44. Bölüm

24.2 Bölüm

Fatma Tuncay
demirkalem

Murat'a sarılmış yerde yatarken odanın kapısı açıldı. Gelmiş olmalıydılar. Murat'ı kollarımın arasından alırlarken onlara engel oldum.

"Bizzat ben teslim edeceğim." Dedim, Emre'nim gözlerinin içine baka baka. Gözlerini kıstı Emre.

"Tamam adamlarıma eşlik edebilirsin ama yanlış bir şey yaparsan Melek sana yemin olsun sevdiklerini gözünün önünde o kapatıldığın mahzendeki cesetlere eşliğe gönderirim. Emin ol onların son durağı olur o mahzen!"

Başımı onu onaylarcasına aşağı yukarı salladım. Mekanın arka kapısına kadar yürüdük. Çıplak ayaklarım altındaki mermer zemin yerini taşlara aldığında dışarıya çıktığımızı anladım. Görüşüm bulanıktı, temiz havayı soluyamayacak kadar koku alma duyum körelmişti. Zira hala o cesetle dolu olan odanın kokusu vuruyor gibiydi burnuma. Önümüzde park halinde duran arabadan canhıraş bir halde indi Serap. Gözleri benle Murat arasında mekik dokurken , güçlükle çığlıklarını bastırmasını sağlamıştım.

"Serap sakin milleti başımıza mı toplamak istiyorsun."

"Melek bu haliniz ne!"

Yaralı bedenim üzerinde erkek gömleğiyle kimin karşısına çıksam aynı tepkiyle karşılaşırdım.

"Merak etme ben iyiyim, sana attığım telefonu ara sana hastane işlemlerinde yardımcı olacaktır, vaktimiz yok hadi git."

"Ne demek hadi git! Sen! Sen gelmiyor musun? "

"Ben şu anda gelemem sen git, beni merak etme."

"Seni bu halde bırakıp gitmemi nasıl beklersin benden, sende gel."

Serap yakaladığı kolumdan beni arabaya doğru çekiştirirken aynı anda tüm adamlar ellerine silahlarını alıp Murat'ın baygın bedeni ile Serap'a doğru doğrulttular.

"Tamam, durun!" Diye bağırdım adamlara, eminim Emre yukardan bir yerden bizi izliyordu. Verdiği emir katiydi.

"Serap git lütfen daha fazla zorlama, ben halledeceğim."

Bana öyle bir sarılmıştı ki Serap, gözyaşları çoktan omzumu ıslatmıştı. Sıcak kucaklaması ölü bedenimi hayatta tekrar bağlamak için kalbimi ısıtmıştı.

"Özür dilerim.", dedi Serap arabaya binmeden hemen önce. Onun uzaklaşmasıyla da ben celladıma doğru kendi ayaklarımla yürüdüm bu kez.

Emre'nin beni beklediği odaya girdiğimde artık ayaklarım beni taşıyamaz olmuşlardı, yere düştüm doğrulmak isterken kararan gözlerimle de karanlığa teslim oldum.

    

*****

 

Gözlerimi açtığımda, önümdeki bembeyaz tavandan çektim bakışlarımı. Odanın içinde dolaştırdım. Doğrulup oturdum sedyeyi andıran yatağın üzerinde. O da baş ucumda oturuyordu.

Celladım!

Oysa ben hep beni yeryüzünde en çok seven insanın kollarında ölmeyi dilerdim. Azrail bana beni en çok seven kimse onun suretinde görünmeliydi?

Anlaşılan ölüm saatinin tokmağı henüz çalmamıştı.

"İyi misin?", sordu? Sanki onun yanında iyi olunabilirmiş gibi yüzsüzce sordu.

Tek söz söylemedim. Sustum!

Bana , bedenime, ruhuma verdiği tahribatı hatırlamamak için çabaladım.

Sessizliğim onu bunaltmış olacak ki ayaklanıp odadan dışarı çıktı.

Anlatacakları vardı, anlatsındı gideyimdi. Pollyannacılıktı benim bu düşüncem biliyordum. Artık onun ellerindeydim, öyle kolay kurtula bilinir miydi?

Sadece bir kaç dakika beni benimle bıraktıktan sonra elinde askıdaki elbise kılıfıyla döndü. Üzerime baktım hala onun verdiği gömlekle duruyordum.

Kılıfı açtı, içindeki ekru şifonları kabartılmış tül detaylı diz boyu bir elbiseydi kılıftan çıkardığı.

"Bunu giymeni istiyorum.", dedi.

Gözlerinin içine neden, dercesine baktım.

"Lütfen!" , dedi.

Üzerimdeki gömlekten daha usturuplu gözüküyordu. Tülden balon dirsekte biten kolları belden oturmalı, aslında oldukça şık bir elbiseydi. Ama günlük giyim için oldukça abartılıydı. Ne gerek vardı?

"Daha sade bir şey yok mu?", diye sordum.

"Gideceğimiz yer için en uygun olanı bu?" , dedi.

"Anlatacaklarını burada da dinleyebilirim."

Yanıma yaklaştı otoriter bir sesle;

"Giy!" , dedi.

Sinirlenince kişiliğinin değiştiğini söylemişti. Bahsettiği şeyi anlamasamda tedirgindim, gerçektende çoklu kişilik bozukluğu olabilir miydi? Bu sendromla alakalı filmler izlemiştim. Filmler her zaman abartılı olurlardı ama ben yine de işimi şansa bırakmak istemedim. Elindeki elbiseyi aldığım gibi odadaki diğer kapıya doğru hareketlendim aynı hızla elbisenin asılı olduğu askıyı tutan bileğimden yakalanıp durduruldum.

"Yanımda giyinmeni istiyorum!", dedi iğrenç gülümsemesiyle.

"Emre benden böyle bir şey istemezdi!", dedim. Gülüşü yerini ağlamaklı bir ifadeye bırakır gibi olunca devam ettim.

"Karşımdaki Emirdağlı mı Emre mi?" Diye sorduğumda bileğimi tutan eli boşluğa düşüverdi.

Banyonun kapısını açıp, içeri girdim ardımdaki kapıyı örtüp kilitledim. Üzerimdeki gömleğin düğmelerini koparırcasına söküp bir hışım çıkarıp gömleği yere fırlattım. Elbiseyi askısından çıkarıp üzerime giyerken ne kirli bedenimden ne de terden başıma yapışmış saçlarımdan rahatsızlık duymadım. Aslında üzerimdeki kıyafetin de nasıl göründüğümünde benim için önemi yoktu.

Aynadaki aksime görünüşümü onaylamak için değil, kendimi yalnız hissetmemek için baktım. Ben ve aynadaki aksim, iki kişiydik. Birazdan buradan ayrıldığımızda onu burada terk edecektim. Onu tamamen kaybedecektim. Çünkü beni bekleyen her ne ise biraz daha çalacaktı benden ve ben şu andaki yansımam gibi bir daha görünemeyecektim.

"Allah'ım çok korkuyorum, lütfen beni koru. Lütfen beni kurtar! Allah'ım beni onun ellerine bırakma!" Fısıltılarla yalvardım her şeyin yaratıcısına. Tüm kalbimle, çünkü bir tek o duyabilirdi sessiz çığlıklarımı. Masumiyetimi kaybederken yardım istediklerim duymamazlıktan gelirken asıl yardım istemem gereken kişiyi bilememiştim. Onunla Ayşe Teyzem tanıştırmıştı beni. Bende bu kez sadece ona sığındım.

"Beni kurtar Allah'ım".

İçerden gelen sesle irkildim.

"Melek hadi!"

Ağır ağır açtım kapıyı, ayaklarımda kırılmaması gereken yumurtalar vardı ben adımlarken. Benim aheste hallerim Emre'yi çıldırtmak üzereydi belli, ama umurumda mıydı?

Kolumdan tuttuğu gibi yanına doğru çekti bedenimi, küçük adımlarımı büyüttü. Kapıyı açtı tekrar o labirenti andıran koridordaydık. Işıl ışıldı koridor. Aksi olsa yürüyemezdim. Arasında ezilip kalacakmışım gibi hissettiriyordu dar koridorlar, hepsi yanımdaki mahluk yüzündendi. Karşımıza çıkan bir gurup adamdan önde olanı duraksadı ve

"İşlemler tamam, biz varana kadar nikah memuru da gelmiş olur.", dedi.

Durdum, kolumu tutan kirli elden kurtuldum. Dönüp gözlerine baktım.

"Ne nikah memuru!"

"Evleniyoruz!" , dedi alayla...

"Ne nikahı , ne evlenmesi!", dedim şaşkınlıkla.

"Emre seni incitmeye kıyamaz, o allı pullu kadını ol istiyor, onu anlaman için!"

Bedenim buz kesmişti. Olduğum yere mıhlanmışım gibi direndim. Yanımda duran adam, adına her ne derse desin asla bana tecavüz eden adamdan başkası değildi. Direndikçe bedemi zorluyordu. Koridorda çıplak ayaklarım yere sürtülerek sürüklendim. Çığlıklarıma sağırdılar, canhıraş hallerime kör!

'Allah'ım, beni kurtar!', fısıldadı kalbim.

Bir anda duraksadılar. Koridorun sondan bize doğru gelen adamları gördüm.

"Baskın var patron." , dedi diğerleri kadar iri olan biri.

"Kim?" , diye sordu Emirdağlı

"Çınar'ın adamları!"

"İmkansız, Çınar hala Suriye de, takibinde adamlarım."

"Efendim, eminiz dışardakiler Çınar'ın adamları."

"Başındaki kim öyleyse çabuk doğrulayın."

"Araştırıyorum, şey..."

"Ne lan! Şey ne daha ne var!"

"Çok fazlalar, diğer çıkışı kullanmakta fayda var."

Nefes nefese korkuyla olanları anlamaya çalıyorken Emirdağlı bir hışım karşısındaki adamın boynundaki kıravatı yakaladığı gibi sıktı. Kan çanağı gözlerinden ateş fışkırtıyordu. Karşısındaki adam öksürmeye başlayınca kıravatını gevşetip boynundan çıkardı. Olduğum yerden gerilemeye başlayınca da Emirdağlının dikkatinde yine ben vardım.

"Kelepçe!" , diye bağırdı bana bakarak.

Ardında biri geldi kelepçeyi uzattı, Emirdağlı kollarımı yakalayıp arkamda kollarımı birleştirip kelepçe taktı.

"Ne yapıyorsun!"

"Karmaşadan faydalanıp kaçmayı mı düşünüyordum."

"Korkaksın! Çınar'dan korkuyorsun , senin gücün anca aciz kadınlara kelepçe vurmaya yeter!"

Yüzüme inen tokatla dengemi kaybedip yere savrulduğumda, bedenimde kalan son gücü de yitirmiştim. Doğrulamazdım artık!

Düştüğüm yerden kalkamazdım!

Elindeki kıravatın bağını çözüp üstüme üstüme yürüdü. Düştüğüm yer diz çöktü ve kıravatla gözlerimi bağladı.

Bedenimi kucakladığı gibi aynı anda koridordaki herkesin adım sesleri yankılanmaya başladı. Kulağıma üfledi işrenç nefesini.

"O korktuğumu söylediğin Çınar var ya, o zeki, o güçlü, o koskoca holding sahibi Çınar, şu an hayatı benim iki dudağımın arasında ve kardeşin için çok üzgünüm bebeğim. Çok genç yaşta dul kalacak!"

"Yalan! Senin her şeyin yalan! Yalan söylüyorsun." Can havliyle , kalan son gücümle bağırıp çırpınırken o devam etti ağzından saçtığı zehrini üzerime akıtmaya.

"Ama böyle çırpınırsan bebeğim seni altıma almak için nikahımızın kıyılmasını bekleyemem."

Sustum, bedenim uyuştu. Çuval gibi taşınan bedenim soğuk havaya teslim olduğunda ne zamandan ne mekandan haberdardım artık. Mesela saat kaçtı. Mesela bedenim nereye fırlatılmıştı. Hareketle geriye savrulan bedenimden bir arabaya atıldığımı anlamıştım. Silah sesleri yükseldiği gibi uzaklaşıyordu. Biz uzaklaşıyorduk yanımda Emirdağlı vardı. Bacağımı okşayan o iğrenç eli tenimde hissedip de tepki verememek ruhuma ihanetti.

"Bebeğim, az kaldı çok yakında sende Emirdağlı olacaksın. Emirdağ holdingin en fazla hissesi olan hissedarlarının karısı olacaksın. Keşke rahmetli Esat amca da bu günü görseydi. Eminim çok memnun olurdu. Beceriksiz Emre yapamadı ama ben yapacağım. Ben sana hakkını teslim edeceğim."

Eli bacağımdan kadınlığıma doğru hareketlendiğinde son bir güçle bacaklarımı birbirine bastırdım.

O anda çenemde hissettiğim baskı ile dudaklarımı hedef alan adamı hissettim.

'Onun kirli dudakları seni anan dudaklarıma değmesin Allah'ım!'

Kalbim fısıldadı.

Aynı anda duyduğum ses ve sarsıntıyla birlikte dudaklarım özgür kalmıştı. Ama bedenim içinde bulunduğumuz arabanın içinde farklı yönlere savruluyordu.

"Beyfendi! Arkamızdalar!"

"Hızlı sür , atlat onları. Bir şey yap!"

Yüzüme vuran sert rüzgarla arabanın camının açıldığını hissettim, kulaklarıma dolan rüzgarına uğultusu bana yorgunluğun şarkısını fısıldıyordu.

Çok yorgunum, beni bekleme kaptan!

Silah sesleri kesildiğinde peşimize takılı umudum da sessizleşti. Araba epeyce bir sonda sallanmaya başlayınca otoyoldan çıkıp taşlı toprak yola girdiğimizi anladım. Burnuma dolan toprak ve ot kokusuda tahminimi doğrulamıştı. Bir süre bu şekilde yolculuk devam ettikten sonra araba park edildi. Bedenim çekiştirilerek arabadan çıkartıldığında Emirdağlı sükunetini koruyordu. Gözlerim hala bağlıydı. Ayaklarım yürürken sendelediğinden bedenim çuval gibi omuzlanmıştı. İğrenç tanıdık kokudan Emirdağlının omuzunda olduğumu hissediyordum. Kapının açılıp kapanma sesini ahşap olduğunu düşündüren gıcırtısıyla merdiven sesleri takip etti ardından tekrar kapı açılma sesini duyduğumda sırtım fırlatıldığım yatak olduğunu zannettiğim yumuşak bir zeminle buluşmuştu.

"Senin yüzünden !" Bağırdı. Tepki vermedim. Korkuyordum. Bana tekrar başka türlü dokunmasından ölesiye korkuyordum.

"Ama ben ne yapacağımı biliyorum. Memur buraya getirilecek. Canım çok sıkkın olduğundan balayımızı nikahtan önceye almaya karar verdim, az eğlenelim..."

Yutkundum , o an ne geldi aklıma bilmiyorum ama her kelime dudaklarımdan birer birer döküldü.

"Sen iğrenç bir adamsın, Emre tam bir beyefendiydi. Eğer sen olmasaydın ona aşık olabilirdim. O oldukça yetenekli biriydi sadece anlaşılması için zamana ihtiyacı vardı, o zamanı ondan sen çaldın!"

Eğer Emirdağlı Emre'nin güçsüzlüğünden besleniyorsa, Emre'yi güçlü kılan sözlerimi içerlerde bir yerden duymasını sağlayarak uyandırabilirdim.

"Hah! O sümsüğe mi? O dangalak babamızdan dayak yemekten başka bir boka yaramadı hiç bir zaman! Güçlü bedenim onun zayıflığından kalma izlerle dolu. Babam en çok beni sevdi, herkes en çok beni sever. Sen yanılıyorsun ve sana sevilecek erkek nasıl olur kanıtlayacağım."

Çabam bir işe yaramamış onu daha da kızdırmıştı. Ellerim hala sırtımda kelepçeli gözlerimse bağlıydı.

"Yapma!"

Beni yatakta ters çevirdi. Lanet olsun! Bileklerimdeki kelepçeyi çözdü ellerimi kullanmama izin vermeden bileklerimi tekrar kelepçeleyip başımın üstünde bir yere sabitledi. Sırtım yatakta gözlerim bağlı ellerim kelepçeli yatağın başlığına sabitlenmiş bir şekilde savunmasızdım. İşkence tekrar başlayacaktı. Bu kez bu savaştan enkaz halinde bile kurtulamazdım. Gücüm yoktu, yorgundum!

"Lütfen yapma, lütfen dokunma."

O konuşsa da duymazdım artık. Bedenim de uyuşmuştu. Tenime değen elleri hissetmiyordun artık. Üzerimdeki kıyafetin yırtılıp atıldığını üşüyen tenime değen o iğrenç teni düşünmüyordum, artık...

Başka şeyler düşünmeye çalışıyordum. Üzerimdeki arbede bir anda kendini soğuya bıraktı. Kulaklarımdaki uğultu azalır gibi olduğunda boğazlarımdaki sızının hala atmakta olduğum çığlıklardan kaynaklandığını henüz işitebiliyordum.

"Bir daha! Bana bir daha dokunma! Lanet herif!!"

Silah sesiyle halsizleşen bedenimde bir hareketlilik oldu, başımın üzerinde asılı olan kollarım iki yanıma düştü. Ellerimi hareket ettirecek dermanım yoktu ki gözlerimin bağını çözeyim.

Yattığım yerin çökmesiyle üzerime abanan bedeni hissetmem bir oldu, sızlayan boğazımdan bulduğum çatlamış sesimle son cümlemi kurdum. Takatim kalmamıştı.

"Bana bir kez daha sahip olmaya kalkarsan yemin ederim bu kez yaşatmam! Sseni de ... kendimi de!!! Yaşatmam!" Sona doğru fısıltıya dönen sesime rağmen meydan okumuştum ona. Gözlerimdeki bağ çözüldü, göz kapaklarımı araladım, ışığa alışırken yanan gözlerime rağmen karşımdaki gözlere bakışlarımla da meydan okumak için gözlerimi güç de olsa belerttim.

Lanet olsun!

Karşımdaki bir çift karanın sahibi Emirdağlı değildi.

"Oonurr..." Gözlerimi yumdum tekrar. Titreyen bedenime giydirdiği ceketi tenimde hissettim, kokusunu içime çektim ama genzimi yakmıştı koku! Kulaklarıma dolan kahkaha Emirdağlının sesiydi.

"Beni vurmakla çok büyük bela aldın başına Doktor!" Onur, Emre'yi mi vurmuştu? Her şeyi öğrenmişti her şeyi! Hemen gözlerimi açtım. Onur elinde silahla Emre'nin üzerine doğru ilerliyordu! Dışardaki çatışma seslerini de artık duyabiliyordum. Korktum !

"Bana bir şey yapamadı ! Bu kez direndim. Bu kez bana tecavüz edemedi! " bağırdığımda Onur'un bir anda bakışları öfkeyle bana döndü. Emir bu dikkat dağınıklığını fırsata çevirip Onur'un elindeki silaha tekme attı. Yaralı omzundan akan pis kanı yere damlıyordu. Çığlık attım.

Onur' a bir şey olmasın Allah'ım!

Aralarında arbede devam ederken, Emirdağlı alayla sözlerine devam etti.

"Onu öyle bir S..ktim ki ! Saatlerce inledi. Sende Emre de ağzınızın tadını biliyorsunuz ama uzaktan bakmak size yemek bana kısmetmiş!"

"Hayır! Sus! SUSSUN!" Feryadın ahşap duvarlara kazınıyordu. Kulaklarımı ellerimle örtmek Emirdağlının sesini duymamak için yeterli değildi. Onun sesini bastırmak için var gücümle bağırdım, bağırdım. Gözlerimin önünde iki erkek öylece boğuşuyordu. Yerdeki silah gözüme ilişince yerimden kalktım silahı elime alıp karşımda boğuşan adamlara doğrulttum. Parmağım tetikte bekliyordum. Bassam her şey bitecekti ama kazara Onur'u da vurabilirdim. Titreyen elim yüzünden parmağım tetiği kontrolsüzce çekti. Silah sesine eşlik eden çığlıklarımdı. Boğuşan iki adamın ardındaki bir noktada dolu sürahi patlayınca kurşunun isabet ettiği noktadan emin oldum ama bu durum Onur'un ikinci kez dikkatinin dağılmasını sağladı.

Kendimi sorgularken elimdeki silahı korkuyla boşluğa doğru fırlattım. O sırada Onur Emirdağlı tarafından yere serilmişti. Emirdağlı üzerime doğru gelirken dışarıdan gelen bağrışlar ve silah sesleriyle yönünü kapıya doğru çevirip kaçmakta karar kıldı.

Çıplak bedenime sarılı ceketin içinde yok olmak istercesine küçülürken, Onur bana doğru adımlıyordu. Gözlerimi yumdum.

Çok utanıyordum!

Ben milyonlarca gözün önünde çırılçıplak kalmışım gibi, ben milyonlarca masumun canına kıymışım gibi, ben, ben yeryüzündeki ilk ve tek günahkarmışım gibi, ben çok utanıyordum.

Neden gözlerini yummakla görünmez olmazdı ki insan. Görünmez olmak istiyordum!

Ama göründüm. Üstelik en değerlime en çirkin halimle göründüm. Kanatları kırık, asla kozalağını kelebek olarak yırtamayacak, hayalleri yamalı bir tırtıl gibi hissediyordum kendimi.

Omuzlarımdan tutulup sarsılan bedenim, gözlerini aç komutu verdiğinde, yırtılan kozalağım da sıyrıldı bedenimden. Ben hala tırtıldım , hala kanatsız ve çırılçıplak. Umutlarımın boynu bükük, kanadı kırık kalbi yaralı...

Gözlerim mecbur muydu ki gözlerine, bir çift karanlık girdaba sürüklendi bakışlarım, ben gözlerimi onun gözlerinin hapsinden kurtaramadım.

O gözler bana eskisi gibi bakmıyordular; oysa karanlığın her tonunu görmüştüm ben o gözlerde; sevgiyi, öfkeyi, küçümsemeyi, nefreti, kırgınlığı... Bu kez bambaşka bakıyorlardı.

Kollarımı kaldırıp iki omuzumda duran ellerini ittim. Çıplak ayaklarımla parmak uçlarıma yükseldim, ellerimin ayasıyla o karanlık girdapların üzerini örttüm.

"Bana böyle bakma!" Fısıldadım.

"Bana böyle bakmaaaa!" Bağırdım.

"Bana böyle yıkılmış gözlerle bakmaaaa!"

Belime dolanan eller , titreyen bedenimi düşmekten korurlarken ağırlaşan göz kapaklarım yüzünden gözlerim bu kez bambaşka bir karanlığa teslim olmuştular.

"Ben yanlış bir şey yapmadım!"

     ***

Her bir kirpiğimin ucunda bağlı birer abra varmış gibi ağırlaşan göz kapaklarımı aralayamaya güç yetiremiyorum. Bedenim irademi hiçe sayıyor, duyuyorum ama tepki veremiyorum. Ölmek istediğim zamanlarda da beni hayatta tutmayı başarmış bana rağmen beni hayata bağlamıştı. İnsanoğlunun bedeninin yaratılışında yeryüzünden alınmış toprak vardı. Ondan mıydı her şeye herkese ve hatta kendimize rağmen dünyaya böylesi bağlı kalışımız. Bedenim ne ruhumdan ne dünya saltanatından vaz geçiyordu, ısrarla yaralarımı sarmak dinlenmek için benden zaman istiyordu? Değil gözlerimi aralamak parmağımı dahi kıpırdatacak gücü kendimde bulamıyordu . Gerçekle rüya arasındaki gelgitlerimi kulaklarıma değen sesler süslüyordu. Onur'un sesi:

...

"Serap Merak etme, benimle beraber..."

Burnuma vuran o değişik koku, genzime dolan acı tat.

....

"Adem, ne demek bir şey yapamayız... O herif nefes aldıkça dünya bana dar anladın mı? Şimdiye kadar ziyan ettiği her bir nefesin hesabını sormalıyım ondan! Kim koruyor bu herifi kim!..."

Bembeyaz uçuş uçuş elbisemle sahilde yürüyorum... Uçsuz bucaksız mavilikte kulaklarıma gelmesi gereken dalga sesleriyken yine Onur'un sesi oluyor. Biliyorum rüyalarımda bile mutlu olmak haram bana!!!

....

"Seda! Gelemem diyorum sana neyini anlamıyorsun!!! Sakın ha, bir daha buraya gelirsen her şey biter anladın mı? Beni tamamen kaybedersin"

Sonunda göz kapaklarımı oynatabilmeyi başarıyorum. Karanlıktan alacakaranlığa terfi eden görüşüm hala bulanık olsa da odada volta atan bir doksanlık karartı zoraki gülümseyişimin ilhamı oluyor. Sanırım kolumdaki acının sebebi mesleğinin hakkını son damlasına kadar veren Onur yüzündendi.

Dirseklerimden destek alarak bedenimi, yatak başlığına sırtımı yaslayacak şekilde sürüklerken Onur'un dikkatini bu kadar erken üzerime çekmeyi beklemiyordum. Beni fark etmesiyle bedenimi doğrultmama yardım etmek için atılması bir oldu.

Gözlerim karanlığa uyum sağladı sağlayacakken Onur, sağ tarafımda duran abajura yaklaşıp odayı aydınlatacak hamleyi yaptı.

Uyanıkken bile uyuyor gibi hissetmek nasıl bir duyguydu. Rüya gibi bakıyordu bana.

"Sonunda !" Dedi fısıldar gibi...

"Kendimi çok halsiz hissediyorum. Bedenim sızlıyor."

"Çok normal neredeyse bir gündür aralıksız uyuyorsun."

"Bir haftada uyuduğum saatleri toplasan bir gün etmez, nasıl bu kadar süre uyuyabildim."

"Serumdan, sana iyi gelecek bir karışım hazırlattım."

"Hah... Bendeki bu sarhoşluk ondan geliyor olmalı."

"Etkisi çok sürmez, bir iki saate daha iyi hissedeceksin."

"Bir iki saat mi o kadarcık mı? Ben halimden memnunum doktor! Hiç olmadığım kadar iyi hissediyorum. Ne varsa serumda biraz daha verin ..." Güldüm.

Ben gülerken Onur her zamanki gibi ciddiydi. Serumun vanasını kapattı kolumdaki damar yolu seri hareketlerle canımı yakmadan söktü. Odadaki dolabın kapağını açıp raftan bir kaç parça giysi çıkardı. Ağır adımlarla yanıma geldi. Hiç beklemediğim bir şey yaptı!

Alnıma değen ıslaklık , onun etli dudaklarının eseriydi.

"Duş hazır, ayılmana da yardımcı olur.", dedi ben daha neye uğradığımı anlayamamış bir halde Onur'un da desteğiyle kendimi yataktan ayaklanırken buldum. Elime tutuşturduğu kıyafetlerle banyo kapısına geldiğimde Onur, kapıyı açıp içeri girmemde de yardımcı oldu. O ana kadar üzerimde tişörtten başka bir şey olmadığından habersizdin. Hızla banyo kapısını örttüm üzerimdeki tişörtten kurtuldum ve kişisel bakımımı yaptım.

Çok hızlı hareket etmesende tüm bu tantana yarım saatten az sürmüştü. Islak bedenim üzerine alelade bir şekilde giydiğim tişört bedenim ve ıslak saçlarımdan yüzünden ıslanmıştı. Umursamadım. Zira hala bedenimde tonlarca yükün altında kalmışım gibi bir ağırlık hissediyordum. Bedenimdeki uyuşukluk geçmemiş üstüne boğazımda yutkunmamı engelleyen bir yumruyla birleşip canıma kastediyorlardı. Son olarak Onur'un verdiği sporcu şortunuda bacaklarımdan geçirip belindeki ipleri sıkı sıkıya düğümledikten sonra artık mükemmel uyumu yakalamış ve hazırdım. Gazete küpürleri, moda dergileri ve magazin sitelerinde çokça adından ikon olarak söz edilen Melek Korhanlıydım değil mi ben? Her zaman duruşuna, bakışına, giydiğine dikkat eden Melek Korhanlı! Aynadaki buhar kalıntılarını temizlemeyip bulanık yansımama baktım. Derin bir nefes alıp verdim hiç beklemeden banyo kapısının tokmağını çevirdim ve odayı gözlerimle kolaçan ettim. Odanın ortasındaki yatağa doğru aksak adımlarla işerlerken odada benden başka kimse olmadığını gördüm. Değil aşağı inip Onur'u aramak Onur'a seslenecek kadar dahi dermanım yoktu. Dizlerimden destek alarak emekler pozisyonda yatağın merkezinde bağdaş kurup oturdum. Halsizdim evet ama tek damla uykum da yoktu. Aklımda sönüp duran şeyleri yok sayarak aşina olduğum odada gözlerimi kaçıncı kez olduğunu saymadan turlamaya devam ettirdim. Tam karşımda aralık duran kapı açılırken ardından elinde üzerinde buharı tüten derin bir kasenin olduğu tepsiyle içeri Onur girdi. Sadece anın yarısı kadar bir sürede gözlerime bakıp bakışlarını elindeki tepsiye devirirken hızlı adımlarla yanıma kadar gelip yatağa oturuvermişti. Göz göze gelmememiz için gayret ediyor gibi bir hali vardı.

"Şehriyeli sebzeli tavuk çorbası, serumdaki ilaçlardan daha etkili olacaktır inan."

"İstemiyorum." Kırgındım, ağlayacak bir halim vardı, yorgundum tabi ki de iştahsız...

"Saatlerdir midene bir şey girmedi Melek, serumlarda bir gere kadar..."

"Tamam sen yedirsen, yerim." Dedim konuşmasına devam etmesine izin vermeyerek. Midemdeki koca boşluğun elbetti ki farkındaydım. Benim söylediğimle anlık şaşırsada çabuk toparlanmıştı. Elindeki tepsiyi yatağın üzerine bırakıp sol eline kaseyi sağ elinede kaşığı aldı. Kalığı kasenin içinde bir tur döndürdükten sonra kaşıkladığı çorbayı yudumlamam için dudaklarıma uzattı. Bakışları ya çorba kasesinde ya da dudaklarımdaydı. Bir kez dahi gözlerime bakmamıştı.

"Anne eli değmiş gibi tadı var Handan Teyze mi yaptı?" Beni boğacağından korktuğum sessizliğe son vermek istedim.

"Hayır evin düzeninden sorunlu çalışanım gitmeden önce isteğim üzerine yaptı. Beğenmene sevindim?" Benim aksime sıcak bir yuvada ailesiyle mutlu bir çocukluk geçirmişti Onur. Babasını kaybetmek ona kariyerinde hayalleri için yeni bir rota çizdirirken annesi hep yanındaydı. Peki ya şimdi! Şaşkındım ayrı mı yaşama kararı almışlardı?

"Handan Teyze hayatta değil mi?" Diye sordum, boş bulunup pot kırma listeme en yenisini zirveden giriş yapıp ekleyerek.

"Endişelenecek bir şey yok , bir kase daha?" Diye sordu sorunu geçiştirerek. Başımı hayır anlamında sağa sola sallarken o da cevabını aldığı için elindekileri tepsiye bırakıp tepsiyle birlikte odada ayrıldı.

Beynime hücum eden düşünce selinin önündeki set kırıldı kırılacaktı. Tüm anılarım parça parça kendini bana hatırlatırken , bazen çocukluğuma bazen Onur'la yaşadıklarıma karışıyordum. Hayır hayır hiç bir anım eksik değildi, bu ailenin bir ferdi olarak gayet güçlü hafızalara sahiptik. Ama bazı anıları yok saymak için içinde mutlu olduklarıma sarılıp sıkı sıkıya tutunurken diğerlerini yok saymak çocukluğumdan itibaren yapmayı öğrendiğim bir kurtuluş yolu olmuştu. Acılarına rağmen gülen bir yüze sahip olmak çocukluktan gelen bir çalışmayla mümkün olabilmişti.

Bu hayatta asla gülünen değil gülen, acınan değil öfkelenen nefret edilen taraf olmalıydım. Acınacak biri olacaksam da acıyan da sadece ben olabilirdim. Kendime acıya , kendimi aciz gören bir tek kişi, ben, olabilirdi.

Ben yatakta bağdaş kurmuş halde düşüncelerim içerisine dalmış otururken Onur'u yanıma yaklaşana kadar fark edememiştim. Onur eline aldığı tarakla bir anda arkamdaki boşluğu kendine mesken edinip uzun bacaklarını sağ ve solumdan uzatarak beni bacakları arasında bırakacak halde yatağa oturdu . Tişörtümün yakasından içimde kalan saçlarımı çıkarıp ıslak saçlarımı taramaya başladı. Saçlarımı tutamlara ayırmış canım yanmasın diye aheste aheste tararken aklımda o kadar çok soru vardı ki?

Şimdi ne olacaktı?

Bu soruyu sesli düşünmüşüm gibi saçımdan akan tarağın varlığı duraksayıverdi. O an gözlerimi aklımdaki düşünceler boğuşurken daldığım siyah çarşafdaki kıvrımdan kaldırıp karşı çaprazımda bulunan aynaya vuran yansımamıza kaldırdım. O ana kadar oradaki yansımamızdan haberdar değildim. Aynadaki aksimizde, kendimizi net bir şekilde görebiliyordum. Onun iri bedeni karşısındaki cılız bedenim o kadar küçük gözüküyordu ki. Onun bedeni yanında bedenimi, güneşin tam tepede olduğu öğle vaktinde yere vuran gölge boyundaymış gibi hissediyordum. O vardı, ben ise onunlayken bile yoktum.

Göğsünü şişirip bıraktığı nefesiyle beraber saçlarım arasındaki elleri tekrar harekete geçtiler. O itinayla başını aşağıya eğmiş bir halde saçlarımı tarıyordu ben ise hayran hayran aynadan o iri cüsseli kara adamı izliyordum. Her bir işinde olduğu gibi saçlarımı tararkende pek bir itinalıydı. Bir ara taradığı saçlarımın arasından bir tutamı parmakları arasında hapsedip burnuna yaklaştırdı, kokusunu içine öyle bir çekişi vardı ki işte o an gözlerimi açtığım andan itibaren önüne set çekerek savaştığım tüm o duyguların altında kalakalmış, düşmanıma mağlup olmuştum.

Ağlamamak için kenetlediğim çenem yüzünden birbirine baskı yaptığım dişlerimin kökleri sızlıyor, hıçkırmamak için kastığım boğazım yüzünden boyun kaslarım acıyordu.

Onur burnuna götürüp kokusunu içine çektiği saçlarımı usulca elinden bırakıp , dişlerinin arasında sıkıştırdı bileğini ağladığı duyulmasın diye bileğini ısırırken, kendisini aynadaki yansımadan izliyor oluşumdan bir haberdi. O esmer kalpli, iri adam, sessiz, mahzun kimsesiz çocuklar gibi daha önce hiç görmediğim bir halde gözyaşları içinde boğulacakmış gibi ağlıyordu.

Erkekler ağlar mıydı bilmem ama , bu adam belki de doğduğu andan sonra ilk defa ağlıyordu. Gururdan biçilmiş zırhı üzerinde değildi ve o kadar savunmasız görünüyordu ki o bu haldeyken ben nasıl daha fazla göz yaşlarıma engel olabilirdim.! Ani bir hareketle ardıma döndüm, Onur'un elinden tarağı kaptım gibi rast gele odanın bir köşesine fırlattım. Göz yaşlarıma engel olamayışım bir yanda, karşımda bir zamanlar dağ bildiğim adamın yıkılmışlığına şahit oluşum diğer yanda beni karanlık dar bir koridorda tüm korkularımla başbaşa kalakalmışım gibi hissettirirlerken, içimde yıllarca biriktirdiğim o duygular aramızda uçurumlar açacak sözcüklere dönüşüp dudaklarımdan firar edeceklerdi.

Sessizlik ölümdü!

Susmak, acıların üzerini güneşi balçıkla sıvamaya çalışmaktan farksız gibiyken, yaşamak için, yaşatmak için haykırmalıydık artık.

Ertelenmiş, yok sayılmış her bir acı ilk bulduğu çatlaktan sızarak duvarı yıkmak için nemlendirmek için fırsat kolluyordu. Bu bedenlerin, sırtına yük etmediği gamın hangi rengi kalmıştı hayatta.

Nefes alıp verirken bedenimdeki uyuşukluğun, diğer bir deyişle serumla damarlarımda dolaşan sakinleştiricilerin etkisinin azaldığını hissediyordum. Az evvelki fevri hareketimi aratmayacak bir üslupla başladı kelimeler dudaklarımdan süzülmeye. Gözlerimi açtığımdan beri özenle gözlerini benden kaçıran adamla göz gözeydik şimdi.

"Senin öfkeyle bakan gözlerine alışıktım ben ama şimdi o gözler bana acıyarak bakıyor bakmasın! Anlıyor musun Onur! Bana a-cı-ya-rak bakma! Zalimliğinin bu kadarına da tahammül edemem ki ben, edemem! ..."

Yutkunurken gözümün takıldığı adem elması boğazını yırtarcasına ses çıkarmıştıda dudaklarından tek bir ses duymamıştım. Sadece gözleri gözlerimdeydi ve o gözlerden gözlerime akan şey ...

"...Ben, masumiyeti elinden çalınan o kadın değilim! Ben senin o hep öfkeyle, nefretle, tiksinerek baktığın, sana ihanet eden o kadınım! Benden nefret et.... Ama... bana sakın ... ama bana sakın acıma!"

O gözlerini gözlerimden kaçırmak istedi ama ben büyük bir cesaretle ellerim arasına hapsettiğim yüzünü yüzüme yaklaştırıp gözlerimi gözlerine dayadım, o da teslim oldu gözlerime, bakışlarını kaçırmadı, kaçıramadı.

"Bir kez Onur, ne olurdu o çok sevdiğin gururuna yüz çevirseydin? Hatalı olduğumu düşündüğün zamanlarda da beni sevmekten vazgeçmeseydin. Neden sevmedin beni, neden korkup sana sığındığımda bana sarılmadın, neden senden koparılırken beni ellerimden tutmadın?" Sordum o hep beni kavuran soruyu fısıldayarak sordum...

"Sevdim Melek, hep sevdi..." titreyerek vermeye çalıştığı cevabı cümlesini tamamlamasına izin vermeyerek kabul etmedim.

"Gururundan çok sevmedin be Onur?" Hak vermiş olacak ki o suskunluğunu korurken ben titreyen sesimle göz yaşları arasında gözlerinin içine baka baka devam ettim sözlerime...

"Benim ihtiyacım olan tek şey bir yudum sevgiydi Onur, neden? Keşke şu an karşımda bana nefretle bakan o adam olsaydı. Keşke bana kollarını gerçeği öğrendiğin için değil de, sana ihanet etmesine rağmen sevmekten vazgeçemediğin o kız için açsaydın. Belki o zaman çok başka olurduk, yarım kalmaz, kaldığımız yerden devam edip tamamlanabilirdik. Keşke o lanet olası buz kalbini ısıtacak kadar, keşke tüm utancıma kirletilmişliğime rağmen seni sevmekten vazgeçemeyen, hadsiz kalbim kadar sende beni sevebilseydin." Fısıldar gibi çıkan sözlerim öfkemden güç alan sesimin zirveye ulaşmasıyla haykırışlara dönüşüyordu . O suspus olmuş haklılığımı bana ispatlarken ben iyice çığırından çıkar haldeydim. Avuçlarım arasındaki yüzünü sarsarak hırpalamaya başladım.

"Keşke kaybettiğinde beni, aklınla değil kalbinle arayabilseydin! Aklınla bulduğun seni tatmin etti mi?" Serzenişlerim arasında yüzündeki ellerimi göğsüne indirip, esmer kalbinin artığını bildiğim o yere vura vura kustum içimdekileri...

"Ben şimdi bana acıyan bu gözlere nasıl bakacağım... söylesene nasıl? Ben, bizi kaybettiğimiz o sahilde, senin gözlerinde kendi cenazemi gördüm Onur! İnan bana bakışların, şimdi ki kadar acıtmamışlardı canımı, ben bana mesken olan o gözlerde şimdi yıkılışımı görüyorum. Senin bu karanlık gözlerin daha ne kadar canımı yakabilir diye kendime sorduğumda hep dahasını görürdüm ya ben , ne yazık ki en acısı buymuş"

Ne zaman oturduğum yerden kalkıp kapıya kadar yürüdüğümü hatırlamazken, belimden sarmalayıp beni durduran göbeğim üzerindeki kenetlenmiş kollarla olduğum yerime mıhlandı bedenim,kalbim, ruhum...

"Melek gitme! Yalvarırım gitme!"

Ben kollarını belimden çözüp kaçmak isterken o, bedenimi kendisine doğru döndürüp yüzümü avuçları arasına aldı.

Sıcacıktı avuçları, göz yaşlarımla ıslanırlarken yanmasın avuçları serinlesinler istedim. Yumuk gözlerimi biraz daha araladım, yine gözlerindeydi gözlerim. Dudaklarını ıslattı, söylemek istedikleri vardı elbet. Peki ne diyecekti. Ne diyebilirdi ki...

"Sen bilirsin beni , söylediğin gibiyim işte... Gururdan etrafına duvarlar örmüş beton kalpli herifin tekiyim. Öyle kolay değil benim kitabımda affetmek. Hata neyse ama yanlışı bile bile affetmem, affedemem. Hayatımdaki tek zaafım bildiğim, her şeyimle sevdiğim seni bile yıllarca affetmedim , affedemedim değil mi ben ? Şimdi sen bu kapıdan beni böylece ardında bırakıp da bu odadan, bu evden çıkıp da gidersen, âşık olduğu kadını bile yıllarca affetmeyen bu adam, nefret ettiği kendini nasıl affeder söyle! Sen bu kapıdan çıkarsan ben kendimi asla affetmem Melek! Yalvarırım bu adamı sensizlik cehennemine sürgün etme! Ben bu öfkeyle yalnız kalırsam kavrulurum! Yandığım kadar da yakar yaktığım kadar yanarım! Sen benden giderden ben sensiz kalırsam, asla iflah olmam Melek!"

Yüzümü avuçlayan güçlü ellerinin baş parmaklarıyla gözlerimden dökülen yaşları silerken, dolu dolu gözlerle acıyarak bana bakıyordu. O an bir şey daha anladım. Gözlerinde gördüğüm kendi yıkılışım değildi. Gözlerinde gördüğüm kendi yıkılışıydı. O her şeyi bile adam gerçeği bilememişti. O her zaman doğru olan adam hata yapmıştı. Bay mükemmel için hata yapmak asla sahip olamayacağı bir lükstü. Kabul edemediği gerçekle yüzleşmek onu bu hale getirmişti. Ben her ihtiyacım olduğunda ondan yardım dilediğimi zannederken onun gururunu okşayıp beslediğimden bir haberdim. Şimdi de benim payıma onun vicdanını temizlemek mi kalmıştı. Yıllarca kendimi bencil zannederken , asıl bencilin o olduğunu aşktan kör olan gözlerim görememişler miydi? Ben bu tükenmişlikle onu nasıl iyileştirebilirdim. Onu yıllarca bu gerçekten uzak tutmaya çalışırken yavaş yavaş tükenmemiş miydim? Kendimden nefret ederken , her şeyden nefret ederken ve onsuzlukta onun aşkını kalbime yüklemişken bende kendine ait ne varsa sömürmemiş miydi?

Kadınlığı, anneliği, arkadaşlığı aşağılanan bir kadın olarak yaşamayı bile kabul etmemiş miydim?

Ellerim arasına aldım yüzümdeki ellerini ve avuçlayıp yüzümden indirdim. Ardıma döndüm.

"Melek! Melek gitme!"

Kaç kez kırık kalple yanından ayrılmıştım da her gidişimde dönüp ardına bakmıştım ben. İlk kez arkama dönüp bakmadan sadece ileriye sabitlediğin bakışlarımla yol alıyordum ben. O kadar acıydı ki...

Bitmişliğimizin en büyük alametiydi bu... Biz gerçekten tam da bu anda bitmiştik.

Üzerindeki tüm enkazdan kurtulmuşum gibi hafiflemiş hissediyordum. Anlamsız bir şekilde her adımımda huzura yaklaşıyordum.

Aşkım,

Kırgınlıklarım,

Sevinçlerim,

Göz yaşlarım,

Öfkem,

Nefretim...

Hepsi bir kaç metrelik mesafe gerimde kalmıştılar. Ben imtihanımı vermiştim.

Hatasıyla sevabıyla, kahrıyla lütfuyla...

Mükafat mı ukubet miydi karşılığı bilmem ama ben son ana kadar sevgim için sevdiklerim için yapabileceğim her şeyi yapmıştım.

Sarkacı sağa sola sallanan saatin guguk kuşu benim için günün bittiğini haber verirken geri de kalanlara güneşin henüz doğuyor olduğunu haykırıyordu.

Benim romanımın sonuydu bu ama bilirsiniz romanların finallerinde aynı zamanda yeni başlangıçlar saklıdır.

 

Yirmi dördüncü bölüm sonu, gelecek bölümde görüşmek üzere...

Bölüm : 31.07.2025 12:28 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...