101. Bölüm

16. Bölüm

Asel Demirhan
demirhan_asel

 

Yazım yanlışlarım varsa kusura bakmayın lütfen.

 

O halde bölüme geçelim;

 

Yakıcı gerçekler vardır. Derinden sarsan. Öğrenilmemesi imkânsız olan. İşte o gerçeklerden birinin öğrenilmesi zamanı gelmişti.

Genç adam sert adımlarla koridorda yürüyordu. Sarsıcı gerçeği öğrenmesine sadece sayeler kalmıştı. Önce kendi odasına doğru gittiğinde bugün sorguyu yapmayacağını düşündüğünden banyosunu almak için gözlerindeki sevmediği şeyler çıkarttı. Her saniye daha da nefret ettiklerini…

Ardından soğuk suyla banyosunu yaparken saçlarındaki, bedenindeki kendine ait olmayan renkler bir bir döküldü. Daha sonra gri bir tişört siyah hir eşofman giymiş, kendini siyah deri koltuğuna atmış. Lakin kendisini atar atmaz acilen doğru odasına çağrılmıştı. İşte o an her şeyi unutarak sorgu odasına doğru hızlı adımlarla gitmişti.

Belki de iyi ki unuttum diyeceği şekilde gitmişti.

Koridordaki askerler yabancı biri görmenin merakıyla bakarken kimse durdurmuyordu. Herkes bu kadar içeri giren birinin bir yabancı olmadığına emin gibiydi. Sorgu odasına geldiğinde içer hızla girdi. İçerdeki adam başını kaldırdığı anda gördüğü yüzle şaşkına dönmüştü. “Sen…”

Genç adam ise bunları umursamadan sorguya başlayacaktı ki karşısındaki adam tekrar konuştu. “Çiçek’in Eye’si…”

İşte o an genç adamın bakışları dosyalardan çekilerek adama yöneldi. “Sen ne dediğinin farkında mısın?” Sesi titriyor adamın üstüne atlamamak için zor duruyordu. Karşısındaki adam ise oldukça rahattı. “Elbette farkındayım Demir Ege Soylu.”

Demir hızla sorgu odasının camına döndü. Gördüğü siyah saçlar, siyah gözlerle artık her şeyin açığa çıktığın farkındaydı. “Artık Çiçeği öğrenme zamanın gelmiş demek Soylu.”

Demiştik ya iki insanın karşılaşması ne kadar isterseniz isteyin zamanı olmadan olmaz diye işte zaman o kadar yakındı ki. Şu odadan çıksa genç adam kavuşacaktı çiçeğine…

Hızla arkasını dönerek masanın ardındaki sandalyede oturan adamın boğazına sıkıca yapıştı. “Ne diyorsun lan sen!” Karşısındaki adam nefessizlikten kızarıp bozarsa da takmadı. Daha çok sıktı, adamı salladı. “Söyle lan söyle!”

Adam bir eli masaya yaslı, diğer eli kendi boynuna sarılmış adama iyice baktı. “Böyle ya…” sözlerini bırak harfler çıkmıyordu dudaklarından.

Diğer tarafta olan onları izleyen kişiler ise hiç istiflerin bozmuyordu. İki albay vardı bugün. Biri Asaf albayken diğeri bir günlük gelen başka bir albaydı. Asaf yandan bakışlarla Kaya’ya baktı. Kaya bu bakışı anlayarak camlı odadan dışarı çıktı. Bu sorguda sadece bu kadar kişiydiler.

Demir adamın konuşması için hafif bir alan açtı eliyle. “Konuş!” Sesindeki yüksek vol ve sertlik adamı korkutmasa da öksürerek zorlukla konuşmaya çalıştı. “Çiçek’in…”

Demir önlerindeki masayı yerle bir etti. “Onun adını ağzına alma lan!” Adamın yakalarından tutuğu gibi duvara yasladı. “Şimdi düzgünce anlat.” Dişlerinin arasından zorlukla konuşuyordu. Her zamanki krizlerin geçirmesi an meselesiydi.

Albay izlediği görüntülerle Asaf’a döndü. “Albayım sizce de müdahale etmek gerekmez mi?”

İçeriye sessizce giren kaya arkalarında duruyordu. Asaf bunu görmesiyle önlerinde kayıt yapan askere döndü. “Haklısınız albayım bir şey yapmamanız gerek. Evlat neden elektriği boşa harcıyorsun. Elektriği harcadığın yetmezmiş gibi alanı kaplayacak boş görüntüler kaydediyorsun. İlk on dakikalık görüntüyü sil.”

Er hızla başını salladı. Görüntü işini hallederken diğer albay “Asaf albayım bu ne kadar doğru?” Dedi.

Asaf kolları birbirine dolamış bir halde albaya döndürdü üst vücudunu. “Neyi? Ben bir şey göremiyorum albayım. Ya siz görüyor musunuz?”

Albay hafif kaşlarını çattı. “İçeri girip müdahale etmek gerekir albay.”

“Affedersiniz sözünüzü balla kesiyorum ama kapının kilidinde bir sorun var sanırım. Ne kadar denesem de açamadım. Yoksa bilirsiniz biz bu işlerde sevgiyle yaklaşırız.” Umursamazca konuşmuştu Kaya.

Albay pes ederek görüntüyü izlemeye dönerken Asaf “Eminim filmin en heyecanlı yerini kaçırmak istemezsin eski dostum.” Dedi.

Albay kahkaha atarak göz ucuyla Asaf’a baktı. “Eskilerdeki gibi diyorsun. Eh mısırda olsa tam olurdu ama bir dahakine artık.”

Kaya şaşkın bakışlarla ikiliye bakarken ne demesi gerektiğini bilemeyerek sessiz kaldı. İki albayda resmen kaçıktı.

Adam zorlukla konuşmaya başlamadan önce öksürdü birçok kez. Kendisini biraz daha iyi hissettiğinde alayla güldü, hatta kahkaha attı. “Sen sana söylenen yalanlar, saklanan gerçeklerin bile farkında olamayacak kadar aptalsın Demir. Söylesene Soylu, Asel Demirhan gerçekten öldü mü?”

Demirin elleri bir anda adamın boğazından düştü. Bakışlar boşluğa çekildi. “Ben… Ben gördüm…” Eli kalbine giderken “Hissettim.”

Adam eğik bir halde kahkaha attı. “Hissettin mi? Neyi kalbinin duruşunu mu? Seni ahmak hiçbir şeyin farkında olmadığın gibi Asel Demirhan’ın bundan tam altı yıl önce bulduğundan bile haberin yok.”

Demir’in bakışları adama çıktı. “Yalan söylüyorsun yalan!”

Adam ise daha da ileri gitmek istedi. “Yalan mı? O çok sevgili babanı, ağabeyini, anneni hatta Azat Demirhan’ı arasana.” Bir adım yaklaştı genç adama. “Ya da en iyisi neden dışarı çıkmıyorsun?”

Demir Ege titrek bakışlarını karşısındaki adamın doğruyu söyleyip söylemediğini anlamak için gözlerine sabitledi. “Dışarı mı?”

Adam karşısında güçsüz durumda olan genç adamdan zevk alıyordu. Hatta öyle ki titrek konuşan sesi onu memnun etmişti. “Tabi dışarı. Ah ben sana seninkinin tam adını söylemedim değil mi?”

Demir nefesini tutmuştu. “Tam adı?”

Adam gözlerini kısarak alayla güldü. “Tam adı… Senin Çiçeğine artık Derin… Asel… Güneş… Demirhan diyorlar.”

Her isimi netçe söylemişti. Ve o an Demir yıkılmaya hazır bir enkazdı. “Unutmadan Soylu o kızın artık sana bakmayacağına adım gibi eminim. Sana bol şans.” Adam kol dersinde sakladığı ilacı çıkarttı. Hızla ağzına atarken kimse engel olamadan yutmak hedefiydi ve yuttu da.

Demir hem kriz eşiğinde olmasından, hem bir şeyleri çözmeye çalışmasından hem de adamın hızlı davranmasından hiçbir şey yapamazken karşısındaki adam bir anda dizler üzerine çöktü. Ağzından köpükler çıkarken gözleri geriye doğru kayıyordu. Ona rağmen genç adam “Bol şans Soylu. İhtiyacın olacak her anlamada…” Oyunun yeni başladığını belirtiyordu.

Kapının kilidi açılırken birkaç asker müdahale etmeye başlamıştı. Demir ise hiçbir şeyi umursamadan hızla çıktı odadan. Ne kime çarpış umurundaydı, ne de gözleri önünde ölen adam umurundaydı. Onun umurunda olan tek şey Çiçek’iydi.

Hızla koşmaya devam eden genç adam tebessüm etti Asaf. “Koş bakalım Demir. Yaptıklarının hatalarını telafi et bakalım.” İtiraf etmesi gerekirse zevkle o anları izleyecekti. Eh kızına yaklaşmak kolay değildi.

Demir hızla revirin önüne geldiğinde dışarıda Mert’le ve Arsen’le sohbet halinde olan genç kıza baktı. Oydu işte. Çiçeği oydu. Nasıl tanımaz bir gülüşünden, bakışından, iç çekişinden nasıl tanımazdı? Tanımamıştı… Yüreği acıyla kavrulsa fa gerçek buydu. Bir adım atmak istedi ama o an Asel kahkaha attığımda durup izledi. Kısılan gözleri, kahkahasının melodik sesi, elini nereye koyamayacağını bilemeyen tatlı halleri, uçuşan artık kumral olan saçları.

Saçları ya. Sapsarı olan o saçlar kumral olmuştu. Demir’in hayranlık duyduğu o saçların rengi kuraldı artık. Olsun, Demir kumral saçları da sever, öper, çiçek kokusunu içine çekerdi.

Çekerdi değil mi?

İzin verirdi çiçeği ona?

Ya vermezse?..

Vermezdi ki…

Bir adım atmaktan ziyade ayağını taşlı yolda sürükledi. Sanki ayağını havaya kaldıracak gücü bile yoktu. Vücudu o kadar güçsüz düşmüştü ki ruhu da ona yardımcı olamayacak kadar güçsüzdü.

Bitmesi gereken hasrete adımlarını atamayacak kadar yorgun, yaşamaya güç yetmeyecek kadar hasretti…

İşte o an sanki çiçeği hissetmiş gibi ayağa kalktı. Gülümseyerek döndü döndüğünde karanlıkta bile ışıl ışıl olan yeşilleri, siyah gözleriyle buluştu. Demir’in bile güç toplamaya yetecek yeşilleri…

Çiçeği endişeli adımlarla ona doğru yürüdü. “Beyefendi iyi misiniz?” Endişeli sesi kulaklarına gelirken bu nahif sesi nasıl tanımazdı?

Cevap vermedi sadece baktı. Uzun uzun, acıyla baktı… Yıllarını boş bir şekilde heba etmenin acısı, çiçeğinden ayrı kalmanın acısıyla baktı…

Koluna dokunuşu, gözlerine endişeli bakışları, hepsi içindeki volkanları harekete geçirecek kadar güçlüydü. “Lütfen…” aciz bir şekilde fısıldadı dolu gözleriyle. Acizdi ya o çiçek kokusuna acizdi, o gülüşe acizdi, o mutluğa acizdi, o çiçeğine acizdi…

Kendisine anlamayan gözlerle bakmasını umursamadı bile. Veya yabancı gibi birine bakar gibi bakışlarını… Umursadığı tek şey hasretin bitmesiydi. Hep hayal ederdi aslında gelse ne olurdu diye? Şimdi karşısında ona endişeyle bakıyordu ama o, o hiçbir şey yapamayacak kadar yorgun aciz bir adamdı. “Lütfen…” tekrar fısıldadı. Bu defa daha acılı daha yüksek sesle.

Asel kolundan tutuğu adamın ne dediğine dair hiçbir fikri yoktu. Dipsiz kuyudan farksız olan siyah gözleri ise işini zorlaştırıyordu. Bulutlar beyaz olur sanırdı, oysa bulutlar karşısındaki siyah gözlerin içinde sularını akıtacak gibiydi.

Ney yapacağını bilemez haldeydi. Adamı kıpırdatmaya çalışsa da olmuyordu, yapamıyordu. Gücü bu adamın geniş vücudunu kaldırmazdı. İkizinin de yanlarına geldiğinin farkındaydı. Onun bile gücü yetmezken kendisinin nasıl yetsin zaten? Keşke ağabeyini revire yatmaya göndermeselerdi. Ağabeyinin gücü bu adama yeteceğine emindi.

Adam ise dakikalardır sadece yalvarıyordu. Ne için yalvardığını bile bilmezken bu koca cüsseli adamın bu kadar yıkılmış hali şaşırılmayacak gibi değildi. “Beyefendi lütfen yardımcı olur musunuz? Sizi taşıyamayacak kadar ağırsınız.”

Demir her kelimeyi duysa da o sadece dolu gözlerle bakıyordu. Sonra birden dizlerinin bağı çözüldü, Asel’in tam önüne düştü. Gocunmadı, utanmadı, o sadece başını kaldırıp yeşillere odaklandı. “Lütfen, yalvarırım bir kez, bir kez izin ver.” Demekle yetindi.

Asel hiçbir şey anlamıyordu. Bu adam ne için yalvarıyor bilmemekle birlikte şimdi ne yapacağını da bilmiyordu. Kolunu çekiştirmeye başladı “Beyefendi kalkın yerden lütfen. Böyle olmaz ne dediğinizi anlayamıyorum. Açıkça ne istediğiniz söyler misiniz?”

Demir kolunu çekiştiren minik ele gülümsedi. Öyle küçüktü ki eli, elleri arasında kendin yok olurdu.

Asel artık karşısındaki adamın bir deliden farksız olduğunu düşünmeye başlamıştı. Bu şekilde olması normal değildi çünkü. Etrafa göz gezdirdi belki birini bulurum umuduyla ama yoktu kimse. Tekrar adama baktığında eline bakarak gülümsediğini görmek kesinlikle ama kesinlikle deli olduğunu düşünmesini sağlıyordu. İkizine döndüğünde onunda diğer koldan çekiştirdiğini gördü. Bu kalıplı adamı iki kişi kaldıramıyordu resmen.

Mert arkalarından bakıyordu onlara. Bu adamın ne ayak olduğunu bilmese de delidir ne yapsa yeridir hesabına bir şey demiyordu. “Bence senin şu bayıltıcı iğnelerinden kullanalım. Bak kesin diyorum işe yarar kızım. Bu cüsseli adamı kaldırmanız mümkün değil.”

Asel sinirle başını Mert’e çevirdi. “Oradan konuşacağına yardım etsene!”

Mert elindeki tuzlu çekirdekle ellerini havaya kaldırdı. “Bana hiç bakmayın. Yeterince zorbalanıyorum zaten. Bir de bu adamı kaldıramazsam buradaki askerler iyice dalga geçerler benimle.”

Demir dalmış olduğu yeşillerin bir başkasına dönmesiyle huysuzlanmıştı. Öyle ki kolunu aniden kendisine çekmesiyle Asel dengesini sağlayamayarak üzerine düşmüştü.

Asel çığlık atarken, Demir üzerindeki o çiçek kokusunu tekrar solumanın değerini yaşıyordu. İşte nefesi bu kokuydu.

Asel adamın ani hareketiyle üzerine düşerken ne kadar kalkmak istese de kalkamıyordu. Bu durum canını sıkarken “Bıraksana be adam!” Diye bağırmıştı.

Seslere birkaç kişi etrafa toparlanmaya başlarken Demir sertçe fısıldadı. “Asla bırakmam!” Daha yumuşak sesle “Bir kez bulmuşum bir dana bırakmam, bırakamam çiçeğim…”

O sözünü tamamlar tamamlamaz kolları arasından çiçeği alınmıştı. Kim buna cüret eder diye baktığında ise kendisine çiçeği gibi aynı göz rengine sahip adamla karşılaştı.

Agah Demirhan…

Çiçeğinin ağabeyi…

Üstünden alınan çiçeğiyle o da hızlıca ayağa kalktı. Tekrar ona ulaşmak için adımladığında sert bir düşse engel oldu.

Agah duyduğu seslerden dolayı dışarı çıktığında gördüğü görüntü karşısında kan beynime sıçramıştı. Kim Güneş’ine zorla temas bile ettiyse cezasını verecekti. Karşısındaki kendisinden düşük iri cüsseli adama baktı. Siyah gözleri bir girdabı andırırken, aslında bu gözlerde bir tanıdıklık vardı. “Kimsin lan sen?”

Demir suskunluk yemini etmiş gibi konuşmadı. Aksine Agah’ın arkasındaki Asel’e ulaşmak için çabaladı. Agah ise her çabada önünü kesti.

Mert elindeki çekirdekle, ağzındaki kabuğu tükürdü. “Agah ağabeycim. Bu tanımadığımız mahlûkat Asel kuşumuza ulaşma çabasında hep.” Asel’i koluyla dürttü. “Kız yoksa gizli aşığın falan mı? Obo!” Abartılı tepkiler vermesine göz devirdiğini gördü Asel’in umursamadan çekirdeğine geri döndü.

Agah duyduklarıyla daha da kaşlarını çattı. Karşısındaki adama bir adım yaklaşmasıyla onun bir milim bile oynamadığını aksine Asel’i görmek için başını sürekli onun tarafına uzatıyordu.

Agah’ın bu duruma canı sıkılırken önce düzgünce uyarmayı denedi. “Bak koçum kimsen defol git asabımı bozma benim.” Lakin karşısındaki adam inatla devam etti. Bu duruma sinirle gözlerini yumarken arındaki Güneş’iyle kıs bir süre göz göze gelip, önüme döndüğü gibi genç adamın yüzüne yumruğu geçirmişti.

Demir yediği yumrukla geriye gidecekken kendisini tutu. Lakin yumruk o kadar şiddetli olmuştu ki burnundan kanlar akmaya başlamıştı. İşte şimdi kan koksundan başka hiçbir koku alamazken gözleri döndü. Çiçeğinin kokusunu alamayacağını düşündüğünden Agah’ın üzerine şiddetle atılmasıyla ikili arasında arbede yaşanmaya başlamıştı.

Asel ağabeyinin yüzüne gelen yumruklara korkuyla baktı. Bu asam her kimse ağabeyine vurduğundan daha şimdiden sevmemişti! Müdahale etmek için atılacağı zaman “Sakın karışma Güneş!” Diye bağıran ağabeyinin sesini işitmesiyle yerinde durdu.

Diğer askerler müdahalede bulunarak genç adamı kollarından tutuğu gibi Agah’ın üzerinden almışlardı. Mert, Asel’i koluyla dürttüğünde “Hadi göster marifetlerini uyutucu güzel.” Dedi.

Asel kendine gelmesiyle hızla tepinmeye devam eden adama yaklaşmış, önünde onun gibi diz çökmüştü.

Demir kendisi önüne çeken genç kadınla durulmuştu. Ama bu durumdan rahatsızda olmuştu. Asel’in değil kendisi önünde diz çökmek kimsenin önünde çökmesine izin vermezdi. Ama şimdi hiçbir şey diyemiyordu. Gözlerinin içine bakarak iğneyi boynuna vururken bile ayırmadılar.

İki göz sonsuz bir bileşme ümidiyle birleşmişti. Ama Asel o gözlerin en derininde bir şey hatırmıştı.

*
Azat dosyaların içerisinden nasıl çıkacağını bilemiyordu. Günlerdir araştırdığı tek konu Demir’di. Önceden sadece nerde olduğunu bulmak için ararlarken şimdi ne boklar yediğini bulmaya çalışıyordu. Çalışma odasının kapısı tıkladığında gel demeden aniden açılması bir olmuştu. Kimin geldiğine bakmaya bile gerek yoktu.

”Ex dünürüm niye kendini odalara kapatıyorsun? Biliyorum aşkımdan yanıp tutuşuyorsun ama hanımlar işkillenir sonra.” Diyen Timuçin'in sesi kulaklarına gelmişti.

Azat ağrıyan başını ovalamaya başlamıştı. “Timuçin yorma beni ağabeycim yorma.”

Timuçin arkadaşının bu bitkin haline şaşırmıştı. Yanına doğru adımlarken “Ne oldu Azat?” Dedi.

Azat söylemek ve söylememek arasında kalmaktan ziyade nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. Sıkın bir nefes aldı. “Şu geçen gün yakaladığımız şerefsiz.”

Timuçin koltuklardan birine kendisini attı. “Ne dedi it herif? Canını sıkacak bir şey dediyse sıksaydın kafasına.” Oldukça rahattı. Hak eden hak ettiğini almalıydı.

Azat durgun bakışlarını Timuçin’le yöneltti. “Dedi, canımızı sıkacak bir şey dedi Timuçin.”

Timuçin hafif kaşlarını çattı. “Ne dedi şerefsiz.” Yerinde dikleşti düşünceleriyle. “Asel’e ilgili bir şey mi dedi?” Koruma içgüdüsü devreye girmişti. Asel çoğu kişinin zayıf noktasıydı. Tek bir göz dolduruşuna dünyayı yakacak güce sahiplerdi.

Timuçin ise Asel’e daha bebekken bağlandı. Azat’tan gizli az kucağına almadı minik Asel’i.

Demirhan’lar, Akçıl’lar, Soylu’lar, Doğa’lar hepsinin safı kadınlarıydı. Ama en çokta minik bebekleri Asel Demirhan’dı.

Azat dostunun kızına olan korumacı tavrını hep sevmişti. Ne kadar çok kıskansa da dostu kızına bir şey olsa her şeyi yapacağına emindi. “Oğlun…”

Timuçin oğlun kelimesini duymasıyla geriye yaslandı. “Ne bok yemiş Alpaslan?”

“Oğluna olan güvenin gözlerimi yaşarttı dostum ama hayır Alpaslan değil.” Dostunun cevap vermesine izin vermeden “Demir…”

Timuçin’in kalbi sıkıştı bir an. Uzun zamandır Demir’in adı bile anılmıyordu. Her yerde arıyorlardı ama ismi yasaklı bir elma gibiydi. Şimdi duymak kalbinin sıkışmasını sağlamıştı. “Demir…” diye fısıldadı. Bakışlarını dostunun ciddi yüzünde gezdirdi. “Buldun mu onu?”

Azat dostunun yıkılmış haliyle yerinden kalktı, masanın üzerinde bulunan sürahiden bardağına suyu doldurarak yanına gitti. Birkaç yudum su içen dostu az da olsa kendine geldiğinde “Bulamadım ama bir şeylere bulaşmış Timuçin. Neye bulaştığını bilmiyorum ama burnuma kötü kokular geliyor.”

*
Saatlerdir evin içinde huysuzca bağırıyordu Meriç.

“Ya anne Agah gitmiş niye ben gidemiyorum kız kardeşimin yanına!” Evde bağırarak annesinin peşinden koşuyordu.

Meltem oğlunun bu haline gülmekle kızmak arasında kalmıştı. “Ay saçmalama Meriç. Kız kardeşin kendi ayakları üzerinde durmak istediği için gitmiyoruz oğlum.” Aniden oğluna döndü “Yoksa biz kızımızı bırakır mıyız? Her saat telefonda konuşmam yetiyor mu sanıyorsun oğlum?” Dedi duygusal sesiyle. Kızını çok özlemişti bu bir gerçekti. Ne kadar süredir ayrı kalmışlardı. Oysa onlar hiç ayrı kalamazdı.

Meriç annesini üzgün göremeye dayanamayarak kendisine çekip sarıldı. “Oy benim canım anam, oy benim çilekeş anam, oy benim boyu da kendiside küccük anam.” Her kelimesinde annesini bir sağa bir sola sallıyordu.

“Ulan üretimin en gerisinden gelse de hatası düzelmeyen oğlum bırak beni!” Meltem oğlunun yüzünü kapatmasından dolayı boğuk seslerle bağırdı.

Meriç annesini birkaç kez daha sallayarak bıraktı. En son yanağından öperek kaçtığında ardından bağıran annesini umursamadan evden dışarı çıktı. Rotası belliydi karşı ev. Ama beklemediği şey Yalın’la karşılaşmaktı. “Ne oldu sana?” İkisi birbirine aynı anda sormuştu.

Yalın omuz silkti. “Annemi kızdırdım ya sen?”

Meriç aynı umursamazlıkla cevapladı. “Aynı dert bende de var.”

Yalın elleri cebinde düşünür gibi yaptı. “İyi sen bu gece bizde kal bende sizde.”

Meriç elini uzattığında Yalın sıktı. “Anlaştık.”

İkili evleri değiştirmiş oldu. Meriç kapıya geldiğinde defalarca kez zile kapıya hepsine sertçe bastı. “Demirhan family!”

Melek sinirle kapıyı açtı. “Yalın şimdi geberteceğim ama seni!” Diye bağırırken karşısında Meriç’i görmesiyle göz devirdi. “Anlaşılan aynı şeyi sende yaptın oğlum?” Soru bile olmayacak şeyi sordu. Sonuçta emindi.

Meriç ayakkabılarını çıkartırken gülümsedi. “Tabi ki de Melek teyzeciğim.” Diyerek kadının yanaklarını sıktı, içeri geçti. Hızla salona girdiğinde Altan ve Ali’yi görmesiyle duraksadı. “Sizde mi?”

İki kardeş başını salladı. “Evden kovulduk bu gece buradayız.” Diyen Altan’a gülümsedi. “İyi ya erkekler gecesi yaparız. Ama Melek teyzeyi de evden göndermek gerek.”

Melek kapıdan onları duyduğundan söylenmeye başladı. “Kendi evimden beni mi kovacaksınız Meriç?”

Meriç gelen sesle kapıya döndü. “Ne kovması? Sizi mi? Biz? Üstüme iyilik sağlık. Biz öyle bir şey yapar mıyız Melek’ciğim.” Teessüf ederim der gibi bakıyordu.

Melek elindeki mutfak bezine elini son kez silerek Meriç’in yüzüne attı. “İyi o vakit yemeğinizi kendiniz yapın!” Hızlı adımlarla evden çıkarken erkekler öylece kalmıştı.

”Aç kaldık desenize.” Diyen Aliye döndü Meriç. “Ne aç kalması amca. Ben size bir yemek yaparım…” daha sözünü tamamlayamadan iki adamdan da “Sakın!” Diye sesler yükseldi.

Merdivenlerden aşağı inen Azat ve Timuçin etrafta sadece erkeklerin olmasıyla kaşlarını çattılar. “Karım nerde?” Diyen Azat’a baktı Ali. “Ağabeyimde karısı olmadan yapmaz. Karımda karım canım da canım.”

Meriç ona katıldı “Evimin direği gözümü bebeği.”

“O erkek için değil miydi?” Diyen Altan’a omuz silkti Meriç. Diğerlerine döndüğünde “Yemek yapmasını bilen çok sevgili Azat amcacığım açız biz. Hem de öyle böyle değil.”

Azat yan bakışlarla baktı Meriç’e. “Oğlum ben yumurta bile doğru dürüst kıramıyorum. En son mutfağa girdiğimde yerler un yumurta oldu diye karım beni kovdu mutfaktan.”

Meriç omuzlarını düşürerek koltuklardan birine attı kendini. “Ah keşke babam familyam olsaydı. İşte o zaman aç kalmazdık Demirler.”

Altan yastıklardan birini Meriç’e attı. “Soy adımızı kısaltma lan yerden bitme.”

Meriç kafasına gelen yastıkla şaşırırken aldığı hitapla daha da şaşırdı. “Yerden bitme mi? Ben mi?” Diyerek parmağıyla kendini gösterdi. “No no no ben bu ailede en kısası değilim. Anam kadın, Melek teyzem kadın ve diğer kadınlar varken ben?”

Timuçin koltuklardan birinden yastık alıp attı. “Karımı katma lan.”

“Ben bu ailede sevilmiyorum resmen! Stres çarkınızım sanki.” Meriç gelen son yastıkla ağlamaklı konuşmuştu.

Kapının sesiyle Azat koltuklardan birine oturdu. “Hadi oğlum git kapıya bak.”

Meriç yerinden biraz bile kıpırdamadı. “Ben niye kalkıyorum Ali amcam kalksın.”

”Beni katma Meriç ben rahatım yerimde.” Koltuğa iyice yayılmıştı.

Altan ikisine de döndü. “İkinizde kalkmaya ne dersiniz? Gelen kişiye biriniz terlik birinizde soğuk su ikram edersiniz. Kalkın lan eşek herifler!”

İkili hızla ayağa kalktı. “Ne bağırıyorsun Altan amcacığım kalktık işte. Bu ailede hiç saygı kalmamış.” Ali’nin koluna girdi. “Gel Ali’cim biz kapıya bakalım.”

Ali Meriç’in oyununa ayak uydurdu. “Gidelim Meriç’im. Bu yabozların aralarında kalmayalım.” Arkalarından bağıran Altan’ı umursamadılar.

Kapının önüne geldiklerinde Meriç “Sen aç Ali’cim.”

”Açarım yavrum onu da açarım.” Diyerek flörtöz bir göz kırptı Ali.

Ali kapıyı açtığında karşılarında Murat’ın görmeleriyle biri bir kolunu, diğeri diğer kolunu tutup içeri çekti. “Seni Allah gönderdim fatherım.”

Ali kolu sıkıca tutarken yürümeye devam etti. “Murat ağabeyim canımız, ciğerimiz, bir denemiz.”

Murat ne olduğunu anlamazken kendisini bir anda salonun tam ortasında buldu. “Ne olur size? Yine ne fışkılar karıştırdınız?”

Timuçin ardına yaslanırken alayla güldü. “Ne karıştıracaklar? Seni yemek yapmaya zorlaylar ha bu uşaklar.”

“Yemek mi?” Diyen Murat’a başını salladı. “Tabi yemek. Bizim kadınları evden kaçırdıklarından aç kaldık. Eh bir sarma değil ama güzel bir yemek çıkartırsınız değil mi Murat kardeşim?”

Murat alayla gülümsedi. “Tabi yaparım tabi…”

”Oğlum dur o soğan öyle mi kesilir.” Diyerek ters bir şekilde soğan doğramaya çalışan oğluma söylendi.

”Ya baba gözümü yakıyor bu soğanlar ne yapabilirim?” Diye söylenirken yanan gözünü kırpıştırdı Meriç.

Murat sabır dileyerek diğerlerine döndü. “Düzgünce doğrayın şu eti.” Bir parça eti havaya kaldırdığında aslında bir çok parça et havaya kalktı. “Bu kesilmiş hali mi? Yapışık hala bunlar.” Daha kaç kez sabır dileyecek bilmiyordu. Bakışları bu defa salata yapmaya çalışan ama salata olan ikiliye döndü. “Allah aşkına siz buna salata mı diyorsunuz? Resmen savaş çıkarmışsınız!”

”İsyan çıkartıyorum!” Diyerek elindeki sebze bıçağını savurdu Meriç. “Bundan böyle soğan doğramak, et doğramak, salata yapmak bizim işimiz değil! Dışarıdan söyleriz daha iyi!”

Diğerleri de ona katılırken “İyi gidin o içlerinde ne olduğu belli olmayan şeyleri yiyince aklınız başınıza gelsin.” Dedi Murat sinirle.

”Baba ne oluyor burada, savaş mı çıktı?” Daha geleli saniyeler olmamıştı Miran. Yalın sayesinde evden kovulduklarını öğrenerek erkeklerin yanına gönderildiklerini öğrenmişti.

”Bu yemek mi?” Diyerek tencerenin içerisinde olan iksirden farksız yemeğe baktı Yalın. “Ne tür bir iksir? Aşk, intikam. Yoksa itaat mi?” Gözleri parıl parıldı.

“İyi ki siz geldiniz evlatlarım. Gelin önlüklerinizi giyin de yardım edin yoksa aç kalacağız belli oldu.” Dedi Murat.

Yalın ve Miran onu onaylarken diğerleri bir bir mutfağı ter ediyordu. Meriç önlüğünü çıkartarak attı. “Bir daha çağırırsınız yardım et Meriç, sensiz olmaz Meriç diye. Ah gelirim!”

Kimse Meriç’i takmazken üçlü yemeği hazırlamaya koyulmuştu.

Güzel hazırlanan yemekten sonra sofrayı yemek yapmayan ekip kurmuştu. Masa da yok yoktu resmen. Lakin Murat, Miran ve Yalın üçlüsü olmasa aç kalacakları kesindi.

Herkes sofraya kurulurken kapı çalmıştı. Yalın hızla kapıyı açmaya gitmişti.

Azat sofranın güzelliğine bakarken üçlüye döndü. “Elinize sağlık her şey çok güzel gözüküyor.”

Timuçin’de ağzı dolu ona benzer bir şeyler söylüyordu. “Ula bir Rize kavurmasi değildir ama bu da güzeldir.”

Meriç sofradaki yemeklere yüzünü buruşturur gibi yaptı. “Eh benim yaptıklarım gibi değil de neyse.” Kimseden ses çıkmazken Meriç somurtmuştu. Ne var evet sen güzel yapıyorsun deseler?

İçeriye giren Alpaslan’a “Ula kaynanam seveyi beni ha tam yemek vakti gelmişim.” Gülümseyerek kurulmuştu bir sandalyeye.

”Senin kaynana yok ağabey. Sana acı ama gerçek bir şey söyleyim mi? Sen evlide değilsin. Şap geldin sap gideceksin.” Diyen Yalın’ın kafasına patladı bir şaplak. “Sus ula eşek.”

Azat hepsine gülümseyerek baktı. Ama bu buruk bir gülümsemeydi. Tıpkı kadınlarında aslında evde buruk bir şekilde gülümsedikleri gibi. Sofralarında çok eksik vardı. Bu kadar eksikle gerçek neşelerini bulamazlardı…

Bölüm sonu.

Bence bu defa yeterince uzun bir bölümdü.

Resmen Demir Ege geldi bölüm uzadı :).

Düşünceleriniz?

Yazım dili?

Gidişat?

Karakterler?

Demir’in yıkılışı?..

Bölüm : 21.08.2025 08:32 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...