35. Bölüm
Fatma Tuncay / MİRAS / 20. Bölüm Ölümle Yaşam

20. Bölüm Ölümle Yaşam

Fatma Tuncay
demirkalem

 

 

 

>>>>>>>XX<<<<<<

 

 

 

 

Yer, gök yemin eder; hiç bir suç sır kalmaz.

 

 

 

 

>>>>>>>XX<<<<<<

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Firuze Yalçınkaya

 

Havadaki nem oranının iyice arttığı, buram buram rutubet kokan odanın örümcek bağlamış asma tabanına takıldı gözlerim. Ahşap lambri duvarlarla birleşen asma ahşap görünümlü boya ile süslenmiş alçı tavanın kesiştiği noktada, sanatçısı tarafından terkedilmiş örümcek ağı üzerinde bir süre gözlerimi oyaladım. Usulca oturduğum iskemle sandalyeden doğrulurken gözüm hala örümcek ağındaydı, bir kaç adım ilerimde bulunan döküm odunluk üzerinden aynı dalgınlıkla bu kez gözüm sönmeye yüz tutmuş alevin can çekiştiği şömineye takılı kaldığında, odunluktan aldığım bir kütüğü kırmızı ile grinin sarmaş dolaş olduğu köz dolu şömineye attım, odunlardan kirlenen ellerimi birbirine çırpıp hemen karşımdaki ahşap dolap görünümlü kapıyı açtım.

Şimdilerin ebeveyn banyosunun yerine eskiden evlerin yatak odalarına yapılan yarım metre karelik alanın beton zemindeki deliğin döküm ızgara ile kapatılıp gider olarak kullanıldığı duşluğun pirinç musluğuna takılı hortumun ucunu çıkardıktan sonra musluğun vanasını açıp ip gibi akan suda elimi yıkayıp vanayı kapattım. Mermer lavaboya sıçrayan su damlaları lavabonun giderine kapılmamak için direnircesine lavaboda saçıldıkları yere tutunuyor gibiydiler. Dolap kapağını andıran kapıyı kapatıp , az evvel oturduğum iskemle sandalyeye oturmak üzere ağır adımlarla ilerledim. Sandalyeye otururken de daha öncede elimde olan albümün siyah karton sayfalarını süsleyen fotoğraf karelerine kaldığım yerden bakmaya devam ettim. Henüz annemin karnında olduğumu bildiğim Anne, babam ve ağabeylerimin olduğu malikanemizde çekilmiş , herkesin yüzünün güldüğü o fotoğrafta epeyce bir oyalandım.

"Ne kadar huzurlu gözüküyorlar... Henüz yaprak dökümü olmadığından, birbirlerine huzurla sarılıp, kameraya tebessüm etmişler. En çokta sen gülüyorsun. Gözlerinin içi gülüyor. Vicdanlarımızın bizi terk etmediği hala masumiyetimize sahip olduğumuz bakışlardan belli oluyor. Eğer bende bu fotoğrafta, annemin karnında değil de sizin yanınızda olsaydım o vicdanlı ve masum bakışlı beni görebilecek , o hallerimi hatırlayabilecektim. Ama artık hiç birimiz masum değiliz. Her şeyin sebebi de sensin. Sen başlattın çünkü. Hırsların kör etti gözlerini. En başında, ta en başında gerçek niyetini görebilmeyi öyle çok isterdim ki belki o zaman seni desteklemek yerine sana dur diyebilirdim. Bu Süleyman'ın soyuna yakışmaz diyebilirdim. Babamız çok namuslu, onurlu bir adamdı, son nefesine kadar doğruları için mücadele etti, onurlu yaşadı ve onuruyla öldü, bizde onun yolundan devam etmeliyiz diyebilirdim. Sana dur demediğim için bende suçluyum, günahkar ve o onurlu adamın yolundan değil de seninle mücadele etmek için senin yolunu seçtiğim için bende suçluyum. Çok kayıp verdik, çok yara aldık, verdiğimiz kayıpların hırsıyla gözlerimiz karardı, karşılığında yaptıklarımız yüzünden çok da ah aldık değil mi? O yüzden bu haldeyiz. Ama en acı olanı ne biliyor musun başta verdiğimiz kayıplar hayranı olduğumuz babamız için bunları yaptığını düşünmemdi. Sen hayran değildin. Sen ona kızgındın, içten içe yaşananların tek sebebi olarak onu görüp onu suçlamıştın değil mi? Onurlu davranmak, değerlere sahip olmak sana göre zafiyetti, acizlikti. Kaybetmekti, en başından beri sen sadece kazanan olmayı istedin. Uğruna feda ettiklerin yüzünden bu haldesin. Ksybettiklerin uğruna değdi mi? Bak ne haldesin? Seni bu hale getiren düşmanların değil en yakınların Esat. Kendi hırsların..."

Vurulan kapı tokmağının boş ve soğuk koridorda yankılanan sesiyle irkilip , elimdeki albüm kapağını kapattım ve oturduğum ahşap oturaktan doğrulup, çalan kapıyı açmak üzere ayaklandım.

Odanın kapısını aralık bırakıp çıktığım koridorda ağır ağır adımladım. Sonunda virane olmaması için direndiğimiz evin ahşap oymalı kapısına varabildim. Ben kapıyı açmak için kapı kulpunu tutarken kapı tokmağına bir kez daha vurulmuştu. Bu sesten nefret ediyordum. Bu ses bende kötü anıları teptiğim aklımın odalarının kapılarını aralıyordu.

Akrep ve yelkovan gece yarısını geçeli çok olmuştu, kapının ardındakinin kim olduğunu bilmiyor değildim ama buna rağmen içimi saran korkuya da engel olamıyordum.

Kulpunu çevirip kapıyı açınca geriye çekildim. Tam karşımdaydı işte, endişeli gözlerine kan oturmuş, kaşları şahlanmış o her zamanki asil duruşuyla Selami gelmişti. Yine bir sözümle nedensiz, amasız yanı başımdaydı. Vefanın vücut bulmuş haliydi Selami.

"Firuze! Neden buradasın?"

"Sakin ol Selami, kapıda mı bekleyeceksin böyle, içeri buyur lütfen."

Alelacele içeri adımlayıp kapıyı kapatmamı bekledi. Ardımı döner dönmez de bana sımsıkı sarıldı. Sırtımı sıvazladı. Ne yaptığını anladığında da panikle kendini geri çekip alnını tutarak konuşmaya başladı.

"Adamların öyle kapıma dayanınca sana bir şey oldu sandım. Bir gündür saçma sapan güzergahlarda dolaştırıldım sonra da buraya getirilince... Sen buraya bir daha asla dönmem demiştin. Ben de adamların 'Firuze hanım içerdeler.' Dediklerinde endişelendim."

"Seni bu kadar endişelendirdiğim için üzgünüm ama izimin bulunmaması için tüm bunlar gerekliydi."

"İzini mi? Allah aşkına Firuze ... Esat öldü, İrfan öldü... Kim? Kim senin peşinde olabilir?"

"Anlatacağım ama yine inanmayacaksın, yine aklımın oyunları olduğunu söyleyeceksin."

"Yapma Firuze, bari bana böyle söyleyip sitem etme. Ben ne dediysem ne yaptıysam hep seninleydim. Yıllarım seninle geçti be Firuze. Bir kez olsun ha bir kez olsun diyebilir misin Selami beni yalnız bıraktı? Diyemezsin, çünkü bırakmadım. Bırakamam ki. Belki acılarını dindirmeye hekimliğim, arkadaşlığım yetmedi ama bir kez olsun seni yalnız bırakmadım."

"Bırakmadın ama ikna da olmadın. Sana söyledim, o hayatta dedim. İzleri, ipuçlarını takip edelim dedim."

"Etmedik mi? Bir sonuca ulaşamadık yıllarca, sonra da haliyle vazgeçtik. Daha doğrusu ben vazgeçtim. Hayatta olsaydı seni bırakır mıydı sanıyorsun ben bile bırakamazken? Öldü o yok. O kazada öldü. Beklemekten vazgeç. Bazı vuslatlar... bazı vuslatlar ahirete kalmıştır Firuze."

"Anlamıyorsun Selami, bak sana ispatlayacağım. Artık delillerim de var. O Beni bırakmadı hiç bırakmadı ama yanımda da olamadı. Belki İrfan belki Esat mani oldular bilmiyorum, ama bana inan, o beni bırakmadı. Feraye'sini bırakmadı."

insanın mabedi bildiği ustaki hatıratların üstüne miğfer gerekti, adına zaman denen o yenilmez düşman karşısında hakikatle hilaf arasındaki yanılsamadan korunabilmek için.

Sadece anılarda saklı olanı aşikar etmede ne fayda olurdu ki en yakın bildiklerin dahi inanamazken. Aşk rücu etmezdi hiç bir vakit çünkü rücu etmek için vuslat etmesi icap ederdi.

İnsan kalpsiz yaşayabilir miydi ?

Birbirimizin mukaddesi olmuşken kalplerimiz; Ben yaşıyorsam o da yaşıyor olmalıydı ki öyleydi de .

Neden kimse anlamıyordu. Bir bebeğin doğarken ciğerini yakan o ilk soluk gibi, ilk nefesti aşk. Nasıl bilmezdi hekimdi o. İlk nefesin bir hayat boyu doğan bebekle birlikte büyüyüp yaşlandığını ve aynı zamanda Azrail'e gülümserken ilk solunduğu an kadar sancılı verilen son nefes olduğunu nasıl bilmezdi?

Bir bebeğin doğarken soluduğu o ilk nefes, ölürken verdiği son nefesti aynı zamanda da bir ömür bedeninde taşıdığı yaşamdı. Aşktı...

Onunla ilk kez fakülteye başladığım günün alaca sabahı karşılaşmıştık. İlk nefesim olan aşkı kalbime soluyuşum da o gündü. Fakülteyi çevreleyen upuzun duvarın bir köşesine çökmüş elimde tuttuğum saman sarısı kağıda bakıp da hüngür şakır ağlarken elimden uçan kağıdın rüzgarla dansını güç bela seyrediyor muvaffakiyetini yaşadığım anımı paylaşamadıklarım için özlem duyuyordum. O ana dair gözümde canlanan tek anı rüzgarla dans eden o saman kağıdını havada yakalayıp bana geri vermek için yanıma kadar gelişiydi ilk nefesimin, ilk kalp ağrımın.

İtiraf etmekten asla nedamet duymayacağım o hayranı olduğum gül cemalini dolu dolu olan gözlerimden sebep o an fark edememişsem de elinde tuttuğu kağıdı bana vermek için yanıma adım adım yaklaşırken attığı her adımında endamının yanında, heybetli duruşuna nazaran derinlerinde çok, çok daha fazlası olduğunu daha ilk kez tevâfuk olduğumuz o anda bana tam mahiyetiyle hissettirebilmişti. O benim çehremi, etrafımızı saran alaca karanlığa rağmen net bir şekilde görmüşken ben onun şimdilerde anılarımda sır olmaktan öte olmayan yüzünü çok geç fark edebilmiştim. Sonralarında ilk kez karşılaştığımız o ana nice nice ithafta bulunmuştu. Ben hürriyetimde kayıtlı beni ben yapan isimden farklı bir adla bana seslenişine bizar olmuşken meğer o, beni biz yapmak için ruhunu bedenime naifçe üflüyormuş.

Saatin sarkacı sağa sola savruldukça Ferayesi olmuştum onun. Oysa benim adım Firuze idi , ithaf ettiği derin manayı anlamamda onu fark etmem kadar geç olmuştu. Kaybettiğimiz geri döndürülemez o zamanlara ne yazık!

Selami de artık inanmalıydı onun hayatta olduğuna. Koridordaki aynalı vestiyerin ilk çekmecesini açtım. Ardından boynumda asılı olan kolyedeki ince anahtarı çekmecenin yanındaki tahta sürgüyü kaldırınca belli olan kilide yerleştirip bir kez çevirdiğimde çekmece zemini kalkmıştı. Anahtarı bir miktar daha deliğe itekleyip ikinci kez döndürdüğümde kalkan zemin geriye çekildi ve gizli çekmece görünür oldu. Oradaki kutuyu elime alıp Selami'nin yanına koştum. Kutunun içindeki şeffaf kilitlenebilir poşeti çıkarıp içindekini görmesi için havada salladım.

"Firuze bu nedir? Bu mücevher kimin."

"Benim Selami. Babaannemden babama, babamdan da tek kızı olduğum için bana yadigardı ama bunları ben kaybetmiştim. Daha doğrusu ben ona kaçtığımda o gün işte ayrıldığımız gün sende hatırlarsın sana geldiğim günün evvelsi. O gün bunlar benim üzerimdeydi. Ben oradan kaçar gibi çıkınca orada onda kalmışlardı. O günden sonrada hiç görmemiştim bunları. Bak bu set; Gerdanlık, küpeler ve yüzükten oluşuyor."

Parmağımdaki yüzüğü görmesi için sol elimi havaya kaldırdım.

"Bak bu yüzük Nedim Köksal'ın öldüğü gün isimsiz bir paketle bana iletildi. İlk önce anlamlandıramadım. Sonra kuyumcuya bile gösterdim. Replika değil gerçekti . Bu yüzük benim babamdan emanet olan aile yadigarımız olan kendi yüzüğümdü. Alyansımı çıkarıp o günden beridir bu yüzüğü takıyorum. Sonra İrfan öldü. Definden bir gün sonra evdeki bir çalışan bir paketle odama geldi. Nerden geldiğini bilmediğini söylediği paketi ondan alıp açtığımda bu küpeler içindeydi. Her ölümden sonra bir iz. Bu ölümlerin arkasında o vardı emindim. Sonra..."

"Sonra Esat öldü ve gerdanlık mı geldi?"

"Hayır Selami, gerdanlık gelmedi. O gün altüst oldum. O gün sabahlara kadar uyumadım. Günlerce ve haftalarca. Feraye'yi o evden çıkartıp Çınar'a emanet edip araştırmaya koyuldum. Bir şeyler vardı. Evet Esat'ın mirası için Tomris'in yapabileceklerini az çok tahmin edebiliyordum."

"Feraye'yi kaç kez ölümden kurtardığımızı bilemezsin, sana ihtiyacı varken onu böyle bırakmamalıydın."

"Mecburdum, yoksa gerçeği bulmak zor olacaktı."

"Hangi gerçek, bir insanın canından daha değerli olabilir."

"Anlamıyorsun Selami! Ben Feraye'yi korumak için ona oynanan oyunların sebebini öğrenmeliydim. Esat'la birlikte ölmüş olmalıydı sırrımız , anlaşmamız öyleydi. Ama ölmedi anlıyor musun? Tüm bu olanların sebebi o sır?"

"Tomris o sırrı öğrendi mi diyorsun?"

"Başta öyle sandım ama değil. Tomris yapmadı. O değildi. Bunu anlamama sebep olan gerçekte o gerdanlığın bana gelmeyişiyle aydınlandı."

"Firuze sakin... İyi değilsin..."

"Hayır hayır dinle .Nedim de İrfan da kendi ecelleriyle ölmemişlerdi. Önce dedim ki Esat gerçekten de kalp krizi geçirmiş olabilir mi? İkimizde onun ne kadar sağlıklı olduğunu biliyoruz, birinin onunla bir hesabı vardı ve sonunda bunlar olmuş olmalıydı. Öyle olmalıydı ben Esat'ın ölümünün arkasında da onun olduğunu düşünmüştüm ama zannettiğim gibi değildi, değilmiş. Hatta gerçek zannettiğimizden çok farklıymış."

"Firuze sakin ol..."

Anlatırken heyecandan kelimelerim birbirine karışıyordu, sürekli yutkunmak zorunda kalıyordum. Tüm olanları bu saatte ayaküstü anlatmak çılgınlıktı biliyordum ama o kadar çok zaman geçmişti ki ve anlatacak o kadar çok şey birikmişti ki!

"Tamam, şöyle yapalım. Kendin gör. Koridorun solundaki ilk oda kapısı aralık olan.", dedim sağ elimin baş parmağıyla ışığın açık olan kapıdan holü aydınlattığı odayı göstererek. Selami yüzüme iyice bir bakıp anlamaya çalıştı önce, sonra işaret ettiğim yöne doğru ilerledi. Bir kaç iri adımdan sonra aralık olan kapıyı sağ eliyle iteleyip odada göz gezdirdi. Yüzünde, yerini şaşkınlığa bırakan ifadeyi görünce bana dönen bakışlarına tebessüm edip etmemek arasında bir ifadeyle karşılık verdim .

"Bu nasıl olabilir? O, ölmemiş!"

...

 

Feraye Yalçınkaya

 

Aynadaki aksime bakakalmıştım. Duştan çıkalı yarım saat olmuş hala giyim odasındaki raflarda renklerine göre sıralı duran iç çamaşırlarından giyinmek üzere birini bile beğenememiştim. Kulaklarımda hala banyoya kendimi kilitlediğimde Çınar'ın bana söyledikleri çınlıyordu;

'Feraye! Parfümsüz duş jeli kullanır mısın, sadece senin o doğal kokunu koklamak istiyorum, seni bekliyor olacağım...' demişti.

Dediği gibi yapmıştım. Tenimi defalarca kez liflemiş, lifi de duş jeli yerine keçi sütlü kokusuz sabunla köpürtmüştüm. Vücut jiletiyle de defalarca kez tenimde dolaştırıp olmayan tüylerimi bile tıraşlamıştım. Tüm bunları yaparken aklımda Melek Ablamın yaptığı imalar benimde de Çınar'la yaşama ihtimalim olan o güzel anların ateşi vardı. Duşu neredeyse soğuk suyla yapmıştım. Banyoda iki saat kadar oyalandıktan sonra bir cesaret banyodan odayı kolaçan ederek çıkıp odanın kapısını kilitlemiştim. Şimdi de giysi odasında ne giyinmeliyim derdindeydim işte.

"Ufff, kırmızı destekli göğsün yarısından fazlasını dışarda bırakan sütyen Varla tok arası kalçanın löplerini örtmeyen string kilot. Bu değil..." seti kutusuna koyup kenara itekledim.

"Yeşil kap üzeri dantelli V dekolte sutyen altı dantelli ip kenarlı detaylı yine dantel külot. Bu da değil." Bu seti de kutusuna koyup diğer kutunun olduğu yere doğru iteklemiştim.

Siyah dantel braletin göğüs detayındaki iplerle vamp tarzı olan ve yine aynı tarzdaki neredeyse jartiyeri andıran tamamen sex shoptan çıkma fantezi çamaşır setini daha görür görmez gözlerimi yumup kenara iteklerken duyduğum sesle yerinden sıçradım. Kutunun devrilmesiyle boş raftaki gold simli boyayla renklendirilmiş dallarının her birinde nazar boncuğunu andıran mavi meyvelerin olduğu dekoratif ağaç biblosu raftan devrilmişti. Devrilirken rafın hemen sağ yan boşluğunda kalan duvara monteli boy aynasının sol alt köşesine çarpıp aynanın köşesini çatlatmıştı. Hatta aynanın köşesinde çarpmanın etkisiyle dikkat edildiğinde minik minik kırıkların oluştuğu görülüyordu. Şimdi nazar boncuklu ağaç biblosu kırıldığı için nazar çıktı diye mi sevinmeliydim, ayna kırıldığı için yedi yıl uğursuzluk getirecek diye mi üzülmeliydim. Kırılan biblo parçalarını başımda sarılı olan havluyu çözüp yeri silerek kabaca temizledim. Yarın nasılsa teferruatlı bir temizlik yapılırdı. Elimdeki baş havlusunu da hemen giysi odasını köşesindeki çöp sepetine atıverdim. Kırık parçalarından arındırmak tehlikeli olabilirdi. Üzerimdeki havluyu da kirli çamaşır sepetine atıp bedenime aynada bakakalmıştım. Sahi bir zamanlar fazlalıklarımdan kurtulmak için çabalayan ben miydim? Kadınsal hatlarımdan neredeyse bir şey kalmamıştı. Sıfır beden dedikleri ölçüden de zayıf olmalıydım. Tenim kemiğin üzerine örtülmüş ince bir çorap gibiydi. Saçlarım da Çınar'ın isyan ettiği kadar vardı hani. Boşuna itiraz etmiştim haklıydı, hiç yakışmamıştı bu şekliyle saçlarım bana... çirkindim.

Ama Çınar'ın bana öyle bir bakışı vardı ki kendimi dünyanın en güzel kadını gibi hissediyordum. Kendime aynadan değil Çınar'ın gözündeki yansımamdan bakmalıydım hep...

Karar vermiştim benim rengim beyazdı, Çınar'ın gözlerindeki ışıltı gibi apaydınlık giyinmeliydim. Hemen ardımda duran askılıktaki gecelik sabahlık takımını aldım. Takımın sabahlığı da geceliği de upuzundu. Tekrar rafa döndü gözüm. Göğüs detayı beyaz Fransız dantel olan ipek saten kombinezonu gözüme kestirdim. Etek kısmı kalçamın bir karış altında bitiyordu, sol bacağında kasığıma kadar derin yırtmacı vardı, altıma da kombinezonun takımı olan beyaz dantel külotunu giyindim. Üzerime de az evvelki gecelik takımının uzun sabahlığını geçirip önümü iyice kapatıp kuşağını da sıkıca bağladım. Hızla banyoya koştum ve saçlarımı tarayıp kuruttum. Sonra saçlarımı soldan sağa yatırarak taradım. Bir miktar uzamış gibiydiler. Onları uzatmaya kararlıydım. Çınar'ın elinin izi vardı ne de olsa saçlarımda, sanki hep saçlarımı okşuyormuş gibi hissettiriyordu, kıyamazdım artık saçlarıma da ona da. Odadan çıkmadan önce tekrar giyim odasına koştum ve oradaki aydınlatmanın derecesini daha da arttırıp artık kırık olan boy aynasında kendi etrafımda dönerek son kez kendime tekrar baktım. Gözüme, önümdeki yokluk takıldı. Kötü durmuyordu göğüslerim ama çok iri sayılmasalar da kilolu olduğum zamanlarda tümsekliklerinden şikayet ettiğim o dolgunluğun yokluğunu bu gece hissetmiştim. Kadınsı hatlarımı geri kazanmak için bir miktar kilo almayı aklıma not edip giyim odasından çıkıverdim. Odamın kapısını açarken kapıyı kilitlediğimi hatırladım. Sanki anahtarı çevirirken çıkacak sesi herkes duyacakmış gibi çekine sıkıla yavaş yavaş açmaya çalıştım kilidi.

Bir yanım koşarken bir yanım ağırdan ala ala adımladı koridoru. Çınar'ın odasının kapısına geldiğimde ciğerlerimi zorlarcasına nefesle doldurup yavaşça solduğum nefesi bıraktım. Odanın kapısının kulpunu çevirirken yutkunmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Derken araladığım kapıdan içeri başımı sokup odada göz gezdirdim. Çınar'ı görememiştim. Odasına girerek giysi odasıyla banyoyu da kontrol ettiğimde Çınar'ın burada olmadığından emin oldum. Gitmiş olamazdı değil mi? Beni bekleyeceğini söylemişti sonuçta ne zaman gideceğini de söylememişti.

Ya gitmiştiyse!

Heveslerimin boynu bükük, tenimin tenine hasret kaldığı adamdan mahrum halde çıktım Çınar'ın odasından ve odama doğru ayaklarımı sürte sürte yol tuttum. O anda ilk başta Çınar'ın odasına hevesle giderken fark edemediğim detay ilişti gözüme. Hemen sağ tarafımda kalan odanın aralık kapısından ışık sızıyordu koridora. Burası Çınar'ın parfüm yaptığı odaydı. Alt dudağımı dişleyip gülümsememi bastırdım. Çınar burada olmalıydı. Sessizce odanın kapısına vardığımda aralık kapıdan göz gezdirdim odaya. Oradaydı işte... Yine tezgahın önünde sırtı kapıya dönük altında eşofman altı üstü çıplak halde, ıslak saçlarından özgürce dökülen su damlaları asice teninde asice süzülürlerken, tezgah üzerindekilerle uğraşıyordu. Bu kez onu gizlice izlemekle yetinmeyecektim. Bana söylediği o kelimeler kulağımda ilk duyduğum anki canlılığıyla yankılanıyordu.

"Feraye benimle evlenir miydin? Benimle soyadımı paylaşır mıydın? Endişelendiğim- endişelendirdiğim , özlediğim- özleyenim, beklediğim-bekleneyim sonunda hep kavuştuğum, yorulduğumda dinlendiğim, nereye gidersem gideyim döneceğim tek yerim , evim ,adresim, yol arkadaşım , gönüldeşim, başka ne denir ki ne denir?.... Yani her şeyim işte, KADINIM , evet KADINIMMM olmak ister miydin?"

Bana kadınım demişti. Bence bir adamın yanında, gönlünde, ömründe olacağım en güzel makamdı bana teklif edilen ; '...Kadınım olmak ister miydin?'

Parmak uçlarımda yürüdüm bana vaat edilen makama. Aşka...

Sessizce ve usulca, aşkı ürkütmemecesine, çok sevmecesine, ömrümü ömrüne, aşkımı aşkına katmacasına, söz verir gibi içimden yeminler ede ede yürüdüm. Hala sırtı bana dönüktü belki ama varlığımı da hissetmiş gibiydi. Hissetmiş de hevesimi kırmamak için varlığımı bilmezden geliyormuş gibi... Kollarımı beline sarararak arkasından sarıldım bedenine, dudaklarımı iki kürek kemiğinin ortasına bastırdım. Kendimi geri çekmek istediğimde bir müddet izin vermedi, beline sardığım kollarımı iki eliyle tutup iri elleri arasında incecik bileklerimi narince okşadı. Ne kadar olduğunu tahmin edemeyeceğim süre, öylece kaldıktan sonra, sağ elimden beni kendine doğru çekerken bedenini döndürüp yüz yüze gelmemizi sağladı.

Utançtan yanaklarım alev alevdi. Yüzümü Çınar'ın göğsüne gömmek, kaslı göğüslerini saran cehennem sıcağındaki tenini hissedip yanaklarımı saran alevi harlamaktan başka bir işe yaramamıştı.

Parmaklarını saçlarıma daldıra daldıra kısa ve onun tabiriyle asi olan saçlarımı okşadı. Cesaretimi toplayıp çenemi dayadığım Çınar'ın göğsünden destek alarak yüzümü geriye çekip gözlerimi hayranı olduğum okyanusa daldırdım. Onun derinliklerine kulaç atıyordu gözlerim. Derken elleri belime kaydı sıkıca zayıf bedenimi tutup etrafımızda bir tur döndürüp beni tezgaha oturttu.

"Çınar!" O gülerken ben ne olduğunu anlayamadığımdan çığlık atarken bulmuştum kendimi. Tezgaha oturttuğunda ise ona bir kaç santim yukarıdan bakma şerefine nail olmuştum. Yüzüne yukarıdan bakmakta güzeldi. Kirpikleri kalbimi hedef almış, erosun aşk oku gibi hedefine ulaşıp saplandığı yerden tüm varlığıma aşkını saçıyordu sanki. Ellerim altındaki çıplak omuzları, gözlerimdeki gözleriyle, şah damarıma değen nefesi iç gıdıklayıcıydılar.

"Uyumamışsın."

"Seni bekliyorum demiştin ..." gözlerimi kıstım bana gülerek bakan silüetinde alaylı olup olmadığını anlamak ister gibi. " ... bana takılmak için öylesine mi söylemiştin." Derken utançtan yanaklarımın alev aldığını hissettim. Alt dudağımın sağ kenarını dişlerken Çınar'ın hala omuzlarında duran ellerimi omuzlarından çekip tezgaha yapıştırdım, avuç içlerimden destek alarak oturtulduğum tezgahtan inmek için hareketlendiğimde Çınar kollarının arasında beni hapsedecek şekilde tezgaha avuçlarımı dayadığım ellerimin üzerlerine ellerini bastırdı. Ellerim tezgahla onun elleri arasında sıkışmıştı. Bedenini ben farkında olmadan araladığım bacaklarımın arasına yerleştirip aramızda yok mesafesi bıraktı. O kadar yakındık ki boğazımda düğümlendi heyecanım, güçlükle yutkundum. Yetmezmiş gibi sıyrılmış sabahlığımın açıkta bırakmış olduğu çıplak bacaklarım Çınar'ın çıplak bedenine değiyordu.

Ten teni hissediyordu. Tıpkı Bezm-i Elest dediklerdeki yerde ruhun ruhu hissettiği gibi...

Nabzım, ismi lazım değil yerimde atıyor gibiydi, bacaklarımı birbirine düğümleyip duygularımı bastırmak isterdim ama zaten her şeyin sebebi olan adam tamda oradaydı. Bacaklarımın arasında...

"Öyle dedim, konuşacaklarım vardı, daha fazla erteleyemezdim." Fısıldar gibi söyledi. Söyleyişi miydi kalbimin ortasına düşen ateşin sebebi söyledikleri miydi henüz anlayamazdım.

Göğsümü zorlarcasına havayı soludum, zayıflıktan belli belirsiz olan göğüs kafesim üzerindekiler kendini bir miktar gösterirken kemiklerim sızlıyor gibiydi. Güçsüzdü bedenim , dirençsiz... Üzerime geçirdiğim bu seksi çamaşır bile beni kadın gibi göstermiyor olacak ki sabahlığımdan açık veren yerlerim Çınar'ın zerre dikkatini çekmemişlerdi. Yalnızca gözlerime bakıyordu. Beni anlatacakları için beklemişti.

Gideceğini söyleyecekti. Güçsüz bedenimin acizce onun koruyup kollamasına , ...onun sevmesine..., muhtaç olduğumu biliyor ama bildiği halde bana gideceğini nasıl ifade etmesi gerektiğine karar veremiyordu. Zulmünü kolaylaştırmak istedim. Yüzüme buruk olmasına özen gösterdiğim ama başaramadığımı bildiğim gülüşümü oturtup kalan gücümle de sesimin titrememesi için doğru nefesi almayı denedim.

"Gitme vakti yaklaşıyor, hatta çok yakında öyle değil mi?"

"Öyle."

"Gitmemen gibi bir ihtimal olsa gitmez kalırdın , gitmen mecburi öyle değil mi?"

"Öyle."

" Ben, yalnız olmayacağım ki burada ... burada Muhlis Bey, Hamiyet Hanım var. Sonra Yasemin'le Adem de geliyorlar. Korumalar var hem gece var ve diğer tüm çiftliktekiler de varlar. Yalnız olmayacağım güvende olacağım ama ..." kendimi onun yerine kendim telkin ediyordum. Gitmek zorundaydı ama gözlerinden okuyordum söylemesi bile zor gelirken nasıl gidecekti ki...

"Ama sensiz olacağım ..."

Ellerim üzerindeki ellerini çekip yüzümü avuçlarken sol gözümden yanağıma doğru kendine rota çizen göz yaşımı gideceği yere varamadan dudaklarıyla yudumladı. Daha yanımdayken hasretini hissettiğim adamın özleminden sol gözümden intihar eden tek damla gözyaşım onun dudaklarında tekrar hayat buldu. Yaşamın kaynağı dudaklarını, göz yaşlarım düşmesinler diye bastırmaya çalışırken yumduğum gözlerimden, sol gözüme, sonra sağ gözüme bastırarak öptü, sonrada iki kaşımın ortasından alnıma yakın olan yere bastırdı dudaklarını.

Kimisinin ar damarı dediği yer, bana göre gönül gözünün şah damarıydı. Harama duvar helale yuva olan yerde dudaklarını dinlendirdi bir süre Çınar.

Epifiz bezi, üçüncü göz , ar damarı, adı ne olursa olsun ruhla bedeni birbirine bağlayan yerdi orası benim için ve adam sevdiği kadını helali olarak tamda buradan mühürlerdi. Adam olan bilirdi ki gözler âmâ olsalar da gönül gözü hep açık kalırdı ve bu yüzden tamda bu noktadan öpüp kadınının gözleri hep kendi üzerinde olsun diye kendini buradan tanıtır, iki kaşın ortasındaki bu yere kendi varlığını hapsederdi. Unutturmamak için... Unutulmamak için...

Çınar da biliyor olmalıydı alından öpülmenin bir kadın için ne kadar özel olduğunu. Hala dudakları aynı noktadaydı. Öylesine bir öpüş değildi ki bu. Öylesine olsa neden bu kadar süre orada misafir ederdi ki hayat bulduğum o iki et parçasını.

O dudaklarını alnımdan ağır hareketlerle uzaklaştırırken sıra bendeydi. Sağ yanağımdaki elini avuçlayıp yanağımdan dudaklarıma doğru sürükleyip avucunun içine bastırdım dudaklarımı. Sonra diğer elinin avucunda nasiplendi dudaklarım.

"Bensiz olmayacaksın. Bensizlik bundan sonra sana haram olacak Feraye. Evet gitmem gerek ama Allah şahidim olsun nereye gidersem gideyim senden gitmeyeceğim. Sol yanım sen dolu benim. Hep seninle olacağım ve nerede olursam olayım sonunda sana varacağım. Bu ellerimi bırakmadığın sürece bu hep böyle olacak."

Onun söyledikleriyle şahlanan kalbim aynı kelimeleri and içercesine söylememe sebep oldu ben o cümleyi kurarken o da benden habersiz aynı cümleyi kuruyordu. Aynı şeyleri hissediyor olmalıydık.

"Sol yanım sana ait , seninki de bana!"

"Sol yanım sana ait , seninki de bana!"

Güldüm.

Güldü.

Alnımı alnına dayadım, kollarımı boynuna dolarken alnımı alnından çekip dudaklarımı dudaklarına bastırdım gözlerimi kırpıştırırken şoke olmuştum. Dudaklarım onun dudakları üzerindeydi ama hala karşılık vermemişti. Beni istemiyor muydu. Öpmek dahi istemiyormuydu? Peki ama neden?

Boynuna sardığım kollarımı gevşetip ellerimi omuzlarına dayadım ve kendimi geri çektim. Gözleri gözlerimin hapsindeyken bir anlık sadece bir anlık şimdiye kadar hiç görmediğim bir bakış yakalım onun gözlerinde. Titredim. Onun hayran olduğum okyanus gözleri koca bir buz kütlesi gibi donuk bakmıştı ve ben üşümüştüm. Hızla kendi çekip tezgahın üzerindekileri eline aldı.

Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken de eline aldığı şişenin kapağı açıp kapağındaki çubuğu boşlukta duran elimi kavrayıp bileğime sürdü. Ardından dudaklarına yaklaştırıp nefesini sürdüğü noktaya üfledi, sonrada burnunu yaklaştırıp aynı noktayı kokladı.

Yutkundum, az önce onun bakışı yüzünden üşüyen bedenim yine onun yüzünden alev alevdi. Kasıklarıma vuran sancının sebebiydi.

Bedenimde ki açlığın sebebi ve çaresi o'ydu. Şimdiye kadar hiç tatmadığım duyguların bana keşfini sağlayan o'ydu.

Hala elinde tuttuğu bileğimi bana doğru kaldırırken bakışları, alevinden kuruyan dudaklarımı dilimle nemlendirişime takıldı.

Dudağımda gezdirdiğim dilimin hareket ettiği yöne doğru kayıyordu bakışları.

Yutkundu. Kendini toparlayıp;

"Yasemin çiçeğinin özünden tenine sürdüm, teninde nasıl koktuğuna bakar mısın?", dedi.

Bölüm : 27.07.2025 15:16 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...