45. Bölüm

42. Bölüm

Fatma Tuncay
demirkalem

"Güneş'e de hala ulaşamadık değil mi?"

"Hayır Uraz." Yavuz'un tatmin etmeyen cevabına karşılık öfkeyle ardına döndü Uraz hareketlenmek üzere olan helikoptere binen eri ensesinden yakaladı.

"Edip, neden sizinle dönmedi? Bana cevap ver asker!" Asker Yavuz üstüne göz ucuyla bakıp kem küm etmeye başlayınca Uraz Eri gersin geri silkti ve Yavuz'un dibine vardı.

"Ben anladım anlayacağımı, siz de dönün . Mühimmat ve çocuk ülke sınırlarına çoktan ulaştılar."

"Ne demek dönün, birlikte..."

"Riskli, siz dönün ben emanetlerimi almadan buradan çıkamam."

"Bende can dostumu burada bırakamam!" İkili tartışırlarken, askerlerden birinin haykırışıyla, Uraz'la Yavuz'un dikkatleri dağıldı.

"Komutanım!"

Yavuz hızla görüş alanına giren Güneş'in yanına doğru koşarken, Uraz daha ardına yeni dönüyordu. Helikopterde bekleyen erler tek tek helikopterden inip Yavuz komutanlarının peşi sıra koşmaya başladılar. Uraz boğazında bir el varmış gibi boğulmamak için uğraş verirken ne ara Yavuz'a yetiştiğini anlayamamıştı bile.

Gencecik kadın bir beden, yarım şehit bir bedeni sırtlayarak kilometreleri aşmış, elası ala bulanmış gözleri ve kaskatı bir çehresiyle karşılarında duruyordu. Erler kadının sırtındaki bedeni sanki daha fazla canı acıyacakmış gibi korkarak, narince ellerine alırlarken, gördükleri bedenin eksik uzuvlarını arayan gözleriyle ağlamamak için kendilerini zor tutuyor, hep bir ağızdan Allahu Ekber nidaları atıyorlardı.

Her bir Allahu Ekber nidası bu acıya dayanabilme adına muhtaç oldukları sabır ve gücü yaratıcılarına duyurabilmek içindi. Güneş olduğu yere mıhlanmış, kaskatı bedeniyle yıkılmamak için zorlukla ayakta duruyordu. Genç kadın bakışlarını, gözleri dolu dolu olan Yavuz'a çevirip güçte olsa konuşmaya başladığında etraftaki herkes sus pus kesilerek sadece Güneş'i dinlediler.

"Kardeşimi bırakmadım komutanım. Kkardeşimi bırakmadım ama ... kolu ve bacakları orada kal..."

Yavuz, Güneş'i ani bir hamleyle ensesinden yakalayıp, Güneş'in alnına alnını dayayarak daha aynı günün sabahında silah arkadaşı hakkında söylediklerini hatırlayıp haykırdı.

"Bırakmadın!"

"Bırakmadım Komutanım."

"Bırakmadın Güneş, BIRAKMADIN!"

"Kolu ve bacakları burada yoklar komutanım!"

"GÜNEEEŞ, SEN SİLAH ARKADAŞINI ARDINDA BIRAKMADIN!"

"Ama kolu yok, bacakları yoook komutanım. Nefesi yok, sesi yoook komutanım. Gülüşleri yok, bakışları yoook. YOOOK"

"Tutma kendini be kızım ya! Daha fazla Tutma, biz buradayız!"

Asudeyi kaybettiği gün, intikamını almadan ağlamayacağına yemin etmiş, o günden sonra da bir tek göz yaşı dökmemişti, dökememişti Güneş.

"Kardeşimin kanı yerde kalmayacak! Kalamaz Yavuz Kıdemlim! Kolu bacakları burada kalamaz komutanım, komutanııım. Yavuz Kıdemlim kalmasın. "

Güneş Yavuz'un kollarında kaskatıyken titremeye başladığında Uraz, çoktan ilk yardım çantasından çıkardığı ilacı şırıngayla çekip Güneş'e enjekte etmişti. Saniyeler içinde tüm o manzara siyaha bürünmüş, derin bir karanlık sessizlikle Güneş'i kucaklamıştı.

"Güneş'i de şehidimizin beraberinde Ankara'ya götürün."

"Söylerim Hasan'a..."

"Yavuz, size dönün diyorum, Hasan'dan isteyecek olsam direkt ona söylerdim."

"Uraz neden ısrar ediyorsun..." Uraz sinirlenmiş Yavuz'un yakasını tutmuştu. Edip’in yaraları, telsizlerin geri dönüşü olmayacak şekilde bozuluşu… Tüm taşlar yerli yerindeydi. Bu Ari’den başkası olamazdı.

"Neden bana Ari'nin orada olduğunu söylemedin? NEDEN!" Puslu sesiyle dağı taşı inletmişti Uraz. Herkes helikopterlerine binmiş Uraz ve Yavuz'u baş başa bırakmışlardı ama aynı zamanda da Helikopterlerin içinden de pür dikkat bu ikiliyi seyre durmaktan kendilerini alıkoyamıyorlardı.

Etraftakilerin bakışlarını üzerlerinde hisseden ikili hal ve hareketlerine düzen verip tartışmayı sonraya bırakma kararı aldılar, önce şehitlerine ait olanları geri almak vardı...

Yol boyunca sessizdiler. Sessizlik içlerindeki çığlıkları susturmalarına yetmiyordu. Helikopterler sırasıyla güvenli alana indiklerinde. karargahta bekleyenler arasında Hande'nin olduğu kimsenin aklına gelmemişti. İki ambulans arabası şehir hastanesine oradan da Ankara'ya sevk edilmek üzere karargaha çağrıldığında Hande yüreği ağzında beklemeye koyulmuştu. Bu ambulansların kim için geldiği rütbesine rağmen neden kendisine söylenmiyordu aklı almıyordu. İlk sedye üzerinde bitap düşmüş baygın bedeni görünce hızla koştu Hande.

"Güneş'in neyi var?" Kendi sorduğu sorunun cevabını kendi muayyene ederek yanıtlamaya çalışıyordu. Uzuvlarını tek tek kontrol ettiğinde açık bir yara görmemiş olmasının verdiği huzurla rahat bir nefes alsa da kalbini saran kasvetten kurtulamıyordu. Erlere dönüp emin olmak istedi.

"Travma mı sorun ne?"

"Yok hemşire hanım. Komutan sakinleştirici yaptı." Gülümsedi Hande söylene söylene ambulanstan indi.

"Yine duramadın tabii, olacağı buydu. Deli kız..." Bir sonraki sedyedeki üzeri örtülü bedeni görünce sesi kısılmıştı Hande'nin, kalabalığa baktı önce Edip'i aradı gözleri, yutkundu. İçinden Edip'e sövdü, bir kere de ara iyiyim de be adam, diye geçirdi içinden ama içi içini yemiyor da değildi. Neden herkes kendisine bakıyordu ki. Ardını döndü ikinci ambulansa ve karargahın girişine doğru bir kaç adım attı. Tam da o sırada Hasan, Koray ve Yavuz'u yüzleri asık bir halde gördü. Hasan başını kaldırıp Hande ile göz göze gelince adımlarını durdurdu ve başını yere eğdi. Aynı anda Yavuz ve Koray da karşılarında Hande'yi gördüklerinde gözlerini kaçırmaya çalıştılar. Hande nefes almayı bırakıp aynı hızla ardına dönüp haykırarak sedyeye doğru koştu. Kalabalık kenara çekilirken adeta bir hilali andırıyor gibiydi.

"Hayır , hayır ..." Zihninden geçen ihtimale karşı kendi kendini yalanlıyor aynı zamanda da bedeni olası ihtimali kabul etmiş gibi feryat ede ede sedyeye doğru ilerliyordu. Durdu Hande. Kimseden çıt çıkmıyor, ilk yardım ekibi olası bir durum için hazır bekliyordu. Son bir kez daha etrafına baktı. Kimse ona dur demiyordu. Yanlış anladın, demiyordu. Neden demiyordular... Titreyen elleriyle sedyedeki eğri bedenin üzerindeki örtüyü sıyırdı. Nefessiz kalan ciğerleri isyan ettiğinde ise derin ve ağır ağır nefeslenmeye başladı. Bir anda örtüyü tamamen kaldırıp altında gördüğü eksik bedenle kopuk uzuvlara baktı, çığlıklara boğulduğunda sanki uyuyan birini rahatsız etmiş gibi endişeye kapılıp ellerinin ayasını dudaklarına bastırdı. Gözlerinden çağlayan yaşlar dudağına bastırdığı ellerinin üzerinden oluk oluk damlarken sedye üzerindeki yarım bedenin göğsüne başını yasladı Hande. Hiç bırakmak istemezcesine sarıldığı bedenin üzerine yığıldığında, etrafındaki sağlık ekiplerinin müdahalesiyle narin bedeni yere düşmek üzereyken son anda havada yakalandı. Ankara'ya sevk edilecek isimler arasına Hande'nin adını da yazdırdı Yavuz. Uraz'ın emriyle de yola çıkmak üzere son hazırlıkların yapılması için gerekli koordinasyonu sağlamaya devam ediyordu. Hep böyle olurdu. İçleri kan ağlaya ağlaya görevlerinin gereği neyse yıkılmadan, sarsılmadan gereği için canla başla çalışmaya devam etmeliydiler.

Uraz kendisine gelen telefonla, Ankara'ya giden uçağın saatler önce sağ salim vardığı haberini aldı. Boğazını sıkan o el saatler geçmesine rağmen zerre gevşemiyor, gevşemediği gibi daha da sıkılaşıyor gibiydi. Tıklanan odasının kapısıyla kendisini toplayarak, kapı ardında bekleyen kişiye izin verdi.

"Gel."

"Komutanım, tutuklu sorgulanmak üzere nakil edilirken nakil aracından kaçmış. Bir şehit iki askerimizse yaralı. "

"Ne demek tutuklu kaçmış. Nasıl kaçmış? Sen ne diyorsun asker."

"Pusu kurmuşlar."

"Çabuk ağa konağına haber salın, Berzan ve annesi için koruma gönderin, etrafa da sivilleri salın, çabuk."

Ari'ye takılmış hakkında daha fazla delil bulmaya çalışırken, Mirza'nın nakline katılmamıştı. İçinden bir ses Ari'nin el koydukları mühimmatla alakadar olduğunu söylüyordu. O silah görülmemiş bir teknolojiyle üretilmiş, bir şekilde Mirza'nın eline geçmiş olmalıydı, ancak sorgulamada Mirza'nın anlatacaklarıyla hakikate ulaşabileceklerdi. Üretilen silahları sahada test etmek için, içinde bulundukları coğrafyadan daha uygun bir pilot saha bulamazlardı. Bu topraklar sadece medeniyetlerin beşiği değil yüzyıllardır süregelen savaşların çocuklarının da doğup büyüdüğü bir coğrafyaydı; Savaşlar, silahlar ve insanlar ;Bitmek bilmeyen o güç savaşları... Bitmek tükenmek bilmeyen dahası ve daha da dahalarına sahip olma hırslarının kurbanı bir coğrafyanın mahzun çocuklarıydı onlar. Gözleri dolu dolu göreve çıkmadan hemen önce katıldıkları son yemekte çekildikleri fotoğraf karesine baktı Uraz. Edip'in o parlak yüzünü hep bu haliyle hatırlamak istiyordu. Oturduğu masadan ayaklandı elindeki fotoğraf karesini kamuflajının ön sol cebine, kalbine en yakın yere koydu ve olay yerini incelemek üzere yola koyuldu.

Siyah ala, al beyaza dönerken tanıdık bir yüzle karşı karşıyaydı genç kadın. Işıktan sızlayan gözlerini bir kaç kez daha kırpıştırırken anılar ardı sıra buradayım diyor, her yoklamada göğsüne birer ok olup saplanıyordu. Aliş onu ardında bırakıp çok uzaklara gitmişti, Edip ise artık hayatta değildi.

"Sen, Nasıl! Bura nere ben neredeyim... " Sorularını sıralayarak yattığı yataktan doğruldu Güneş.

"Sakin ol Güneş, Şehir hastanesindesin. Bu sabah nakil olacağın haberiyle, sağlığınla alakalı alınan gizlilik kararı gereği, Fehmi Müdürümüz atamamı buraya yaptı. " Nur yüzünde zoraki bir gülümsemeyle Güneş'i selamlarken Güneş kolundaki serum iğnesinden tek hamlede kurtuldu.

"Güneş, lütfen, hatırım için sakin ol. Olanlardan haberdar oldum, ben... Ben çok üzgünüm." Durdu Güneş, bir kaç kez yüzünü sıvazladı.

"Pekala, sakinim. Eedip. Edip nerde, ne kadar zamandır uyuyorum."

"Buraya getirileli yaklaşık olarak on iki saat oldu. Edip... Eksi birinci katta, tören ve defin öncesinde cenaze sahipleriyle yapılması gereken bir kaç resmi prosedür için bekletiliyor." Başını Nur'un yüzüne çevirdi Güneş.

"Tören ne zaman?"

"Yarın öğle namazı müteakibinde olacak. Karşıyaka mezarlığına defnedilecek."

Güneş, Nur'un onayını alarak çıktığı odadan, hastane koridorunda ağır ağır ilerlerken olup biteni kabullenemiyordu. Bu yaşananlar gerçek olamazdı. Koridora bakan açık hastane odası kapısına gözleri iliştiğinde Hande'nin seruma bağlı uyuduğu gördü. Yatağının başında ağlayan kadın üzerinde bir kaç saniye bakışlarını dolaştırdıktan sonra odaya girmeden kapı eşiğinden dönüp, koridorda ilerlemeye devam etti. Koridorun sonunda bulunan asansörün önüne geldiğinde aşağı gösteren yön tuşuna bastı, dakikalar içinde açılan kapıdan içeri girip eksi biri tuşladı. Asansörde bir başına kalmış , istediği katta asansör kapısı açılmıştı. Saniyenin onda birinde asansörden inmekte tereddüt ettiyse de kendini morg kapısının önünde bulmuştu. Görevlinin refakatinde odaya girip cenazeye son kez veda etmek üzere, kapağında sadece iki basamaklı sayı yazan çekmece çekilivermişti. Güneş'in isteği üzerine morg görevlisi dışarı çıkarken Güneş, şehit silah arkadaşını selamlamak için ceset torbasının fermuarını yavaş yavaş açtı. Fark ettiği detayla yüzünde varla yok arası bir tebessüm oluşmuştu. Edip'in kopan tüm uzuvları bedenine dikilmişti. İçinde büyüyen minnet arşa değmek üzereyken kanının da yerde kalmayacağından bir kez daha emindi Güneş. Tekrar tekrar ant içti yemin etti ve ceset torbasının fermuarını çekip morg ünitesine ait üzerinde sadece iki basamaklı sayı olan çekmeceyi yerine itti. Ardına döndüğünde kendisini sorgulayan gözlerle izleyen yaşlı adam ve hemen yanındaki morg görevlisiyle karşı karşıya kaldı.

"Efendim, cenazenizi şehadete erdiği yerden güvenli bölgeye taşıyan silah arkadaşı kendisi, son veda için izni vardı."

"Anlıyorum, ben de Edip'in babasıyım." Dedi elini uzatıp, emekli rütbesini söyleyerek kendisini Halis Olcay olarak tekrar tanıtan adam. Güneş, Edip'i büyüten karşısındaki adamı tepeden tırnağa süzüp önce kendisine uzattığı eline sonra tekrar yüzüne sırasıyla bakıp, sadece adamın işiteceği yakınlıkta yanına gelerek konuştu.

"Ona, büyüyünce ne olmak istediğini sordunuz mu hiç?" İhtiyar adam, tokalaşmak için uzattığı havada asılı kalan elini öfkeyle yumruk yaparken, Güneş ardına bir kez dahi bakmadan ve dur durak bilmeden ilerlemeye devam etti.

"Ne , ne dedin sen! Bu ne cüret!"

Bağır çağır, kalbini tutarak saniyeler içinde dizleri üzerine yığılan adam için morg görevlisinin çağrısı üzerine Güneş'in ilerlediği yönün aksine sağlık görevlileri koşuştururlarken Güneş, hiç oralı olmadı.

Gökyüzü berrak hava sıcaklığı, mevsim normallerini seyirde devam ederken kasvetli gönüllerde hava parçalı bulutlu, mevsimse hüzün mevsimiydi. Uraz aldığı haberle olay yerine doğru giderken Mirza’ya kaçması için yardım ve yataklık edenler bir bir yakalanmıştılar. Köşeye sıkışan Mirza mühimmatı geri almak için tüm önlemlere rağmen kardeşine ulaşmış, gözünü kırpmadan Berzan’ı rehin alırken kendisini de anlaşmak için ayağına çağırmaktan geri durmamıştı. Olay yerine on, on bir dakika kadar uzaklıktaki mesefade yolda ilerlerken askeri araçların peş peşe durmasıyla yolcu koltuğunda oturduğu araçtan indi Uraz. Karşısında daha önce ağa konağında karşılaştığı kadın vardı. Berzan'ın aynı zamanda da Mirza'nın annesi olan kadındı bu. Kürtçe ağıtlar yakan kadın kendisinden yaşça küçük adamın ayaklarına kapanıp yalvarmaya başladığında tüm askerler bu ani hareketten silahlarına sarıldılar ama Uraz sorun olmadığını havaya kaldırdığı eliyle erlerine bildirdi. Ayaklarına kapanan kadının hizasında eğilince konuşmaya başladı ağıtlarla kadın.

"Oğullarım, ciğerlerimin parçası. Mirza'mı merak ederdim, yaşasın diye dua eder onun yokluğunda iki kere Berzan'ıma sarılırdım. Şimdi napayım komutan. Biri diğerini esir almış komutan. Komutan yardım et bana ben napayım. Bu nasıl kader Komutan."

"Sakinleş ve bize güven olur mu? Berzan’ı kurtarmaya gidiyoruz."

"Kurtar komutan! Sadece Berzan'ı değil, Mirza'yı da kurtar komutan! " Başını yavaşça yukarı aşağı salladı Uraz. Çömeldiği yerden doğrulurken yanındaki erlerden birine başıyla işaret verdiğinde hala yerde olan kadını kaldırıp yanlarına aldılar. Uraz vakit daha fazla vakit kaybetmemek için tekrar aracına bindiğinde tüm ekip aynı anda yola devam etmek üzere harekete geçtiler.

Akan yolu seyrettiği saatlerde Edip’in cenaze töreni yapılıyordu ve Uraz Mardin sokaklarında kalbinde büyük bir boşlukla görevi başındaydı. O boşluk; Anıları, öfkesi, acıları, intikamı her ne varsa sessizce içine topluyordu. Vakti geldiğinde bir çığ gibi etrafında ne var ne yok altında bırakacaktı sanki. Edip’le keşfetmişti. Her insanın içinde kara bir delik olduğunu ve zamanı gelene kadar ne var ne yoksa yuttuğunu. Beraber göreve çıktıkları zaman onu bir kez daha tanımıştı. Ketum, duygusal, ince düşünen detayları hesaplayabilen aynı zamanda gamsız gibi görünmeyi de başaran bir adamdı Edip. Adam gibi adamdı Edip. Elini göğsünün üzerine, Edip’in de olduğu o fotoğrafın bulunduğu yere koydu

***
‘Neden Güneş’e gerçeği söylemiyorsunuz?’

‘Hangi gerçeği Edip?’

‘Güneş Mete Kıdemlimizin ekibinde sizin yüzünüzden yer alamadığını düşündüğünden her defasında size yükleniyor. Özür dilerim ama ben telefon görüşmelerinizdeki ısrarlarınızı duydum. Belli ki sebep…’

‘Başka gerçek yok Edip.’

‘Haddimi aştım komutanım, ama…’

‘Aması da yok Edip! Güneş’le, bu kadar alakadar olman doğru mu sence ? Üstüne üstlük Hande’yi ne kadar huzursuz ettiğini göre göre…’ Gülümsedi Edip, gözlerinden bir parıltı geçti ve gözleri Uraz’ın karalarına dikti.

‘Hande bana aşık komutanım. Güneş’i kardeşim gibi sahiplenişimi yalnızca aşktan kör olan gözler anlamlandıramazlar. Alper’de Güneş’e aşık olduğundan her fırsatta had bildirme peşindeydi. Her ikisinin de beni anlayamamalarını anlarımda… Siz… Siz niye her fırsatta söz konusu Güneş olunca bana yerimi bildiriyorsunuz.’ Duraksadı, Uraz. Edip’e değer veriyordu bir başkası olsa ima ettiği şey karşında demediğini bırakmazdı ama bu adama karşı nutku tutulmuş gibiydi. Dağıldığı yerden kendini toplayıp Edip’e cevap vermek için hazırlanırken, Edip’in devamında söyledikleriyle bir kez daha darmadağın oldu.

‘Siz istediğiniz gibi anlayın. Öyle görseniz de görmeseniz de o benim yetimhaneden beri tanıdığım küçük kız kardeşim. Ben ona sahip çıkıp ağabeylik yapamasam da aramızdakiler aynen böyle. Aynı zamanda silah arkadaşım da. Özetle her bakımdan ailem Güneş benim ve ben ilk kez Uraz kıdemlim, ilk kez huzursuz olmadım. Bizi böyle gören bir çift gözden ilk kez huzursuz olmadım. En doğrusunu siz bilirsiniz tabi …’ , derken Uraz’ın kalbini işaret etti bakışlarıyla Edip. ‘Bir ağabey olarak kardeşimi, bir asker olarak silah arkadaşımı gözü kapalı emanet edebileceğim tanıdığım tek adamsınız.’ Selam verip odadan çıkalı dakikalar olmuş Uraz hala kaldığı yerde put kesilmiş durmaya devam ediyordu. Neydi şimdi bu. Edip onu onaylamış mıydı? Nasıl yani! Edip, kendinin bile anlamadığı o hislerin adını mı koymuştu? Bu yanlış anlaşılmaya en kısa zamanda bir açıklık getirecekti Uraz ama şimdi vakit, operasyon vaktiydi. Berzan’ı o dağdan kurtarmaları gerekti.

***

"Hakkım varsa helaldir , umarım sende helal etmişsindir Aslan Parçası..." Söylendi Uraz. Arabalar peş peşe durduklarında sırayla indiler, Uraz erlerin önüne geçerek önden kendisini bekleyen belaya doğru yürüdü. Öz kardeşinin şakağına silahı dayamış ağrından tükürükler saça saça hunharca etrafına bağıran Mirza, tam da karşısındaydı. Sessizce dudak hareketleri yaparak , kendilerini izleyen keskin nişancıya talimat verdi Uraz. Silahının namlusunu milim milim değiştirip Mirza'nın pazarlık etmesine dahi izin vermeden işaretini verdi Uraz. Buraya pazarlık yapmaya değil artık bu saçmalığa son vermeye gelmişti. Çığlıklar arasında Berzan yere savrulunca hali hazırda bekleyen sağlık ekibi ve askerler müdahale için harekete geçtiler. Berzan'ı ambulansa alırlarken, Mirza kanayan eliyle öfkeyle çırpınmaya devam ediyordu. Direnmeye devam eden Mirza kendisine kelepçe takmak üzere yaklaşan erin silahı kapıp son hamleyle Uraz'a silahın namlusunu yükselttiğinde her şey bittiği yerden yeniden başlamıştı.

"Ko mu tannn, ben giderken sen burada kalamazsın!"

Tetikçeye asla ateş etmemesi için son kez talimat vermek için elini dur işaretiyle havaya kaldırıp, Mirza'nın kurşununa göğsünü siper etti Uraz.

"Annene seni canlı alacağıma söz verdim Mirza! Şu an annenin hatırına hayattasın. Bitti artık! Ben Burada olsam da ölsem de artık bitti."

"Ne sözü ha, burada olmazsa içeride öldürürsünüz beni. Teslim olmam! OLMAM! "

"Ben söz verirsem tutarım Mirzaaaa!"

"Yalan! Yalan söylüyorsun . Bu kainatın duyduğu ilk yalan değil komutan. İlk yalan cennette söylendi! Cennette bile yalan varsa neden sana inanayım haaa." Elinin sallaya sallaya bağırdı Mirza. Tetikçi defalarca kez Uraz'ın kulaklığına hedefi indirmek için izin istediğini haykırdı ama oralı olmadı Uraz. Her zamanki gibi bildiğini okumaya devam etti. Bu kez kibri için değil, gözü yaşlı bir ana için yaptı bunu.

"Doğru, ilk yalan cennette söylendi. İlk cinayet de öz kardeşini öldüren Kabil tarafında işlendi Mirzaaa! Ama bu, ne senin kabil soyu olduğun ne de benim yalan söylediğim anlamına gelir. O silahı at yere, teslim ol."

"Kabil haaa. Ben kabil değilim komutaaan! Bunu ispatlayacağım!"

Mirza kendisine sunulan seçeneğe sırtını çevirip tetiğe bastığı anda tetikte bekleyen askerde kendisine verilen talimata rağmen Mirza'nın başına hedef alıp tetiğe basmıştı. İki kurşun da eti geçip kemiğe saplandığında izleyicilerinin gözleri önünde etrafa saçılan kanlar arasında kıyamet yaşanıyordu.

"Ambulans!" Diye bağırdı Uraz, kolları arasında can çekişen kadın için.

"Suç benimdir komutan. Ben ana olamamışımdır. Oğluma sahip çıkıp onu koruyamamışımdır. O kötü doğmadı ki. Cennet kokan bir bebek nasıl kötü olsun. Suç benimdir, onu ben doğurdum komutan. Berzan'ım gibi Mirza'mı da ben doğurdum."

"AMBULANS!"

...

Gelecek bölümde görüşmek üzere...

 

Bölüm : 23.04.2025 00:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...