
***
Gözlerimi, kulağıma çalan kapı tıkırtısı sesiyle araladığımda havanın kararmak üzere olduğunu gördüm. Yorgun bedenim yaşadığım stresten dolayı uykuya yenik düşmüş olmalıydı. Oda kapısı ikinci kez tıklandığında yataktan sıçradım.
Ya bu gelen Çınar'sa ya odaya girdiğimi fark ettiyse!
Kaçış yoktu yüzleşecektim. Ne kadar korkuyor olsam da kapıyı açacak cesareti kendimde bulabilmiştim. Odanın kapısını araladığımda karşımda duran kişiyi görmemle farkında olmadan tuttuğum nefesi serbest bıraktım. Sol elimi kalbime dayadım. Kendimi rahatlamış hissediyordum.
Üzerinde yemek dolu tabaklar bulunan servis tepsisini elleriyle sıkıca kavramış tam karşımda duruyordu Hamiyet Hanım.
"Feraye Hanım, biliyorum Çınar Bey'le birlikte yiyeceğinizi söylediniz ama Çınar Bey yemek yemeyeceğini söyledi ve sizin için bir şeyler hazırlamamı istedi benden."
"Teşekkürler Hamiyet Hanım, buraya kadar zahmet etmişsiniz ama bende yemek yemeyeceğim."
"Ama Feraye Hanım, Çınar Bey, sabah da doğru düzgün bir şeyler yemediğinizi söylemişti..."
Ne yani kahvaltıda beni umursamaz gibi davranıp gizliden yediğimi içtiğimi mi kontrol etmişti? Kim bilir belki de benimle birlikte sofraya oturmamak için yemek yemeyeceğini söylemişti.
"Kendisi benim için endişeliydiyse, geç geleceğini bildirseydi. İştahım kaçtı yiyemem! Teşekkür ederim."
Hamiyet Hanıma diyecek söz bırakmamıştım yüzü düşünce de samimi bir tebessüm atıp başımla selamladım. Öfkem kendisine değildi, onun incinmesini istemiyordum. Hamiyet Hanım geri dönerken ardından bende kapıyı örttüm.
Bana, "Seni anlayamıyorum Feraye", "Sana nasıl davranacağımı bilemiyorum Feraye" derken kendisinin daha şeffaf davranması gerekmez miydi?
Öfkemin ateş misali kavurduğu bedenimi serinletmek için odanın penceresini açtım. Kararan gökyüzüyle kendisini belli etmeye başlayan yıldızlara bakarken içime içime çektim temiz havayı.
Keşke yağmur yağsaydı, toprak kokusu vursaydı burnuma!
Anlaşılan bu gece de yine bana hüsran geceleri yaşayacaktım, tek damla uyku da yoktu gözümde. Yasemin gelmiş miydi acaba? Aklıma kilitli odadan kaçarken yerine koymayı unuttuğum defter düşüvermişti. Acaba oda hala kilitli miydi? Çınar defterin yokluğunu anlamadan yerine koymam gerekiyordu. Çekmeceyi açtım, dağılan sayfalarını apar topar cildin içine sıkıştırdığım defteri elime alıp sayfalarını düzenlemeye karar verdim.
Saman kâğıdı sayfalardan oluşan ciltli bir defterdi. Çizgisiz sayfaların üzerindeki lacivert mürekkep kalemle yazılmış el yazısının düzgünlüğüne ve güzelliğine hayran kalmıştım. Kırışan sayfaları düzeltirken gözüme değen cümlelerden, bu defterin aslında bir hatıra günlük olduğunu anlamıştım. Defterin arasında birde saman kağıdından yapılma zarf bulunuyordu. Zarfın ön yüzü üzerinde Çınar'ıma yazıyordu. Ne defterdekiler nede zarftakiler yakın bir tarihte yazılmamış gibiydi zarfın arka yüzüne dökülmüş kırmızı mum ve mühürden içindekilerin hala açılıp okunmadığını anlamış ama anlam verememiştim. Zarfı tekrar defterin arasına koyup kıvrılmış sayfaları düzeltmeye devam ettim. Sayfalardan birini daha düzeltirken dayanamayıp yazılanları okuyuverdim. Son zamanlarda meraktan yapılması uygun olmayan çok şey yapmıştım. Birinin hatıra defterini okumak mahremine girmek demekti, yaptığım gerçekten de kötü bir şeydi biliyordum ama gözüme ilişen cümleler o kadar sıcaktı ki kendimi daha fazlasını okumaktan alıkoyamıyordum.
"Kaç cümle kurdum,
Kaç virgül, kaç nokta, kaç ünlem... hepsi sen... satır aralarını süsledi gözyaşlarım. Belki? Kim bilir bir gün belki sende, aynı satır aralarında... ama yok yok sen ağlama, insan en çok sevdiğine gülmeyi yakıştırıyor. Sen hep gül sakın ama sakın ağlama... Hem ne demişti şair, nasıl bir gülüştür sen gülünce gülüşünden cennet çağlıyor...
İrfan sana olan sevgimi, satır satır yazacağım. Gözlerimde görmen, sözlerimden dinlemen yetmiyor, bana sevdamı haykırmak da yetmiyor. Daha çok gör daha çok duy istiyorum. Gün gelip okuyasın diye satırlara aşkımı hece hece yazıyorum. Seni seviyorum seni seviyorum seni seviyorum..."
Nesrin Hanım'ın günlüğüydü bu! Çınar'ın babasına duyduğu aşkı anlatıyordu okuduğum birkaç satır mest olmama yetmişti. Nesrin Hanım'a karşı hayranlık duymaya başlamıştım. Belli ki kalemi de fırçası kadar kuvvetliydi. Peki o kilitli odada ki yarım kalan resim! O resim de neyin nesiydi?
Kapı tıkırtısıyla irkilince panikle elimdeki defteri hala açık olan komodinin çekmecesine atıp çekmeceyi kapattım. Buyur etmek için seslenmek yerine yatağımdan kalkıp kapıyı açmayı tercih ettim. Kapıyı yarım açıp ardındakini görünce gözlerimi istemsizce belertmiştim.
"Gelebilir miyim Feraye?", diye sordu Çınar. Az evvel Hamiyet Hanım'ın elinde olan servis tepsisini elinde tutuyor tam karşımda duruyordu.
Okyanuslarını gözlerime kilitlenmiş benden sorusuna cevap vermemi bekliyordu.
Sanki kendisini buyur etmeyip kapıyı kapatsam alev alev endamının karşısında kapı eriyecekti.
Yutkundum, sesimi bulamadığımdan içeri girmesi için yarıladığım kapıyı tam açarak geriye çekildim. Beden dilimle onu içeri buyur edişim karşılığında Çınar odaya girmiş bende ardından kapıyı örtmüştüm.
O da benim gibi ne yapacağını bilmez bir haldeydi.
Heyecandan mı korkudan mı titrediğine karar veremediğim bacaklarımın beni taşıyamayacağını düşündüğümden odanın kapısına sırtımı yaslamış, Çınar'ın ne yapıyorum ben der gibi odanın içerisindeki şaşkın hallerini, seyrediyordum.
Odanın ortasına kadar ilerledikten sonra durdu Çınar, yolun karşı tarafına geçmek için hazırlanan yolcu gibi önce sola sonra sağa sonra tekrar sola kafasını çevirdi. Ardına döndüğünde artık bakışlarının hedefinde ben vardım.
"Hamiyet Hanım, söyledi. Yemek yemek için beni beklemişsin."
Hamiyet Hanım mıydı onu buraya yollayan yoksa kendisi mi dayanamayıp gelmişti?
"Eksik mi söylemiş Hamiyet Hanım, iştahımın kaçtığını da söylemiştim. Buraya kadar sen de boşuna zahmet etmişsin.", dedim sıkılgan bir ifadeyle. İçim buruktu, bugün paylaştıklarımızdan sonra birbirimize daha yakın olacağımızı düşünmüş birlikte keyifli bir yemek yiyeceğimizi hayal etmiş pek bir heveslenmiştim. Onunla birlikte keyifle yemek yediğim tek anım rezidansta bana omlet yaptığı sabahtı. O zaman da ona karşı şimdiki gibi derin duygular hissetmiyordum. Belki de hissediyordum da anlam veremiyordum.
Çınar kaşlarını sempatik bir ifadeyle çatarak yanıma geldi. Sağ elini servis tepsisin altına koyup boşa çıkarttığı eliyle de beni bileğimden tutu ve yatağa doğru sürükledi. Kendiyle beraber yatağa oturmamı sağladı. Tepsiyi de yatığın üzerine aramızda kalan boşluğa koydu ve
"Yemeğe sen mi başlarsın ben mi yedireyim?" diye sordu. Gözlerim dolmakla dolmamak arasında nemlendi. Çok tatlıydı, sanki sıkılıyor gibiydi de... Buraya kadar benim için mi gelmişti. Peki neden şimdi. Neden gün boyu değil de şimdi. İçim titredi.
"Teşekkür ederim, lütfen ısrar etme hem bu saatten sonra da yemek yersem mideme oturur."
"Feraye, akşam vaktindeyiz henüz gece olmadı. Bugün doğru düzgün bir şey de yemedin.", dedi düz bir sesle, okyanuslarını gözlerime dikerek. Buğulanan gözlerimi fark etmiş daha bir naif ısrarda bulunmuştu.
Ama beni incitmişti, ne kadar içimdeki kötü hissi görmemek için çabaladıysam da başaramamıştım. Beni eve bırakırken ki soğukluğunu, uzun süre eve gelmeyişini, kabul edemiyordum. Varlığında bile kendini özletmeyi başarıyordu, yanı başımdayken sanki çok uzaktık. Diyordum tamam bu adam böyle bir adam, böyle soğuk bir adam, sadece sorumlulukları gereğini yerine getiren bir adam, peki şimdi tam karşımda öyle biri değilim der gibi niye bakıyordu gözlerimin içine? Bu kez o efsunlu bakışlarının bana tesir etmesine izin veremezdim. Gözlerimi kaçırdım. Kendi duygularımın ağırlığına da öfkelendim. Bu kadar kolay aldanıp, bu kadar kolay kırılmak ve ona olan duygularımla barışık olmak beni fazlasıyla yoruyordu.
Alnımın gerildiğini hissetmiştim, dudağımı büzüp alt dudağımın köşesini ısırdım.
"İştahım yok, anlatamıyorum galiba!" dedim.
"Feraye", dedi sonundaki heceyi uzatarak, duymazdan geldim.
"Yemeyeceğim."
O ısrar ettikçe ben daha da hırçınlaşıyordum. Durması gereken yeri öğrenmeliydi. Karşısında onun hercai hallerine ayak uyduracak aptal bir aşık gibi durmak artık canımı acıtıyordu. Dayanamıyordum.
Tabi ki o da benim tavırlarıma daha fazla ılımlı davranmayacak, kendisine yakışanı yapacaktı. Beklediğim gibi de oldu. Sol elinin parmaklarıyla yanaklarıma baskı yaparak çenemden tuttu, yüzümü kendisine çevirerek, sabrının tükendiğini belli eden bir tonda,
"Feraye bırak şu keçi inadını zafiyet geçireceksin." dedi.
Gözlerinden saçtığı alev bir anda utanca bulandı. Yanağıma hücum eden kandan sebep yüzüme vurduğunu hissettiğim kızarıklığa benzer Çınar'ın yüzünde de allar vardı.
O, bana dokunduğunda benim bedenimde yangınlar çıkıyordu. O da hissediyor muydu bedenimde sebep olduğu bu değişimi?
Kalbimin Çınar Çınar diye attığını duyuyor muydu mesela?
Peki o neden ala bulanmıştı. Koskoca Yalçınkaya Holdingin varisi Çınar Bey kendisinden yaşça küçük bir kızın beslenme saatiyle ilgilenmek zorunda hissettiği için utanıyor olabilir miydi? Öyle olmalıydı başka ne olacaktı. Bana ala bulanmış haliyle bakarken bocalayıp
"Bedenin bu kadar kısa sürede çok fazla kilo kaybetmiş çok zayıflamışsın!" deyiverdi.
Elini çenemden çekip bakışlarını boşluğa devirdi ama sözleri ağızdan çıkmış ve beni bulmuştu bir kere, ne onun pişman olduğunu fark ettiğim hal ne de benim bu utangaç halim saçma sapan kelimelerin dudaklarımdan dökülmesine engel değildi.
"Çok fazla kilo kaybettim öyle mi? Beni bu eve getirdiğin gün sen yıkamıştın dün de..." dedim sesim kısılır gibi oldu ama derin nefes alıp sesimi bulduktan sonra daha da hızlanarak devam ettim
"Beni bu eve getirdiğin günkü ölçülerimi koruyamadığım için üzgünüm! Kaç kilo olmam lazım seni tatmin etmem için? Bu kez de fazla kaçırarak standartlarının üzerine çıkmak istemem. Bedenime hükmetmek için sen varken, bedenim hakkında nasıl olurda karar hakkı bende olabilirdi ki değil mi ?" dedim alay eder gibi.
Hamiyet Hanımdan bu eve getirildiğim gece Çınar'ın beni yıkadığını öğrenmiştim. Bedenime bu kadar vakıf olmasına atıfta bulunmaktan kendimi alıkoyamamıştım. Belki de haddinden fazla tepki göstermiş abartmıştım ama onun gibi benimde dilimden sözcükler dökülüvermişti bir kere geri alamazdım.
"Nne!" dedi sinirle kekeleyerek Çınar. "Ben böyle bir şey mi kastettim!"
Çınar'ın bakışları okyanustan siyaha çalmıştı. Alnını kırıştıracak kadar kaşlarını çattı. Yataktan ayağa kalkıp iki Çınar adımı mesafesi volta atmaya başladı. Bense ağzımdan dökülenlere rağmen tepkisiz bir halde yerimde oturuyordum.
İçimdeki ses de Çınar'dan yanaydı da o da bana pes diyordu. Onu dinleyecek değildim. O iç seslerim yüzünden kapılmış bir okyanus sevdasına akıntısıyla sürüklenip duruyordum. Öfkelenmiştim, kırılmıştım ve belki de isim koyamadığım başka başka şeylerde hissediyordum. Öfkemden emindim ama o duyguyu çok iyi öğrenmiştim. Öğretmişlerdi. Ama şu anda en çok da kendime öfkeliydim. Aptallığıma öfkeliydim.
Bir müddet git gelleri sürdükten sonra odadan gidecekmiş gibi kapıya doğru yöneldi ama gidemedi.
Geriye dönüp öfkeyle bağırarak bana doğru yaklaşmaya başladığında ise kendimi, üzerinde oturduğum yatağın başlığına doğru ufak ufak kaçarken buldum. Çınar'ın heybetli hali karşısında bende artık o az evvelki sinek mantarı yemiş halimden eser kalmamıştı.
"O, beden bana emanet Feraye! Lanet olsun! Ben senin için çabalarken sen bana ne ima ediyorsun!" diye haykırarak aramızda kalan mesafeyi kapatmak üzereyken durmuşu. Yatağın üzerine oturup omuzlarımdan tutup beni çekerek bedenimi bedenine yaklaştırdı ve gözlerini üzerimde dolaştırarak sözcüklerini alçalan tonlarda sıralamaya devam etti.
"Ben bu bedene zarar gelemesin diye çabalarken, hatta tenini üşütür diye rüzgârdan bile sakınırken. Sen nasıl bu kadar sorumsuz, bu kadar umursamaz, bu kadar acımasız olabiliyorsun. Tırnağının ucundan saçının her bir teline kadar bu beden bana emanet. Sen umursamıyor olabilirsin ama ben umursuyorum."
Çınar'ın nefesi yüzümü yalarken omuzlarımı sıkan elleri gevşemiş boynumdan başıma doğru tenime sürterek saçlarımı bulmuştu. Parmaklarını kısa saçlarımın arasında dolaştırıyordu.
Yakıyordu, yanıyordum.
"Nasıl kıydın bu saçlara Feraye. Bana yaptığın haksızlıklara da eyvallah ama kendine yapma ve evet eğer sen bedenini sağlıklı bir şekilde hükmedemeyeceksen ben hükmedeceğim! Buna kimse mâni olamaz sen bile, anlıyor musun Feraye?"
Çınar'ın annesi intihar ettiği için ölmüştü. Çocukluğunda yaşadığı travmayı kendimi umursamaz hallerimle ona tekrar tekrar mı yaşatıyordum. Bu halleri bundan mıydı? Yoksa Beni gerçekten umursuyor muydu? Yoksa halama verdiği sözün sorumluluğundan beni kendimden dahi koruyor muydu? Peki ben şimdi bu adama daha fazla nasıl karşı koyacaktım. Öfkemim sebebi kendisiyken öyle şeyler söyleyip beni ters köşeye itmişti ki. Boynuna sarılıp orada kalasım vardı ama gururumdan mı, ya beni uzaklaştırırsa diye korktuğumdan mıydı cesaret etmedim edemedim. Halbuki daha dün gece ne olacaksa olsun der gibi cesurdum Çınarın boynuna atılırken.
"Hükmedemezsin bu beden bana ait sana değil! Sana emanet edildim diye haddinden fazla inisiyatif alıyorsun alma. Her zaman beni koruyup kollayabilecekmişsin gibi, her zaman benimle olacakmışsın gibi davranıyorsun, davranma! Beni kendi halime bırak. Bu yaşa kadar nasıl hayatta kaldıysam, bundan sonra da kalabilirim. Halama verdiğin sözse seni tedirgin eden sen sana düşeni fazlasıyla yaptın. Zaten ailemin okları benim yüzümden seni hedef seçti. Tüm bunların ağırlığı altında ezilmeyim diye yükümü hafifletişin sanki her zaman yanımda olacakmışsın gibi beni tutuşun bunlar çok fazla geliyor artık bana anlamıyor musun?"
Ellerimi havaya kaldırıp avuç içlerimdeki yara bantlarına dikkat çekerek sözlerime devam ettim.
"Bir yerin mi kesildi, kan pıhtılaşıp yaraya dönüşüyor, yara kabuk bağlıyor iyileşiyor. Bedenlerimiz kendini tamir edip iyileşebiliyor Çınar ama ruhumuz öyle değil. Ruh kanamıyor ki iyileşsin, sen bedenimi hayatta tutmak için çabalıyorsun ya ruhum. İnsanın ruhu rüzgâr esti diye üşümez, insanın ruhu düştü diye kanamaz. Ruhu incinmiş insanın yarasını kimse saramaz çünkü gözükmez o yaralar. Ama insan en çok ruhunda ki yaraları görünsün ister. Birileri yaralandığını görsün daha fazla yaralamasın ister ya da birileri görsün de ruhunu sarıp sarmalasın ister.".
Bir gün gelip de düştüğümde yanımda olmazsa o gün yerden kalkacak gücü kendimde nasıl bulacaktım ben. Bana bu kadar özenli davranırken beni bu kadar kendine bağlarken onsuzluğa nasıl dayanacaktım. Beni varlığına bu kadar alıştırırken yokluğuyla terbiye etmesine dayanamıyordum. Bazen bana çok yakındı bazense en yakınındayken uzak, bazen bana karşı çok samimiydi bazense mesafeli. Ben stabil olmayan bu halleri karşısında o çok değer verdiğimin gururumun incinmesine tahammül edemiyordum. Karşısında çektiğim ıstıraptan habersizdi, ona karşı hislerimden habersizdi. Beni görmüyordu. Fidelio karşılık beklemeden sadece ona hislerimi hissettirmemi söylemişti. Bekliyordum bir hareketinden acaba diyordum belki beni sever, yakınlaştığında belki o da benden etkileniyordu diyordum.
Onun kalbimdeki yeri gibi benimde onun kalbinde yerim olsun istiyordum.
Bizim aramızda sadece emanet ve emanetçi ilişkisi olacaktı, belki bazen de dün geceki gibi kafa karışıklığını fırsat bilen hormonlarının dürtüsüyle bedenime çekilecekti.
Ben bu adama nasıl böyle tutunmuştum. Kalbim nasıl ona böyle tutulmuştu? Çok zordu karşımdaki adam benim için çok zordu onun aşkı benim için çok zordu. Büyüktü, benden on yaş büyüktü, kalbi de büyüktü etrafındaki herkese kalbinde yer verecek kadar büyüktü kalbi benim kalbim o kadar büyük değildi ama ona olan duygularım her geçen gün büyüyordu. Denk olmayan kalplerimiz birbirine imkânsızmışız gibi hissettiriyordu.
İlk defa bir şeyi bu kadar çok arzuluyordum ama o bunun farkında bile değildi.
Ona olan duygularımı daha nasıl gösterebilirdim?
Tüm bunlar beni gör diye Çınar artık beni gör!
Çınar eliyle yüzünü sıvazladı.
"Suçlu benim yani öyle mi?"
"Sensin! Bugünkü hallerinle suçlu sensin. Sana dedim bende seni anlamıyorum. Bir yakınsın bir uzak bazen yazsın bazen kış. Ben sana elimden geldiğince şeffaf olmaya çalışırken bir şey oluyor sen kendini perdeliyorsun. Birbirimizi anlamaya başlıyoruz dediğim anda her şey manasını yitiriyor. Yitirtiyorsun. Sana karşı ben bu kadar şeffaf davranırken neden sen bir anda bana karşı duvarlar örüyorsun ki?"
"Şeffaf mı? Kendini bir yere ait görmek istemediğinden birilerinin sana karşı sahiplenici olmasından vicdan azabı duyuyor olabilir misin? Senin sorunun ne gerçekten. Ruhunu inciten ben miyim? Arkanda bırakamadıkların mı? Yoksa sen bu musun? Tüm ilgi kendinde olsun istediğin için dikkat çekmek için mi bunları yapıyorsun? Herkes sana istediğini versin isterken sen kendinden zerre taviz vermiyorsun. Bu kadar bencil misin gerçekten? Çınar çiftliktekiler seni özledi gel diyende sensin Çınar beni her zaman koruyamazsın sen sana düşeni fazlasıyla yaptın diyende sen! Ben gel dediğinde gelecek dur dediğinde duracak biri değilim beni diğer oyuncaklarınla bir tutma! Ne isteyip istemediğini bilmez hallerinden çok sıkıldım! Çok!"
Çınar'ın gözleri tekrar siyaha çalmıştı, sesinden öfke tonluyordu. Ne istediğini bilmez hallerim derken dün gece aramızda olanlara atıfta bulunuyor olabilir miydi?
"Oradan baktığında gördüğün bu mu? Ne istediğini bilmeyen küçük bir kız mıyım sahiden ben senin gözünde! Seni böyle düşündüren dün gece ..."
"Feraye sakın! Ruhunda gerçek yaralar açmamı istemiyorsan ye şu yemeği, benimde bir sabrım var sınırlarımı zorlama." Deyip dün geceden bahsetmemi engelledi.
"Kendine bir suçlu arıyorsun o da ben olayım istiyorsun. Saçmalık ama ona da peki! Ne yapmaya çalıştığını görmediğimi mi sanıyorsun Feraye! Her şeyin farkındayım, beni değil kendini kandırıyorsun. Seni net bir şekilde görüyorum ama yine görmemezlikten geleceğim.", dedi ve odayı terk etti.
Beni görüp de görmemezlikten gelmekle kastettiği şey duygularımdı. Benim duygularımı hiçe sayıyorsa dün gece yaşamak üzere olduğumuz şeyde bocalamakta haksız sayılmazdım.
Ben ne istediğini bilmez biri değildim ne istediğimi biliyordum. Onun kalbini istiyordum. Ama o ne istediğimi bilmediğimi söylerken dün gece ona karşı ilk adımı atıp sonra da kendisini reddedişimden bahsediyordu. Tüm gün, dün gece onu reddedişimin intikamını mı almıştı? Bana bir yakın bir uzak davranışının sebebi bu muydu?
Bende Fidelio ile arkadaşlığımın, adımızın olası skandala karışmasının verdiği rahatsızlıktan dolayı onu gerdiğini düşünüyordum.
Gözüm Yatağın üzerindeki yemek tepsisine takılmıştı. Beni tehdit edip öylece odamdan çıkıp gidemezdi. Tepsiyi elime alıp hızla odadan aşağı indim. Ben onun olduğumu söylediği kişi olmadığımdan emindim. Emin olmadığım şeylerde vardı. Yeni yeni tecrübe ettiğim duygular vardı içimde. Şimdiye kadar böyle duygularla hiç sınanmamıştım. İnsan tecrübe etmediği duyguları varken nasıl kendini tanımlayabilirdi ki?
Her adımda içimdeki hırs biraz daha artıyordu. Ben bu kadar öfkeli birimiydim, öfkeden gözlerim kararmış daha önce hiç.
Kararmamıştı.
Giriş katına geldiğimde önce yemek salonuna baktım kimse yoktu sonra mutfağa girdim, Hamiyet Hanım'la muhlis Bey mutfaktaydılar. Hamiyet Hanım halime şaşkın bir halde
"Feraye Hanım yemeği mi beğenmediniz?", diye sordu. Sorusunu kendi soruma cevap aradığım için havada bıraktım.
"Çınar Nerde?"
"Feraye Hanım Çınar Bey sizin yanınıza gelmeden önce koridorun sonundaki çalışma odasındaydı belki şimdi de..." Hamiyet Hanımın sözünü tamamlamasına izin vermeden mutfaktan ayrıldım ve Hamiyet Hanım'ın bahsettiği odaya doğru koyuldum. Yemek tepsisi hala elimdeydi. Bahsettiği odaya geldiğimde aralık olan kapıdan içeriyi kontrol ettim, Çınar çalışma masası yerine tam karşımdaki üçlü deri koltukta oturuyordu. Orta sehpa üzerinde bulunan laptoptan, sol elindeki Mouse'u oynatarak bir şeyleri incelemeye daldığını anladım. Az evvel öfke kusan halinden sıyrılıp işe odaklanacak kadar profesyoneldi. Dikkatini çekerek varlığımı belli etmek için ayağımla aralık olan kapıyı açıp odaya daldım, odanın dışına çıkmayacak ama söylediklerimi net duyacak yükseklikte sesle konuşmalarımı sıralayamaya başladım.
"Bugün işe gitmeyişin, tüm bu tavırların gururun incindiği içindi demek. Ne istediğini bilmeyen bu kız dün gece seninle yatmadığı için intikam mı alıyorsun? Aldın bitti, bitsin ben pes ediyorum artık."
Çınar ne olduğunu neye uğradığını şaşırmış bir halde bana bakıyordu, ben de bu halinden faydalanıp kendisine meydan okumaya devam ettim. Elimdeki tepsiyi yere fırlatarak,
"Sana yemeyeceğimi söylemiştim" dedim yerdeki yemekleri işaret parmağımla işaret ettim. Ardımı dönüp odayı terk edecekken karşımda gördüğüm manzarayla şoka uğramıştım.
Kapının hemen yanındaki duvarda asılı olan dev gibi ekranda Âdem ve bir gurup insan masada toplanmış halde bana bakıyordu. Çınar'ın video konferansını bölmüştüm. Sadece bu değil Ekranın yanındaki küçük ekranda da kendimi yani Çınar'la kendimi görmüştüm. Az evvel ki duruma konferanstaki herkes şahit olmuş şaşkınlıkla bize bakıyordular. Tüm bunlar saniyeler içinde yaşanırken ekranın kapanmasıyla Çınar'a doğru döndüm. Çınar'dı ekranı kapatan ve şimdi de üzerime doğru sessizce adımlıyordu, gözlerimin karardığını hissettim.
Fevri biriydim, aklım başıma hep sonradan gelirdi kabul ediyordum ama hiçbiri az evvel yaptıklarımın sebebi değildi.
Ben kalbimi fena halde Çınar'la bozmuştum. Aklımsa uçup gitti, şu anda esamesi yok!
Kararan gözlerim, çınlayan kulaklarımın ardında bedenimin kontrolünü yitirişimle kendimi Çınar'ın beni sarmalayan kollarına bıraktım. Kokusunu içime çekerken burada ölmek istedim.
on birinci bölüm sonu devam edecek...
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 3.29k Okunma |
303 Oy |
0 Takip |
45 Bölümlü Kitap |