40. Bölüm

22.2 Bölüm

Fatma Tuncay
demirkalem

Vakit kaybetmeden, seansıma yetişmek üzere Ataköy'deki rezidansa doğru, güvenliğimden sorumlu bir kaç görevli eşliğinde yola çıktık. Arkamdaki ve önümdeki arabalarda bulunan kişiler eli silahlı güvenliğimden sorumlu korumalardı. Çınar ve vekili Adem bu konuda oldukça hassas davranmış olmalılar ki , görevliler çiftlik sınırları dışındayken neredeyse tuvalete giderken bile yanımdan ayrılmıyorlardı. Rezidansın park alanına birer birer konvoyu aldıran aynı tip arabalar sıralanırken, sonunda içinde bulunduğum arabanın motoru da kapatılmıştı. Şoför ve ön yolcu koltuğundaki 'Man in Black' filminden fırlamış gibi üzerindeki takım elbiseleri ve gözlükleriyle tamamen siyaha bürünmüş görevliler araban indikten sonra sol arka yolcu koltuğunun kapısının açılmasıyla güven çemberinin oluşturulduğundan emin olmuş oturduğum yerden zemine önce sol ayağımı adımlayıp bedenimi dışarıya yönlendirip sağ ayağımın da sol ayağımın yanındaki yeri almasını sağladım. Hafif bedenimin, ağır adımlarıyla otoparkın asansörüne doğru ilerlerken, hala benim için oluşturulan güvenlik halkasının merkezindeydim. Seanslar için gelen doktorla burada buluşmayı uygun görmüştüm. Çınar'ın mabedine olan saygımdan çiftliğe, sağlık için bile olsa yabancı birinin girmesi bana uygun gelmemişti. Çınar'ın başta bu durumu bilmemesini istesem de Adem elbette isteğime rivayet etmeyip yetiştirmişti kıymetli ağabeyine. Kendimi Hollywood yıldızları gibi hissettiren bu durumuma sebep olacağını bilseydim... yok yok yine de Çınar'ın mabedi için bu eziyete tahammül ederdim.

Kısacık zamanda Çınar'la acı tatlı anılar biriktirdiğim rezidans dairesinin kapısına varmıştık işte. Çınar'ın bana verdiği çipli anahtarı okutup açılan kapıdan içeri önce güvenlik görevlilerinden ikisi girip kontrol sağladıktan sonra nihayet daireye girebildim. Çok bekletmeden Nil Hanım da gelmişti.

İlk seansımızda başlarda çok konuşmasamda sabırla ona açılmam için beklemişti. Aile fertlerimizden, halamdan kısacs yurt dışındaki hayatımdan bahsetmiştim. Anlatmamak için direnen ben hayatımın kısa filmini çekmiş gibiydim. Çok kıymetli izleyicim de Nil Hanım olmuştu.

"Bu gün Nasıl hissediyorsunuz bakalım Feraye?"

"Daha iyi günlerim olmuştu." , diye cevap verdiğimde bu cümleyi bu günlerde halime soranlara ne kadar da sık tekrarladığımı fark etmiştim.

"O günlerden bahseder miyiz peki bu gün?"

Hayatım film şeridi gibi gözümden akıp geçiveriyordu. Anılarım aradından en taze olandan geriye doğru düşündüm; Düşündüm, düşündüm...

Ne anlatacağımı bilemedim.

"Bir keresinde annemin yanına gitmiştim, çocuktum... Çok çok çocuktum, ne için onun yanına gittiğimi hatırlamıyorum. Yani ne için derken, geçen seans anlattım. Ben kendimi bildim bileli halamla uyurduk, o daha çok annelik yaptı bana, ama benim annem değildi ki o. Bir evladın annesinin yanına gitmesi için bir sebebi olmamalı değil mi? Yani her istediğinde annesinin yanında olabilmeli. Yok hayır belki de öyle değildir. Bir anne yokluğunu evladına hissettirmemeli ve evladının her daim yanında olabilmelidir belki de doğrusu budur...Evet öyle olmalıdır. En azından o yaşlarda... Ama ben... Ama biz... Ben annemin odasının kapısına gittim, kapısı her zaman olduğu gibi kapalıydı. O yatak odasının kapısının gözüme o zamanlar ne kadar devasa gözüktüğünü bilemezsiniz, böyle ellerimi yumruk yapıp var gücümle kapıya vurduğumu hatırlıyorum o gün.Bir miktar ellerimin acıdığını da. Çok net hatırlıyorum çünkü ben... Ben bir daha o kapının önünden bile hiç geçmedim..." Yorgun bir gülüş bıraktım bu cümlemin ardından. Yüz kaslarım acıyordular. Ağlamamak için kendimi zorluyordun. Gözlerim çoktan sulanmışlardı bile, onlara engel olamadım.

"Kapı açıldı. Annem üstünde yavruağzı renkte yere kadar uzanan geceliğinin üzerine giydiği aynı renk sabahlığın önünü kapatıp hızlıca kuşağını düğümledi ve yere doğru çömeldi. Onun o yüz ifadesi her aklıma geldiğinde, böyle kalbime sayısız iğneler batıyor. Ben utanıyorum. Çok utanıyorum o andan. Keşke rahatsız etmeseydim annemi diyorum. Ondan öyle baktı, ondan öyle söyledi..."

Sustum bir müddet. Derin derin nefesler alıp verdim. Her biri diğeriyle yarışır gibi daha yüksekti alıp verdiğim nefesin sesleri. Nil Hanım aramızda bulunan masanın üzerindeki cam sürahiden, sürahinin yanındaki bardağa su doldurup bana uzattı ve içmem için başını varla yok arası aşağı yukarı salladı.

Bir kaç yudum içip nefesimi düzelttikten sonra;

"İyi misiniz, devam etmek ister misiniz?" Diye sordu, yumuşak bir sesle. O kadar şefkatliydi ki sesi. Beni kucaklayıp , her şey geçti demiş gibi hissettirmişti.

"Evet ben, ben nerede kalmıştım?"

"Rahatsız ettiğinizi düşünüp size olan bakışından ve söylediklerinden bahsettiniz. Size nasıl baktı ve ne söyledi anlatmak ister misiniz?"

"Bana , bana kötü bir şey yapmışım gibi baktı... Yok yok hayır... Bana bakışı nasıl desem, beni gördüğünden mutsuz olmuş gibi ben evet ben iğrenç bir şey mişim gibi... Sonra o söyledikleri. Yüzünü yüzüme yaklaştırdığında bakışlarıyla üşütüp buza çevirdiği bedenime, ellerinin parmaklarını bastırdığı omuzlarımı sıkarak kalbimde çatlaklar oluşturdu o gün sanki. Bana 'kimsin sen' , dedi. 'Neden hala burdasın? , dedi. 'Ben bir erkek çocuğu doğurdum, seni kim doğurduysa oraya git...', dedi. Anne, dedim ama o bundan o kadar rahatsız oldu ki beni iteleyip o devasa kapıyı suratıma kapattı. O kadar üzüldüm ki... Oradan koşarak uzaklaştığım koridorun sonu hiç gelmedi ve ben açık olan malikanenin dış kapısından çıktığımı yere düştüğümde sızlayan dizimle fark ettim. Babam takım elbisesiyle inmekte olduğu merdivenden geri çıktı. Bana tepeden bir bakış attı. Ona ' Beni kim doğurdu? , diye sordum. Anne oraya git dedi, dedim ağlayarak. Çok uzun boyluydu babam , o zaman bense çok kısaydım. Everesti bana... Dağ gibiydi evet. Sığınılacak bir dağ olmalıydı Baba. Anne ise dinlenilecek bir liman. Babam önüme kadar gelip bana daha yakın olabilmek için yere çömeldi. Arkada açık kalan malikanenin kapısından içeriye sert bir bakış attı. Arkamızdan gelen adım seslerinin bize yaklaştığını işittim. Sonra babam orada ne gördü bilmiyorum. Hemen beni yerden kaldırdı. Sağ dizime kan oturmuştu oraya üfledi. Geçecek dedi ve geçti. O nefesini dizime üfleyip kollarına aldı ya bedenimi, geçiverdi her şey ya da ben öyle zannettim. Sonra halam geldi ve beni kıcakladı. Birbirlerine selam verdikten sonra babam gitti. Gitmesin istedim. O gün, işe gitmesin benle ilgilensin istedim ama gitti. İşte o gün benim için çok güzel bir gündü. Babamın benimle ilgilendiğini hissettiğim tek gündü belkide. Çok çekinirdim ben babamdan. Annemin depresyon sebebiydim zaten oldu olası hep mesafeliydik. Babamın üniversite eğitimimde halamın isteğini kırmayıp İtalya'ya gitme isteğimi onaylamak zorunda olduğu gün vardı bir de. O günde çok mutluydum. İtalya da çok iyi dostlarım oldu. Onlarla birlikte olduğum her gün de keyifliydi... Ama Melek Ablamın doğum günümde yaptığı sürpriz en iyisiydi. Anlattım ya ilk seansımızda. Evde çok varlığı fark edilen biri değildim diye. Melek Ablam Halamdan sonra beni gören tek kişiydi o evde. Başlarda kıskanırdı halamdan beni. Sonra evde olduğu zamanlarda benle uğraşırdı. Beni odamda bilgisayar oyunlarından koparan tek sosyal aktivitem ablamla yaptığımız laf dalaşlarıydı. O zaman keyif aldığım söylenemezdi. Çok kızdırırdı beni ama benim farkımdaydı da. En güzel doğum günü hediyemi İtalya da bana sürpriz yaptığında o almıştı. Elimle gösterebileceğim tek doğum günü hediyemdi diyebilirdim. Çünkü ailem doğum günümüz adına vakıflara derneklere bağış yapardı, formalite icabı bir davet olur basın bilglendirilirdi. Sembolik bile olsa hiç doğum günü hediyesi vermemişlerdi bana. Bir de şahsım adına açılan birikim hesabıma aktarılan hatrı sayılır paralardı doğum günü hediyelerim. Oysa insan bir küçük toka ile mutlu olabilirdi.Ablamın İtalya da bana süpriz yaptığı gün hediye ettiği o elbiseyi çok sevmiştim Nil Hanım. Sırf o elbiseye sığabilmek için diyet yapıp kilo vermiştim."

"Nasıl yani ..."

"Melek ablam bakımsız olmamdan şikayet eder dururdu. Fazla kilolarımdan kurtulmam için iyi bir motivasyondu. Elbisemi iki beden küçük almıştı. Hatta yanında götürmüştü. Ben o elbiseyi babamın hastalığı için buraya döndüğümde görebildim ikinci kez."

Derin bir soluk verdim.

"Babanızın ölümünün hissettirdiklerinden bahsetmek ister misin? Geçen seansımızda da pek bir şey anlatmak istememiştin anlatırsan mutlu olurum ama anlatmazsan da..."

" Anlatacak bir şey yok. O öldü... Bir zamanlar vardı şimdi ise yok. Yokluğunun verdiği tek acı başlarda şaşkınlıktı. Onun olmayışına alışmak, yaşamak isteyip de yaşayamadığım; bir gün gerçekten bir baba kız ilişkisini kurabilme hayallerime veda etmekti. Gitti o ve ardından hayatımız dağıldı. Ben ... ben o aileye fazla geldim. Sahip olduklarınla da olamadıklarınla da . Kimsesiz olduğumu gördüm ben. Halama güvenmiştim ama o hiç tanımadığım bir adama beni eş yaptı. Melek Ablam 'ın gelecek hayali kurduğu adamla beni eş yaptı. Ben bir günde kimsesiz kaldım. Gözlerimi tanımadığım bir adamın çatısı altında açtım ben... Beni öldürmek istedi ailem ... Güvendiklerim can çekişlerimi duymadılar. Ne halam ne Melek ablam. Diğerleri zaten hiç yoktular... Sonra..."

Sustum tekrar nefes alış veriş ritmim bozulmuştu. Nil Hanım bu hallerime rağmen soğuk kanlılığını koruyordu.

Başımın çaresine bakmam gerektiğini anladım ve hala elimde olan bardaktaki sudan küçük yudumlar aşarak sakinleşmeye çalıştım. Tekrar göz göze geldiğimizde iyi bir şey başarmışım gibi tebessümle baktı bana. Kendi başımın çaresine bakabilmiştim. Bu iyi hissettirmişti. Güldüm, yüzümde koca bir gülümsemeyle karşılık verdim Nil Hanıma.

"Gülümsemen çok güzel. Peki bu gülüşün sebebini öğrenebilir miyim?"

"Ben sanırım bu kez krizin baş göstermesine engel olabildim. Yani saçma belki ama kendimi ilk kez güçlü hissettim. "

"Sana bunu düşündüren şey nedir? Yani kendi kendine yetmediğini düşündüren."

"Ben bilmiyorum, ama içten içe bir şeyler başarmam gerektiğini düşündüm hep. Kendi ayaklarım üzerinde durmalıydım. Bu yüzden yurt dışında okumak istedim ama bu isteğimi bile babama açıkça ben söyleyemedim. Halam yardım etti. Ben kıyafetlerimi de kendim seçemem. Çocukken halam alırdı ama ondan sonra ilgilenen olmadı. Daha doğrusu bana alınan şeyleri değilde halamın aldıklarını giydiğimde hep benzer kıyafetler alındı. Saçlarımı nasıl taramalıyım, nasıl konuşmalıyım, sofra adabı nedir... Bunun için bizi eğiten annemizdi. Daha doğrudu annem Melek'e söylerdi Melek Ablamda bana. Ben hiç kendi başıma bir şey yapamazmışım gibi eksik hissettim kendimi. Bilmiyorum. Tabuları yıkan İtalya daki hayatım oldu kendime biraz güvenmeye başlamıştım ta ki..."

"Evet seni dinliyorum."

"Çınar. O beni almaya geldiğinde, o gün ailem benim için iyi şeyler düşünmüyordu ve beni öldürmek istediler."

"Bu kanıya nasıl vardın, seni öldürmek istemelerine yani."

"Babamdan miras kalan hisseler hakkında bir şeyler söylediler. Ben onların düşüncesine katılmadım. Sonra üstü kapalı ev hapsine mahkum edildim. Halama söyledim hapis durumumu, o beni kurtarırdı. Ama o beni Çınar'la haberim olmadan evlendirmiş. Bakın bunlar çok özel ve ben..."

"Ben yargı mercii değilim, hukuki ya da kolluk kuvvetini ilgilendiren konularda sizin beyanınız ve isteğiniz olmadan mesleğim gereği bir şey yapamam. Ölüm tehdidi büyük bir itham. Her ailede miras sorunu olur sizi bu şekilde düşündüren faktör nedir."

"Saldırıya uğradım, iki kez silahlı bir kez de psikolojik. İlk kriz de Halamın beni o evden alıp Çınar'a emanet ettiği gün oldu. O gün beni eve geri götürmek için silahlı adamlarca saldırıya uğradık. Evli olduğumuzu ben bile bilmiyordum."

"Feraye hanım evlilik için evlenecek kişilerin beyanı gerekir. Bu esastır. Evlendirildiğinizi söylüyorsunuz bu mümkün mü?"

" Halam da İtalya'ya gitmem için vekaletim vardı ama şartlı değil. Onun evliliğimizi velayetle resmileştirdiğini düşünüyorum. Ben resmi belgeleri gördüm. "

"İsterseniz buna itiraz edebilirsiniz bu bir suç. Ayrıca tehditler içinde koruma talep edebilirsiniz."

"Hahayır... Ben Çınar'dan boşanmak istemiyorum. Ben onu seviyorum. O beni korur, hep korudu. Biz çok büyük bir aleyiz ve kimse bana inanmaz. Melek Ablam bile inanmadı. Kim inanır, üstelik neyi ispatlayabilirim. Saldırıların olduğu alanlar tenhaydı. Bana kimse inanmaz. Herkes Çınar'la benim mutlu bir evliliğimiz olduğunu düşünüyor. Büyük bir davetle ilan ettik. Şimdi ne diyebilirim."

"Şöyle yapalım, olaylar çok karmaşık sırayla gidelim..."

Her şeyi sırasıyla anlatmıştım. Şimdiye kadar ki hayatımın en uzun konuşmasını yapmıştım. Belkide bu kadar şeffaf olmamam gerekti. Çünkü anlattıklarım kolluk kuvvetlerini harekete geçirecek şeylerdi. Zaman zaman bu konuda Nil Hanım beni bilgilendirmişti. Böyle mi devam edecekti ki seanslar. Evet anlatmak bana iyi hissettirmişti. Nil Hanım kendimi tanımlamamda bana fener tutmuştu. Zaman zaman bu halleri iyi hissettirse de zaman zaman da hoşuma gitmiyordu. Bir şey vardı adını koyamadığım. Sanki bana bir şeyi kabul ettirmek istiyordu ama kendisi gerçek duygularımı itiraf ettirmek olarak tanımlıyordu bunu.

"Ben ne hissettiğimi biliyorum. Ben Çınar'ı seviyorum. Neden bana öyle değilmiş gibi bakıyorsunuz. Ne hissettiğimi benden daha iyi mi bileceksiniz?"

Sinirlenmiştim.

"Feraye, bakışlarımın farklı olduğundan emin misin? Mesela ilk tanışmamızı hatırla o zaman sana nasıl bakıyordum şimdi nasıl bakıyorum."

Böyle söylediğinde pek bir fark göremediğimi anladım, ne bakışlarında ne de ses tonunda...

"Görünende fark yok gibi ama ..."

"Ama.."

"Ama söyledikleriniz, ima ediyorsunuz. Hisslerimi tanımlamamı söyleyip sevginin ne olup olmadığını sorguluyorsunuz. Ben ne hissettiğimi bilmiyor muyum? Ben onu göremediğim her an onu özlüyorum. Bana bakışında huzuru buluyorum. Ben onun gözlerinde kendimi görüyorum. Adımı her andığında kendi varlığımı hissediyorum. Korkmuyorum onun yanında ben. Hiç kimseden hiç bir şeyden korkmuyorum, üşümüyorum. Şimdi ki gibi kendimi eksik,yarım, aciz hissetmiyorum onun yanındayken..."

Başımı kaldırıp kendimi savunmayı bıraktığımda yine göz göze gelmiştik. Bu kez karşımda sanki Nil Hanım yoktu da kendim var gibiydi. Aynadaki yansımama bakıyor gibiydim. Bu nasıl bir ilizyondu. Yutkundum. Oturduğum yerden sıçrarcasına ayaklandım.

"Burada bitsin. Ben bu gün daha fazla devam edemeyeceğim."

"Sakin olun Feraye."

"Sizin yüzünüzden. Bana Çınar'a mecburmuşum gibi hissettiğimi gösterdiniz. Ona aşık değil de ihtiyaç duyduğumu ima ettiniz. Seviyorum ben onu."

"Feraye sakin, lütfen başarabilirsin. Derin, derin nefes al ver lütfen."

"Ben iyiyim, Ben onu seviyorum. Ben ona bir söz verdim. Benim sol yanım onun, onun ki de benim. "

"Feraye en doğrusunu sen biliyorsun. Lütfen sakin.Lütfen yerine otur ve sana yardımcı olmam için benimle iş birliği yap."

O böyle söyleyene kadar odada çığlık çığlıka deli gibi volta attığımın farkında bile değildim. Çok geçmeden odaya korumalar daldığında Nil Hanım çantasından çıkardığı şırıngaya farklı ampüller içerisindeki sıvılardan çekerek hazırladığı karışımı kolumdan vücuduma enjekte etti. Bu şimdiye kadarki seanslarımızda ilk kez başıma geliyordu. Yalnız kalmaktan korktuğumu anlamıştım artık. Hayatımda değerli olan kimse yoktu ve ben yalnızken kendimi aciz hissediyordum. Ben kendi kendime bir bütün olamamışken nasıl birini sevdiğimi idda edebilirdim ki.

Benimki ihtiyaçtı. Oysa sevmek böyle bir şey değildi değil mi? İki bütünün birbirine hissettiği çıkarsız duyguydu sevgi. Sadece birbirini besleyen ve büyüdükçe büyüyen duygunun adıydı sevgi.

Ben artık böyle düşünsemde nedense kendimi hala Çınar'a ölesiye aşık hissediyordum. Bu duygunun adı neydi peki?

Gözlerimi araladığımda kendimi Çınar'ın yatağında uzanıyor halde buldum. Çalan telefon sesiydi beni uyandıran. Gözlerim kapanmadan önce hatırında kalanlarla güç de olsa doğrulup telefona doğru uzandım. Hala bana verilen ilacın etkisindeydim. Arayan bilinmeyen numaraydı. Çınar'dı.

Neden sürekli boğazım kuruyordu ki.. güçlükle yutkundum önce, sonra yapay bir öksürükle boğazımı temizledim. Benim için endişelenmemeliydi. Zoraki bir neşeyle aramayı yanıtladım.

"Çınar!"

 

...

 

ÇINAR YALÇINKAYA

 

Lanet olsun!

Lanet olsun!

Daha ne kadar lanet okuyabilirdim ki... Tam her şey rayına oturdu, düğümler çözülüyor derken daha da beter olmuş deyimi yerindeyse Arap saçına dönmüştü. Artık günleri de hesaplayamıyordum.

Sahi bu gün ayın kaçıydı , haftanın hangi günüydü? Analog telefon kullandığımdan günceli yakalayamıyordum. Telefonun ekran göstergesi bile kendini belli etmekten acizdi. Ortalık kan kokuyordu. Hava da bombaların bıraktığı toza karışmış barut , is kokusu vardı. Kıyamet kopuyordu da farkında mı değildik!

Bir an önce buradan ayrılmak isteğimi, bomba seslerine karışan insan feryatları perdeliyordu. Bu buradaki insanlar için çok büyük bir imtihandı, aynı zamanda burada olmayan ve burayı duymazdan gelenlerin insanlığı içinde çok büyük bir imtihandı.

Buraya tırlar için gelmiştik, ben ve bir kaç arkadaşım... Tırların içerisinde bulunanlar tabi ki sadece inşaat malzemesi değildi. Bizi bu kaosa sürüklerken Tomris'in locayı bana karşı kışkırtmasını beklemiyordum. Çok büyük oynuyordu Tomris. Onun amacının artık Korhanlı holdingi yönetmenin de üzerinde olduğunu anlamıştım. Yıllarca Yalçınkaya hanesinde olan Madalyonun da peşindeydi. Loca madalyonu teslim ettiği kişiyi çıkarlarına hizmet etmeleri karşılığında sonuna kadar desteklerdi.

Loca ve locanın oluşturduğu birlikle, madalyon sahibi İrfan seçildiğinde tanışmıştık. Yani çocuk sayılacak yaşımda şans eseri kulak misafiri olduklarımla , tam olarak algılayamasam da varlıklarından haberdardım artık. Yalçınkaya holdingi sadece İrfan'ın annemin sahip olduklarını işleterek bugünlere gelememişti, locanın seçtiği kişi elbette ticari rekabette de hep kazanan olacaktı tabii locanında kölesi . Hiç bir erdem sahibi olmayan bir adamdan yapması beklenenleri layıkıyla yapmıştı İrfan, locanın verdiği madalyonu kayığıyla taşımış kendi dönemini kapandığında, bana madalyonu da miras bırakmıştı. Onun ölüm fermanını çıkaranlar kimdi, amaçları neydi bilmiyorum ama locanın gayri resmi bana görevi devralmam için gönderdikleri sinyaller ve Tomris'in atakları burada olma sebebimdi. Artık locadan daha fazla kaçamazdım!

Tırların içerisinde bulunanların peşinde çok fazla göz var ve onları sağsalim ve eksiksiz sınırdan geçirtmem gerekiyordu. Bulunduğumuz noktada bir kaç adamımla birlikte tır şöförleriyle dinlenmek üzere sakin gördüğümüz bir bölgede bir kaç saat mola vermeye karar verdik. Onları arasından ayrılıp telefonun sinyal aldığı bir noktada inzivaya çekildim. Paketinden çıkardığım yeni bir kullan at hattı, dakikalardır elimde evirip çeviriyorum ama bir türlü telefona takmaya ve Feraye'yi aramaya cesaret edemiyorum.

Canı pahasına sınır ötesine geçebilecek kadar cesur olan ben, bir kadınla görüşmeye cesaret edemiyor!

Şu sol yan var ya! Ah şu sol yan!

Göğüs kafesinin altında duran o şey tüm bedeni öyle bir kontrol ediyor ki dinmiyor; Acısı, endişesi kırgınlıkları... asla ama asla dayanılır gibi de gelmiyordu bana. Çıkıp ona koşasım vardı. Kollarımın arasına alıp sımsıkı sarmalayasım... bebek gözlerinin örtüsü göz kapaklarından öpesim vardı. Kokusunu içime içime çekesim o kısalığıma düşman olduğum saçlarını parmaklarım arasına alasım vardı.

Çok özledim be!

Kısacık zamanda hayatımın merkezi olmuştu benim, onsuzluk azaptı artık benim için. Düşünmek dahi istemiyordum onsuzluğu!

Ama o ihtimalde aklımdan gitmiyordu hiç.

Feraye'yle son konuşmamızdan bu yana üç gün geçmişti. Adem'den seanslarına devam ettiği, iyi durumda olduğu haberlerini alsamda yolunda olmayan bir şeyler var gibiydi. Tuhaf şeyler hissediyordum, belki de kuruntu yapıyordum ama son haftalardaki konuşmalarımızda Feraye'nin bana sol yanımsın dememesi canımı sıkıyordu. Başlarda önemsemesemde , yalan en başından beri önemsiyordum ama unuttuğunu düşünmek işime geliyordu, şimdi artık o kelimeleri bile isteye söylemediğini düşünür olmuştum. Sanırım onu kaybetmekten çok korkuyordum. Bana ne zaman döneceğimi üstü kapalı bir şekilde soruyordu. Bir şeyler vardı ve bence bu durumdan Adem'in bile haberi yoktu. Elimdeki hattı telefona takmak için karar kıldığımda duyduğum bağrış sesleri bana engel oldu.

Hızla yerimden doğruldum ve temkinli adınlarla kamp alanına doğru ilerledim. Tamamı Arapça geçen konuşmalara kulak kabarttım. Arapçam çok iyi sayılmasada burada kendimi idare etmeye yetecek kadarına yetiyordu.

Bir kaç sessiz adım atarken montum bir yere takıldığını fark edip duraksadım ama montum bir yere takılmamış biri tarafında tutulmuştu. Ağacın arkasındaki minik eli görünce gözlerim irice açılmıştılar. Karanlık havaya rağmen çocuğun kirli suratını net bir şekilde görebiliyordum. Onu tanıyordum. On yaşlarında ki bu çocuklar buraya geldikten bir kaç gün sonra mayına bastığında karşılaşmıştık. Onu mayını etkisiz hale getirerek kurtarmıştım. Sonrasında bana yaşam borçluymuş gibi can borcuna karşılık sayısız hizmette bulunmuştu. Ben istemesem de onu durdurmak mümkün değildi.

"Ammar peşime mi takıldın?"

"Evet, tırın arkasına saklandım."

"Bunu neden yaptın."

"Burada kalmak istemiyorum artık. Güçlenip ailemin intikamını almak için geri döneceğim. Seninle geleceğim."

"Bu planlarından neden benim haberim yok çocuk!"

"Çünkü beni dinlemeyecektin. "

"Şimdi ne değişti peki."

"Bu tırları bu yoldan geçiremezsiniz bana ihtiyacınız var. Bu yol üzerindeki adamlar size müsaade etmeyecekler ama ben size başka bir yol göstereceğim."

Gerilla!

Buradan sağ salim bu tırlarla birlikte çıkmak kolay olmayacaktı ama bu çocuğun bilmediği bir şey vardı o da burayı sömürenlerin oluşturduğu locanın Türkiye şubesinin madalyonu bendeydi. Gülümseyerek çocuğa baktım.

"Bana hiç bir şey olmaz çocuk, sana ihtiyacım yok ama madem buraya kadar geldin seni de yanımda götüreceğim."

"Sen Superman misin? Kurşun geçirmez misin? Buradan geçmekte ısrar edersen sadece Superman isen hayatta kalabilirsin."

Superman iyi olandı, bense kötü olandım. Kahraman değildim , kahramanlık hikayelerinin kötü karanlık olan tarafıydım.

"Haklısın Super kahraman değilim kurşun da geçiririm. Peki ne yapmam gerek."

Sesler iyice yükselirken seslere silah sesleri de eşlik etmeye başladığında hızlandım. Seri ama temkinli adımlarla ilerlerken Ammar'a saklanması için bakışlarımla rota çizdim.

Lanet olsun...

Bunlar Suriye'deki YPG'li gerillaydı ve gelen seslere göre hemen karşılarındaki de Türk askerleri. Asla olmaman gereken bir yerdeydim yok hayır onlar olmamaları gereken bir yerdeydiler. Bu güzergahı günlerce süren planlarımızla belirlemiştik. Yolumuzu günlerce fark atacak zamanda uzatmıştık ama yine de sonuç değişmedi.

Türk askerleri ile YPG 'li gerilla arasındaki çalışmada mahsur kalmıştık. Elim belimdeki silaha gittiğinde başımın arkasına temas eden sertlikle olduğum yere mıhlandım. Hiç olmadığım kadar tedbirsiz yakalanmıştım. Vatani görevimi de Irak sınırında yapmış, iyi bir askerdim, iyi silah kullanırdım, keskin nişanlarım meşhurdu ve kondisyonumu hiç elden bırakmamıştım. Kulaklarım iyi duyar, her zaman temkinli davranırdım. Sol yanımdaki ağrı, aklımdaki karmaşa kontrolü kaybetmeme sebep oluyordu. Bu yüzden ardıma kadar gelen silahlı adamı hissedememiş olmalıydım.

Yutkundum.

Ensemdeki soğuk namludan çıkacak olan kurşundan değil, hasret kaldığım bir çift bebek gözü son bir kez göremeden bu dünyadan göçecek olmaktan korktum.

Ellerimi havaya kaldırmamı söyledi ardımdaki ses. Sertti, aynı zamanda güçlü, pürüzsüz ve genç.

Dediğini yaptım ve ellerimi havaya kaldırdım. Bu kez de ayağa kalkmamı söyledi.

"Yavaşça!", diye ikaz etti. Ağır hareketlerle dediğini yaptım.

"Hareket etme!" Dedi bu kez de belimdeki silahı alırken, bir kaç adım sesi daha duyunca ardımdakilerin en az üç kişi olduklarına tahmin getirdim.

"Şimdi yürü!" , dedi sesin sahibi belimdeki silahı aldıktan sonra , yavaş ama büyük adımlarla yürümeye başladım.

Bir kaç metre gittikten sonra, teröristlerin bir kaçının yerde yaralı halde olduklarını gördüm, ardımdakiler hangi taraftı hala emin değildim çünkü yerdekiler kendilerinden geçtikleri için tepkilerini ölçemiyordum. Yetersiz Arapçamla anlatmaya başladım.

"Ben ticaretle uğraşıyorum, bu tırlar bana ait ve bir şekilde yanlış bir güzergaha girdiği için buraya geldim. Benim burada olup bitenlerle alakam yok. Bırakın işimi yapayım."

Çok mantıklı bir konuşma olmuştu, evet amacım saçmalayarak da olsa söylediklerime verecekleri reaksiyondan hangi tarafa esir alındığımı tahmin edebilmekti amacım.

"Türkiye de iş yapıyorum, ama sadece Türkiye ile bağlantılı değil. Lütfen korkuyorum benim bir ailem var. Şirketim zor durunda..."

Sırtıma sertçe vurulan namludan boş yere çenemi yorduğumu anlamıştım. Artık aklıma gelen son seçenekleri deneme vaktiydi, eğer ardımdaki gerilla askerleri ise madalyonun sahibi olduğumdan bahsedecektim, sonuçta madalyonu ve locayı bilmemeleri imkansızdı, eğer Türk askerleri ise işte o zaman da bağlantılarımı kullanmam gerekecekti. Burada bu tırları tek parça çıkarmam gerekiyordu. Yoksa olacakları düşünmek dahi iste istemiyordum.

Böylesi büyük bir sevkiyatı asla kaybedemezdim.

Bir müddet daha yürüdükten sonra boynuma uzun namlulu silahın namlusunu yatay nir şekilde dayarlarken sağ dizime arkadan vurularak yere düşmemi sağladılar, aynı zamanda boynumdaki namluyu güç uygulayım boğazımı sıkmaya başladılar. Gözlerimin görüşü etraftaki gecenin karanlığını kendisine tezat beyaza çalarken başıma bir şey geçirdiklerini dark ettim.

Ölürdüm de o çuvalı başıma geçirtmezdim. Bunlar teröristlerdi. Tek çarem madalyonun sahibi olduğumu göstermekti. Boynumdaki namlunun gırtlağıma baskısına rağmen konuşmaya başladım.

"Çok bü...yük hata yya...pı...yor....su...nuz" sesime karışan telsiz sesinden gelen Türkçe anonsu kulaklarım işittiklerinde kendimi topladım. Bunlar Türk askerleriydi. Artık emindim.

"Neden bahsediyorsunuz siz!" , dedi sesin sahibi boynumdaki namlu çekerken, boynum rahatlayınca nefesimi düzeltmeye çalıştım.

"Ben ve askerlerim buradayken asla bu adam elini kokunu sallayarak benim ülkeme giremez." ,diye bağırırken bir anda arkamdan önüme geçti ve deri ceketimin yakalarından tutup beni sarsarak ayağa kaldırdı.

Tam da tahmin ettiğim gibi yirmilerinde olan kamuflaj giymiş uzun boylu, kara kaşlı, kara gözlü ve bir erkeğe göre oldukça düzgün burnu olan yağız bir delikanlı duruyordu karşımda. Keskin bakışları gözlerini kıstıkça badem gözlerini daha da gizliyordu.

"Puşt herif, satılmışlardan sağlan destekçilerin var. Götünü her kime dayadıysan...."

Konuyu anlamıştım, tırlar rapor edildiğinde buraya gelmeden yaptığım görüşmeler sayesinde devlet bilgisi dahilinde korumadaya alınmıştım. Karşımdaki askerin öfkesi de isyanı da bunaydı. Burada dönenlere , burada kaldığı sürece vakıf olmaması imkansızdı. Ardımdan gelen birinin yanımdaki adamın kulağına bir şeyler fısıldadığını duydum. Karşımdaki adam onlardan daha rütbeli olmalıydı.

"Bırakmıyorum lan!" , dedi ve tamda burnumun ortasına kafa attı.

"Açın tırları!"

Burnumun acısına da kanamasına da aldırış etmeden hiddetle bağırdım.

"O tırların kepenklerini açarsanız burada sağ hiç kimse kalmaz. Çok ileri gidiyorsunuz. Size gelen emirlere rivayet edin!" dedim bu kez Türkçe konulmuştum.

"Ya öyle mi, senden mi emir alacağın ben! Yoksa senin tanıdığın yüksek yerlerdeki alçak destekçilerinden mi! Seni burada kurşuna dizer bu tırları da yakarım ulan!!! Satılmış herif! Yer miyim lan ben!"

"Kamp alanına dönmeliyiz dedi diğeri, o daha sakin görülüyordu."

"Açın tırları!"

"Cağaloğlu kendine gel! Müdürümüzün talimatı var!"

"Ne demek müdürümüzün talimatı var! O da mı lan o da mı? "

Ben dizlerimin üzerinde doğrulmaya çalışırken kafama yediğim tekmeyle geriye savrulmuştum. Artık sabrım kalmamıştı. Bana zarar verebilirlerdi ama öldüremezlerdi. Kendimden emin bir şekilde yerden doğrulup öfke, kibir abidesi adamın yanına geldim ve arkadaşı gibi ona hitap ettim.

"Arkadaşını ve müdürünü dinle Cağaloğlu ..." elimi lakayt bir tavırla omzuma koydum. " Daha çok toysun aklın ermez, bir askerin görevi sadece emirleri yerine getirmektir."

"Ulan ben seni..."

"Cağaloğlu! Kulaklığını tak artık müdürüm senle konuşacak!" , dedi yanındaki.

Yutkundu karşımdaki adam. Müdürleri her kimse ondan çekiniyor olmalıydı.

"Ne demem o müdürüm. Bir de bu s.kik suratlıyı güvenli bir şekilde sınırdan geçirteceğiz ha.... Müdürüm ama... Müdürüm...!"

Ne kadar süredir buradalardı acaba. Holdingin başına geçtiğimde tüm ülke ismimi duymuş olmalıydı. Öncesinde adımın sadece magazin sitelerinde geçtiğini biliyordum. Bu adamlar beni tanımamışlar mıydı?

"Benim kim olduğumu biliyor musun?"

"Umrumda mı! Belli ki arkanı sağlam yere dayanışsın. Acıttı mı o sağlam yerler!"

"Artık terbiyeli konuşsan mı? Aynı memleketliyiz. Türküm ben, vergimi ödeyen iş adamıyım. Bende senin gibi ülkemin menfaatlerini koruyorum."

"Ağzına vermeden o çeneni kapa istersen ha!"

"Başına bela alıyorsun, enerjini aynı paydada olduğun birine değil düşmanlara sakla."

"Düşmanlara saklıyorum zaten, merak etme! Seninde sonun gelecek bir gün Yalçınkaya! Ölümlü dünya!"

Güldüm, tanıyordu ve gerçekten yürekli delikanlıydı.

"Senle soyadım arasında bilmediğim bir husumet mi var? Kim olduğumu bildiğine göre nedir bu öfkenin sebebi."

"Hangi iş insanı legal bir iş için buraya gelir ha! Memleket sizin gibiler yüzünden kirlendi ama biteceksiniz. Ant olsun biteceksiniz."

"Seni yazdım aklıma Cağaloğlu! Asla unutmam."

"Unutma tabi unutma. Ben nasılsa aklına yazdıklarını aklınla birlikte almasını da bilirim zamanı gelince ... bana ait bir şeyi kimsede bırakmayı sevmem çünkü!"

"Mola verecek miyiz artık?"

"Başka! Çay, kahve yok yok white chocolate macchiato hangisini istersiniz! Onu getirelim."

"Çay mümkünse bergamotlu olsun."

"Sabır ya sabır!"

Silah sesiyle herkes bir anda yere çömüp pozisyon aldı. Pusuya düşmüştük, örgütün baskınına karşı yetersiz görülüyorduk eğer akıllıca savunma yapılmazsa aramızda bir tek kişi sağ kalmayacaktı. Sayıca ve konumca avantaj karşı taraftaydı.

Bir de günlerce en sakin güzergahı belirlemiştik biz değil mi! Cağaloğlu dedikleri asker diğerlerine işaret verdi, ekip iki gruba ayrıldı bir gurup silahla karşı tarafa karşılık verirken diğer grup bulundukları yerden uzaklaşıyordu. Karanlık sebebiyle kısa sürede kaybolmayı başarmışlardı.

"Pozisyon al asker!"

Ayrılan ekip farklı menzilden silahlarını ateşleyerek bize destek vermeye başladılar bu kez de kalan ekip kontrollü bir şekilde ve dağınıkça uzaklaşmak için hareketliydi. Cağaloğlu yakamdan çekiştirerek beni uzaklaştırmaya çalıştı.

"Kriz anı yönetimi başarılı, yaşına rağmen oldukça sakin ve tecrübeli görünüyorsun. Hızlı ve isabetli kararlar alıyorsun ama tüm bunlara rağmen sende bir şey var?"

"Söylediklerinle ilgilenmiyorum Yalçınkaya! Eğer seninle ilgili emir vermeselerdi seni burada bırakır giderdim ama maalesef seni sınırın öbür tarafına kadar sağsalim ulaştırmalıyım... Kahretsin Yavuz dikkaaat!"

Hemen bakışımı Cağaloğlu'nun dikkat kesildiği yöne çevirdim, kurşun isabet ettiği gibi adının Yavuz olduğunu öğrendiğim kişiyi yere sermişti. Hızla Cağaloğlu'nu umursamadan düşen askerin yanına atılıp silahını aldım ve karşı tarafa karşılık vermeye başladım. Bu özel bir seri silahtı. Uzun namlulu aynı zamanda seri ve namluyla tekli sniper atış yapılabilirdi. Silahla birlikte yuvarlanarak yeni bir konum almaya çalıştım aynı zamanda silahın atış ayarını değiştirdim. Pozisyon alırken bir yandan Cağaloğlu'nu gözlerimle takip ediyordum . Karşı tarafa konsantre olmuştu. Yerde yatan askeri kontrol edip güvenli bir yere sürükledi. Ne kadar güvende olabilirdi ki vurulan asker, oluk oluk kan kaybediyordu ama belli ki Cağaloğlu ekibinden kayıp vermeye karşı gayet dirençliydi.

Sıra bendeydi. Gece görüşünü ayarladığım dürbünden karşı tarafı ,her atışta ateşlenen kurşunun ışığı sayesinde belirledim. Örgüt askerlerinin konumları olarak belirlediğim noktalara tek tek atışlarımı savurdum. Sanırım hedef aldığım yerdekileri etkisiz hale getirmede başarılı oluyordum.

Hareketlenen ekibe aldırış etmeden atışlarıma devam ettim. Cağaloğlu, Yavuz'u sırtladığı gibi yola koyuldu peşi sıra etkisiz hale getirdiğimiz örgütçü gerillayı kontrol dahi etmeden yola devam ettik. Bir kaç metre sonra gelen askeri jeeplere grup grup doluştuk. Kontrollü bir şekilde yola devam ederken Yavuz'un yarasıyla ilgilenen Cağaloğlu gerçekten ekibinin önderliğini yapmada başarılıydı aynı zamanda ekibindeki askerler için özveriliydide.

"Teşekkür bekleme benden!" , dedi Cağaloğlu bana dönerek sert bir şekilde.

"Kendi götümü kurtardığım için mi? Yok hayır beklemem. Durumu nasıl?"

"İyi... İyiyiz. Sana rağmen iyiyiz..."

"Ben kimseden yardım ya da destek istemedim, kendi halimde tırlarımı ve işimi kurtarmanın peşindeydim. Siz yolumu kestiniz, olanlardan dolayı beni suçlayamazsınız!"

"Bir kaç tır için multimilyarder Yalçınkaya Holdingin tek varisi buraya savaşın göbeğine geldi öyle mi? Buna çocuklar bile inanmaz. Sanmaki bu işin peşini bırakacağım."

"Sakın bırakma hatrım kalır!"

"Ulan ben senin o züppe yüzünü dağıtmaz mıyım!"

"Kes artık Uraz! Müdüre bir de bunun için rapor vermeyelim. Bu adamı güvenli bölgeye ulaştırıp işimize dönelim artık yeter !" Dedi Yavuz yorgun sesiyle.

Demek adı Uraz'dı Uraz Cağaloğlu. Bu ismi unutmayacaktım daha doğrusu bu isim bana kendisini unutturmayacaktı.

 

 

Yirmi ikinci bölüm sonu

Bölüm : 30.07.2025 12:54 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...