru işaretleri daha da arttı. Bana yardım eden bu adam, Ladinya'nın tekinsiz insanlarından biri miydi? O zaman neden bana yardım ediyordu? Neden bu kadar açılmıştı? Bu onun iyi biri olduğu anlamına mı geliyordu? Ama Kapan "sandıklarından daha kötüyüm" demişti. Peki Demir gerçekten neydi?


"Bana bir şey vereceğini söyledi," dedim, elimle kutuyu işaret ettim. "Annemin mirasından bahsediyor."
Kapan'ın gözleri kutuya takıldı. Gözlerinde anlık bir şok belirdi, ama hemen kayboldu. Yerine daha derin bir ciddiyet oturdu. "O kutu mu?" diye sordu, sesi titrek ve alçaktı. "Demek elinde o var." Başını iki yana salladı. "Bunun anlamı büyük Kamelya. Senin sandığından da büyük. Artık sıradan bir 'dünyalı' değilsin."
Bu sözler, içime bir ürperti saldı. Sıradan değildim. Demek ki benim Ladinya'ya gelmemin bir amacı vardı. Benim kaderim, annemin mirasıyla birleşiyordu. Benim gücüm, sadece bir hayatta kalma içgüdüsü değil, çok daha kadim bir şeydi.


Kapan, elindeki kepçeyi tezgaha bıraktı ve bana döndü. Gözleri benimkilerle buluştu. "Bu seni korkutuyor mu?" diye sordu, sesi nadir bir şefkat taşıyordu. Bu anlık yumuşaklık, Kapan'ın sert kabuğunun altında gizlenen bir şeylerin olduğunu gösteriyordu.
Yutkundum. Korkuyordum, evet. Ama aynı zamanda, içimde bir merak ateşi yanıyordu. "Bilmiyorum," dedim. "Tüm bunlar... çok yeni. Çok yabancı."
"Yabancı olan her şey, aynı zamanda keşfedilmeyi bekler," dedi Kapan, sesi bu kez bilgeceydi. Sanki bir anlığına, önümdeki sert ve mesafeli Kapan'dan, bana yol gösterecek bir rehbere dönüşmüştü. "Ama unutma, keşfin bedeli de ağırdır. Özellikle de bu dünyada. Demir'in seni çağırması sıradan bir şey değildir Kamelya. O, asla boş yere adım atmaz. Hadi, ben seni oraya götüreyim. En azından yolda sana eşlik ederim."
Kapan'ın teklifi karşısında şaşırdım. Daha önce bana hep mesafeli davranan bu adam, şimdi bana yol arkadaşlığı mı ediyordu? Bu, onun benimle ilgili gerçek endişesi miydi, yoksa Demir'in gücünden çekindiği için miydi? Belki de her ikisi. İçimde, bu durumdan garip bir memnuniyet duydum. Yalnız değildim.
"Pekala," dedim, başımı hafifçe sallayarak. "Gidelim."
Evden çıktık. Güneş, Ladinya'nın semalarında yükselirken, Kapan önümde, beni Demir'in beklediği yere doğru yönlendiriyordu. Caddeye çıktığımızda, Ladinya'nın günlük telaşıyla karşılaştık. Geçtiğimiz sokaklarda, insanlar kendi aralarında fısıldaşıyordu. Bazılarının gözleri garip bir şekilde üzerime kayıyor, sanki bir şeyi fark etmiş gibiydiler. Benim "dünyalı" olduğumu anlamışlar mıydı? Yoksa "Alev Soyu"nun son mirasçısı olduğumu mu hissetmişlerdi? Bu düşünce bile içimi ürpertti. Ladinya'da gücü olan herkes, beni bir tehdit olarak mı görecekti? Kapan'ın sözleri aklıma geldi: "Normalde Ladinya'da senin gibileri öldürmezler fakat daha beter şeyleri yapabiliyorlar."
Kapan, yanımda sessizce yürüyordu, ama varlığı bile bana bir tür güvenlik veriyordu. Sokak aralarından geçtikçe, şehrin daha eski, daha gizemli bir bölgesine giriyorduk. Binalar daha kadim, sokaklar daha dar ve taşlar, üzerlerinde asırlık hikayeler taşıyordu. Havada garip bir elektrik vardı, hissediyordum. Sanki bu bölge, Ladinya'nın kalbiydi, en eski sırların saklandığı yer. Her köşe başında, eski sembollerle bezenmiş taş nişler, garip bitkilerin sarıldığı duvarlar, hepsi bana bu dünyanın gerçeküstü doğasını hatırlatıyordu.
Sonunda, Kapan beni büyük, yıkık dökük bir tapınağın önünde durdurdu. Taşları yosun tutmuş, duvarları çatlamıştı. Ama bir zamanlar ne kadar görkemli olduğu belliydi. Tapınağın önünde, Demir bizi bekliyordu. Ayakta durmuştu, kolları yine göğsünde kavuşuktu. Bakışları, bir heykeltıraşın mermer bloğu incelemesi gibiydi; keskin ve yargılayıcı, ama aynı zamanda bir potansiyeli arayan. Yanında, daha önce hiç görmediğim, kar maskeli iki iri adam duruyordu, zırhları güneş altında donuk bir şekilde parlıyordu. Onların varlığı, Demir'in gücünü ve etrafındaki tehlikeyi daha da belirginleştiriyordu.


Demir, bizi gördüğünde, yüzünde hiçbir ifade belirmemişti. Ne sıcaklık, ne de şaşkınlık. Sanki gelmemiz en doğal şeymiş gibiydi. Gözleri, Kapan'dan bana kaydı, ardından tekrar Kapan'a döndü. Aralarında sessiz bir anlaşma ya da gerilim mi vardı, anlayamadım.
"Geldin," dedi Demir sadece, sesi rüzgarın uğultusuna karıştı. Bir soru değildi, bir tespitti. Bakışları, kısa bir an için Kapan'ın üzerinde oyalandı, ardından tekrar bana döndü. Sanki Kapan'ın yanımda olması onu ne şaşırtmış ne de kızdırmıştı.
Tapınağın önündeki havada belirgin bir ağırlık vardı. "Geleceğimi biliyor muydun?" diye sordum, sesimde istemsiz bir meydan okuma vardı.
Demir'in gözleri bana doğru çevrildi. "Biliyordum. Senin gibi biri, böylesine bir sırrı açığa çıkarmadan duramazdı." Bakışları elimdeki kutuya kaydı. "Açtın mı?"
Başımı salladım. "Evet. İçinde... yazılar var. Ve semboller."
Demir başını hafifçe yana eğdi. "O yazılar, sana ait olanları söylüyor. O semboller ise, sana yolu gösterecek." Sesi, bana ne öğrettiği konusunda netti.


"Ben... ben kimim Demir?" diye sordum, sesimdeki çaresizliği bastıramamıştım. Bu soru, yıllardır içimde birikmişti.
Demir bana doğru bir adım attı. Bu kez yüzünde, o sertliğin ardında yatan bir ciddiyet vardı. Gözleri, sanki Ladinya'nın tüm tarihini biliyordu. "Sen, Ladinya'nın en eski soyundan geliyorsun Kamelya. Alev Soyu'nun son mirasçısısın. Ve kanında, bu tapınağın bile unuttuğu güçler akıyor."
Sözleri, beynime kazındı. Bu, sadece bir başlangıçtı. Ve ben, bu bilinmeyen yolculuğa çıkmaya hazırdım. Kapan yanımda duruyordu, yüzünde endişeli bir ifade vardı. Demir'in kar maskeli adamları ise arkamızda birer gölge gibi bekliyordu. Bu tapınağın eşiğinde, hayatımın en büyük sınavının beni beklediğini biliyordum.

 

Bölüm : 23.06.2025 18:18 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...