
Bence bölümde en çok istediğiniz karakterlerden biri geldi. Fazla sevgi sözcükleri söylemeyin lütfen :).
Yazım hatalarım olabilir bu yüzden kusura bakmayınız. O halde bölüme geçelim;
“Dağlar dumanla örtülmüş, gökyüzü siyahlara bürünmüş.
Benim kalbimse senin gözlerinde kaybolmuş…”
Timuçin Soylu’nun anlatımıyla,
Evlat acısı yüreği dağlayan yegane acılardandır. ‘Elini uzatsan, başını okşasan, ona gülümsesen her derdine deva olursun’ demişti babam…
Elimde tutuğum çerçevenin içindeki fotoğrafa derince baktım yüreğimi dağlayan oğlumun o siyah tonuna kaçan gözlerine…
Ben yeterince iyi bir baba olamadım evlatlarıma. Biri bile acısız büyüyemedi.
“Senin gözlerinden düşen tek damlaya dünyayı yakarım.” Sense bizi yakarak gittin oğlum… Dilinden dökülemeyen acı sözler, aklına geldiğinde yüreğini yakıyordu.
Kapının tıkırtı seslerini duymasıyla hızla çerçeveyi yerine bırakarak akan gözyaşlarını sildi.
”Baba! Bana ne ya Agah gittiyse bende gideceğim Hakkari’ye!” Diye yüksek sesle bağıran oğlu Alpaslan’la gülümsedi. Kapı aniden açıldığında ise hâlâ daha söyleniyordu. “Allah aşkıma baba bende gideyim.”
Onun bu kıskanç haline gülümsemeden edemedim. Lakin bir yanım hep buruktu. “Oğlum saçmalama ne işin var orada senin? Agah kız kardeşi için gitmiş sen ne yapacaksın orada?”
Alpaslan söylediklerimle duraksadı. “Ben neyim? Eşek başıyım da haberim mi yok? Bana ne bende istiyorum.” Çocuk gibi söyleniyor utanmasa ayağını yere vuracak gibiydi.
”Yine ne oldu da böyle tuturdun?” Emindim ki Agah onu kıskandıracak bir şey yapmıştı.
Alpaslan gözlerini kaçırdı, telefonundan bir fotoğraf açarak gösterdi. Gösterdiği fotoğrafta birbirine sıkıca sarılmış küçük melek ve olduğu yere zor sığmış Agah vardı. Onların bu haline gülümsemeden edemedim. Ama içimde bir kıskançlık olmadı değil.
Asel hepimizde farklıydı. Ama ortak bir nokta varsa da onu korumak için her şeyi yapacağımızdı. Bir kız çocuğum hiç olmadı. Aslında iki oğlum dışında hiç çocuğum olmadı. Belki de bu yüzden belki de doğduğu anda Azat’tan sonra kucağıma aldığım için bağlıydım küçük meleğe.
“Ne var bunda oğlum? Ağabey kardeş uyumuşlar.” Desem de Agah’ın bununla kalmayarak Alpaslan’ı güzelce kıskandıracağı bir şeyler daha yaptığına emindim.
Alpaslan geri çekilerek sinirle baktı. “Ne güzel tabi. Ama altına not düşmüş beyfendi ‘Güneş’imin en sevdiği ağabeyinin yanında mışıl mışıl uyuyan hali.’ Diye.” Telefondan kafasını kaldırdı “Birde bu fotoğrafı nereye attı biliyor musun baba?”
Kaşlarım merakla havalanırken ne diyeceğini bekliyordum oğlumun. “Ağabey-kardeş gurubuna!” Demesiyle gözlerimi kırpıştırdım.
Böyle bir guruplarının olduğundan haberim yoktu. Ama eminim ki bu Meriç’in aklından çıkmıştır.
Oğlumun bu kıskanç haline de baktıkça diğerlerinin durumları ne emin değildim. Anlaşılan bu gün evlatlarımızla uğraşacağımız bir gün olacaktı…
Asel Demirhan’ın anlatımıyla,
Bakışlarım uzaklara dalmıştı. Aklım hâlâ daha o hikayedeki çifteydi. Derin bir iç çekerken istemsizce düşündüm onu. Aynı şeyi hissetmiştir değil mi? O da bu denli acı çekmiştir…
Elimi fark ettirilmeden diğer elimle eziyet ederken büyük bir el engel olmak ister gibi sıkıca tutu ellerimi.
Bakışlarım elin sahibine giderken yolda ki gözlerini kısaca bana çevirdi. Gözlerindeki acı oldukça belliyken “Yapma…” diye acıyla fısıldamıştı. “Kendine zarar verme.” Elimi sıkıca tutup havaya kaldırdığında “İstersen benim elime zarar ver ama kendine verme.”
Bu adam kim veya ben bu adama neden izin veriyordum bunları yapmasını bilmiyordum. Ama kalbim sanki onu tanımış gibi hızlı artamaya devam ediyordu.
Kimsin sen Demir? Kimsin ki benim kalbim senin yanında hızlanıyor? Geçmişimin bir parçası mısın? Yüreğimin sahibi mi? Yoksa sadece öylesine biri misin?
Bu adam kim bilmiyorum ama ilgisini belli etmekten çekinmeyen biriydi. Geldiği dakikadan beri etrafımda pervane olan bu adamın beni yeni tanımadığına eminim.
İstemeden gözlerimi kaçırdım ondan “Ben dalmışım.” Derken bile sesin oldukça kısıktı.
Yola döndü bakışları kısaca ve tekrar bana dönerek birleşmiş eliyle çenemden tutarak kendine çevirdi. “Kaçırma o gözlerini benden. Uğrun öleceğim okyanusların kaybolmasın gözlerimden.”
Kalbim öyle hızlı atıyordu ki yerinden çıkmak ister gibiydi. Kuruyan dudaklarımı ıslatarak bir şey söylemek istedim ama boğazımdaki o yumru izin vermedi. O ise tek bir kelime etmemi beklemeden yola tekrar odaklandı. Eli ise elimde istediğini yap dermiş gibi kaldı.
Bu adamın ilgisi çok fazlaydı. Kimsin sen Demir Ege? Geçmişimin tozlu raflarında silik bir yüz müsün? Yoksa geleceğimin parçası olmak isteyen geçmişim mi? Belki de heves uğruna harcayacağın kişi miyim senin için?
Peki neden ben engel olmuyordum sana? Neden bana dokunmana, güzel sözler söylemene izin veriyordum? Belki de… Belki de sadece anlık hislerim yüzündendir…
Aracın durmasıyla bakışlarım dışarı kaymıştı. Gördüğüm görüntü ise küçük marketin önüydü. Elimi sıkıca tutan el ayrılırken gönülsüzdü. Vitesi bile elimi bırakmadan değiştirmişti. Anlaşılan temas bağımlısıydı.
Önce o araçtan indiğinde benim tarafıma hızla dolandı ve kapımı açtı. “Matmazel rica etsem iner misiniz?” Oyuncu bir ses edasıyla benim inmem için elini referans yapan adama gülümsemeden edemedim.
Kemer çözerek araçtan inmek için hareketlenecekken bana melül bakışlarla bakan bu adam elini uzatmış tutmamı bekliyordu. Sağ elimi kaldırarak sol elini tutuğumda neden hayır diyemediğimi sorgulamadan edemiyordum.
Bana ne yapıyorsun Ege?
Onun elini tutuğum anda yüzünde öyle eşsiz bir gülümseme belirdi ki içimdeki hisler bir volkan gibi patlamak istedi. Araçtan indiğimde ardımdan kapıyı ittirdiğinde biraz sert itirmiş olacak ki kapı yerinden hafifçe çıktı.
Hayır mecaz değildi gerçekten kapı bildiğiniz yamulmuştu. Üst köşe kısmı bir şekilde çıkık durumdaydı ve kapı bu yüzden yamuk duruyordu.
Ben bu duruma şaşırırken o ise telaşla kapıyı düzeltmeye çalışıyordu. “Bu, bu arada oluyor ama önemseme lütfen.” Gözlerini kaçırarak telaşla konuşan adam hâlâ daha elimi bırakmadan kapıyı yapma peşindeydi.
“Bence elimi bıraksan daha iyi olur.” Dediğimde ise gözlerinde bir kırıklık oluştu. Sessiz bir mırıltıyla “Ben bırakmak için tutmadım o eli.” Dedi ama ben bu sessizliği duyamamıştım.
Elimi hafifçe ondan çektiğimde ilk itiraz ederek daha sıkı tutsa da saniyesinde bırakmıştı.
Elimi bırakır bırakmaz kapıyı iki eliyle sertçe kaldırdı ve bir anda yerine tekrar taktı.
Bu gücü karşısında şaşırsam da ağabeylerimin hareketlerinden alışıktım.
“Gidelim mi?” Diyen sesiyle onu onayladım.
Yan yana birlikte markete doğru ilerlemeye başladık. Marketin otamatik kapıları iki yana açıldığında içerdeki sıcak hava yüzümüze doğru gelmişti. Gözlerim hızla içerde gezerken aradığım tek şey çikolataydı. O ise market arabalarından birini alarak yanıma kadar geldi.
”Gel hadi.” Demesiyle şaşkınca ona baktım. “Ne?”
O benim bu şaşkın halime gülümsedi “Bence seni market arabasında oldukça hızlı bir şekilde gezdirebilirim.” Gözlerinde çocukça bir parıltı vardı.
Reddetmek için aralayacağım dudaklarımı “Hemen reddetme. Hem eğlenceli olacağından eminim. Ne dersin?” Telaşlı bir çocuktu sanki karşımdaki adam.
Ne yaptığımı bile bilmeden onu bir anda onaylayarak bulmuştum kendimi.
Herkese mi böyleydin Demir? Yoksa sadece yeni tanıştığın bana mı özeldi?
Yüzündeki gülümseme büyüyerek beni kollarımın altından tutup kaldırdı. Tepki bile vermeme izin vermeden kendimi market arabasının içinde oturur bir halde bulmuştum.
“Demir sence de yirmi dört yaşında bir kadının bu şekilde davranması normal mi?”
O benim sorumla bana doğru eğildi. “Hayır sen yirmi dört yaşında değilsin tamam mı? Yaşını unut. Sadece eğlenmene bak.” Cevabı alay eder gibi değil oldukça ciddiydi. Usulca başımı salladığımda market arabasını ittirmeye başladı. “Hazır olun prensesim bu gün uçuş saatimiz!” Demesiyle hızlanması bir olurken ben kahkaha atmadan duramıyordum.
Koskoca bir üsteğmen adamın yaptığı bu çocukluk o kadar tuhaf ve eğlenceliydi ki gülmemek imkansızdı.
Kulağıma doğru hayranca bir ses geldi.
”İşte böyle sana sadece gülmek yakışıyor.” Kızardığımı hissederken bakışlarımı önümdeki küçük çocuklara çevirdim.
Çocuklar şaşkınca bize bakıyor parmaklarıyla ailelerine bizi gösteriyordu. Kesinlikle kovulmamız an meselesiydi ama umarım çikolatamı alıpta kovulurduk.
Çikolata reyonun geldiğimizde market arabasını havalı bir şekilde durdurdu. “Evet matmazel istediğiniz ne varsa emrinize amadeyim.” Oyun bozan sesi kaybolmamış aksine daha bir heyecanlıydı.
İstemeden de olsa onun bu hallerine gülerken “ O halde en güzel çikolatalarınızı bekliyorum.” Dediğim de gözler ışıl ışıl parlamıştı.
Sanki bir prensesin önündeymiş gibi referansını yaptı “Hay hay majesteleri.”
Ben onun haline gülerken o reyonlara yönelmişti. Bende ardından durmayarak reyonlara göz gezdirdim. İstediğim çikolatayı bulma umuduyla bakarken biraz önümde üst raflarda gördüm onu. Arabadan insem de o uzunluğu yetişemezdim. Bu yüzden bence arabanın üzerinde dengede durabilirsem alabilirdim. Tabi çikolatayı alabilmek için raflara sıkınca tutunmalıydım ki cennet yolu şimdilik gözükmesin. Kendimi ittirerek reyonun tam önünde durdum. Hız kaybetmeden dikkatlice ayağa kalktığımda arabanın tekerlekleri ilk hareket etse de dengede durdum. Reyonlardan birine tutunarak artık boyumun tetiği çikolatadan sadece bir tane alabildim. Çünkü bu şekilde parmaklarıma ancak değiyordu. Biraz daha uzansam belki alırdım ama o zaman düşebilirdim. Bu yüzden bir taneye razı gelerek geri çekilecekken benim yerme kutuyu komple alan bir el görüş açıma girdi.
Başımı çevirip alan kişiye baktığımda gözlerim siyahlarla buluştu.Ben ona şaşkınlıkla bakarken “Eğer bir şey istersen bana söyle. Zarar görmeni istemiyorum.” Dedi.
Şimdi anlıyordum da ben dengede durmamıştım. O market arabasını baştan beri tutuyordu. “Ben… Ben teşekkür ederim.”
Bakışları gözlerimden ayrılmadı “Teşekkür etme. Eğer biri teşekkür edecekse o benim.” Sözlerinin öylesine olmadığını farkındaydım. Bir şey için teşekkür ediyordu ama ben bilmiyordum.
Bakışmamızı bölen şey bir çocuğun “Anne bak abla ayağa kalkmış! Bende yapabilir miyim lütfen!” Demesiydi.
Ben başımı çevirip çocuğa bakarken yanımdaki adam “Bir velet kalmıştı anı bölmeyen!” Demesiydi. Ben ise tam olarak ne dediğini anlayamamıştım.
Çocuğa baktığımdan annesine parmakla beni gösteriyordu. Annesi ise bize tuhaf bir şeymiş gibi bakıyordu. “Oğlum olmaz.” Diye oğluna söylemse de çocuk “Anne ama o yaptı!”
Demir’in “O yaptı diye yapacakmış velet. Sen o olabilir misin?” Söylenmelerini işitiyordum.
Başımı çevirip ona döndüm “Sessiz ol Demir ayıp.” Desem de çocuk gibi omuz silkti, küçük çocuğa dönerek dil çıkardı.
Gözlerimi hızla kırpıştırdım. Bence yanlış görmüş olmalıydım. Böyle bir şey asla yapacak bir adam değildi değil mi?
Nispet yapar gibi beni kendisine doğru çekti. Çocuğa çatık kaşlarla baktı. Çocuk ise ona aynı bakışlarla karşılık vererek annesine döndü “Anne ağabey bana dil çıkardı!”
Annesi oğlunun bu halinden sıkılmış olacak ki market arabasını sürmeye başladı. “Yine başladın galipten şeyler söylemeye oğlum. Koskoca adam sana niye dil çıkarsın?”
Çocuk annesinin azarlamalarına “Doğru söylüyorum ama!” Çocuğun dediğini kanıtlayamayacağını bilen Demir bir kez daha yaptı aynı şeyi. Çocuk ise “Anne yine yaptı!”
Annesi ona “Yeter artık oğlum. Anlaşılan sana iki ay vido oyunu yasağı vermeliyim!” Diyerek gittiler.
“Bu yaptığın hiç hoş değil Demir.” Dediğimde bana doğru yaklaştı “Ama ilk o başlattı!”
Küçük bir çocukla küçük olması o kadar komikti ki. Onun hem bu yakınlığından hem de oturmak için geri çekildim. “Olabilir. O daha çocuk.”
Demir omuz silkerek bana yardımcı oldu. “Çocuksa çocukluğunu bilecek velet.”
Ben onun bu haline gülmemek için zor duruyordum. Bu kadar sert görünümlü bir adamın bu denli çocuklaşması gerçekten komikti. “Geç olmadan gidelim Demir yoksa ağabeyim ikimizi de mahveder.” Bana dokunmaz diyemiyordum benim cezam genelde beni sinirlendirebilen şeylerde olabiliyordu.
Demir homurtuyla “O sana değil bana ceza vermek için can atıyor.” Dedi.
Arsen Demirhan’ın anlatımıyla,
Yıllar önce gözlerimi yaşama açmıştım. Küçük bir küvezin içinde aileme kavuşmayı beklemiştim. Yan küvezimde ise benim aksime mavilerle kaplanmış ikizim vardı. Bana Agah ağabeyim mavi renk yerine pembeyi sardırmıştı. O gün dediği şey ise ‘Kız erkek fark etmez. Renklerin cinsiyeti olmaz. Benim erkek kardeşim pembe renk olsun hemşire abla. Kız kardeşimde mavi.’ Oysa babam ağabeyimden gizli pembe renkli battaniye almıştı. Ama ağabeyim hep kız erkek eşittir kavramını desteklediğinden renkte bile böyle yapmıştı. Bu durum aslında kimseyi rahatsız etmemişti. Tabi babam kızına pembe eşyalar aldığında kız kardeşimin reddetmesi o andan itibaren başlayacağını bilememiştik. İkizim hep pembeden nefret eder, maviye tam anlamıyla sevdalıydı. Bense renk ayırt etmem ama pembeyi de severdim. İkizim oynamadığı zamanlar pembe eşyalar genelde bana kalırdı. Eşyalarımın mavi renkli olanlara sürekli el koyardı. Rahatsız mıydım? Hayır. Aksine onunla olduğum her andan memnundum.
Ben Koray Arsen Demirhan. İkizinin Arsen’i. Sadece ikizinin. Başka kimse Arsen ismini söyleyemezdi. Bu ilk andan yasaklı bir isim gibiydi. Doğduğum andan beri böyleydi. Kim koydu bu ismi? Kimin aklına geldi bilmiyorum ama bu isim hep ikizime aitti.
Asel… İkizim… Beş yaşımda doğum günlerine küsme sebebim. Ağabeyim Arat. Doğum günlerini kutlamayı sevmediğimi bildiğinden elinde çikolatalı, çilekli bir pastayla gelirdi. İkizimin en sevdiği pasta… Sessizce bırakır çıkardı odamdan. Bense o pastayı hiç yemezdim. Sakince elime alır, ikizimin mezarı başına bırakırdım. Sabaha kadar buz gibi mezarın başında yatardım. Sabah uyandığımda ise o pasta sanki hiç olmamış gibi kaybolurdu ortadan. Belki bir çocuk, belki bir görevli almıştı bilinmez ama ben hep ikizim aldı diye düşünmek isterdim.
Çok acılar çekti ikizim. O gittiğinde de ben. Ama benimki sadece kaybetme acısıyken onunki… Dilimizin bile bağını bağlayandı. Acının sessiz suskunluğuydu. Bir açılsa o bağ, bir açsa ikizim o bağı… İşte o zaman dünya yerinden oynardı.
İkizim gitti ben yalnız kaldım… İkizim geldi ve bize beraberinde bir kardeş daha getirdi. Bizi üçüz yaptı. Ama hiçbir zaman Erez Soylu’ya hissettiğim duygular ikizim kadar kuvvetli olamadı. Olamazda. Biz üçüz deriz gönülden bağlıyızdır ama ikizim hep başka olacaktı. O da eminim ki ikizime çok bağlıydı. Bir seçim yapacak olsak ikimizin de seçimi belliydi. Bunu saklamıyorduk. Saklamamıza gerekte yoktu. Her şey açık ve netti.
Şimdi ise aynı acıları mı çekti bilinmez ama sessizce bahçenin bankında oturan kadına bakıyordum. Gece karası siyah saçları güneşin ışığıyla açılmış, deniz mavisi gözlerini öne sürmüştü. İçimde ilk günden beri tarifi belirsiz bir his vardı bu kadına karşı. Belki tedirgin titrek bakışları, belki utangaç tavırları, belki de yüreği yakan buruk gülümsemesi… Hangisi etkiledi beni derseniz. Sessizce fısıldayan bakışlarıydı. Sessiz ama bir o kadar gürültülü.
İlk karşılaştığımız havalanından birinden kaçıyordu. Sonra aynı uçakta birkaç adamdan saklanıyordu. Neydi sebebi bilmiyorum ama yüreğimin bu kadına bağlandığını hissediyordum. Pişman olur muyum? Ben ikizimin başına bir şey gelmediği sürece pişman olmazdım. Dedim ya ikizim her şeyden kıymetli. Bir kadını sevsemde belki acı ama dokuz ay aynı karnı paylaştığım ikizim hep onun önünde olacaktı. Çünkü bilirdim ikizim ara bozan, kötülük yapan o görümcelerden değildi. O saf, masum, ama bir o kadarda kurnaz olandı.
Bahçede olan askerlerin ağır kahkahaları, eğitim yapanların söylenmelerini ama yüzlerinde bu durumdan rahatsız olmadıklarını görüyordum.
Ama bir köşede sessizce elinde eski püskü siyah kapaklı bir kitabı okuyan o kadın. İşte o kadın dikkatimi hepsinden daha çok çekiyordu. Ona doğru adımlamak isteyen ayaklarımı harekete geçirdiğimde önüme kızıl saçlı bir kadın çıktı. Gözlerimi kırpıştırırken oldukça masum yüzüyle bana bakıyordu. “Merhaba siz Koray Bey olmalısınız. Hani şu doktorların kardeşi değil mi?”
Masum çıkan sesinde bir tizlik vardı. Bu ses beni rahatsız etse de sadece başımı belli belirsiz sallayarak uzaklaşmak istedim. Ama kadın aynı düşüncede değildi belli ki. Kolumu tutmasıyla hızla çekildim. Bana benden izinsiz kimse dokunamazdı.
Kadın telaşla ellerini kaldırdı. “Şey ben üzgünüm. Sadece doktor hanımın nerde olduğunu soracaktım. Bende bir doktorum ismim Emine.”
Keskin bakışlarla baktım sadece. Zaten konuşmamda sorun olduğundan konuşamazdım da. O ise uzatmadan geri çekildi. “Kusura bakma lütfen rahatsız ettim.” Diyerek geri çekilirken bakışları belli belirsiz onun kendisine ait sol tarafa yöneldi. Ardından hızla uzaklaştı.
Ben onun gitmesiyle derin bir nefes alarak Yıldız’ın bulunduğu banka dönmüştüm ki uçuşan kuru yapraklardan başka hiçbir şey yoktu. Adımlarımı yine de banka yöneltim. Hızla geldiğim bankın üzerindek eski bir kağıt buldum. Ve şair;
“Benliğimi bulmak için ne kadar yer gezsen ne yazar?
Tek bir bakışla yok olacağını bile bile…”
Birkaç kelimeden oluşan bu satırlar acının yegane göstergesiydi. Elimdeki eski lağıdı fark etmeden sıkmıştım. Bakışlarımı telaşla bahçeye yönelttiğimde kaybolmuş cümlelerin esiriydim.
Ben bir lafına tutulmuştum. Canımın canını yakacağını bilmeden…
Elimdeki eski kâğıdı katlayarak cebime düzgünce koydum. Yemek işini halletmek için adımlarımı mutfağa doğru ilerlettim. Burada yemek yapmak pek istediğim değildi. Ben kendime ait restoranımda yapmak istemiştim. Ama bir süre restorasyonla uğraşacağımdan burada hastalanan aşçı yerine tekrar gelene kadar buradaydım.
Mutfaktan gelen sesler artık kulaklarıma ilişmeye başladığında kaşlarım çatıldı. Bu mutfağa yemek yapanlar hariç pek asker girmezdi.
İçeriye girdiğim anda gördüğüm görüntü karşısında şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım.
Üç asker. İkisi büyük kazan için sebzeler doğrayarak içerisine atıyordu. Diğer ise elinde nerden bulduğunu bilmediğim bir kaşıkla karıştırıyordu. Ben kaşık için ikizimden ayrıldım!
Kaşlarım derince çatılırken konuşmalarına kulak misafiri olmaya başladım.
”Bu soğanlar beni ağlatıyor.” Akan göz yaşlarını silen asker konuşmuştu. “Ben hayatımda çimleri biçmekten sonra en çok bu cezaya canımın acıdığını hissettim.” Oyuncu edasıyla konuşuyordu.
Çimleri biçmek? Makinesi olduğu halde neden bunu dedi?
Kollarımı birbirine kavuşturarak olan biten izlemeye başladım.
”O çimler hepimizi yaktı. Ama Allah’tan Aslan komutan olmadığından artık çim, mim biçmeyeceğiz.” Rahat nefes veren asker biberleri doğramaya başlamıştı.
Sonuncu asker her ne karıştırıyorsa kazanda “Vallahi yırtık bu yüzden. Ama yerine yeni bir üsteğmen gelmiş. İnşAllah o Aslan komutan kadar değildir.”
Üç asker birden aynı anda “Amin!” Diye bağırmasıyla yerimde irkildim.
Arkamdan ise sert batikon bir ses yükseldi “ Asker! Ben size laklaklık edin diye burada iş yapın demedim.” Üç asker aynı anda hazır ola geçerken ben sesin sahibi ağabeyime döndüm. Beni görmesiyle yüzünde hafif bir yumuşama olsa da kendisini toparlayarak askerlere döndü.
İçlerinden en küçük olduğunu düşündüğüm asker “Komutanım vallahi de billahi de bir şey yapmıyorduk.” Dedi.
Ondan biraz daha büyük olan “İşimizin başındayız komutanım.” Dedi.
Hepsininden daha olgun gibi görünen ise sessiz kalmıştı. Veya daha önce çok ceza yediğinden konuşmak istememişti.
Ağabeyime dönerek neler olduğunu sormaya başlamıştım. O ise bana bakarak hafifçe gülümsedi. “Bir şey yok aslanım. Üç koca adamın hatalarını telafi etmesi gerekiyordu.”
Anlaşılan kaşığı onlar kırmıştı. “Peki kırıktı kaşık nasıl yemek yapıyorlar?” Dediğimde elini başıma atarak kendine çekti. “Depoda varmış. Şimdi gel biz dışarı çıkalım Güneş’im gelince görürüz. O itte kız kardeşimizi daha getirmedi.” Sonda söylediği kelimeler pek anlamasamda anlaşılan Demir’e sövüyordu.
Onu başımla onayladığımda askerlere döndü. “Diri tek bir soğan taneciği bile kalırsa kendinizi yemeğin yerine kazanda bulursunuz.” Soğuk sesiyle söylediği ger kelimeyle sertçe yutkundu askerler. Bir anda selam verip “Emredersiniz komutanım!” Demişlerdi.
Ağabeyim bu durumdan memnun olarak beni çıkışa yöneltmeye başladı.
Ağabeyim Agah Demirhan. Belki yıllar sonra ikizimin gelmesiyle ağabey kardeş ilişkisi yaşadık ama en güzelini yaşadık. Aramızda artık eski çekingenlik veya eski soğukluk yoktu. Arada bir ondan çekinsem de hep yanımda olmuştu. Doğruyu söylemek gerekirse öyle güzel ağabey olmuştu ki… Hiç birimizi üzmemek için canla başla çabalamış, ikizimle benim üzerime ise hep titremişti. O dünyanın en iyi ağabeyiydi.
Bahçeye çıktığımızda banklardan araçların görüneceği bir yerine oturduk. Anlaşılan Demir’e ne kadar güvense de içinde anlamlandıramadığı bir çatışma vardı ağabeyimin. Haklıydı. Yıllar sonra çıkıp gelmişti Demir. Üstelik onunla bu süreler zarfında tek bir kez bile iletişime girmemiştik. Bu yüzden ona karşı nasıl davranacağımız belirsizdi.
Belki ağabeyimde aynısını yaptı ama onunki çok daha farklıydı. Ben istediğim her zaman, başım sıkıştığı her zaman ağabeyime telefonla da olsa ulaşırdım. Oysa Demir’e ulaşamazdık… Ağabeyimin ne yaptığını bilemesekte hangi şehirde olduğunu bilirdik. Oysa Demir hep bir sırdı bizim için. Aynı acıyı çekmemize rağmen diyemem. İkiz bağından dolayı acıyı yüksek derecede hep hissetmiştim. Duygusal anlamda en çok acıyı babam ve Agah ağabeyim çekmişken ben ikizim ne zaman acı çekerse hep hissetmiştim. Bu yüzden ben bile gitmemişken Demir’in ortadan kaybolması… Herkesin acı çekişi farklıydı aslında. Bu yüzden pek bir şey de diyemem. Ama onun o küçükkenki halleri gözümün önüne geldiğinde böyle bir delilik yapacağını bilip önlem almalıydık.
Demir uçarı kaçarı olmayan biriydi. Biri ona dokunsa sesi çıkmaz ama ikizime olan bağlılığı beni hep sinir etmişti. Şimdi ise geri gelip tekrar ikizimle olması düşüncesi… Bilmiyorum kıskanıyordum sanırım. Ya da boş versene. Sanırım kelimesini kaldırlarım biz tüm aile ikizimi birbirimizden bile kıskanırdık. Fazlandan biri gelmese de eski bir dostun tekrar gelmesi işleri değiştirecek gibiydi.
”Nasıl gidiyor mekan işleri aslanım?” Ağabeyinin sesiyle düşüncelerimden ayrıldım. Ona dönerek gülümsediğimde “Her şey hazır. Sadece iç, dış düzenini halledeceğim ve bitecek. Çok bir zaman almayacak aslında.” Çok fazla çalışan çalışıyordu. İşlerin hızlı bitmesi için böylesini uygun görmüştüm. Hem her an buradan gidebilirdik. Sonuçta ikizimin zorunlu görevini bir süre daha yapmasına müsade etsek yeterdi. Üç yüz gün ila altı yüz gün arasında zorunlu görev süreleri vardı. İkizimin ise bu sürenin bir kısmı dolmuştu. Buraya geleli bir ayı geçmişti. Ben geleli bile bir haftayı geçmişti zaten. Yani geriye pek bir şey kalmamıştı. Tabi ikizimi ikna edebilirsek…
Ağabeyim beni kolunun altına alarak geriye yaslandı. “Güzel. Başaracağından eminim ama burada restoranını açmak istediğinden emin misin? İstanbul’da olmak hepimiz açısından daha iyi olmaz mıydı?”
Bu konuda haklıydı. İstanbul’da zaten bir mekan daha açacaktım ama ilkini buraya açmamın sebebi bir başkaydı. Başımı sağa sola sallayarak reddettim. “İstanbul’da bir restoran daha açacağım ağabey ama önceliğim burası.”
Bana güzel bir gülümseme sunarak saçlarımı öptüğünde derinden hissetim sevgisini. Ağabeyim sevgisini çok göstermese de ikizimden sonra en çok sevgisini hissettirdiği kişi bendim. Ve bu durumdan oldukça memnundum.
Bahçeye giren eski bir arabanın egzoz sesini duymamızla bakışlarımız araca döndü. O kadar eski ve yer yer küflenmiş araca kaşlarımız çatık bakmıştık. Araç birkaç kez yolda kalacak gibi olsa da sonunda park yerinde tamamen kapanmıştı. Bir anda olduğu yerde durmuştu gerçekten. Şoför kapısı açıldığında araçtan inen adam Demir’di. Hızlı adımlarla koşarak diğer kapıya gittiğinde ise ikizimin kapısını açmıştı.
Araçtan inen ikizim gördüğümde yerimden kalkacakken ağabeyimin kolu buna müsade etmemişti. Ona merakla döndüğümde o birbirileriye konuşan ikiliye bakıyordu. “Bekle.” Tek bir kelime eden ağabeyimi dinledim. Ya da dinlemek zorunda kaldım gibi.
Bakışlarımı tekrar ikiliye çevirdiğimde Demir arka kapıyı açarak içerden büyük bir kaşık ve birkaç poşet çıkarmıştı. Anlaşılan ikizimin çikolata krizi tutmuştu.
Demir tam kapıyı kapatacakken kapının kulbu elinde kalmıştı. O kulba şaşkınlıkla bakarken ikizim içten bir kahkaha atmıştı. İşte o an Demir kulbu umursamadan ikizimin gülüşünü izledi.
Damarlarımda o anlarda kıskançlık aksa da ikizimin gülümsemesi beni geri planda tutuyordu. Acaba Demir içinde diğer çocuklara yaptıklarımızı yapsak yeterli mi? Zira şu an ağabeyim sakin dursa da mayın tarlası gibiydi.
Tekrar ikiliye döndüğümde ikizim kısık gözlerini açarak Demir’e bakmıştı. Demir ise ilk birkaç saniye hala hayran bakışlarla bakmaya devam etse de daha sonra telaşla bir iki poşet olan eliyle kapı kolunu yerine takmaya çalışıyordu.
Ağabeyimin kolunu omzumdan çekip kalkmasıyla bende yerimden kalktım. Eh kız kardeşimize yaklaşan adama en fazla bu kadar müsade edebiliyorduk.
Adımlarımızı Demir’in telaşlı, ikizimin eğlenen haline doğru atmaya başladık.
”Ne oluyor burada?” Diye sert sesle konuşan ağabeyimizle ikizim telaşla bize doğru dönmüştü. Demir ise yüzünde bariz bir sinirle. Bir şeye aniden sinirlenmişti?
İkizim anında ağabeyime doğru ilerleyerek masum yüzünü takınmıştı ki ağabeyim onu durdurdu. Bu ikizimin daha çok telaşlanmasına, bir şey yapıp yapmadığını düşünmeye itmişti. Ama ağabeyim “Sen gelme, ben hep sana gelirim Güneş’im.” Demesiyle ben gülümserken, Demir ifadesiz, ikizim ise etkilenmiş bir şekilde bakmıştı. “Yaa ağabey.” Ah bu sese hiçbirimiz dayanamazdık. Şahsen ikizimin her haline dayanamazdık ya.
Ağabeyim ve ikizim birbirine sarılırken Demir’in bakışları ağabeyimin kollarına kilitlenmişti. Kıskanmış mıydı o? Bu düşünceyi saçma bulduğumdan reddettim. Ağabeyimizden kıskanacak değildi. Değildi değil mi?
“Ne yaptınız bakalım Güneş’im? Anlat ağabeyine her şeyi dinlesin seni hep.”
Bu adamın her hareketi düşünecektin çinitendi şahsen. Ben bile düşmüştüm.
İkizim tatlı tatlı konuşurken ben Demir’in kilitlenmiş bakışlarını çekmek için yanına adımladım. Sessizdim, sessizdi.
Daha sonra bakışlarını zorlukla bana çektiğinde bende ona baktım ifadesizce. Ona karşı bir şey hissetmiyordum. O gittiğinde ben küçüktüm. Gerçi o da küçüktü. Ama onunla çok iyi bir bağımız yoktu. Daha doğrusu o genelde en çok ikizimle vakit geçirirdi. Bizimle vakit geçirmesi ikizimle geçirdiğinin üçte biri bile değildir. Tabi bazı zamanlar oyunlara ikizim beni de dahil ettiğinde Demir anlamadığım bir şekilde huysuzlanırdı. Hayır bu aşık bir kıskançlık gibi değildi. Daha çok değer verdiği bir arkadaşı kıskanmak gibiydi. Bu yüzden bu durumda hiç ses çıkartmamıştım. Tabi biraz bende huysuzlandığımda ikizim benim tarafımda olurdu. Bu durum Demir’i daha sinirlendirse de benim hoşuma giderdi.
Bana mazlum bakışlarla bakan adam “Çok mu geç kaldım?” Demesiyle yerimde taş kesilmiştim. Böyle bir soru beklemiyordum. Benden bir cevap beklemeden ikizimin gülümseyerek bir şeyler anlatan yüzüne baktı. Öyle içli, öyle derin baktı ki o gözler… Ben o gözlerin yandığını fark etmiştim.
Sen gerçekten kimsin Demir? Sen gerçekte nasıl bir adamsın? Eski Ege misin? Yoksa hepimizi kandıran biri mi…
Kimsin bilmem ama… İkizimin tek damla göz yaşına seni yakmazsam adam değilim. Belki şimdi susuyorum ama o an öyle bir konuşurum ki. Sen bile susmamı isterdin Soylu.
Yüreğini dağlayan şeyin, gözlerinin sana dönmemesi olduğunu bilirim.
Canını acıtanın, kalp atışlarını hissetmemesinden kaynaklandığını da bilirim.
Lâkin, onun gözlerinden tek bir damla gözyaşı akarsa ve o damla sana değerse, seni yakmayı da ben bilirim…
Bölüm sonu.
Bu bölüm Arsen’e düştüm :).
Demir’in çocukla çocuk olması cidden eğlenceliydi. Yazması da okuması da.
Agah’ın müsade göstermeleri. Gerçekten normal bir ağabey yapar mı? Bilmem ama Agah sınırlarını zorluyor.
Timuçin? Ona da ayrı üzülüyorum…
Üç askerin hareketleri.
Emine?..
Düşünceleriniz?
Yazım dili?
Hikaye gidişatı?
Bölümü erken attığımdan önde çıkarımlar yapacağım. Bölümü okuyanlarınız bildirimi ciddiye almasın. -Tabi herkese bildirim gidiyor mu? Bilmiyorum.- Neden öne çıkaracağım? Erken yayınladığımdan ve okulları olanların okuldan gelince okuyabilmesinden. Neden erken yayınlıyorum? Bizim saatimiz genelde 10.15-11 arasıydı. Ama ben o saate telefona bakamayabilirim. Bu yüzden böyle olması daha iyi gibi geldi.
Güneşli günler dilerim.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 85.27k Okunma |
6.1k Oy |
0 Takip |
57 Bölümlü Kitap |