29. Bölüm
Fatma Tuncay / MİRAS / 17.1 Bölüm Tesadüf

17.1 Bölüm Tesadüf

Fatma Tuncay
demirkalem

 

 

>>>>>>>XVII<<<<<<

 

Yerde Tevazu, Gökte Adalet!

 

>>>>>>>XVII<<<<<<

 

Feraye Yalçınkaya

 

Uçağın piste başarılı bir şekilde inmesiyle uçuş ekibi ile selamlaştıktan sonra bizi bekleyen araca doğru yol aldık. Vito model aracın yanına vardığımızda şoförü inip aracın anahtarını Çınar'a teslim etti. Yolculuğumuza yanımızda üçüncü bir kişi olmadan Çınar'la baş başa devam edecektik.

Aramızdaki sessizlik oldukça rahatsız ediciydi.

Çınar'ın kaçamak bakışlarıyla, sessizliğimi yoklayışlarını fark etsem de hala uçaktaki atışmamızın tesirinde olduğumdan nereye gittiğimize dair soruları soramıyordum.

Aslında atışma da sayılmazdı. O ikazlarını ederken ben de kendimi savunmuştum.

Ömrümde ilk kez sarhoş olmuştum!

Melek Ablamla ilk fırsatta dün gece yapamadığımız o görüşmeyi yapmalıydık, neden geciktiğini, Emre'nin kim olduğunu ve aklımdaki tüm o cevapsız soruların cevaplarını kendisinden öğrenmeliydim. Çünkü yanımdaki varlığın, (Çınar'ın), neye nasıl tepki vereceğini artık kestiremiyordum.

O kızgın, öfkeli hallerini, bazı bazı kendisini benden uzak tutmalarını kaldıramıyordum. Hele ki onun şefkatli kollarının sıcaklığının bağımlısı olmuşken hele ki onun naif sevecen, sahiplenici tarafını görmüşken hele ki onun sahip olduklarını koruma pahasına canını siper edişine defalarca kez şahit olmuşken...

Kırk dakikalık yolculuğumuz süresince aramızda bir tek kelamlık diyalog geçmemişti. Tabelaları takip ettiğim kadarıyla Beştepe'de olduğunuzu öğrenmiştim. Saray güvenliğinin olduğu kapıya doğru aracımızla geldiğimizde gözlerimi belertmekten kendimi alıkoyamadım.

Geleceğimiz yer burası mıydı? Hızla bakışımı Çınar'a devirdiğimde dilimin ucuna gelen sözcüklerin dudaklarımdan kuş olup havaya uçuşmasına engel oldum. Aklım sormak istediğim sorularla allak bullakken kırgınlığım sebebiyle gururum, konuşmama müsaade etmiyordu.

Aracımız sıkı bir kontrolden geçtikten sonra güvenli alana çekildik. Bize doğru gelen biri bayan, iki güvenlik elemanı tarafından üzerimiz önce cihazlarla sonra ise el temasıyla kontrol edildi.

Kontrollerin ardından korumalarla sarayın o hep ekranlardan gördüğüm protokol yolunun aksi yönüne doğru, güvenlik elemanlarının kullandığı kapıya ilerledik.

Ellerinde tuttukları siyah kuşağı andıran bezlerle yanımıza gelen görevlilerden biri Çınar'a bakarak,

"İzninizle gözlerinizi bağlamak zorundayız, olağan üstü güvenlik yolundan ilerletilmeniz istendi. Gizlilik için bunu yapmak zorundayız.", dedi.

Ben Çınar' ın gözlerine ne olduğunu sorgularcasına bakarken o ise ' güven bana' dercesine telkinli bakışlarıyla baktı, bir yandan da görevliye cevap veriyordu.

"Elbette."

Bu durum tuhafıma gitsede gerekli görüldüğünden kabullenmekten başka seçeneğim kalmamıştı. Hala Çınar'a tek kelime etmemiştim, gözlerim bağlanmadan önce Çınar'ın sol elinin serçe parmağını sağ elimle avuçlamıştım. Küçük bir kız çocuğu gibi hissediyordum kendimi, sanki o serçe parmağı bırakırsam toz bulutu olup havada kaybolacaktım.

Gözlerim bağlıyken karanlıkta bilinmezliğe doğru adımlıyor oluşum beni ürkütüyordu, elimde tüm bedenimi ısıtan ve aydınlatan meşale gibi sıkı sıkıya tuttuğum o serçe parmak bir anda avuçlarımdan kayıp gitmişti. Dudaklarımı aralayıp Çınar'a seslenmek üzereyken avucumda az evvel duran parmağın yerini sıcacık bir el almıştı. Çınar parmak aralarımı, parmaklarıyla doldurduğu eliyle elimi avuçlamıştı.

Gözlerimizdeki bağ açılır açılmaz Çınar'ın elinden elimi kurtarırken kendimi Çınar'ın yanında altın varaklarla süslenmiş asma tavanın altındaki ihtişamlı koridorda ilerleyedururken bulmuştum. Sarayın o ihtişamlı halinin yanında daha mütevazı sayılabilecek bir odada beklemeye aldılar bizi. Suskun dudaklarımın aksine sorular soran bakışlarıma dayanamayıp, aramızdaki sessizliği ilk bozan Çınar oldu.

"Başkanımız ve müsteşarla bir randevum vardı. Gizli tutulması gereken bir randevu! Kendisiyle görüştükten sonra geri döneceğiz."

Sanki meraklı gözlerle bakan ben değilmişim gibi, sanki kendimce gurur yapıpta Çınar'a hiç yüz asmamışım gibi bir edayla,

"Bben şaşırdım, yani, tanıştığınızı bilmiyordum.", Çınar'ın açıklamasını önemsizmiş gibi geçiştirircesine karşılık verirken altan altan tanışıklıklarına dair merakımı gidermesi için kendimce kurduğum cümlemle kendisini sorgulamayıda ihmal etmedim.

"Tanışmıyoruz, en azından şahsen tanışmıyoruz. Manevi babam diyebileceğim biri , bir gün sizi de tanıştırmak isterim, bu görüşmeyi ayarladı."

"Koskoca başbakan devlet sorunları dururken bizimle niye görüşür Çınar? Neden buradayız.", diyerek bu kez açıkça sorguladım kendisini ama hala kendisine içten içe kırgın olduğumdan sebep olsa gerek sesimdeki hiçte benlik olmayan tıynetsiz tınıya engel olamamıştım.

Sol kaşı havalandığında aynı zamanda dudağının kenarlarının da yukarı kıvrıldığını gördüm. Gözüm sadece bir anlık, dudağının sağ kenarında derinleşen çukura takıldı; her şeyin başladığı o gün kendisinden kaçarken bana kendimi kaybettirip tekrar bulduran o çukurda, gamzesinde sadece bir anlık oyalandıktan sonra hızla gözlerimi yüzünde dolaştırdım.

Çınar, o her zaman yüzünde görmeye alışık olduğum gülümsemesinin aksine serseri bir gülüşle bana bakıyordu.

" Devlet kimin için var Feraye, bizim sorunlarımız aynı zamanda devletin de sorunları. Devlet sorunlarını çözmek için buradayız Feraye?" Sol gözünü kırptı.

" Anlamıyorum ! Bbenim yüzümden mi? Benim yüzünden mi buradayız! Onca olay oldu , o ilk gün sonra hava alanında çatışma oldu. Hepsi benim yüzünden! Tomris benim yüzünden işlerini de sabote etti"

"Feraye, sen işle ilgili sabotajı nereden biliyorsun?"

Kilitli odaya gizlice girip konuşmalarını duyduğumu söyleyemezdim.

"Ben şey, hani çiftlikte ilaçlama olduğu gün vardı ya işte o gün ben kütüphanedeyken senin koridordan seslerin geliyordu. Özür dilerim yaptığım yanlıştı ama Tomris dediğini duyuncada bir süre konuşmalarına kulak kabartmış olabilirim."

Derin bir nefes alıp verdi Çınar, yüzümü avuçları arasına alıp utançtan eğdiğim başımı, yüzüne bakabilmem için okşayarak kaldırdı. Yine o okyanus gözlerdeydim, mavinin en güzel tonuydu.

"Feraye senin yüzünden değil. Babam ve baban yüzünden tüm bu yaşadıklarımız. Kendini suçlamaman için sana bu kadarını söylemek zorundayım. Bundan fazlasını sorgulama, bundan fazlasına kazara da olsa kulak misafiri olma. Sadece bil hiç biri senin yüzünden değildi!"

Konuşmamızı bölen, bulunduğumuz odada tıklanan oda kapısının sesi oldu. Odada yankılanan tıklama sesinin ardından açılan kapıdan içeriye, siyah takım elbiseli, takımının ceketini geniş kaslı omuzlarıyla zorlayan, bir doksan olduğunu tahmin ettiğim iri bir adam girdi. Sağ eliyle sağ kulağındaki cihazı kulağından çıkarıp bıraktığında cihaz , bağlı kablosundan sarkık halde adamın yakasında sallanmaya başladı.

"Çınar Bey, sizi bekliyorlar."

Birlikte kapıdan çıktığımız anda adam tarafından durdurulduk.

"Çınar Bey görüşme için sadece sizin isminizi aldık, eşiniz hanımefendinin geleceği önceden bildirilmediğinden başbakanımızın eşi hanımefendi programı sebebiyle burada olamayıp kendisine eşlik edemeyecekler."

Çınar'ın buraya benimle birlikte gelmek gibi bir planı hiç olmayıp, dün yaşananlardan sonra beni yanında götürmek zorunda kalmış olmalıydı.

"Hanımefendiyi bekleme salonuna alacağız."

Çınar, adamı başıyla onayladıktan sonra bana doğru döndü, ellerimi avuçları arasına aldı, eğilip aramızdaki mesafeyi azalttıkça azaltı ve tam kulağıma bir şeyler fısıldayacak diye beklerken yanağıma dudaklarını bastırdı. Onun çekilmesine fırsat vermeden öpülmenin verdiği reflekse başımı ona doğru çevirdiğimde dudak dudağa gelmiştik. Dudaklarımızın arasında milim mesafe vardı var olmasına ama hissettiğim dudaklarımızın sıcaklıklarının arasında hiç bir mesafe olmadığıydı. Çınar ciğerlerini, seslice soluduğu nefesiyle doldurup, nefesini geri bırakmadan doğruldu.

"Müsaaden var mı sevgilim?" Diye bana sorarken tuttuğu nefesi aheste aheste bırakmaya başladı.

"Ttabii, ben bekliyor olacağım."

Bomba!

Şu anda yüreğimin ortasına attığı şey kesinlikle bir bomba ve patlayıp da beni yere yığması an meselesi.

Bu adam az evvel bana sevgilim mi dedi!

Çınar yanımdaki adamla ilerlerken, yanıma gelen kadın görevliyle bekleme salonuna doğru ilerlemeye başladık. Salona geldiğimde gördüğüm ihtişamdan etkilenmemek mümkün değildi. Duvardaki kabartmalar, tavandaki sarkık süslemeler, altın varaklı asma alçıya yapılan eşsiz oymalar... Balkon ve pencere kenarlarındaki lale kabartmaları. Salonun dekorundaki altın varaklı oymalı mobilyalar. Her bir detay çok çok fazlaydı ama enteresan bir uyumla göz yormuyorlardı.

Görevli kadın ikram etmek için içecek önerdiğinde kendisinden Reyhan Şerbeti istemiştim. Görevli kadının sıraladığı içecek isimleri arasında Osmanlı Şerbeti dahi varken seçenekler arasında sunmadığı Reyhan Şerbetini istemiş olmam kendisini afallatsa da bu isteğime olumsuz karşılık da vermemişti.

Bekleme salonuna bağlı balkona çıktığımda; 'Balkon değil asma kat!, daha ne kadar büyük ve ihtişamlı olabilir ki!' , dedirttiren asma balkondan manzarayı izledim. Ankara güzel şehirdi güzel olmasına ama kıyısı deniz olan bir şehirde yaşamış olmamın verdiği o alışkanlıkla gözümün manzarada aradığı maviliği görememek beni hüsrana uğrattı.

"Merhaba" duyduğum bariton sesle irkildim, o panikle sesin geldiği yöne doğru döndüğümde ses kadar sesin sahibinin de karizmatik ve naif olduğu bir çehreyle artık karşı karşıyaydım. Üzerine giydiği lacivert takım elbisesiyle ellilerinde olduğunu tahmin ettiğim, bu beyfendiye hayranlıkla bakakaldım. Hem çok tanıdık bir sima gibi gelmişti hemde çok yabancı...

Ben kendisini incelerken o da beni inceliyordu. Yüzünü saran şaşkınlık ifadesiyle emin olamasamda aralanan dudaklarından bir şey fısıldadı.

"Feraye!"

Adımı fısıldamıştı ya da ben öyle olduğunu zannetmiştim.

"Merhaba tanışıyor muyuz?"

"Pardon birine benzettim sanırım. Bu arada ben Necip Ali Soydan."

Tabii ya başbakan yardımcısı Ali Soydandı karşımdaki.

"Bben sizi bir anda karşımda görünce tanıyamadım. Halk tarafından çok sevilen birisiniz. Daha önceki görevlerinizdeki başarılarınızda övgüyle bahsediliyor. Ben Feraye Yalçınkaya"

O kadar heyecanlanmıştım ki yaptığım gafı düzeltmek adına bana uzatılan eli tutmakta ve kendimi tanıtmakta geç kalmıştım. Karşımdaki adam gerçekten oldukça mütevazı ve babacan bir adamdı. Ekranda gözüktüğünden daha dinç ve yakışıklı bir görüntüsü vardı. Kırlaşmış gür saçları, düz burnu, iri siyah gözleriyle tahminim ellilerinde olan bu adama hayran kalmamak imkansızdı. Öyle farklı bir aurası vardı ki tesiri altında kalmamak imkansızdı.

"Beni utandırıyorsunuz." , dedi ama hala yüzünde şaşkınlık ifadesi vardı. Abartmış mıydım ama söylediğim her bir kelimede samimiydim, eksiğim var olabilirdi evet ama asla fazla değildi.

"Lütfen samimiyetimle söylüyorum, hakkınızda geleceğin başbakanı hatta dünya lideri diye bahsediyorlar."

Gür bir kahkahanın ardından bende Necip Ali Beye çekinerek de olsa gülüşümle eşlik ettim.

"Gülüşün bile annene benziyor."

"Annemi tanıyorsunuz demek?"

"Evet Firuze Hanımı, babanız İrfan Yalçınkaya sebebiyle tanırım."

"Aa bir dakika bir yanlış anlaşılma var!"

"Nasıl anlayamadım."

"Ben Firuze ve İrfan Yalçınkaya çiftinin çocukları değilim, gelinleriyim."

"Af buyurun aslında bende tek evlatları Çınar diye biliyordum. Rahmetlinin ilk evliliği Nesrin Hanımdan oğulları vardı diye hatırlıyorum, demek siz oğulları Çınar'ın eşisiniz."

"Evet öyle."

"Fevkalade Firuze Hanıma benziyor oluşunuzdan soy adınızı söylediğinizde sizi kızları zannettim. Kusurlu zannım için tekrar özür dilerim."

"Özüre gerek yok aslında Firuze Hanım, Halam olur Rahmetli İrfan Bey eniştemdi. Kız halaya benzer derler ama genelde kardeşlerim arasında en çok Melek Ablam Halama benzetilir. Bir sima bende kendisini andırıyormuşum demek. Siz böyle söyleyince hoşuma gitmedi değil. Halama oldum olası hayranım."

Ne çok cümle kurmuş ne çok gereksiz detay vermiştim öyle... Çok heyecanlıydım ilk kez bir siyasiyle karşılıklı sohbet halindeydim. Ailecek katıldığımız toplantıların kuytularından çıkmayan ben böyle bir duruma alışık değildim elbette ama heyecanım daha çok karşımdaki adama olan hayranlığımdandı.

"Aileniz ülkemizin seçkin iş adamlarından, babanız Rahmetli Esat Bey'i de tanırdım ama ailenizin diğer fertleriyle tanışma tesadüfümüz olmadı. Bu arada rahmetli babanız için tekrar başınız sağ olsun."

"Teşekkür ederim. Ben çok fazla göz önünde olmayı seven biri değilimdir yani gördüğünüz üzere kuytuları keşfe çıkan biriyim bekleme salonunda bile duramadım. Bu yüzden o tesadüf benim için bu güne kısmetmiş. Sizinle tanışmış olmaktan müşerref duydum."

Annem ve babamdan işittiğim övgü sözcüklerini sıralamak beni kurtarabilirdi. Nasıl konuşulurdu ki böyle biriyle. Çok mu kasıntı duruyordum?

"Benim içinde öyle oldu sizin gibi zarif bir hanımla tanışmış olduk. Manzarayı seyrinizden alı koydum ve hatta sizi birazda korkuttum sanırım."

"Estağfurullah, ben sanırım gök yüzüne bakmayı alışkanlık haline getirdim. Benimkisi öylesine bir dalgınlıktı hiç bir şeyden alıkoymadınız."

O andan sonra tüm gerginliğimi unutturan bir diyalogla sohbetimize devam ettik. Necip Ali konuşurken, karşısındaki kişiyi rahatlatan bir üsluba ve ses tonuna sahipti. Kelimeler dudaklarından sofraya konulan birer ikramlık gibi çıkıyor lezzeti iştah açıyor ve insanın tüm açlığını dolduruyor gibiydi.

"Hım. Bir insan neye ihtiyacı varsa onu talep eder. Çoğu zaman da bu talep ticari değilse gayri ihtiyari olur."

"Anlamadım."

"Eğer sizi sıkmazsam anlatmak isterim."

"Lütfen , sizinle sohbet beni onurlandırır."

"Mevlana yerde tevazu gökte ferahlık vardır der. Sebebi ise Peygamberimizin sevinince toprağa, üzülünce göğe bakmasıymış. Üzgün olmanızı anlayabiliyorum, yakın zamanda ailenizden bir parça kaybettiniz!"

Yutkundum, ne diyebilirdim ki... Ben ailemden bir parça kaybetmemiştim ben ailemi kaybetmiştim ve daha da kötüsü belki de hiç aileye sahip olamamıştım. Üzgünlüğüm şahlanıp gözlerim dolarken dudaklarımdan döküldü sözcükler.

"Yerde tevazu, Gökte Adalet!" Deyi verdim. Göz yaşlarımın akmasına engel olup başımı Necip Ali Bey'e çevirdiğimde yüzünde okuyamadığım bir ifade gördüm. O da yutkundu. Dudaklarımdan dökülen kelimeyi tekrarladı.

"Yerde tevazu, Gökte adalet, bilinenin aksine bir söz, daha önce çok kıymet verdiğim birinden işitmiştim. Sizden de duyunca şaşırdım. Kendisini hatırlattığınız kişiye özlem duydum."

"Bennn, öyle bir anda dudaklarımdan döküldü, bahsettiğiniz kişiyi tanır mıyım bilmiyorum belki de bu sözcükler kendisinden kulaklarıma çalınmıştır."

"Hayır, hayır tanışmanıza imkan yok zira kendisi hayata gözlerini yumduğunda siz belkide doğmamıştınız."

"Üzüldüm bu gün bile hala hatırınızdaysa sizin için pek kıymetli biri olmalı."

"Öyleydi ama merak edilmedik değil siz neden gökte adalet dediniz."

Ciğerlerime doldurduğum havayı seslice verirken sitemimi yüzümü döndüğüm manzaraya bıraktım.

"Nasıl desem. Toprak tüm yaşamı besleyip beslediği yaşamların ayakları altında çiğnenişiyle tevazuyu hatırlatırken Gök yüzü gece de gündüz de bir o kadar ihtişamı bir o kadar yüceliği hatırlatıyor ve kendisine hayran bırakıyor. Öyle ihtişamlı ki gözümde bu gördüğünüz saray ve daha niceleri yanında benim gözümde sönük kalır. Necip Bey bu saraya kimler girebilir."

"Siyasiler, diplomatlar, bakanlar görevliler... ama sorduğunuz bu değil eminim buraya girenlerle ilgilenmiyorsunuz."

"Sizin de söylediğiniz gibi, seçkin bir aileye sahip olmasam ben de burada olamaz bu ihtişamı göremezdim ve yine sizin de söylediğiniz gibi buraya girebilen statü, unvan sahipleriyle değil buraya girmekten mahrum kalanlarla ilgileniyorum. Ben mimarlık okuyorum. İnsanoğlu tarihler boyunca mermeri yontmuş, altını yontmuş topraktan elde ettiği nice materyali kıymetli bilip değer vermiş o değer verdiklerini layık görmediklerinin seyrine bile mahrum kılmış. Oysa gök yüzü bana göre tümünden daha kıymetli daha ihtişamlı ama herkes onu özgürce izleyebiliyor. Bu ihtişamı seyredebilmek için bir vasfa sahip olmak gerekmez ;Doğu-batı, zengin-fakir, beyaz-siyah..., gözü gören herkese özgürce kendisini izleme hakkını veriyor. Gökyüzü hiç birini ayırt etmeden gündüz güneşiyle gece irili ufaklı yıldızlarıyla şölenini hiç bir bedel ödettirmeden adilce sergiliyor. Bence serinlik, ferahlık adalette ve ala adil olduğu için de gökyüzünde!"

"Zahir de öyle evet ama hakikatte zannederim adalet yalnızca yaratıcının elinde en adil en saf haliyle sır. Ne hissettiğinizi çok iyi anladım küçük ama yüce gönüllü hanım kızım. Bu sözü duyduğum diğer kişi de sizin açıkladığınız gibi açıklardı eminim. O da sizin gibi düşünen biriydi."

"Siz ne düşünüyorsunuz."

"Ben de gökyüzüne hayranım desem."

"Bende öyle olduğunuzu hissetmiştim."

Necip Ali Bey beni hiç şaşırtmamıştı, ekranlardan izlediğimizde nasıl biriyse gerçekte de o kadar sıcak kanlı ve samimi bir insandı. Diğer siyasetçiler gibi yarattıkları markayı yüzlerine maske edip etrafta dolaşan biri değildi.

Sohbetimize içeceklerimiz getirildiğinde içeceklerimizi yudumlarken devam ettik.

"Reyhan şerbeti mi o"

"Evet Necip Bey, sarayda ne ikram edelim denince çok sevdiğim reyhan şerbetinden istedim."

"Sen yaşlarındaki birinin tercih edebileceği bir içecek değil beni şaşırtmaya devam ediyordunuz küçük hanım ama sayenizde bende çok sevdiğim reyhan şerbetinden tadıyorum."

"Anlamadım."

"Siz isteyince hazırlarlarken bana da ikram için önerdiler. Ne yalan söyleyim aklıma sadece çay içmek gelir benim ama reyhan şerbetinin adını duyunca uzun zamandır tatmadığımı fark edip, pek bir sevindim."

"Nasip , sizinkinde de nane yaprağı var mı?"

"Feraye kızım damak tadımız çok benzer gibi bende naneli istemiştim."

Gülüştük. Bir o kadar daha sevmiştim Necip Ali Soydan'ı. Bir o kadar daha samimi bulmuştum o yüzden aklıma gelen soruyu çekinerek de olsa sormak istedim.

"Şey Necip Ali Bey, benim merak ettiğim bir konu vardı. Sormak istiyorum ama..."

"Devlet sırrı değilse hay hay kızım sor tabi cevaplamaya çalışırım."

"Basına suikast haberleriniz yansımıştı. Hiç bir zaman doğrulanmadı ve hep şehir efsanesi olarak kaldı. Tabii ki size bu işin aslını sormayacağım ama zor bir hayatınız da var. Hiç başka bir yerde, başka bir hayatı yaşamak istediğiniz oldu mu?"

"ASLA!, bu güzel oksijeni içine çekmenin ve var olmanın da bir bedeli var o bedeli ödememek için yaşamdan mı vazgeçmeli insan"

Karşımda gülen çehresi bir anda donuklaşmaya yüz tutmuştu.

"Kolay bir hayat var mı Feraye? Senin hayatın kolay mı?"

"Kolay değil, Türkiye'nin en tanınmış ailesinin kızı ve geliniyim. Acı olan, insanlar sadece sahip olduğum güzellikleri görüyorlar. Ödediğimiz bedelleri değil."

Utanmıştım kendimden. Yanlış bir soru soruydu belki de sormamalıydım? Konu buraya gelmemeliydi.

"Korhanlıların kızı, Yalçınkayalıların gelini Feraye...Kadere inanır mısınız Feraye?. "

"Evet, elbette. İnancımız bu temel üzerine."

"Ne doğduğumuz aileyi ne de coğrafyayı kendimiz seçiyoruz ;Kaderimiz diyoruz ama nerede, kiminle ve kim olarak yaşamak istediğimize de irademizle karar veriyoruz. Adil bir gökyüzü çatısı altında kim olmak istiyorsak o oluyoruz Feraye. Aileni herkes kadar ben de tanıyorum Feraye ama seni henüz tanımıyorum. Bana kendini kim olarak tanıtırsan ben de o olarak bileceğim ama asıl önemli olan senin bana gösterdiğin değil kendine gösterdiğin yüzün, asıl önemli olan kim olmak istediğin."

Omuzlarımı daha da dikleştirdim, kendimden emin bir şekilde sağ elimdeki bardağı sol elime alıp sağ elimi Necip Ali Soydan'a uzattım. Yüzümde en samimi gülüşüm varken tüm içtenliğimle;

"Merhabalar, benim adım Feraye ve karşınızda kimi görüyorsanız bilin ki Feraye ondan ibaret. Ne eksiği ne de fazlası." , dediğimde uzattığım eli aynı içtenlikle tuttu Necip Ali Soydan.

"Merhabalar Feraye, bendeniz de Ali. Karşınızda gördüğünüzden fazlası yok diyemeyeceğim ama sizin için de öyleyse tanıştığımıza memnum oldum."

"Benim içinde öyle. Hoş sohbetiniz için müteşekkirim."

Çınar'a eşlik eden görevli bulunduğumuz yere gelip Necip Ali Bey'in kulağına bir şeyler fısıldayıp gitmişti.

"Müsaadenizle."

"Estağfurullah müsaade sizin Necip Ali Bey."

Necip Ali Soydan'ın salondan ayrılışını gözden kaybolana dek ardından hayranlıkla izledim. Onun bu ülkeye gökyüzü olacağına öylesine inanıyordum ki o gün geldiğinde kabul görürsem buraya tekrar gelecektim. Hem belki o gün geldiğinde ellerimle reyhan şerbeti hazırlayıp da getirebilirdim.

Hava kararmak üzereydi, saatlerce sarayın müsaade edilen alanlarında gezip oyalandım. Sonunda daha fazla dayanamayıp kütüphanesine geçtim. Orada cam dolaplarda muhafaza edilen basım yıllarına ait yazarlarından imzalı kitapları görmek ruhumu titretti. Kim bilir bu kitapları kimler okuyup yüreğinde süzmüştü. Eski eserlerin bir çoğu Arap alfabesiydi bu yüzden içeriğini açıklamada bize bildirilen kısmı kadar okuyabildim. Yanıma gelen bir görevli Osmanlı Türkçesi ile kaleme alınan eserler hakkında beni aydınlatmaktan geri kalmadı. O zaman Arapça değil Osmanlıca olduğunu öğrenmiştim. Bizim kütüphanemizde de dedemize ait Osmanlıca eserler vardı. Şu ana kadar onlarında Arapça olduğu zannediyordum.

Omuzuma dokunan elin sıcaklığıyla ardıma döndüğümde görmeyi özlediğim okyanusların sahibinin o odunsu kokusunu soludum.

"Çınar!"

"Şist. Kütüphanedeyiz Feraye."

Çınar'ın ikazıyla ayarsız sesimi yutup gülümsediğimde Çınar'ın gözleri birbirine bastırdığım dudaklarıma kaydı. Sonra ait olduğu yerin orası olmadığını fark etmiş gibi panikle gözlerime doğrulttu.

"Gidelim mi?" Sordu Çınar.

"Devlet sorunlarını çözdünüz dönüyoruz demek!" , sesim sitemli çıkmıştı.

"Aslında dönemiyoruz, hava şartları yolculuk için pek elverişli gözükmüyor."

"Havanın neyi var, gayet de yolculuğa elverişli gözüküyor." Söylene söylene Çınar'la birlikte asansöre binmiştik. Kütüphaneden çıktığımızda çiseleyen yağmuru gördüm. Çınar elimi bileğimden kavrayıp koşar adımlarla beni aracın park halinde olduğu yere kadar götürdü. Ön yolcu kapasını binmem için açtığında gözlerimi kısarak gözlerine baktım.

"Ne bu acele, niye koşturduk bu kadar iki damla yağmur altında eriyecek de değiliz."

"Doğru erimeyiz ama ıslakta duramayız." , dedi Çınar sesinde ukalaca bir tını hissettim.

Sessiz yolculuğumuz AVM otoparkında son buldu. Buraya neden gelmiştik ki. Bu kez meraktan ölecekte olsam ağzımı açıp tek soru sormayacaktım. Sessizce Çınar'ı takip ettim. Sessizliğim onu meraklandırmış olmalıydı. Bir kaç adımda bir yüzüme bakıp sessizliğimin neyin alameti olduğunu anlamaya çalışıyor gibiydi.

Otoparktan çıkarken asansör yerine yürüyen merdivenlerin olduğu yere doğru ilerledik. Çınar'ın peşinden anne ördeği takip eden yavru ördekler gibi paytak paytak yürüyordum. Ayağımdaki ayakkabılar günün yorgunluğundan ayaklarımı acıtmaya başlamıştı. Zaten dünde Yasemin'in ısrarıyla ince topuklular üzerinde kalma savaşı vermiştim. Hala düne dair aklımda cevaplanmayı bekleyen sorular vardı.

" Ah..."

Çınar duraksadığında dağınık olan aklım yüzümden zamanında duramayıp Çınar'ın sırtına tosladım.

"İyi misin?"

"İyiyim iyimde neden buraya geldik!"

Burnumun sızısını çoktan unutmuştum. Şaka gibiydi. AVM'nin eğlence alanına gelmiştik.

"Bovling mi bilardo mu?"

"Şaka yapıyorsun!"

"Ciddiyim hangisinden başlayalım?"

"Şimdi biz Beştepe'den buraya koştura koştura oyun oynamaya mı geldik!"

"Evet ne var ki bunda?"

"Ne mi var! Koskoca Yalçınkaya Holding sahibi ve CEO'su Çınar YALÇINKAYA AVM'nin eğlence alanında oyun oynayacak öyle mi?"

"Yani!"

"Vaktimizi değerlendirecek daha önemli meselelerimiz yok mu?"

"Bence bilardo ile başlamalıyız!"

"Ne yapmaya çalıştığını görmüyor muyum Çınar! Gün boyu Beştepe'de beni beklettin şimdi de çocuğunu ihmal eden ebeveyn gibi gönül almaya çalışıyorsun!"

Çınar sol elinin işaret parmağıyla alnının saçıyla birleştiği yeri kaşıdı. Dudaklarını birbirine bastırırken. ellerini bel kemiğe koyup başını yere eğdi.

Kendimi Çınar'ın karşısında hep yetersiz görüp, ona yük olduğumu hissediyorum. Ona kız çocuğu gibi gözüktüğümü bilmek canımı sıkıyor. Beni kadın gibi görmediğini bilmek onu benim için imkansızlaştırıyor. Peki ya şimdi neden tüm bu düşünceleri tersine çevirmek istercesine, hevesi kırılmış küçük bir çocuk gibi duran bir adet Çınar Yalçınkaya vardı karşımda ?

Oflar gibi bir sesle bıraktı nefesini, başını kaldırdığında sol kaşının kaldırarak gözlerini gözlerime sabitledi.

"Şimdi de ebeveyn mi oldum. Öyle olmamı istiyorsan o olurum Feraye."

Yutkundum, söz vermişti ben kim olmasını istiyorsam o olacaktı ama onun için yaptığım ebeveyn yakıştırması hoşuna gitmeyip yüzünün düşmesine sebep olmuştu. Hiç bize onun gözüyle bakmadığımı tam da şu an fark ediyorum. Çınar'da, benim onu yaşlı gördüğümü düşünmüş olabilir miydi?

Aslında anlatmak istediğim şey hala konuşamadığımız konuları konuşmamıza fırsat tanımayacak kadar dolu olan programında boşluğu bu şekilde doldurma çabasının sebebine yaptığım sitemdi. Kendisini ebeveyn kendimi de çocuk gibi düşündüğümü görmesini istemezdim.

Karşımdaki adam otuzlarının başında, yakışıklı, kendinden emin, ne istediğini bilen ve her istediğini elde edebilecek donanımda mükemmel bir erkekti.

Nasıl olurda onu farklı görebilirdim, hemde içimi her an alev almaya hazır bulunan kıvılcımlarıyla doldururken.

Onu istemeden de olsa incittiğimi hissettim. Parmak uçlarımdan destek alıp ellerimi omuzlarına bastırıp dikkatini üzerime çektiğimde ne yapmaya çalıştığımı anlamak ister gibi sorgulayan çatık kaşlarının altından attığı bakışlarıyla bana yaklaştı. Kaşları çatık bir halde gözlerime bakıyordu. Dudaklarımı kulağına yaklaştırıp muzipçe bağırdım.

"Tabii ki langırt!"

Langırt masasına koşmak üzere atıldığımda beklenmedik bir hareketle belimden tutan bir çift el ile geriye doğru çekildim. Sırtımın çarptığı sert göğüslere bastırılırken, Çınar belimi tutan elleriyle yaptığı işkenceyi yetersiz görmüş olacaktı ki bu kez kollarını belime sıkı sıkıya doladı.

Bedenim saniyeler içinde ateş topuna dönmüştü yanıyordu.

Ah o alev almaya gönüllü kıvılcımlar ah!!!

Yetmezmiş gibi bir de çenesini sağ omzuma dayayıp nefesini kulağıma üfleyerek konuşup da beni tahrikte sağlam adımlarla ilerlemeye devam etti.

"Sanırım önce üzerimizdekilerden kurtulmalıyız!"

Panikle ardıma döndüm.

"Soyunacak mıyız!" Ne, ne demiştim ben yine... Çınar'ın gözleri mercek gibi parlamış dudakları yukarı kıvrılmış yüzünde serseri bir gülümseme ile bana bakıyordu. Dudağının kenarındaki çukurda gözlerimi dinlendirirken söylediklerini anlamaya koyuldum.

"Bu resmi kıyafetlerden kurtulmak için alışveriş yapmalıyız, acelen yoksa mağazanın kabinlerinde soyunabiliriz!"

Sahte bir öksürükle değil resmen boğazıma takılan kendi tükürüğümle boğulmaktan kurtulmak için boğazımı temizledim.

Rengim mora dönmüş olabilirdi. Dönmediyse mavide kalmıştı kesin ama asla kırmızı değil onu geçeli çok olmuştu renk ıskalamda. Yürüyen bir adet şirin gibi kırdığım potun keyfini sürerek yürüyen Çınar'ı peşi sıra takip ediyordum.

Buradaki AVM de alışveriş yapmaya alışık olduğum markalar yoktu. Çınar'ı takip etmekten yorulduğumdan önüme gelen ilk mağazanın kapısında durdum tabi öncesinde durması için çekingence Çınar'ın kolunu tutmayı ihmal etmedim. Çınar, kolundan çekiştirmemle bana doğru döndüğünde ne yapmaya çalıştığımı anladı ve o öldürücü gülümsemesiyle bana sadece bir kaç saniye baktı.

Daha fazla sürseydi o an ölürdüm değil mi ben!

Ben kadın reyonuna giderken Çınar'da tersi yöne doğru ilerledi. Elime bir adet üzerime oturan dar paça lacivert taşlanmış kot aldım. Üzeri için reyondaki raflardan düz beyaz bisiklet yaka salaş bir tişört seçtim. Ardından bir çift konvers ayakkabı alıp deneme kabinlerine doğru yola koyuldum.

Ta da dam tişörtü beğenmemiştim ama kot pantolon tam da istediğim gibiydi.

Üzerimdekilerle deneme kabininden çıkıp tekrar tişörtlerin olduğu reyona döndüm. Baskılı desen daha az salaş olan bir tişörtü gözüme kestirip denemek için elime aldığımda reyonda bulunan çiftten bu reyonun çiftlere özel üretilen ürünler için olduğunu fark ettim. Hemen raflardan elimdeki tişörtün çiftini seçip deneme kabinine koştum. Kendim için olanı giyindikten sonra da erkekler için olan deneme kabinlerine doğru koşturmaya başladım.

Umarım Çınar bu hevesimi kursağımda bırakacak bir şey yapmazdı. Hem belki böylece onun benim gözümdeki yerini de kendisine göstermiş olurdum.

Yapmasındı Allah'ım lütfen yapmasındı? Lütfen hevesimi kırmasındı. Amin.

Ne erkek ürünlerinin olduğu reyonlarda ne de deneme kabinlerinin olduğu odada Çınar'ı bulamamıştım. Bir kez daha deneme kabinlerinin olduğu yere geldiğimde elinde bir kaç parça erkek kıyafeti ile mağaza görevlisi bir kadının deneme kabininin birinin önünde gevrek bir yüz ifadesiyle beklediğini gördüm.

Neden böyle hissettim bilmiyorum ama içimde bir şeyler eriyipte ayaklarıma sızmış gibiydi, canım acıdı. Aklıma içeridekinin Çınar olma ihtimali gelmişti çünkü. Bu kadından hiç ama hiç haz etmemiştim çünkü. Benim olanla ben ilgilenebilirdim çünkü!!!

Kadının yanına doğru adım adım ilerlediğimde kadının kapıya tıkladığını gördüm.

"Bence bunları da denemelisiniz Çınar Bey."

Yutkundum. Kaç kez yutkundum ama yok ıslanmadı boğazım sanki hala kupkuruydu.

Kadına beden dilimle çekil derken sert ama düz bir sesle

"Çekilir misiniz!" ,dedim. Anlamamış gibi alık alık baktı ismi lazım değil kadın yüzüme.

"Yalnız burası erkekler için, bayanlar için olan deneme odası..."

Duymazlıktan geldim ve bakışlarımdan zerre taviz vermedim. Deneme kabininin açılan kapısına rağmen bakışlarım hala o ismi lazım değilin gözlerine korku salmakla meşguldü. Kıstığım gözlerimi ağır ağır ait olduğu okyanuslara çevirince üzeri çıplak bir adet Çınar gördüm karşımda.

Yanımda duran ismi lazım değilin, varlığının da lazım değil olduğunu göstermek istercesine bir edayla, elimdeki tişörtü Çınar'a uzattım.

"Benimkinde Minnie Mouse var bu da Mickey 'li olan."

Çınar söylediklerimi anlamak istercesine zaman ister gibi bakarken, yanımdan kıkırdama sesi geldi. Yok da sayılmıyordu ki bu ismi lazım değil. Hırçın bir şekilde yüzümü kadına çevirdiğimde, kadın yapay bir öksürmeyle sesini düzeltti.

"Küçük kız kardeşinizin seçimi de hoş tabi ama ben bu ürünleri de denemek isteyeceğinizi düşündüğümden buraya bırakıyorum."

Omuzlarım düşüvermişti bir anda. Ruhum yerle yeksan olmuştu. Bizi neden çift olarak görmüyorlardı. Çok değil bir kaç hafta sonra yirmi bir olacaktım. Çınar'la aramda yalnızca dokuz yaş vardı. Yirmi değil, on bile değil sadece dokuz. Elimdeki tişört müydü beni küçük gösteren.

Çınar'a dönmeden uzattığım tişörtü tutan elimi kendime doğru geri çekmek istediğimde Çınar bileğimden tutup bana izin vermedi.

"Eşimin zevkine güveniyorum , diğerlerini denemeyeceğim teşekkürler."

Ağzım kulaklarıma varmış gerilmekten dudaklarım sızlıyordu. Yüzümü o gudubetten Çınar'a doğru çevirdiğim anda Çınar hala tutmakta olduğu bileğimden beni kendine doğru çekti. Dünya dümdüzdü artık bakınca ucunu bucağını görüyordun sanki.

Avuçlarımın değdiği çıplak ten, az evvel söylediği ama kulaklarımda hala çınlamaya devam eden cümlesinin yaktığı bedenimin alevini harlarken, aynı anda yüzümü inceleyen o okyanus gözleriyle beni serinletmeyi başaran, bu adam benimle evliydi işte...

Çınar yakınlığımızı az görmüş olacak ki bana doğru eğildi, dudaklarını yanağıma doğru yaklaştırıp fısıldadı.

"Bakıyorum da yolculuğumuz boyunca somurtan yüzüne sonunda bahar gelmiş."

Gülümsemem anında soğuyu vermişti. Gözüme kıyafet kabinin askısında asılı halde duran eşofmanlar takılınca aradığım kaçış bahanesini bulmuş oldum.

"Ççınar sen bunu giyerken bende mi pijamalara baksam sen eşofmanda almışsın!"

Çınar kollarından kaçmak için bahane uydurduğumu anlamıştı elbette. O gözler aklımın kuytularını okuyor gibi bakıyordu.

Lanet gelsin!

Hala kaçmak için hareketlenememiş Çınar'ın kollarındaydım. Kulağıma söyleyeceklerini fısıldadıktan sonra benim onu duymazlıktan gelip uydurduğum bahaneye karşı onun tepkisi, dudaklarını yanağıma sürterek yüzünü doğrultmak oldu. Artık yüzsüzeydik.

Burun ucunu burun kemiğimden anlıma doğru sürterek çıkarttıktan sonra dudaklarını burnumun ucuna değdirdi. Yok değmedi öptü burnumdan öptü beni!

Biz ne ara böyle yakın olmuştuk. Neler duyuyordu sabah beri kulaklarım. Neler görüyor aciz gözlerim. Ben uyanık mıyım?

Ne olmuştu da bu adam aşka gelmişti böyle. Acaba deyimden değil de sahiden aşka gelmiş olabilir miydi?

Yok yok dün gece aramızda her ne geçti ise işte o sebepten bu adam bugün böyleydi. Benim dün gece her ne olduysa bir an önce öğrenmem lazımdı.

"Eee ben gideyim o zaman."

"Tamam git sen ben az evvelki bayandan yardım alırım pijama seçimi için!"

"Oldu o zaman." Kollarından sıyrılıp ardımı döndüğümde aklımın köşelisine dang etti!

"Neeee!"

Yönümü tekrar Çınar'a çevirdiğimde kendisinin işaret parmağının eklemiyle burnunun ucunu yalandan silerek serseri gibi sırıttığını gördüm. Dalga geçiyordu benle. Bu kez ardıma bakmadan ayrıldım deneme odalarının olduğu alandan.

"Geç dalganı geç Çınar Efendi. Okyanus senin kıyı senin ..." Bugün ne tuhaf bir gündü böyle. Homurdanmak adetim olmuştu...

Çınar'ın ödeme kasasından ayrıldığından emin olduktan sonra saklandığım yerden çıkıp yanına geçtim.

"Az daha evvel gelseydin ne olurdu Feraye , bak şu kasaların önündeki ip gibi kuyruğu görüyor musun, buna ödeme sırası deniyormuş ve ödeme yapabilmek için sıranın göremediğimiz en sonuna geçmemiz gerekiyormuş."

"Anladım, o zaman şöyle yapalım cezamı çekeyim ben,o sıranın sonunu bulup sıraya gireyim. Sende bu arada bize yiyecek bir şeyler mi alsan, çok acıktım?"

"Tamam, ne yemek istersin." Kabul etmesi kolay olmuştu sanki.

"Sen ne yiyeceksin."

"Kebapçı varsa..."

"Tamam ben de köfte burger, patates kızartması ve kola istiyorum."

Çınar yüzünde silik bir gülümsemeden sonra cüzdanından kartı çıkarıp bana uzattı.

"Bu sende kalsın, sen burada alışverişi tamamlarken bende yemek işini halledeyim. Malum kapışmak için enerji lazım!"

"Tamam, tamam hadi git sen."

Gözleri kısıldığında kendimi açık ettiğimi anladım. Neden soğuk kanlı biri değildim.

"Bir sorun mu var Feraye?"

"Var tabi, acıktım hem de çok acıktım."

"Ben aldıklarını ödeyim, sen yemek..."

"Yok yok ben burada beklemeyi yemek için beklemeye tercih ederim, şimdi yemek kokusunda beklersem iştahım kapanır yiyemem."

Çınar, şüpheli bakmaya devam etse de üstelemedi ve bir kaç iri Çınar adımı atarak mağazadan dışarı çıktı. Üzerimdeki gerginlik yerini rahatlamaya bırakmıştı ama hala yaptıklarım için kendime inanamıyordum.

"Şimdi bu aldıklarının bedelini ödeme zamanı Feraye!" Nasıl homurdanmasaydım, kasaya kadar beklemem gereken epeyce uzun bir sıra vardı.

 

***


 

Bölüm : 20.07.2025 16:46 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...