43. Bölüm
Fatma Tuncay / KŌHNE / 40. Bölüm

40. Bölüm

Fatma Tuncay
demirkalem

Düğünün üzerinden yirmi dört saat geçmişti, Berzan'dan hala bir haber yoktu. İşin kötüsü, Berzan'ı alanlar yüzünden köylüler tedirgin olmuş, okula hiç bir öğrenciyi göndermemişlerdi. Hande her zamanki gibi sağlık merkezindeki sözde hemşirelik mesaisini tamamlamış eve gelmişti. Güneş kah ayakta kah koltukta soğukkanlılığından eser kalmamış halde evin neredeyse tüm metrekaresinde gergince turluyordu. Hande'nin geldiğinin bile farkına varamamıştı.

"Güneş!" Afalladı Güneş, Handeye baktı. Gözlerinin kan çanağına döndüğü yetmezmiş gibi bir de göz altı çökmüş, yanık tenine rağmen morları kendini belli ediyorlardı.

"Gözümüzün önündeki çocuğu kaçırıp dağa kaldırdılar Hande! Biz.... Ben, koruyamadım. Ben öğrencimi koruyamadım. Hande ben Uraz'a onca şey saydım ve bana verilen tek görevi tamamlayamadım. Berzan çok küçük o daha küçücük bir çocuk..."

Koşarak Güneş'i kolları arasına alıp sakinleştirmeye çalıştı Hande. Kolları arasındaki beden öyle kasılmıştı ki ne yaparsa yapsın sinir harbindeki bu bedene tesir edemeyecekti.

"Senin hatan değildi. Bilemezdin, bilemezdik." Hande'nin kolları arasından kurtuldu Güneş.

"Hayır, biliyorduk, bu yüzden burada tedbirli olmamız söylendi bize. Rehavete düştüm, kendi derdime düştüm. Kibrime, öfkeme gururuma yenik düştüm. Hepsi benim suçum. Hepsi! Benim! Suçumm!"

"Ediple konuşma fırsatı buldum. Uraz komutasında hayalet bir ekip sınır ötesine geçmiş, Yavuz'la Edip ise ihtimaller doğrultusunda köyün güvenliği için buradalar. Sağlık ocağına da iki asker göndermişler."

"Okula kimse gelmedi bugün."

"Herkes korku içinde, evlatlarının dağa kaçırılmasından korkuyor analar işte!"

"Bana ... Bana güvenmişlerdi ben... BBen herkesin güvenini boşa çıkardım."

"Güneş ama ya. Bu coğrafyanın kaderi böyle, bizde değiştirebilmek için uğraşıyoruz işte. Kendine yapma bunu, düğünü fırsat bilmişler. Kim bilebilirdi?"

Lanet gibiydi... Yıllar sonra ilk kez mutlu hissedip gülümsemişti kadın. Akabinde ilahi bir terbiye gibi bu felaket gelmişti başlarına. Yıllar önce de en mutlu olduğu zamanlarda Asude'yi kaybetmişti. Gülmek mutlu olmak haramdı Güneş için . Öyle değilse bile, Güneş'i aksine kimse inandıramazdı artık.

"Ben böyle eli kolu bağlı gibi hiç bir şey yapmadan daha fazla burada bekleyemeyeceğim Hande." Hızla önce odadan sonrada yaşadıkları evden karargaha gitmek üzere ayrıldı Güneş. Hande'de Güneş'in peşine takılmıştı. İkili karargaha geldiklerinde karargâhtaki askerler, Hande’nin varlığına alışkın olduklarından, dikkatlerini çeken kişi Güneş, namı diğer Esra Öğretmen olmuştu. Bu coğrafya da görebilecekleri en güzel kadın olan Güneş’i bir an bile göz hapsinden tahliye etmiyorlardı. Hayranlıkla izledikleri kadın, koşar adımlarla önüne çıkan ilk askere Edip'i sorduğunda her er kendini o askerin yerinde hayal ediyordu.

"Astsubay Edip Olcay'la görüşmem gerek." Er , bir karşısında kendisine üstünü soran kadına birde hemen arkasında duran Edip'in sevgilisi olarak tanıdıkları kadına bakıp cevap verdi.

"Oodasında, kendisine sorup size..."

El işaretiyle gösterdiği odaya müsaade beklemeden daldı Güneş. Odaya girer girmez Edip masasından kalktı ve odadaki askerlere odadan çıkmaları için baş işareti yaptı. Eş zamanlı Güneş’in pervasızlığı yüzünden kendisini savunmak için odaya koşan er de Edip’in onayıyla sorun olmadığını anlayıp odadakileri baş başa bırakmak için ardından kapıyı kapatarak odadan ayrıldı.

"Ne oluyor orada!" Telsizden gelen sesin sahibi Uraz'dı.

Güneş Uraz’ın öfkeli sesini duyunca yere çöktü ve ellerinin ayasını alnına dayayıp çöktüğü yerde beklemeye başladı. Edip bu manzara karşısında donup kalmıştı. Hande ise Güneş’e ne olduğunu anlamak istercesine bakıyordu. Edip biliyordu ki Güneş yetimhane yıllarında karanlık oda cezalarından sonra yetimhane müdürüyle karşılaştığı zamanlarda böyle siper alırdı.

"Buralarda gün ağırdı.” Uraz Edip’in verdiği mesajla gelenin Güneş olduğunu anlamıştı. Uraz’ın gözleri önüne Güneş’in düğündeki perişanlığı geldiğinde özenle konuşmasına devam etti. Konuşmanın seyri daha çok Güneş’e açıklama yapar gibiydi.

”Beklediğimiz bir şeydi, fakat sadece Berzan’ı almaları tuhaftı. Annenin dağa kaçırılan ikinci evladı. Şüphelerimde yanılmıyorsam bu rastlantı olamaz. Ağabeyinin bu işin içinde olduğunu düşünüyorum. Eğer öyle ise bu engellenemezdi. Herhangi bir zamanda herhangi bir yerde Berzan’ı alacaklardı. Bu… Bu senin hatan değildi ama kendini toplayıp görevine konsantre olmamak senin hatan olur…”

Güneş, ellerini alnından çekip başını kaldırdığında Hande ve Edip’in yüzünü görebilmelerine izin vermiş oldu. Yavaşça kararlı bir duruşla ayağa kalktı ve telsizden gelen sesin sahibi karşısında konuşuyormuş gibi Uraz’ı hayal etti Güneş.

“Birilerine faydalı olmak istiyorsak önce kendi bedensel ve zihinsel sağlığımızı korumalıyız. Zor zamanlar bizi bekliyor kaybedecek vaktimiz kalmadı. Destek için bekliyoruz. Mühimmatlarla dört bir yanımızdalar. Köyü sarmaları an meselesi. Benim size ihtiyacım var. Sizin varlığınıza ihtiyacım var. Gün bugündür. Temennim odur ki tek bir kayıp vermeden şu it sürülerine haddini bildirelim.”

“Emredersiniz Üsteğmenim.”

Yutkundu Güneş. Hande ile göz göze geldiler o sırada Edip telsizi kapatıp bu kez de telefonun ahizesini kaldırdı.

“Harekat için sadece yarım saatimiz var!” Dedi.

“Gidiyor musun?”

“Uraz kıdemli mi duymadın mı Hande!” Diye çıkıştı Edip, içi sızlayarak. Kendini tutmayı bıraksa kolları arasında sımsıkı sarmalayacaktı Hande'yi ama bırakamazdı. Şimdiye kadar sabretmişken artık hiç bırakamazdı kendini zira Hande hislerinin karşılıksız olmadığını anlar da başına o dağda bir kötülük gelirse ardında sadece kırık bir kalp bırakmayacağını biliyordu.

”Kaç kişisiniz?” Diye soran Güneş’ti.

“On beş.” Dedi sorgularcasına Edip.

“On altı.” Karşılığını verir vermez Edip’in cevabını beklemeden odadan çıktı Güneş. Peşi sıra odadan çıkmak için yeltenen Edip’i durduran Hande oldu.

“Boşuna engel olmaya kalkma. Durduramayız! Sizle gelmesi yalnız gitmesinden daha güvenli.”

Durdu Edip. Hande haklıydı. Kendi de biliyordu Güneş’e engel olamayacağını.

“Döndüğümüzde baş başa birer çay içip konuşsak mı Hande?” Hande’nin gözlerinde birer ışık parladı. Konuşamadı, umut yumrusuyla düğümlendi boğazı. Edip’e, hayranı olduğu adama baka kaldı öylece. Doğan güneşin ufuk çizgisindeki renk cümbüşüne bakar gibi. Aklında aynı anda binlerce soru cümlesiyle; Neydi şimdi bu? Ne konuşacaklardı?

Kendisine meraklı gözlerle bakan kadına sadece gülümsemekle yetindi Edip. Gülümsemesine tebessümle karşılık aldığında iki kalp, birbirlerine uçmak için kanat çırpmaya başlamıştı. Askerleri harekat için toplamak üzere çıktı odadan Edip, ardındaki kalbe kalbini bırakmıştı. Kendi de cesaretine şaşkındı aslında. Ne konuşacaktı Hande’yle. Nasıl konuşacaktı. Bizden olmaz mı diyecekti. Bekleme artık beni mi diyecekti. Kendine birini bul ve onu çok sev mi diyecekti. Düşüncesi bile yüreğine o kadar ağırdı ki…

Toplanma alanında harekata katılacak askerler, sırtladıkları mühimmat çantalarıyla yerlerini almışlardı. Yavuz harekete geçmek üzere kendisini bekleyen ekibin yanına vardığında Edip'in ağzı açık bakakaldığı yöne çevirdi başını. Gözleri yuvasından çıkmasınlar diye bir kaç kez kırpıştırdıktan sonra önce yutkundu sonra yavaşça Güneş'in yanına gelip, saçlarına bakarak konuşmaya başladı.

"İslam Beyin peşine askere katılan Zekiye gibi görünüyorsun." Güneş başını kaldırıp Yavuz kıdemlisine en sertinden şahin bakışı atınca Yavuz da ağzından çıkanı duymuş oldu.

"Vatan yahut Silistre diyorsunuz?"

"Aynen. İlle de vatan, illede vatan diyorum." Kendisine imayla cevap veren Güneş'e karşılık verip kaçar adımlarla askerleri selamlayarak helikoptere bindi Yavuz. Sırasıyla, bekleyen helikopterlere binen askerler, güvenli alana varmak üzere havalanan uçak içerisinde kendilerini neyin beklediğini bilmeden vatan aşkıyla yola çıktılar.

...

Helikopterler askerleri sınıra yakın güvenli alanda Suriye topraklarına bırakıp geri dönerken ilk kez operasyonlara katılanların şaşkınlıkla etraflarını inceleyişlerine bakıyordu Yavuz. Dağlar, sessizliği delen kurşun ve şehit kardeşlerinin sesleri arasında cenk ettiği davası ve dahası bu atmosfer her daim onunlaydı, ama bugün acemiler için ilkler tezahür edecekti. İlkler asla unutulmazdı. Gerçi Yavuz hiç bir operasyonunu unutmamıştı. Hiç bir kaybı ve zafer uğruna süngüye sürdüğü kurşunun delip geçtiği hiç bir hedefi de unutmamıştı.

"Ekip, ikiye bölünecek, iki koldan dağılacağız. Dört saat sonra yine bu güvenli alanda olacağız. Dediğim gibi sadece dört saat buradayız. Bizler için tasarlanan üniformalara ait bereleri yüzünüze geçirin. Yüzünüzü gören bir düşman asla hayatta kalmamalı. Hayaletiz, ona göre davranacaksınız. Biliyorum henüz ilk görevi olanlar var aramızda, söz konusu vatan olunca hiç biriniz acemi değilsinizdir. Burada bize ait olanı alıp vatanımıza geri döneceğiz. Onurumuzla nasıl geldiysek öyle eksiksiz öyle dik ve onurlu vatanımıza döneceğiz. " Güneş'e baktığı dakikalarda söze devam etti.

"İyi bir konuşmacı değilim, genelde böyle konuşmaları Uraz yapardı. Bu kez o yanımızda değil ama biz kendisine destek için buradayız. Berzan'ı da alıp, zulalarını patlatıp, o kansızları toprağa gömüp tekrar vatanımıza döneceğiz. Anladınız mı asker?"

"Emredersiniz!" Dedi her biri aynı anda tek bir vücut gibi, canla başla sesini dağa, taşa, yerle gök arasında her ne varsa hepsine seslerini duyurmak için haykırırcasına yüksek sesle karşılık vermişti.

İkiye bölünen ekipten , Yavuz'la Güneş aynı ekipte iken Edip bir diğer ekipte harekata devam ediyorlardı. Her ekipte bir koordinat belirleyici bulunuyordu. İşlerini şansa bırakamazlardı. İhtiyaç halinde hava sahası desteği talep etmekten geri kalmayacaklardı. Fakat hava sahası destek talebi son çareleri olmalıydı. Umdukları ise harekatı, hava sahası desteğine gerek kalmadan başarıyla sonlandırmaktı.

Saat gün ortasına varınca artan sıcaklık, kurak topraktaki son su kalıntılarını buhara çevirip havada dalgalandırmalar oluştururken matarasından kana kana su içti Güneş. Yola çıktıklarındaki ağırlıkta olan çantası saatler ilerledikçe daha da ağır geliyordu bedenine. Yüzüne geçirdiği maske ve bedenini saklayan giysi bir kenara ayağındaki postallar sebebiyle ayakları çoktan nasır bağlamış olmalıydı. Acıyı yok saymayı eğitimlerde öğrenmişti. Bu yüzden fiziksel olarak zorlandığını düşünmüyordu ama yüreğinde ki o görev bilinci ve yenilmişlik hissi ruhunu kabzediyordu.

"Şuradaki dağa da bir göz atalım."

"Uraz'a ulaşamadık mı henüz."

"Cihazında bir sorun olmalı, buraya geldiğimizden bu yana ne Uraz'dan ne de ekibinden bir tek ses alamadık."

"Bilerek kapatmış olabilir mi?"

"Yapar pust. Bizi de o çukura çekmemek için kendini de yakar ama ben kardeşimi burada bırakır mıyım? En kötüsüyle karşılaşacağımı bilsem ne dirisini ne ölüsünü ne de kanını bu yerde bırakırım!"

Gözlerini Yavuz'un üzerinde dolaştırdı Güneş. Değişik bir adamdı Yavuz. Çabuk sinirlenen cengaver bir adamken, bazen hiç bir şeyi umursamıyormuş gibi andan kopup kendisine has espriler yapabiliyordu. Hiç biri güldürmeyen Yavuz'ca espriler.

"Üzgünüm Güneş, ben sıska kadınlardan hoşlanmıyorum."

"Ardınızda da mı gözleriniz var sizin?"

Aniden durdu Yavuz, işaret parmağını dudakları üzerinde tutup sus işareti yaptı. Ardındaki askerlere iki parmak yapıp sağ ve solu işaret etti. Güneş'e de kendisini takip etmesini işaret etti. Güneş'in nabzı aniden hızlanmıştı. Duyduğu çıtırtılar ve fısıldaşmalar kendilerine ait değildi çünkü. Adımlamayı bırakıp bulundukları yerde kamufle oldular. Hedefte sadece iki kişi vardı. Başkalarının da olup olmadığından emin olmaları gerekti. İkili kendi aralarında hararetli olarak konuşarak ilerliyorlardı. Yavuz'un istihbarata ihtiyacı vardı. Bu yüzden en az bir canlı lazımdı. Belindeki deri kılıfın içinden bıçağı kemik rengi kabzasını kavrar kavramaz çıkarıp Güneş'e döndü. İşaret diliyle plana dair bilgi verdi. Yutkundu Güneş. Edip'in ona anlattıkları dönüyordu beyninde. Susturmalıydı ustakileri ve hedefine konsantre olmalıydı. Bir hataya dahi yer yoktu. Kıldan ince kılıçtan keskin bir yoldaydı, eğer ayağı kayarsa tüm bedeni sönmek bilmez vicdan alevlerinde boğulacaktı. Ne ölebilecekti ne de yaşayacaktı. Başını aşağı yukarı salladı ve silahın kabzasına omuzuyla destek verirken gözünü sol gözünü yumup dürbünden hedefini takibe aldı. Kalbinin ritmini, havadaki esintiyi ölçerek hedefin sapma payını hesaplamaya koyuldu. Yavuz iki terör üyesinin ardından seri adımlarla atağa geçip birinin saniyeler içinde şah damarını keserken diğerinin silahına attığı eline silahından çıkan kurşunla engel olan da Güneş'ti. Yaralı olan teröristin ağzına tıktığı el bombasıyla çığlıklarını keserek terör üyesini esir aldı Yavuz.

"Bana bak, bu ağızdan çıkacak tek ses, sadece sorularımıza vereceğin yanıt için olabilir. Aksi halde saniye düşünmem pimi çeker beyninin parçalara ayrılışını izlerim. Anladın mı diye sormayacağım, anladığın gözlerinden belli oluyor."

"Edip, koordinat veriyorum. Tutsak ve mühimmatı ele geçirme işi sizde Uraz ve ekibine destek bizde."

"Emredersiniz."

İki saatlik yol kat edip menzile on dakikalık mesafe kaldığında ekip son hazırlıklarını tamamlamış tutsaklarının yanlış bilgi verme ihtimalleri üzere temkinli şekilde planlarına sadık harekata devam ediyorlardı.

"Bu arada , atış şimdiye kadar gördüklerimin arasında en iyisiydi." Dedi Yavuz. Güneş beklemediği anda duyduğu övgüyle afalladı.

"Heyecanımı, endişelerimi, elemimi bir kenara koymam için beni övüyorsunuz."

"Neden öyle bir şey yapayım."

"Bu, sahada çatışmalı ilk görevim , ölümle yüzleşmek zorunda kalacağım ilk gerçek görevim."

"Eğitim için imzayı attığın o günü hatırla. Bence ilk değil. Biz o gün önlerinize imzalanmak üzere konulan dosyalarda benliğinizi öldürmenizi istemiştik zaten. Sevdiğiniz insanlarla, alışkanlıklarınızla bağımlılıklarınızla vedalaşırken sizden benliğinizi öldürmenizi istemiştik. En zoru o gün değil miydi?"

"Bir çoğu için öyle olabilir belki ama söz konusu olan benim, Yavuz Kıdemlim. Kimliğindeki ad bile emanetmiş gibi hisseden birinin ardında bırakamayacağı ne olabilir ki."

"Bu günü o günden daha zor kılan ne peki?"

İşte Güneş'in kalbine darbe vuran bu soruydu. Yaşamdan bu kadar nefret ederken hayata dört elle sıkı sıkıya tutunmuştu fark etmeden. Önceleri Asude'nin intikamıydı gayesi, kendinden çocukluğunu çalanlardı. Kendisini yetimhaneye iten bilinmeyeni bilmekti ... Uraz'a kendini ispatlamaktı, Berzan'ı kurtarmaktı, okul bahçesinde koşan yamalı giysili çocuklara iyi bir gelecek olmaktı. Dahası, daha da dahası vardı ... Cevap veremedi.

"Hiç aşık oldun mu sen Güneş. Görmek, sesini işitmek için saniyeleri bile saydığın biri oldu mu?"

"Ha...hayır." Diyebildi Güneş artarda gelen beklenmedik sorularla tüm dengesi altüst oluyordu.

"Aşık ol Güneş. Sev, etrafına bak, göğe yere ve ikisi arasındakilere. Sevilmeye değenler içerisinde kalbine en çok layık olanı bul ve sev. Unutma bir ülkün varsa güçlüsündür, bir sevdiğin varsa dirisindir."

"Ne demek o."

"Korkuyorum Güneş, birazdan şu şerefsizlerin inine gireceğiz. Orada benim can yoldaşım silah arkadaşım var . O herif yaşamla dalga geçiyor. Bazen diyorum birine aşık olsa, birini iliklerine kadar sevse, görevde başarılı olduğu kadar yaşamda da başarılı olur. Ne yara alırsa alsın yaşamak için de savaşır it ama nerde! Yok işte yok, adi herifin görevden başka bir aşkı yok. Şahadete ermekten başka gayesi yok. Ari'yi bulsa dakika düşünmez kendisiyle birlikte patlatır o herifi, ayı. Ardımda duran silah arkadaşlarımdan önce şahadete ermekle ayıp ettim bile demez."

"Sizi diri olmaya zorlayan kim?" Gülümsedi Yavuz. Nasıl güzel bir gülümsemeydi ki, gözlerine yıldızları bile sığdırmıştı.

"Yavuz kıdemlim, burası boş." Edip'in telsizden duyulan sesi Yavuz'un az evvel gözlerinde asılı olan yıldızların yerini alevlere büründürmüştü.

"Nasıl boş! Ulannnn!" Haykırarak yanında sürüdüğü esirin ağzından topaç yaptığı kumaş parçasını söküp pimini çektiği el bombasını gerisin geri adamın ağzına tıkadı Yavuz. Deli cengaver silkti adamı, adam başını sağa sola savururken haykırdı Yavuz.

"Son duanı mı edeceksin!"

Ağzından el bombasını çıkarıp son sözünü söylemesi için zaman esire zaman tanıdı. Esir, yeminler ederek, doğru söylediğini, yanlarından ayrılırken esirlerin hala orada olduğunu tekrarlamaya devam edip duruyordu. Yavuz tekrar el bombasını adamın ağzına tıkacakken esir, bu kez küstahça haykırdı.

"Patlama sesi duyulduğunda hepiniz ölürsünüz burada olduğunuzu anladıkları an ..."

Yavuz tutsağa kendisini iplemediğini önce adamın ağzına el bombasını tıkayarak göster. Sırt çantasının altındaki asılı küçük torbayı iki hareketle açıp adamın başına doladı. Tekmeyle adamı uzağa doğru savurduğunda ekibine uzaklaşmaları için hareket emri verdi. Duyulan bir bedenin düşme sesinden başka bir şey değildi. Güneş, patlama sesi işitmeyi beklerken, sessizliğe ardına dönüp baktığında yerdeki teröristin başına geçirilmiş torbanın şeklini görüp şaşırmaktan kendini alamamıştı. Teröristin başsız bedeni bir köşede kopan kesik boynundan oluk oluk kan akarken, başına geçirilen torba dümdüz olmuş şekilde diğer tarafta duruyordu. Görüntüden bulanan midesini yok saydı Güneş.

"Tuğçe mi?" Diye sorsa da cevabı duymaksızın bu şeyde de Tuğçe'nin imzası olduğundan emindi Güneş. Sorusuna karşılık, Yavuz'un gözlerinde yanan parıltıyı gördüğü o an bir başka şeyden daha emin olmuştu.

--->Gelecek Bölümde buluşuyor muyuz?

Bölüm şarkısı...

 

 

Bölüm : 03.03.2025 23:18 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...