
“Sevgi nedir, diye sormuşlar küçük bir çocuğa.
Çocuk ise: ‘Sadece bir bakış…’ demiş.
‘Niye?’ diye sorduklarında,
‘Babam bana bakarken sevgiyle bakardı.
Ama annem… Beni doğuran kadının gözlerinden nefret akardı.’”
Demir saatlerdir eğitim görüyordu. Timinde ondan kalır yanı yoktu. Terler vücutlarından su gibi akarken onlar Türk askeri olmanın şerefiyle devam ediyordu.
“Ee Demir’im kavuştun mu çiçeğin.” Diyerek eğlenen sesle mekik çekmeye devam etti Kaya.
Demir yüzünde şapşal gülümsemesiyle gökyüzüne baktı. Sanki çiçeğinin gözlerindeki saklı renge bakar gibi. “Kavuştum, sayılır.” Derin bir iç çekti. Tam olarak kavuşması için çiçeğiyle net bir şekilde oturup konuşmalıydı. Eski küçük Demir olmadığından onu tanımamıştı. Emindi ki konuşsalar tanırdı. Bu yüzden yüzünden gülümseme eksik olmuyordu.
“Ee ben demiştim demek istemem ama demiştim be Demir’im. Çok belliydi.” Diyen dostuna döndü. Dostu çok uyarmıştı ama o inanmamıştı. Sebepleri vardı ama bir bakışla neden tanıyamamıştı?
”Haklısın ama bu defa her şey farklı olacak. Onu bir kez daha kaybetmeye niyetim yok.” Sözleri bıçak gibi keskindi.
”Hadi, hadi devam edin. Bir yerlerinizi devirebileceğiniz bir yer değil burası! Kımıldayın hanımlar!” Diye bağıran Agah komutanın sesiyle herkes toparlandı.
Arsen elindeki yemek yapmak için kullandığı kaşığına baktı. Kaşık resmen ikiye ayrılmış durumdaydı. Bunu kimin yaptığı bilinmese de şüphe çekenler vardı. Derin bir nefes aldığında yanında gülen ikiliye baktı. İşaret diliyle “Siz gülmeye devam edin ama nasıl yemek yapacağım?” Dedi.
Asel omuz silkti. “Boş ver kim yaptıysa o düşünsün.”
“Bence yapıştırsak bu iş çözülür.” Diyen ses Mert’e aitti.
Arsen ikisine de göz devirdi. Bu ikili sinirini bozmaya çalışıyordu. “Birinin gidip büyük bir kaşık alması gerek.”
“Ben gidebilirim hem birkaç bir şey almalıyım.” Dedi Asel.
”Hayır.” Diye Mert derken Arsen işaret dilini kullanmıştı. “Sadece dışarı çıkacaktım ne var bunda? Sıkıldım artık sürekli buradayız. Benimde hava almaya ihtiyacım var.”
Arsen kararsız bakışlarla baktı. “Ağabeyimize sor o zaman. Eğer izin verirse tamam.” Umuyordu ki izin vermesin.
Asel gülümseyerek Arsen’in yanağından öptü. “Can ikizim benim.”
“Bende varım!” Diyen Mert’in sesiyle gülümsedi Asel. Hemen yanına gidip onunda yanağından öptü. Onların yanında kendisini küçük bir çocuk gibi hissediyordu. “Sizi çok seviyorum.” Diyerek onlara bir şey deme hakkı vermeden yanlarından ayrıldı. Ardında ise şapşal gülümsemeli iki genç adam bıraktı.
Asel yemekhaneden tam çıkmıştı ki birine çarpacakken duraksadı. “Kusura bakma lütfen.” Derken çarptığı kişinin yüzünü görmek için başının kaldırmıştı.
”Sorun değil Çiç- Asel Hanım.”
Asel “Burnunuz iyi durum da mı? Ağabeyim sizi biraz fazla zorladı sanırım bugün.”
Demir içten gülümsemeyle baktı yeşillere. “Gayet iyiyim. Hem de çok iyi.” Çiçeğinin yanında resmen şapşal sevdalı bir adama dönüşüyordu. Şikâyetçi miydi? Asla.
“Yine de kendinizi yormayın isterseniz…” Derken beline dolanan kollarla susmak zorunda kaldı. “Benim Güneş’im ne yapıyormuş burada?” Diyerek saçlarından öptü kardeşinin Agah.
Asel ağabeyinden ayrılmaya çalışsa da Agah izin vermedi. “Ağabey bıraksana askeriyenin içinde!”
Agah kız kardeşinin huysuz sözleriyle kaşların çattı. “Ne var kızım, kız kardeşimizede mi sarılmayacağız?”
Asel ağabeyinin bu tatlı halini sevse de işi vardı. Bu yüzden krizi fırsata çevirmek en iyisiydi. “Ağabeylerin canı, cananı, yeşil gözlü tek ağabeyim benim.”
”Ne istiyorsun Güneş’im? Söyle ağabeyin yapsın sana.” Bir şey istediğine emindi kız kardeşinin ama hiç reddedemezdi ki Agah. Yıllar sonra bulduğu kız kardeşinin bu altı yılda bir damla gözyaşı dökmesine izin vermemişti. Şimdi de üzülmesine izin vermezdi. Onları yandan izleyen Demir’in de kıskançlıktan çatladığını fark ediyordu bir yandan. Bu durum hoşuna giderken hiç sesini çıkartmıyordu.
”Bugün dışarı çıkmalıyım. Alacağım birkaç şey varda. Benimle gelir misin?” Agah kız kardeşinin sesiyle parıldayan gözlerle ona baktı. “Gelirim tabi gelirim.” De diyecekken Albayın yanına çağırdığı aklına gelmişti. Sıkıntılı bir iç çekerken kız kardeşinin meraklı gözleri üzerindeydi. Bir gözü Demir’e kaydığında “Şanslı it.” Diye sessizce mırıldandı. “Bir şey mi dedin ağabey?” Diye sonran meraklı kız kardeşine gülümsedi. “Çok isterdim Güneş’im” kız kardeşinin yüzüne ellerini koydu. “Ama albayın yanına gitmeliyim.”
“Yalnız mı gideceğim?” Diye soran kız kardeşinin anlını öptü. “Olmaz öyle. Burası tehlikeli yer yalnız gidemezsin. Demir’le git en iyisi.”
Asel merakla ağabeyine baktı. “Demir kim?”
Tek bir soru, birkaç kelimeden oluşuyor. Acısı ise ömürlük süren bir acıydı…
Demir dudaklarını aralayarak Demir’in Ege’n. En önemlisi ise senin Eye’n demek istedi. Sustu. Konuşmaya hakkı var mıydı ki? Ama onunda konuşacağı zamanı gelecekti.
“Siz daha tanışmadınız mı?” Kız kardeşinin yönünü Demir’e doğru çevirdi. “Bu gördüğün yerden bit…” sahte bir öksürükle “Adam Demir.”
Asel hiçbir şeyden haber olmadan elini uzattı. “Memnun oldum Demir.” Ağabeyine vurduğu için sinirliydi bu adama ama sonra durumun iyi olmadığını anlamıştı. Üstelik ağabeyi ilk saldıran taraftı.
Demir kendisine uzatılan ele baktı. Eğer küçüklük halleri olsaydı Asel onun boynuna sarılır, siyah saçlarını çekerdi. Şimdiki ise bir yabancıya bakar gibi gülümsüyor yeniden tanışmak için elini uzatıyordu.
Sertçe yutkundu, gözlerini ormanlardan kaçırdı “Çok memnun oldum Asel. Çok…” Kendi elinden küçük eli sıkıca tutu. Sanki bırakma dese Asel bırakmayacaktı ki bir kez izin verse asla bırakmayacaktı.
Eller birleştiğinde Asel’in içinde tarif edilmesi zor bir duygu oldu. Sanki bu his ona geçmişin gölgesinden gelmişti.
”Eğer istemezsen gelmek zorunda değilsin.” Diyen sesle kendine geldi Demir. “Sen iste hep gelirim.” Gözleri büyükçe açıldı “Yani benimde işlerim vardı. O yüzden birlikte gidelim. Hatta şimdi gidelim evet.” Telaşla söylediği her kelime Agah ve Asel’i gülümsetmişti.
“Tamam, o zaman. Ben iznin olursa eşyalarımı alıp geliyorum.” Dedi Asel.
Demir hızla başını salladı. “Tamam, ben seni tam burada bekliyorum.” Eliyle durduğu noktaya doğru gösterdi.
Asel Demir’in bu tatlı haline gülmemek için zor dururken “Bahçede beklemeye ne dersin? Hem daha hızlı olur.” Dedi.
Demir gözlerini kırpıştırarak başını salladı. “Beklerim.” İç çekti “Dışarıda da beklerim, burada da beklerim.” Sen yeter ki iste. Diyemedi.
Asel başını sallayarak ağabeyine döndü, onun yanaklarından öptüğünde “Görüşürüz ağabeycim.” Dedi.
Agah aynı karşılığı kız kardeşine verdiğinde gülümsedi “Görüşürüz Güneş’im.” Asel Demir’e son bir bakış atarak oradan uzaklaştı.
Demir ise Asel’in ardından bakıyordu. Ama aniden ensesinden tutulmasıyla dikkati dağıldı. “Anlaşılan burnunu kırmak işe yaramadı ha uşak?”
Demir’in bakışları Agah’a döndüğünde uzun yıllar sonra ilk kez konuşacaklardı. “Agah…” Agah’ın kaşları derince çatıldı.
”Agah ne lan? Asker arkadaşın mıyım senin?”
“Teknik olarak öylesin aslında ağabey.” Dedi Demir.
Agah ona göz devirirken kendisine çekip sarıldı. Bu hamleyi beklemeyen Demir şaşkınlıkla kalmıştı. Ama saniyeler sonra Agah onu çöp gibi itti. “Tamam, lan sarılma. Sülük gibi yapıştı adam.” Diye söylendi.
Demir kendisine bu sözleri söyleyen adamın gözlerindeki sevgi pırıltılarını görmüştü. Bir nebze de olsun rahatladığını hissetmişti.
İkili birbirine bakarken ne konuşulacağını kimse bilmiyordu. Yıllar sonra birbirini gören iki arkadaşlardı ama konuşacak çok şey varken, yoktu…
“Ailen burada olduğunu biliyor mu Demir?” Diye sordu Agah sessizliği bozarak. Başka bir şey sormak istedi. Belki bir ‘nasılsın?’ Dili gitmedi sormaya, dudakları aralanmadı kelimelerin çıkması için. Belki de kırgınlık vardı içinde, belki kızgınlık…
Demir aile kelimesini duymasıyla gerildi. “Hayır.”
Agah derin bir nefes aldı. “Söyle Demir. Kimseden öğrenmeden senden öğrensinler.” Sadece ailesi değil Asel’de kim olduğunu öğrenmeliydi.
Demir sözlerdeki imaları anlamıştı. “Zaman gerek ağabey. Önce çiçeğimin kalbini tekrar kazanmalıyım. Daha sonra ne gerekirse yaparım.” Dediğinde Agah’ın sinirle kaşları çatıldığını görmüştü. “Bana bak koçum kız kardeşime fazla yaklaşmazsan iyi edersin. Ha yok ben yaklaşırım ona dersen olacaklardan ben sorumlu değilim.” Dedi Agah.
Demir gülümsedi. Ama bu gülümsemede yılların acısı vardı. “İster ucunda ölüm olsun, ister başka bir şey ağabey. Ben bir kez daha onu kaybedemem. Sağlıcakla.” Ardını dönüp giderken içten içe gülümseyen bir Agah bırakmıştı. Tabi yüzünü hemen düzeltmişti.
Demir bahçeye çıktığında arabasının anahtarını cebinden çıkardı. Gözleri kendi arabasının olduğu yere geldiğinde arabasına yaslanmış bir adet Mert vardı. “Hayırdır?”
Mert gelen sesle gülümsedi. “Oo Demir paşamız gelmiş. Yoksa şey mi demeliydim…” demeye kalmadan yakalarından tutulmuş, bu defa arabaya zorla yaslanmış şekildeydi. “Bana bak, benim canımı sıkacak bir şey yaparsan senin ebeni si’erim.”
Mert omuzlarını çocuk gibi indirip kaldırdı. “Numarasını veririm diyeceğim ama bende kim olduğunu bilmiyorum.”
Demir derin derin nefesler aldı. Yoksa bu çocuk onu fena halde delirtecekti. “Neyin peşindesin sen?”
Bu ciddi soruyu bekleyen Mert ciddileşti. “Senin neyin peşinde olduğunu çözmek.”
”Bir şeyin peşinde değilim Mert.” Diyen Demir’e “Hiç öyle gözükmüyorsun. Kusura bakma ama ben Derin’i sokakta bulmadım. Senin o saçma hareketlerine kanarak o kızı sana bırakmam.”
Demir sinirden dişlerini sıkmaya başlamıştı. Asel’e Derin denmesi canını sıkmış, yakmıştı. “Birincisi onun ismi o değil Asel. İkincisi ben ona zarar gelecek her şeyi, kişiyi yok ederim.” Öylesine söylenmiş sözler değildi. Bunu Mert’te anlamıştı. Yine de bu adamın cezasını çekmesi gerekiyordu. Alayla güldü “Sana inanacak değilim. Bu kız zaten yeterince şey çekmişken hiç inanacak değilim.” Düşündükleriyle de gülümsedi “Ha gerçi bu arabayla işin zor.” Demir ne dediğini anlamaya çalışırken yakasındaki ellerden kurtuldu, “Bol şans!” Diyerek uzaklaştı.
Demir arabaya baktığında bu onun uzun zamandır kullandığı arabaydı. Eski sayılabilirdi ama kalite bakımından ve görünüş açısından güzeldi. Ama Mert’in dediği gibi bu araba olmazdı. Kara kara düşünürken yanına bir araç park edildi. Eski püskü üflesen uçacak bir araba. Araçtan inen er ona selam verip uzaklaşacakken “Dur orda!” Diye duyduğu katı sesle yerinde taş kesildi. Yanlış bir şey yaptığını düşünen genç adam acaba selam vermese saha mı iyi olurdu? Ama ya bu defa onun için durdursaydı? Resmen iki ucu da sıkıntıydı.
”Buyurun komutanım bir sorun mu var?” Soruyordu ama için için titriyordu da.
Demir adım adım ona yaklaştı, elini uzattı. “Ver onu bana.”
Er komutanın ne dediğini anlamazken “Neyi komutanım?” Diye sordu.
Demir başıyla elindeki araba anahtarını işaret etti. “Ver dedim asker.”
Er elindeki anahtara baktığında şaşırmıştı. Eski arabasını kim niye istesin ki? “Af buyurun komutanım anlayamadım.”
Demir sıkkın bir nefes verdi. Alt tarafı bir arabasını verecekti ne abartmıştı! “Benim canımı sıkma asker araba anahtarını ver, uza.”
Er gözlerini hızla kırpıştırdı “Komutanım benim bebeyi kim alır? Kulpunu tutsanız elinizde kalır.” Dedi. Gerçekten öyle olan bir arabayı kim niye istesin ki?
Demir bu konuşmadan sıkıldığı -Asel’in her an gelme ihtimaline karşı- çabuk olmak istedi. “Bak asker bugün yeterince yoruldum. Biraz nefes alacağım ama sen o nefesi almama izin vermeyeceksin belli ki. Ver şu anahtarı bir sorun olursa bizzat ben yaptıracağım.”
Er kararsız bakışlarla baktı karşısındaki adama. Bu adamın ondan üst rütbeli olduğunun bilincindeydi. Ama onu tanımayı geç ilk defa görüyordu. Aslına bakılırsa askeri üniforması üstünde olmasa pek ipleyeceği bir adam değildi. Gözleri bir an isimlik kısmına kaydığında ‘Soylu’ yazan yazıyı görmüştü. Sonra aklına askeriyede dolanan dedikodular geldiğinde anahtarı uzattı. “Buyurun komutanım tepe tepe de kullanın. Ha bir şey mi oldu arabaya? Boş verin gitsin ne önemi var canım değil mi?” Sahte gülümsemesinin ardından söylemişti.
Demir hızla anahtarlı eline aldığında “İyi git şimdi. İşim bitince getiririm.” Dedi.
Er bunu bekliyor gibi ardına bakmadan hızla uzaklaştı. Canını sokakta bulmamıştı. Bir deli adamla uğraşmaya değmezdi.
Demir elindeki araba anahtarına gülümserken yanına gelen ayak seslerini işiterek başını kaldırdı. “Çok bekletmedim değil mi?” Diyen sesle ‘Ben seni 19 yıldır bekliyorum biraz bekletmişsin çok mu…’ diye düşündü ama sesli söyleyemeden sertçe yutkundu. “Hayır, çok bekletmedin.”
Asel gülümseyerek başını sallarken arabaya binmek istedi. Hangi araba olduğunu düşünürken tanıdık arabayı görmesiyle gerildiğini hissetti. Bu arabaya kaç defa binmişti ama hiç mutlu olmamış, aksine hep mutsuzlukları olmuştu. Bakışlarını istemsiz olarak arabadan kaçırırken Demir bu bakışları yakaladı. “İstersen gidelim.” Diyerek eski arabayı gösterdi.
Asel içi rahatlayarak arabaya doğru adımladı. Diğer araba olmadığını öğrendi için mutluydu.
Demir hızla diğer kapıya geçerek kapıyı açtı. Açtı açmasına da daha ilk saniyede elinde kulp kalmıştı. Bir kuluna bir Asel’e bakarken hafifçe boğazını temizledi. “Arada çıkıyor.” Diyerek zor kullanmış geri takmayı yapabilmişti.
Asel hafifçe gülümseyerek araca bindiğinde Demir derin bir nefes aldı. “Hadi bakalım Demir göreyim oğlum seni.” Kendisine motivasyonlar vererek diğer koltuğum kapısını açmıştı ki tahmin edilir ki aynısı yaşanmıştı. Burnundan sertçe nefes verdi kulübü takmaya çalıştı. İlk birkaç saniye olmayınca sertçe vurarak kulpu yerine otururdu. Bu durumda rahatlayarak araca binmişti ki yan tarafında ona garip bakışlar atan kadına gülümsedi. “Sadece çıkmıştı.” O kadar masumane söylemişti ki onun hiç suçu yok gibiydi.
Asel onun bu hareketine istemsiz gülerek başını çevirdi hızla. Demir ise o baş çevirmede kalmıştı. Ne diye çevirirsin ki başını? O gülüşleri görmek için canını bile verecek olan adamdan neden saklanmıştı?
Sıktığı dişleriyle aracı çalıştırdı. Anlaşılan bugün daha çok kez canı sıkılacaktı. Ama değer dedi. Sonuçta Asel yanındaydı. Sessizliği bozmak ve bu gerici ortamdan kurtulmak in “Nereye gidiyoruz.” Arabayı çoktan çalıştırmıştı.
Aldığı yanıt ise “Kaşıkçıya.”
Demir kaşlarını çatarak anlamaya çalıştı. “Efendim?”
Asel gülümseyerek baktı adama. “Bildiğin bir kaşıkçı var mı? Biri yemekhanenin yemek yapma kaşığını kırmış.”
Demir başını yoldan çevirip Asel’e baktığında o gülümsemeye dalınmıştı çoktan. Asel’in ne dediğini bile anlamamış şapşal bakışlarıyla bakıyordu. Lakin araba yolda düz gidememeye başlamıştı. Asel korkuyla “Demir!” Diye bağırmasıyla aniden frene basması bir olmuştu.
Arabanın aniden fren yapmasıyla ikili derin bir nefes aldı. “Sen iyi misin?” Sorusunu aniden birbirlerine dönerek sormuşlardı.
Demir Asel’i inceliyor bir yerinde bir şey olup olmadığına bakıyordu. Hızla bileğini tutu ve kalp atışlarını hissetmesiyle rahatladı. Aklındaki ses ‘o iyi’ diye fısıldadı ona. Derin nefes alarak ne zaman kapattığını bilmediği gözlerini açtı. Ona anlamayan ifadeyle bakan kadına “Araba biraz fazla sıkıntı çıkarıyor.” Açıklamasında bulundu.
Asel adamın garip tavırlarına aynı bakışla karşılık verdi. Elini yavaşça adamdan çekti “Pekâlâ…” diye mırıldandı. Bu adam ona göre gerçekten tuhaftı.
Demir rahat bir nefes alarak aracı tekrar çalıştırdı. Ve bu defa oldukça dikkatliydi.
Dakikalar dakikaları kovalarken Demir alması gerektikleri eşya için bir dükkânın önünde durdu. Ona merakla bakan kadına dönerek gülümsedi. “Burada ne arasan vardır.” Dedi.
Asel gözlerini kısarak “Ne ararsam mı?” Dedi oyunbozan tavırda.
Demir ne demek istediğini anlayarak kahkaha attı. “Çikolata burada yok maalesef.”
Asel ona göz devirerek araçtan indi. Demir ise onun bu haliyle endişeyle ardından indi. “Üzdüm mü seni? Ben sadece şaka yapmak istedim…”
Asel dükkâna doğru attığı adımları genç adamın söyledikleriyle durdu. Demir’e dönerek gözlerindeki endişeye baktı. Onun bu tavrı tuhafına gidiyordu. Yine de sesini çıkartmadan gülümsedi “Hayır, üzülmedim sadece sinirlendirdin beni. Hadi içeri girelim.” Dedi.
Demir, Asel’in gözlerinin içine baktı. Başını hafifçe sallayarak adım atmaya başladı.
*
Demir Ege Soylu’nun Anlatımıyla.
Kaybettiğim her saniye aslında boşa kaybettiğim saniyelerdi. Şimdi bakıyordum da önümden yürüyüp içer giden kadına geç kalmak benim suçumdu. Ama şimdi tekrar bir şansım vardı. Oysa sanıyordum ki hep acı çekecek bir adamdım. Her gece gördüğüm o rüyalarda elimi uzattığımda onu tutamayacağımdan öyle emindim ki şimdi yanımda olması, bana gülümsemesi hayal gibiydi.
Belki de gerçekten hayaldi? Ama hayır hayal olamayacak kadar güzel, hayal olamayacak kadar gerçekti.
Adımlarımı seri bir şekilde ardından atarken gözlerimi ondan ayırmak bana acı vereceğini bildiğimden ona bakmaya devam ediyordum. Ama beklemediğim bir şey oldu. Küçük dükkânın tabelası kafama öyle sert çarptı ki bir an nehrinin döndüğüne eminim. Ben acıyı çekerken kısık gözlerle endişeli sevdiğime bakmaya devam ediyordum. “İyi misin?” Diyen o nahif endişeli ses yüreğimin öyle sert göğsüne çarpmasını sağlıyordu ki kalbimin durması an meselesiydi. Sebebi ise sevdiğimin aşırı dozdaki endişesinin kalp krizi olacaktı.
Gözlerinin en derinine baktım. Öyle derin baktım ki endişeli gözleri biran benden kaçırmıştı. Yine endişesi ağır gelmiş gözlerini tekrar bana çevirmişti. Derin bir iç çektim istemeden. ”İyiyim.” Sen varsan iyiyim, sen varsan yaşarım…
Bana öyle güzel bakıyordu ki bir an kötüyüm diyip hep bana baksın isteyeceğim kadardı. Yine kendimi tutum “Gerçekten iyiyim çi- Asel Hanım.” Kalbime öyle acı girdi ki. Ona çiçeğim yerine Asel Hanım demek ölümden farksızdı benim için.
Gözlerimin içine emin olmak istercesine baktı. Sonunda ise pes ederek geri çekildi. Eski çiçeğim benim vurduğum yeri öper o tabelaya ise uzağa fırlatırdı. Yine de buna bile şükür…
O geri çekildiğinde kendimi dik tutum. Sol elimi öne doğru uzattım “Buyurun lütfen.” Dedim. O gözlerime bir şeyden rahatsız olmuş gibi baktığında istemeden de olsa bende bir sıkıntı olup olmadığını merak etmiştim. Görüntümü mü beğenmemişti? Yoksa tavırlarımı mı? Belki beni hiç beğenmemişti…
Onun adımlamaya başlamasıyla peşinden gitmeye başladım tekrardan. Derin bir iç çekerek hep peşinden gideceğimi düşündüm.
İçeriye girmeden baktığımızda dışarıdan küçük ama içerden oldukça geniş bir alan vardı. Tabi bu alan ıvır zıvır eşyalarıyla doluydu. Öyle ki orta kısımlarda bile sepetlerin içinde tabak çanak gibi şeyler vardı. Sol tarafta ise giysiler doluydu. Bu dükkân tam da ıvır zıvırcıydı. Dükkânının içeri tam girmeden Köşede duran bir ayna gördüğümde adımlarımı oraya doğru yöneltim. Aynadan kendime baktığımda dağınık saçlı sert yüz hatlı uzun boylu bir adam görüyordum. Ya içimdekiler? Hepsi saklıydı. Zamanı geldiğinde çıkmak isteyecekleri süreye kadar…
Başımı sağ doğru yatırdım. Kendime daha net bakmak, bende neyi sevmediğini görmek için. Saçlarımın rengi mi kötü? Gözlerim mavi değil diye mi sevmedi? Yoksa yüzümdeki birkaç yara mı?..
“Demir hadi sene!” Diye seslenen o güzel narin sesli çiçeğimle bakışlarımı ona çevirdim. Bana öyle sabırsız bakıyordu ki onu sarıp sarmalamak için canımı verirdim.
Adımlarım hızla ona doğru gitti bu defa da. Hep aynı yolda gideceğini bildiği gibi. Onun bana hadi demesi ise daha hızlandırdı beni. “Neden durdun ki? İçeri girmeliyiz. Daha uğrayacağımız bir yer daha var.” Derken öyle tatlıydı ki.
Onun derdinin bir paket çikolata olduğundan öyle emindim ki. İstese kalbimin üzerinde taşıdığım küçük paket tek sevdiği karameli çikolatayı ona vereceğimi bilemiyordu. “Sadece dalmışım özür dilerim.”
Bakışları tuhaf bir hal aldı. Sanki bir şey düşünüyor gibiydi. Ama daha sonra o eşsiz gülümsemesi dudaklarında yer aldığında içimde öyle bir ferahlık belirdi ki. Kaya burada olsa dalga geçerdi. “Sorun değil sen iyiysen?” Başımı gözleriyle gösterdiğinde gülümsedim. Her daim kendinden önce başkalarını düşünen bu hali bazen canımı sıksa da beni düşündüğünü bilmek paha biçilemezdi. “İyiyim.” Sen varsan iyiyim. Sen yoksa kötüyüm…
Başını salladı içeriye doğru bir adım attı. “Gel…” Öyle nahif öyle kalp ağrıtan cinsten söyledi ki ‘Senin yolunda ölüm olsa çağırdığında gelmez miyim?’ Diyemedim.
İçeriye girdiğimizde dışarıdaki camdan ne gördüysem aynıydı. Bazı parçalar çok fazla eski model olduğu belliydi. Yaşlı bir adam dükkânın perdeyle kapatan yerinden çıktığında elini bir beze siliyordu. “Hoş geldiniz çocuklar hangi rüzgâr savurdu sizi buraya?” Gülümseyerek söylediği her cümle samimiydi.
Çiçeğim ona gülümseyerek adımlarının perdenin önündeki cam masaya doğru attı. “Hoş bulduk amca. Biz büyük bir kaşık arıyorduk var mı sizde?”
Amca gülümseyerek başını salladı, elindeki bezi masaya gelişi güzel bıraktı. “Var kızım olmaz mı? Bu dükkânda ne ararsan var. İster eski model kıyafetler, ister tabak, çanak. Belki biraz da ruhunuzu dinlendirecek küçük bir müzik.” Bakışlarım amcanın eliyle gösterdiği müzik kutusu değdik gramofona kaydı. Eski olmasına rağmen o kadar eşsiz bir görüntüsü vardı ki bu görüntüyle çiçeğimi büyülemişti. Adımlarını sakince gramofona doğru attı. Elini uzatarak dokunmak istediğinde ürkekçe geri çekti. Belli ki onu büyüleyen bu müzik aletine zarar vermekten korkmuştu. Sonra bir anda gülümsedi. Gözleri parıldadı, dudakları iki yana sakince kıvrıldı. O yanağında gizli olan küçük bir gamze ise kendisini belli etti. Aklımdan her ne geçiyorsa onu bu denli mutlu ettiyse ben her şeyi yapmaya razıydım.
Amcaya döndü bakışları “Bu müzik aleti satılık değil mi?” Dediğinde kıpır kıpırdı. Heyecanlandığında farkında olmadan sağ ayağını ileri ger hareket ettirirdi.
Amca cam tezgâhının ardından çıkarak bize doğru geldi. “Bu gramofona yıllar önce genç bir çifte aitti.” Sesinde hem hüzün, hem hayranlık, hem de ciddiyet vardı. Sanki o çifte hayran gibiydi.
Çiçeğim yine merakını saklayamadı. “ Genç bir çift mi?” Dediğinde gözlerindeki o küçük çiçeğin merak parıltılarıyla doluydu.
Yaşlı adam gülümsedi bir adım gramofona yaklaştı ve ona nazikçe inceltmekten korkarcasına dokundu. “Genç bir çift ya kızım…” derin iç çekti. Bu iç çekişte neler saklıydı kim bilir… Sonra bir anda bize döndü. İkimizde de göz gezdirdiğinde gözlerinde bir parıltı meydana geldi. Bizde bir şey bulmanın parıltılıydı bu.
“Anlatmamı ister misiniz çocuklar?” Dediğinde çiçeğim hızla onayladı. Asla dayanamazdı bu tür şeylere. “Lütfen.”
Ben sessizce ama dikkatlice bakmakla yetinmiştim. Sol tarafımda olan çiçeğimin gözlerine fark ettirmeden bakmaya çabalıyordum.
Yaşlı amca gramofonun kolunu çevirdi, iğnesini siyah plağın üzerine dikkatlice bıraktığında eski filmlerde çalan o eski sözsüz şarkı mekânın içinde tek ses olmuştu. Bu bir sözsüz bir tango ezgisi yankısıydı.
Amca bize doğru dönerek küçük tahta sandalyelerle oturmamızı işaret etmişti. “Oturun bakalım çocuklar. Belli ki uzun bir hikâye olacak. Size sıcak bir çay ikram edeyim.” Ne kadar reddetmek istesek de bizi dinlemeden perdenin ardına tekrar gitti.
Çiçeğime döndüğümde ise küçük kahverengi tahta sandalyeye çoktan oturmuştu. Bu sandalyenin üzerine sığmam imkânsız gibiydi. Bana dönerek “Gelsene.” Demiş eliyle sandalyeye oturmam için çekmişti.
Kuruyan dudaklarımı ıslatarak yanına doğru gittim ve oturmaya çalıştım. Çalıştım çünkü gerçekten çok küçüktü. Yine de bir şekilde sabit kalmayı başarmıştım.
”Yanlış anlama ama oturabildiğine emin misin?” Çiçeğimden gelen sesle bir an sendelesem de kendimi hızlı toparladım. “Gayet iyiyim.” Derken dik bir konuma gelmiştim ki tekrar sendelemiştim. Kim bu sandalyeyi küçük yapın dedi ki? Zarif çiçeğim ancak oturabilir bu sandalyelere. Yoksa hangi erkek sığar?
Bana emin olmayan bakışlarla bakarken başını hafifçe sallayıp o güzel müziğe kendisini kaptırmıştı. Dükkânı gülümseyerek izliyor farkında olmadan parmaklarını hareket ettirerek müziğin o nahif ritmine uyduruyordu. “Ne kadar güzel bir yer öyle değil mi?”
Ben öyle bir bakışla bakıyordum ki. Sanırsın en sevdiği yemeği yiyen küçük bir çocuk gibiydim. “Çok güzel.” Derken bile o güzellik sadece çiçeğimdeydi. Başını çevirip bu defa bana baktığında yakalanmanın o tatlı heyecanıyla ne yapacağımı bilememiştim. O an imdadıma elinde bir tepsiyle üç eski tip fincanla gelen amca kurtarmıştı. Önümüze çayları koydu kendisi de bir sandalyeye oturdu. O benim aksime oldukça rahattı. Sorunun bende olduğunu düşünmeye başlamıştım.
Yaşlı amca çayından bir yudum içti, uzaklara dalar gibi öylece bolluğa baktı. Saniyeler sonra bize dönerek gülümsedi. O parıltılar tekrar yerine gelmişti. “Bu gördüğünüz gramofon öyle üç, beş yıl eski değil çocuklar. 1950 senesinde sizin gibi genç bir çift tarafından alınmış.” Bakışları eskilere dalmıştı. “Tam 75 yıl önce. Ben o zamanlar küçük bir çocuktum. Bu gramofonu alan çift ise daha henüz yirmilerinde bir çifti.” Oturmuştu dikleşti “O günü hiç unutmam yağmurlu bir gündü. Bardaktan boşalırcasına yağmur yağarken el ele bir çift girmişti dükkâna. Kadının üzerinde zarif krem bir elbise, adamın ise tam o döneme ait bir kıyafet vardı. Başında eskiler genlerin taktığı şapkasıyla kadına öyle güzel ayak uyduruyordu ki. İçeriye girdiler gülümsemeleri hiç kaybolmadan neşeyle dolaştılar.” Bakışları gramofona değdiğinde “Sonra bu gramofona kaydı bakışlar. Kadın duyduğu o sesle mest olurken adamı çekti yanına danslarını hiç çekinmeden ettiler. Dükkânın içi o an onlara özel gibi bomboştu. Bir ben vardım onların o güzel neşelerini izleyen. Sonra gitmek zorunda kaldılar tabi. Ne kadar gramofonu almak isteseler de ceplerinde beş kuruş paraları yoktu o dönemde. Gel zaman git zaman adam okuldan çıktığı her anının da buraya uğrar camdan gramofona bakardı. Bilirdi o adam sevdiği çok sevmişti.”
1950 yılında,
Genç adam önünde duran cama hüzünlü gözlerle baktı. Sarı borusu olan o eşsiz gramofon onu içine çekiyordu. Daha iki gün önce sevdiğiyle daha ettiği o eşsiz müziği veren gramofona ulaşmak için her şeyi yapardı. Bilirdi sevdiği sevmişti. Bir anda dükkânın kapısı açıldı, küçük bir zil sesi duyuldu. “Genç adam ne arasın burada?” Yaşlı ama tok bir ses duyduğunda bakışlarını sese çevirdi genç adam. Gördüğü adamla adımları korkuyla geri çekildi. “Ben… Ben sadece bakıyordum.” Korkmuştu adamdan.
Yaşlı adam keskin bakışlarını genç adamdan ayırmadı. “Sevdin herhal?” Neyi kast ettiğini anlayan genç adam titrekçe başını salladı. “Çok güzel.” Sevdiğinin gözleri geldi gözünün önüne. “Hayalleri süsleyecek kadar güzel.”
Yaşlı adam iki gün önceki genç adam ve kadını unutmamıştı. Öyle derin bir sevdayı nasıl unuturdu? Birkaç adım genç adam doğru ilerlerdi, omzuna birkaç kez yumuşakça vurdu. “Gel bakalım evlat.” Genç adam ilk tereddüt etse de başını eğerek adımladı. İçeriye girdiklerinde o küçük çan tekrar ses çıkarmıştı. Genç adam bunu umursamadan hattan bakışları dükkânın her bir köşesinde gezdi. Daha iki gün önce her karışında sevdiğiyle dans ettiği dükkân.
Bakışları camın önündeki gramofonu alan yaşlı adama kaydı. Yaşlı adam kolu çevirdi iğneyi nazikçe plakın üzerine bıraktığında sözsüz bir tango ezgisi yankılandı.
Ve aynı müzik iki gün öncede kulaklarını doldurmuştu.
“Anlaşılan kalbin bu plakta kalmış evlat. Bir kimse kalbini bir şeyde bıraktıysa, onu iade etmek gerekir. Aksi takdirde kime sevda olur bu plak?” Diyen yaşlı adamla şaşırmıştı genç adam. Hızla reddetmek istedi bir yanı ise alıp götürmek… “olmaz. Ben alırsam nasıl karşılığını veririm? Cebimde kendime yetecek paramı bile zor taşırken.” Cebinde bir ekmek alacak parası bile tam değildi ya…
Yaşlı adam reddetti genç adamın “Senden para isteyen mi var evlat? Ben yaşlı başlı bir adamım. Yanımda bir oğlum, vefat eden sevdiğimin ruhu dışında kimsesizim. Bana yuva olan bu dükkânda, bana ses olan bu plak sen ve sevdana da ses olsun isterim. Çok şey mi ister evlat?”
Genç adam o an reddedememişti. Plak elinde sevdiğinin kapısına kadar gitmişti. Dayanamayarak plakı çalıştırmış ve sevdiğinin kapısını çalmıştı. Ama o son çalıştı. İki sevda o eşsiz plaktan çıkan sesle sonsuzluğuna uğralanmıştı.
Genç adam o kapıdan içeri girdiğinde yerde kanlar içinde yatan sevdiğin görmüş bu acıya dayanamayarak eşsiz müzikle sonsuzluğa onunla uğurlanmıştı.
Demir sessizce dinliyordu. Sevdiği ise acıyla. Gözyaşlarını ne denli zor tutuğumun farkındaydı.
“Peki, kadın nasıl…” titrek sesle soran sevdiği cümleyi tamamlayamamıştı bile.
Yaşlı adam hüzünle iç çekti. “Genç kadının ailesi cebinde beş kuruş parası olmayan genç adama kız vermek istememişti. Ama kız pes etmemişti. Daha okulu bitmeden bir başka yaşlı adamla evlendirmek istediklerinde de karışı çıkmış sevdiğini istemişti. Babasının o an gözü dönmüş karnından tam üç darbeyle…” Bazen sözleri tamamlamak gerekmezdi. Yaşlı adam tamamlamasa da sözler tamamdı herkesin yüreğinde.
Yaşlı adam bu defa bize döndü. “O günden birkaç saat sonra tekrar dükkâna geldi bu plak. Tekrar aynı yerde, tekrar aynı şekilde durdu. Ama bu defa ne genç çift vardı, ne de gramofona elini süren bir başkası. Yıllarca asıl gelecek diğer sahiplerini beklerdi. Bir bakmışsınız sahibi sizsinizdir?”
Bu hikâyeden oldukça etkilensem de çiçeğim daha fazla etkilemişti. Ama gözlerinde öyle bir parıltı vardı ki asıl sahibinin biz değil de bir başka çiftin olduğunu anlamıştım. ”Belki asıl sahibi biz değiliz sadece yoluna götürecek olanlarızdır amca.”
Yaşlı adam gülümseyerek ayağa kalktı. “Belki öyledir kızım. Belki öyledir…” gramofonu paket yapamaya başladığında yerimden kalktım. Parasını ödemek için cüzdanımı çıkartacakken çiçeğimizde aynı düşüncede olduğunu fark etmiştim. Ama ondan önce davranmam gerekiyordu. Lakin yaşlı adam “Bu benim size hediyemdir. Babamın da dediği gibi Bir kimse kalbini bir şeyde bıraktıysa, onu iade etmek gerekir. Aksi takdirde kime sevda olur bu plak?”
Karşı çıkmadık o an. Gerekli almamız gerekeni de alarak çıkmıştık. Yüreğimizde hâlâ acısıyla yanan o çiftle…
Arabaya bindiğimizde sessizdik. Rotayı bildiğimden markete doğru sürmüştüm. Ama çiçeğim tek bir cümle kurmamıştı. Ve benim ise hala aklımda yaşlı adamın dedikleri dönüyordu.
“Bir kimse kalbini bir şeyde bıraktıysa, onu iade etmek gerekir. Aksi takdirde kime sevda olur bu plak?”
Belki plak değildi ama benim de kalbim yan koltukta düşüncelerle boğulan sevdiğimdi. Zaman diye fısıldadı yüreğim. Zamanı geldiğinde iade olacak şey benim yüreğim değil onun yüreğinin bana geleceğiydi.
Bölüm sonu.
Sürprizi beğendiniz mi?
Gün içinde kitap birkaç kez öne çıkacaktır bölüm sanmayasınız diye söylemek istedim.
Demir’in anlatımı sizce olmuş mu? Uzun zaman sonra belki de ilk kez bu şekilde anlatım yazdım.
Sizce hangi anlatım daha iyi?
Duygular size geçti mi? Özellikle o çiftin…
Düşünceleriniz?
Gidişat?
Yazım dili?
Bölüm hakkında demek istedikleriniz?
‘Bana Sormak istediğiniz sorularınız?..’
Lütfen sorularınız spoiler içermesin. Yani gelecekte yazmadığım, geçmişte de yazmadığım bölümlerden olmasın. Gerçekten cevaplarken zorlanıyorum ve yazarken dediğim şeyin tersi olabilir. Çünkü ger şey değişebilir. Ve eğer benim hakkımda sorularınız varsa da çok kişisel olmadığı taktirde cevaplarım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 85.27k Okunma |
6.1k Oy |
0 Takip |
57 Bölümlü Kitap |