

"Komutanım, cephane sınırlı."
"Ne kadar?"
"En fazla yarım saat."
"Tamam asker."
"Hasan, sinyal yok mu hala?"
"Hayır, pusuya düşürüldük. Şerefsizler, her şeyi planlamışlar. Sinyal alamıyoruz Uraz ."
Uraz, yanındaki çocuğa baktı. Gözleri dolu doluydu.
"Beni bırakmayın burada, anam üzülür. O çok üzülür." Dedi Berzan.
"Seni bırakmak için gelmedik buraya, buradan kurtulmamız için birbirimize yardımcı olmalıyız. Kimdi o? İstese seni öldürürdü ama yapmadı. Onu tanıyorsun değil mi? Başlarındaki lideri tanıyorsun değil mi Berzan?"
"Bbana ağabeyim olduğunu söyledi. Köyde okuldan eve giderken çoğu kez yoluma çıkardı. Anam da bir ağabeyim olduğundan ve ağabeyimin dağa kaçırıldığından bahsederdi, ağladığını gördüğüm gecelerde. Bben onu çok hatırlamıyordum." Uraz, karşısında konuşan çocuğa baktı, baktı.
"Bben onunla burada olmak istemiyorum, anamın yanında olmak istiyorum, doktor olmak istiyorum." Diye haykırdı.
"Doktor olacaksın Berzan, buradan kurtulursak sana söz, doktor olman için her şeyi yapacağım." Başını, telaşlı haline rağmen Uraz Komutanı onaylarcasına aşağı yukarı salladı Berzan. Uraz, daha fazla vakit kaybedemeyeceklerini bildiğinden seri hareketlerle Berzan'ı tek eliyle kavradı, diğer elinde tuttuğu silahı Berzan'ın şakağına dayayıp teröristlerin görüş alanına girdi.
"Mirzaaa! Kardeşin elimde. Eğer bir tek kurşun daha sıkılırsa onu öldürürüm." Tüm silah atışları durmuştu. Uraz'ın ekibi de şaşkınlıkla Uraz'a bakıyordu.
"Sana demiştim Berzan! Bunlara güvenilmez demiştim. Gözden çıkarılan ilk biz olduk. Bizim bir değerimiz yoktur bunların gözünde, demiştim."
"Ağabey! Kurtar beni Mirzaa Ağabey!"
Uraz kollarında çırpınan Berzan'ın oyunculuğuna hayran kalmıştı.
"Berzan'a karşılık canınızı bağışlarım ama mühimmatı bize vereceksiniz." Kolay pes ederse dikkat çekerdi. Amaç destek gelene dek vakit kazanmaktı.
"Olmaz! Buraya mühimmatı almaya geldik. Berzan'ı sağ istiyorsan ..."
"Pazarlık edecek durumda olduğunuzu sanmıyorum."
"Berzan'ı istemiyor musun?"
"Burada olma gayemiz bellidir, özgürlük için gerekirse Berzan canını feda edebilir." Alaylı bir şekilde gülümsedi Uraz, az evvel kardeşine nare atan adam şimdi kardeşini harcıyordu.
"İlk kardeşini gözden çıkardın demek!"
"Aynı şey değildir! Gözden çıkarılmakla, fedakarlıkta bulunmak aynı şey değildir!"
"Sordun mu Berzan'a burada olmak istiyor mu?"
"Bilse en çok o ister. Bilmedikleri çoktur!" Hasan, Uraz'la beraber iken Arif, Koray ve Fırat çoktan hedef şaşırtmak için dört bir yana dağılmıştılar.
"Neymiş o bilmedikleri?"
"Sizin bilip de yok saydıklarınız komutannn!" Mirza tüfeğinin tetiğine parmağını dayamış Uraz'a son ikazını yapıyordu.
"Berzan'ı bırakacaksın? Mühimmat kasasını da! Buradan çıkışınıza izin verebilirim o zaman."
"Beni duyuyor musunuz?" Arif'in sesi kulaklıklara gelince Hasan koordinatı iletebileceklerini anladı.
"Aslanım be! buldun demek sinyal kesiciyi ha!" Heyecanla Arif'e karşılık verdi Hasan.
"Bulmak ne kelime, sülalesini s..tim. Hepsi imha."
"Koordinat gönderdim, sahadaki destek ekibi yakınlardaysa eğer... " Hasan'ın cümlesini tamamlamasına izin vermedi Arif.
"Eğer bir kurtuluş nasip olacaksa sebep de o nasiple gelir Hasan. Çanakkale’de destan yazan tarihimizi, Bedir’de düşmana galip gelen imanımızı unutmayasın."
"O zaman vakit tamam. Bismillah!"
"Bismillah!"
"Bismillah!"
Uraz, kulaklıklardan işittikleriyle, derin bir nefes aldı.
"Pekala, Berzan'ı bırakacağım. Mühimmatı da şimdilik bırakacağım. Kısa süren zaferinizin tadını çıkarın Mirza!"
"Tüm askerler görüş alanımıza gelsin önce! Topla itlerini komutan."
"Ne diyor lan bu, it falan! Ne diyor bu!" Diyen Koray'dı. Dişlerini sıktı Uraz. Koray'ı tutacak komutu veremedi Uraz, hala Mirza'nın görüş alanındaydı. Zira diğerleri de kesik mikrofonlar sebebiyle Uraz’ın planladıklarını duyamamışlardı.
"Dur Koray, sakın!" Diye ses verdi Hasan, Koray çoktan kamufle olduğu yerde nişan alıp artarda iki teröristi başlarından vurarak yere sermişti. Düşen domino taşı etkisiyle Mirza da silahını kaldırdı, diğer teröristlerden kamufle olmayanlar kamufle olup askerlere karşı ateş açtılar. Uraz Berzan'la bulundukları yere en yakın varla yok arası kayanın ardında olabildiğince siper almaya çalıştı. Fısıldadı Berzan.
"Şimdi ne olacak."
"Allah ne dediyse o olacak Berzan.!" Ellerinde kalan mermilerle son kurşuna kadar direnmeye devam edeceklerdi.
"Hasan Berzan’ı mühimmat sandığıyla birlikte güvenli bir alana götürmelisin."
"Fakat Uraz Kıdemlim…"
"Hasan mermiler tükenmek üzere, seni şimdi koruyabilirim ama sonra … sonrası olmayabilir lütfen artık itiraz etme."
"Emredersiniz."
Hasan gideli on dakika olmuş mermisi tükenmiş bekliyordu Uraz. Düşman adımlarının kendisine yaklaştığının farkındaydı. Belinden çıkardığı son el bombasını kullanmak üzere pimi çekik halde avucunda bekletiyordu. Bulunduğu zirvenin eteklerini tırmanan teröristler menziline girdiğinden daha fazla beklemeden el bombasını salladı. Artık sadece bedeniyle savaşarak karşı koyabilirdiler.
“Hakkınızı helal edin Komutanım.” Dedi Koray.
"Destek ekip, nerdesiniz! Daha Ne kadar bekleyeceğiz.” Dedi Arif, Fırat’sa sessizdi.
"Az daha dayanın!" Diye güç bela sesini duyurdu Yavuz. Sonunda Uraz'ın ekibiyle irtibata geçebilmişlerdi.
”Ulan Yavuz sırattan düşecekken beni tutan son ana bıraktığım amelim gibisin. Bıçak gırtlağa dayanınca mı geleceksin LAN!”
“Oooo, ko mu taaan. Ne oldu ateşiniz kesildi bakıyorum.”
Adım adım Uraz'ın siper aldığı alana doğru ilerlemeye başladı her bir terörist. Uraz’la kendisine uzanan teröristle aralarındaki mesafe üç metreye düşünce duyulan sesle Uraz kontrollü bir şekilde siper aldığı yerden doğrulup sesin geldiği noktaya baktı, Mirza öfkeyle etrafa ateş açılması için emirler yağdırırken.
"LAN Koray! Ne bok yemeye karşı tarafı kızıştırıyorsun." Diye Kora'ya çıkışan Yavuz'du.
"Ne dediğini duysaydınız ... "
"Duyduk, o yüzden anasından emdiği sütü burnundan çıkarmaya geliyoruz ya!"
"Daha fazla ateş, dahaaa...." Diye haykırdı Mirza ama ateş azalmaya başlamıştı o an bir kaç adamın başlarından vurulduğunu fark edip siper aldı.
"Yettik! Seni tutmaya geldim Uraz. Düşmeyeceksin sırattan he."
Sanki bir izleyicisi varmış gibi, o kendine has, erkeksi, gülümsemesini bahşetti Uraz, siper aldığı yerden belindeki bıçağı çıkarıp kendisine atılan silahla düşmanlarına korku salmaya devam etti. Yetişmişlerdi. Uraz desteğe gelen maskeli ekipten bir tek Yavuz'u cüssesinden tanıyabilmişti. Koray, Arif Fırat'ta siperlerinden çıkıp hücuma geçtiler. Kendilerine desteğe gelen askerlerin verdiği mermilerle silahlarını doldurdular her biri düşmanlarını tek tek indirirlerken, Mirza bir kaç yandaşıyla çoktan sırra kadem basmıştı. Uraz Mirzan'ın siper aldığı mağaraya girdiğinde mağaranın görünen bir oluktan çok daha derin olduğunu fark etti. Belindeki kemere asılı cihazın aydınlatmasını açıp eline aldı.
"Uraz, neredesin.?"
"Mağara derin Yavuz, yolu takip ediyorum, Mirza'yı bulmam lazım."
"Beklesene lan. Ne diye yalnız gidiyorsun."
"Olmaz! Yalnız devam etmeliyim. Siz Hasan'ı bulun. Edip’in gelecek destek için söylediği sayıdan daha az kişiyiz."
"Aslında bir fazlasıyız bile. Sizden haber alamayınca ikiye bölündük. Edip'in komuta ettiği ekip sözde mühimmatın olduğu koordinata yönlendirildiğinde kandırıldığımızı anladık. Gittikleri yer boştu."
"Hasan'da! Mühimmat ve çocuk Hasan'ın korumasındalar. Bu söyleyeceklerim bir emirdir Yavuz. Buradan o silahlarla ve çocukla noksansız çıkmalıyız Anlaşıldı mı?"
"Pekala, anlaşıldı. Fırat, Koray ile Arif’i Edip ve erlerini bulmaya yönlendireceğim."
“Edip'i bulur bulmaz askerlerini geri çekin. O genç çocuklar yeterince riske atıldılar. Bundan Sonrası bizde Yavuz."
Yavuz, hemen yanında duran Güneş'e baktı.
"Güneş, Uraz'ı duydun. Sen erlerle birlikte helikopterin ineceği yere dön. Ben Koray, Arif ve Fırat'la devam edeceğim. Mühimmat ve çocuğu güvenli bir şekilde yerlerine ulaştırmalı, Edip ve erlerine ulaşmalıyız."
Güneş, başını aşağı yukarı sallamakla yetindi, gözü Uraz'ın gittiği mağaranın girişindeydi. Uraz telsizden işittikleriyle gülümsedi. Askerlerin arasında Güneş'te vardı demek. Kalbi hızlandı, demek Güneş verdiği mesajdan hareket zamanının geldiğini anlamıştı. Kalbinin artan ritmini hızla ilerlediği mağaranın derinliğine yorup, korkularını yok sayarak, temposunu düşürmeden mağara karanlığında ilerlemeye devam etti. Her bir adımıyla zemindeki yumuşak toprağa gömülen postalları ardında iz bırakırken kendi de iz sürmeye devam ediyordu. Yüzüne vuran hava akımı mağaranın çıkışına yaklaştığının habercisiydi. Adımlarını yavaşlattı, kontrollü bir şekilde ilerlemeye devam etti. Kendini karşılayan ışık huzmesine, elindeki cihazın aydınlatmasını kapatarak karşılık verdi. Cihazı beline takarak silahının kabzasını iki eliyle kavradı. Gözlerini kendisini neyin beklediğini bilmediği mağara çıkışına sabitledi. Ağır adımlarla kontrollü bir şekilde ilerlemeye devam etti. Mağaranın çıkışına yaklaştıkça artan ışık karanlığa alışan gözlerini sızlatıp birer damla yaş olarak yüzünden süzülürken son zamanlarda başına gelen tatlı bir tebessüm gelip geçti gözlerinin önünden. Her operasyonda belki son operasyonumdur deyip şahadetle yola çıkarken hatırındaki o gülüşle de ilham buluyordu kendine. Mağaranın çıkışındaki kayanın ardında siper alıp etrafı yokladı. Herhangi bir ses herhangi bir kıpırtı olmaması normal değildi. Geç kaldığını düşünmüyordu. Çömelerek adımlamaya devam etti. Yüksekli alçaklı yamaçların olduğu arazide bir çok kör nokta vardı. Temkini elden bırakmadan ilerlemeye ve etrafı yoklamaya devam ederken ardında duyduğu sesle göğsünü dolduran bir nefes aldı Uraz.
“Elimizdesin ko mu taaan”
“Mühimmat da kardeşin de bizde, içi bol bir üstünlük seninki. Vazgeç, teslim ol!”
“Ağzın iyi laf yapar komutan ama bilesin ki o mühimmat da Berzan da daha sınırdan dışarı çıkmamıştır."
Mirza adım adım Uraz'ın ardından yaklaşırken, Uraz hassas kulaklarına düşen sesleri dinlemeye devam ediyordu. Mirza'dan başkaları da olmalıydı ardında. Yapacağı yanlış bir hamle sonu olabilirdi.
"Uraz, mühimmata ulaştık, güvenli bölgeye geçeceğiz. Edip'e ulaşamadık. Erler, güvenli bölgede." Derin bir nefes verdi Uraz, Güneş güvenli bölgedeydi peki ya Edip! Edip hakkında sormak istedikleri olsa da soramazdı, eğer Yavuz bulunduğu durumu öğrenirse ne yapar eder geri dönerdi ki operasyonu tehlikeye atamamalıydılar. O mühimmat sadece bir silah değil aynı zamanda delildi, o mühimmat Ari'ye ulaşmak için bir izdi.
"Silahını at komutannn. Bomba ateşleyici ne varsa hepsini at ko mu taan." İstenileni yaptı Uraz, üzerinde bulunan silah sayılan her ne varsa hepsini tek tek yere attı.
"O mühimmat sandığı size ait değil!"
"Artık bizimdir komutan."
"Farklı bir teknoloji, sizi finansa eden ülkeler bu portatifte bir silahı size ne diye temin etsinler?"
"Fazla merak iyi değildir komutan."
"Annen..."
"Komutaaan, fazla uzattın ama. Bana lazımsın, eğer o mühimmatı senle takas edecek olmasam şuracıkta kafana sıkardım. Hoş senin leşin de dirin kadar kıymetlidir. Uslu ol komutan, bir de leşinle uğraştırma milleti."
Haksız sayılmazdı Mirza, arkadaşları ölüsünü de bu topraklarda bırakmazlardı bilirdi. Bu yüzden kulaklığından gelen sese cevap vermiyordu. Hoş Yavuz cevapsız kaldığı dakikaların sonunda işkillenecek eni sonu yine peşine düşecekti. Duyduğu çatırtıya dikkat kesildi Uraz. Neden Mirza tek başınaymış gibi davranıyordu. Bir ihtimal...
"Ne oluyor lan!"
Mirza'nın serzenişine döndü Uraz, maskeli bir asker Mirza'yı etkisiz hale getirmişti. Üniforma içindeki cılız bedeni genç bir asker olduğunun kanıtıydı. Mirza'yı etkisiz hale getirirken uyguladığı teknik ise Uraz'ın yüzünde o bilindik gülümsemesine yer verecek kadar tanıdıktı.
"Doğdu Güneş'im." Diye fısıldadı Uraz. Öksürüp kendi kendine ettiği itirafı yok saydı. Bir kaç iri adımla ikilinin yanına vardığında ters kelepçe yerde bir seksen baygın halde yatan adamın tepesine çökmüş nefes nefese kalmış haldeki kadına baktı. Yerdeki adamın baygın olduğundan emin olmak isteyerek son bir kontrolden geçiren Uraz, Mirza'nın durumunu doğruladıktan sonra bakışlarını Güneş'e çevirdi.
"Senin erlerin başında olman gerekmiyor muydu?"
Afalladı Güneş, "Ben olduğumu nasıl anladınız?" diye sorarken bir yandan da Uraz'a tahmininin doğruluğunu ispatlamak istercesine başından maskeyi sıyırdı. Uraz gördüğü manzara karşısında dumura dönerken, Güneş Uraz'ın bakışlarının takıldığı başına elini götürüp ileri geri sürterek operasyona katılmadan önce saçlarını üç numara tıraş ettiğini hatırladı.
"Saçların..." Diyebildi Uraz belli belirsizce, Güneş ise Uraz'ın başında dolaşan bakışlarının bal rengi gözlerine düşmesini bekleyerek karşılık verdi.
"Sarı saçlarımdan ben sorumluyum Uraz kıdemlim."
Zoraki yutkundu Uraz. O bela sarı saçları özleyeceği aklının en ücra köşesinden dahi geçmezdi. Çömeldiği yerden doğruldu. Numaradan üstündeki kamuflajın tozunu atmak için silkelenir gibi yaptı. İçini saran hüzünle başa çıkmak için kendince oyalandıktan sonra yerde oturmuş hala nefesini düzene sokmaya çalışan kadına doğrulmasını için elini uzattı. Karalarına değen bal rengi gözlere baktı. O gözler ona her zamanki savaşçı haliyle kendine değenlere selam çakarken, düşmanlarına meydan okurcasına bakardı.
Bitsin istedi Uraz. O gözlerde saklı kalan öfke, kin, intikam adı her ne ise bitsin istedi. Onu buralara kadar sürükleyen o sebepler her ne ise hayat ona ne yaşatmışsa bütün o geçmişi kendi sırtına yüklemek istedi. Madem kendi cehennemlikti, kendinden başka kimse günahkar olmasın, tüm günahları sırtına alıp bir kendi yansın gerisi sonsuz hayatta cennette mutlu olsun istedi. Gözleri dolu dolu oldu. Kulaklarına daha küçücük bir çocukken sırtına yüklenen o yükün sesi ilişti.
***
'Sen bu kadar ulaşılmazken ben ne yapsaydım ha ne yapsaydım Reha söylesene.'
'Bir Albay’ın karısına yakışanı yapsaydın Belkıs.'
'Ben, ben sana yakışmıyorum öyle mi? Evladım kaçırıldı benim, evladım! Anayım ben!'
'SUS BELKIS SUS! OĞLUMUZ YAŞASIN DİYE BUGÜN BİR AİLE KATLEDİLDİ. Oğlumuz hayatta ama bir aile kül oldu anlıyor musun? Biz bu vebalin bedelini nasıl ödeyeceğiz ha nasıl ödeyeceğiz BELKIS!'
***
Sabaha kadar annesiyle babasının bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalarının da birbirlerine deli gibi aşıkken boşanmalarının da sebebi olan olayın failinin adını ilk kez o gecenin sabahında işitmişti.
ARİ.
Eğer o gece lojmanın dışına oynamaya çıkmasaydı eğer annesini uyudum numarasıyla kandırmasaydı o gece kaçırılmazdı. Birilerinin kozu olmazdı ve tanımadığı bir aile de katledilmiş olmazdı. Çoğu kez kendine çocuktun, sen sadece çocuktun diye fısıldadıysa da kalbindeki pişmanlık ateşini asla söndüremedi Uraz. O ateşin sönmesi atık mümkün değilse de Ari'den soracağı hesap, biraz da olsa hafiflemesini sağlayabilirdi. Babasının kendisini aff edemeyerek gönüllü olarak emekliliğini isteyip, mesleğini bıraktığı yerden görevi devralmakla kalmayıp, zamanı geldiğinde Ari'nin ümüğüne çökerek, o gece kül olan aile ile dağılan kendi ailesinin ve yara alan çocukluğunun intikamını alabilirdi. İntikam ateşinin bir insanı ne hale soktuğunu en iyi bilendi Uraz. Omuzundaki veballe mutlu bir gelecekten mahrum kalmanın ne denli ağır bir yük olduğunu bilirdi. Yavuz'un her defasında Güneş'ten dem vuran serzenişlerine, Güneş'i kendisine benzettiği imalı karşılıklarını daha ne kadar kulak arkası edebilirdi. Güneş'te omzuna yüklenen veballe sahada olmayı bilim insanı olmaya tercih ederek hayallerini askıya almamış mıydı? Aynıydılar işte ve de bir o kadar başına buyruk, bir o kadar inatçı ve bir o kadar da dahası değil miydiler?
Güneş kendine uzanan eli tutarak oturduğu yerden doğruldu. O el ayağa kalkması için kendisine destekten çok daha fazlasıymış gibi güçlü bir şekilde kavramış olduğu elinden bedenini bilinmezliğe doğru, Uraz’ın kendisine doğru çekerken, gözlerini hapsettiği karanlıkta son zamanlarda bir kaç kez şahit olduğu başka bir renk keşfetmişti. Sadece o gözlerden değil, her bir kıvrımı son zamanlarda rüyasına giren o dudaklardan da farklı bir ahenkte kelimeler ardı sıra dökülüyordu.
”Bundan böyle benim iznim olmadan saçlarına dokunma! Kestiğin o saçlarının vebali benimdir…”
Daha kelimelerin şokunun üzerinde yarattığı o histen kurtulamadan üstüne bir de boşta kalan elinin sıcak havaya ve koruyucu eldivenlere inat üşüyüşü eklenmişti.
Uraz tek hamlede yerde yatan adamı karpuz gibi tek kolunun altına esir alırken yıllar önce o kollarda aynı şekilde nasıl çırpındığını, Uraz Öğretmenine o yıllarda nasılda hayran kaldığını o da yetmeyip her bir anı, bulduğu açık kapıdan tek tek tüm hızıyla gün yüzüne çıkma telaşındayken, Mardin’e geldikleri günün öncesi gece o her daim öfke duyduğu, zıtlaştığı adamın dudaklarına nasıl yapıştığını hatırladı .
Silkinip kendine gelmek istedi. Az evvel üşüyen kendisi değilmiş gibi alev alan bedeni ilk kez tetiğe bastığında bu kadar adrenalin üretmemişti. Eline maskesini alıp hızla başına geçirdi. Şimdiye kadar nereye gizlenmişse o anılar, aynı yere tepip kendilerini yok sayarak aklının kapısını şiddetle kapayıp Uraz Kıdemlisinin peşi sıra adımladı Güneş.
Yoksunuz Yok! Yok!
“Geri dönüyorum Uraz!” Bağırdı Yavuz.
“Sakin ol şampiyon.”
“Lan ses versene burada merakta kıvranmamız hoş mu yani?”
“Hoş nahoş biz de burada boş boş dolanmıyoruz. Mirza paketini taşıyoruz.”
“Biz derken? Güneş senle demek?”
“Yavuz kıdemlim ben?” Diye savunmaya geçen Güneş’i kesen Uraz oldu.
“Mirza pusuya yatmış, hayatımı kurtardı.” Dedi aslında birden fazla insan sesi olduğundan Mirza’yı alaşağı etmesini engelleyen sebepte Güneş’in varlığıydı ama bunu dillendirmeyen kalbi ona senin için geldi diye fısıldıyordu.
“Can yoldaşımı kurtardığı için de çok yaşasın var olsun ama emre itaatsizliğin bir cezası olacak, unutma Güneş!”
“Emredersiniz Yavuz kıdemlim.”
“Uraz ne kadarını dinledin bilemiyorum ama tekrar edeceğim mühimmat çocuk ve usta ekip güvenli bölgedeyiz. Edip erlerinden ayrılmış. Bizim çocuklar sağ salim erleri getirdiler. Güneş’in ekibi de burada ama Edip’ten hala haber alamıyoruz geri döneceğim.
Duraksadı Uraz.
“Bu tehlikeli olur. Ben halledeceğim.”
“Sizin paket ağır, bu göreve gönüllüyüm Uraz Kıdemlim. Edip’i bulmak benim görevimdir.”
Durdu Uraz ve olumsuz düşündüğünü belli etmek için ardına döndü. Döndü dönmesine ama o gözler ona alev alev bakıyordular.
“Edip’i burada asla bırakamam , o elinizdeki paketi taşımaya benim gücüm yetmez ve de güvenli bölgedekilerin geri gelmeleri için yeterli vaktimiz yok. Eğer bana bir an bile inandıysanız bırakın da bu görevi ben teslim alayım.”
“Edip’le birlikte geri dön Güneş Şenel. Görev senindir!”
Güneş baş selamı verip daha önce Yavuz’un verdiği koordinata doğru hareketlendi. Kulaklıktan işittiği verilerle Yavuz’un koordinasyonuyla riskli bölgeye adım adım ilerledi. Kulaklığa gelen seslerin kesik kesik gelmesinden doğru iz üzere olduğu anlaşılıyordu.
“Yavuz kıdemlim, belli ki sinyal kesiciler var Edip’e neden ulaşamadığınız anlaşılıyor. Birazdan irtibatımız kesilecek koordinat bildiriyorum.” Yavuz adına yakışır öfkesiyle Güneş’in kulağındaki kulaklıkları sesiyle dolduruyordu.
“O Edip’e söyle ikinizde erleri bir başına bırakıp başınıza buyruk hareket etmenizin hesabını vereceksiniz. Emre itaatsizlik ne demek ulan! NE DE E M E K!”
Güneş, sinyal kesicilerin varlığına utanmasa şükür edecek haldeydi. Kendilerini zorlu bir savunma sürecinin beklediğini biliyordu. Bir an önce Edip’e ulaşması gerektiğinden bu konularla daha fazla aklını meşgul etmek istemiyordu. Yavuz’unda bildiğini tahmin ettiği sırf Uraz’ı heyecanlandırmak istemediği için telsizden dillendirmediği sebep yüzünden olmalıydı. Edip altında sağlam bir gerekçe olmadığı sürece asla emre itaatsizlik edebilecek biri değildi. Şahit olduğu bir şey olmalıydı ki o sebep kıdemlileri için, erleri için veya görevi içinse mümkün olabilirdi. Mühimmat ve Berzan hatta Mirza bile ekiple birlikte güvendelerse, geriye tek bir şey kalıyordu.
ARİ!
Burnuna çalan koku ile adımlarını ağırdan atmaya başladı Güneş. Tütsülenmiş yanık kokusunu andıran bu kokuya anlam veremiyordu çünkü gözle görülür bir ateş ya da duman söz konusu değildi. Önündeki yamacın görüş alanına düşen yüzünün tersinde kalan tarafına adım attığında gördüğü şeyle dumura döndü genç kadın. Uzun boylu zayıf bir beden gökyüzünden düşen bir yıldırımı andıran ışıkla birlikte gözlerinin önünde yok olurken, gittikçe artan ışık hüzmesiyle kamaşan gözlerini yumup, merkezinin ne yönden geldiğini bilmediği rüzgarla bedeni olduğu yere savrulmuştu. Her şey varla yok arası bir zaman diliminde olup biterken kulağındaki çınlama azalarak sona erdiğinde gözlerini anca aralayabilmişti. Göğüs kafesi darbe almışçasına ciğerlerini baskılarken güçlükle nefes alış verişlerini düzene sokabilmişti. Sırt üstü bedenini yattığı yerde döndürüp emekler pozisyonda doğrulurken parmağının yanında gördüğü özenle ortadan ikiye bölünmüş taş parçasına takıldı gözü. Bakışlarını doğrulmak için yukarıya kaldırdığında taşı ikiye bölündüğü güzergahtaki yetişkin bir insan boyutlarındaki kaya parçasının da aynı dik çizgiyle kusursuzca ikiye bölündüğünü hatta aynı çizgi üzerindeki otların bile yok olmuş olduğunu gördü. Buraya gelirken ışık yüzünden fark edemediği hayret uyandıran bu durumu incelemek için ayaklanıp etrafı incelerken işittiği inleme sesiyle dağılan dikkatini saniyeler içerisinde topladı Güneş. Burnuna vuran kokuyu ve sisi takip ettiğinde ise tutulan nutkuyla dizleri üzerinde kendini yere bıraktı.
"Edip, Eeddip." Konuşamadığı zamanlarda konuşma kabiliyeti kazanmak için aldığı ağız, dil egzersizlerinde çıkardığı sesler gibi eksik titrek ve net olmayan harflerle konuşmaya çalıştı Güneş.
"Ee d dd ip." Yerde bir çok uzuvlunu kaybetmiş duran ağzından sızan kanlar yüzünden konuşmakta kendi gibi güçlük çeken yaralı eksik bedene bakarken ne yana ilk yardım uygulaması gerektiğini bilmeden gördüğü bedene yardım etmek için ellerini kullanıyordu Güneş.
"Gü,güneş... " İsmini duyduğu dudaklar onu çocukluğuna götürüp bu zamana tekrar getirmiş gibi bedeninin irkilmesine sebep olurken Güneş'inde dudaklarından çıkan sesler anlam kazanmaya başlamışlardı.
"Bbu burdayım, tamam yorma kendini. Sseni almmaya ggeldim" Bedeninde kalan tek kolunun parmaklarıyla Güneş'in bedeninde dolaşan elini kavrayıp dikkatini yüzüne sade ve sadece yüzüne vermesini sağladı Edip.
"Gördüm. Oo... Onun yüzünü...Ari'yi ... yü z ün ü gör... o ka... tıp... gözlerini gö..." Edip kelimeleri çıkarmak için kendini zorlarken ağzına dolan kan yüzünden her defasında boğulmamak için öksürmek ya da tükürmek suretiyle ağzını boşaltmaya çalışıyordu. Başını doğrultabilsin diye Güneş, Edip’in boynundan tutup destek verirken Edip kendi bedenini görmesin diye de ayrıca özen gösteriyordu.
"Buradan kurtulduğumuzda Edip..." kelimeler boğazında düğümlendi Güneş'in. Doğruldu, dudaklarını Edip'in alnına bastırarak o pak alına bir buse bıraktı. Tekrar Edip'in gözlerinin içine içine baktı. Edip'te Güneş'inin gözlerine baktı, öyle çocuk gözlerle bakıştılar öyle güzeldiler ki ...
"Edip... Ed, Aali. Aliii. Aliş. Aliş açsana gözlerine az daha bakayım. Aliş bak bu kez beni bırakamazsın. Söz verdin ya... Söz verdin be. Ben yine öksüz ben yine yetimim Yapma, gitme be Ali, gitme..." Defalarca kez seslendi Güneş. Kulağını Edip'in Aliş'inin dudaklarına yaklaştırdı. Parmağını burnuna yaklaştırdı. Bir kaç kez kalp masajı yapıp tekrar tekrar denedi ama Edip'in çatlamış kül rengindeki soluk dudaklarında ne bir ses ne de nefes vardı.
***
'Büyüyünce ne olacaksın Güneş.' Başını sağa sola çevirdi küçük kız.
'Önce bir konuşmaya başla da birlikte düşünürüz.' Gülümsedi bal renk gözleri olan çocuk, kendi gibi bal gözlere bakarak. Küçük kız işaret parmağını kaldırarak yanındaki küçük adama aynı soruyu sordu.
'Ben mi? Ben baba olacağım. Evim olacak, çocuklarımın babası olacağım ve onları hiç kimseye bırakmayacağım ama hiç kimseye. Benden iyi bir baba olur mu?'
Gülümsedi küçük kız.
***
"Aliş, senden çok iyi bir baba olur, Hande'den de çok iyi bir anne. Yer beziyle masa bezi ayrıdır diyor Hande. İkisi karıştırılmamalıymış, sen bunu biliyor muydun? Güzel de yemek yapıyor Hande biliyor musun? Eli çok lezzetli. Hımm ama çok konuşuyor bir de garip, her kelimeden tekerleme üretiyor..." Güneş yarım bedeni nefes nefese sırtlayarak geldiği yöne doğru yola koyulmuştu. Yol boyunca susmadan konuşmaya devam etti. Ömrü hayatı boyunca gezip dolaştığı yerler dile gelseler artarda sıraladığı cümleler kadar ömrünce cümle kurduğuna şahit olmadıklarına yemin edebilirlerdi. Tepeden vuran güneş genç kadının bedenini terletirken terden ıslandığını sandığı üniformasının her bir miliminde Aliş'inin kanı duruyordu. Kalbinde öyle bir ritim vardı ki göğsü kalkıp, inmeden nefes alabiliyordu. Küçücük kalmıştı Aliş. Aliş'inin o kocaman bedeninden artakalanlar Güneş'in sıska sırtında yük olmuş duruyordu. Hayatının en hafif aynı zamanda en ağır yükünü omuzlarında sırtlanmıştı genç kadın. Hem ağırlığını hissetmeden sanki uçarcasına yoluna devam edebiliyor hem de yüreğine basan kütlelerce ağırlıktan daha ağır o duyguyla yol kat edebiliyordu. Göğe kaldırdı başını tek bir bulut yoktu. Esmiyordu rüzgar. Konuşa konuşa yola devam ederken sırtından kaymak üzere olan ağırlığı, yükü omuzlarına vermek için yorgun kollarıyla bir kuvvet daha destekledi. Bunu yaparken susmuştu. Kahretsin susmuştu. Tüm kelimeler onu terk etmişti. Aliş gibi, biyolojik ailesi ve kendisini evlat edinen ailesi gibi yine tüm kelimeler onu terk edip yetim bırakmıştı. Çenesini kastı, derin bir nefes soludu burnuna kan kokusu gelince gözlerini de kan rengi sarmaladı. Canını dişine takarak kaldığı yerden sessizce yoluna devam etti.
Gelecek bölümde görüşmek üzere...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 6.41k Okunma |
829 Oy |
0 Takip |
46 Bölümlü Kitap |