''Kimse istediği hayatı yaşamıyor aslında, sen bakma kuşların havasına. Onlarda uçmuyor, yaşamak için çırpınıyor...''
Fırtınalardan, bu medcezirlerden yorulmuştum ve derin bir sessizliğe bürünmüştüm. Her şeyi bir kenara koymuş sınav gününü bekliyordum sadece. Kendimi bu şehirden, çıkmazlardan, kaostan, baskılardan çıkarmalıydım. Başarı benim için lüks değil, bir mecburiyetti artık. Bu derin sessizliğimin, odamın duvarlarından sızıp gökyüzüne ulaşan bir haykırışı vardı sanki.
Sınav gününe kadar geçen her an, zihnimde yankılanan bir geri sayım gibiydi. Uykularım delik deşikti; geceleri ne kadar gözlerimi kapatsam da beynimin içinde bir soru kitabı açılmış gibiydi. Sabahları yüzüme çarpan gün ışığı bile içimdeki karanlığı dağıtamıyordu. Zaman geçmiyor, geçen her saniye ise üzerime ağırlık gibi çöküyordu.
Ve o gün geldi. Kendimi sınav salonunda, sıralardan birine oturmuş bulduğumda, sanki vücuduma bir nehir dolmuştu; damarlarımda akan kan yerine gergin bir akıntı hissediyordum. Göğsüm sıkışıyor, ellerim ter içinde kalıyordu. Sınav kağıtları dağıtılırken kalbimin güm güm sesini tüm salon duyuyormuş gibi geldi. “İşte başlıyoruz” diye düşündüm, ama bu cümle bir kararlılık değil, sanki bir uçurumun kenarından aşağı bakmanın korkusuydu.
Her soruyu, her satırı kararlı bir şekilde çözmeye çalıştım. Zaman hızla akıyordu ama bir şekilde içimdeki panik yerini bir güvene bırakıyordu. Belki de ilk kez, başarının ellerimin ucunda olduğunu hissediyordum.
Sınav sona erdiğinde, kağıdı bırakıp derin bir nefes aldım. Sanki o odadan çıkarken sadece sınavı değil, geçmişin tüm ağırlığını da geride bırakıyordum.
Üç hafta boyunca bir boşlukta süzüldüm. Hiçbir şey yapmak gelmiyordu içimden. Pınar arada uğruyor, bana sevgilisinin askerden döndüğünü, onunla geçirdiği zamanları anlatıyor ama onun sesinin yankıları bile içimdeki sessizliği bozamıyordu. Kendimi yatağıma bırakıp tavana bakıyordum saatlerce. Zaman, bir kum saati gibi yavaşça akıyordu ama ben bir türlü hareket edemiyordum.
Sonuçların açıklanacağı gün geldiğinde, telefon elimde titriyordu. Ekrandaki “sonuçları öğren” butonuna dokunmadan önce gözlerimi sımsıkı kapattım. Derin bir nefes aldım ve tıklayıverdim.
Bir süre ekrana bakakaldım. Gözlerim, satırların arasında hayalini kurduğum o kelimeyi arıyordu: KAZANDIN.’’İstanbul Üniversitesi-Fen Edebiyat Fakültesi’’2
Ve işte oradaydı. İçimde, yıllardır varlığını unuttuğum bir şey uyanıyordu: umut. Sanki yeni bir hayata, yeni bir sayfaya geçiyordum. Aslında edebiyat öğretmenliği, ailemin isteği üzerine, tercih listemde 4. sıraya yazdığım bir seçenekti. Yine kendi hayalimi değil, bir başkasının hayali üzerine ilerliyordum ama bu kez bunu dert etmedim. Çünkü içimde bir yerler de, her şeyin çok güzel olacağı hissi vardı.
Pınar’ı arayıp müjdeyi verdim, sesimdeki heyecan onu da sarıp sarmalamıştı. "Başardım," dedim ona. Bu kelimenin ağırlığını omuzlarımdan atarken, kalbimde yepyeni bir hikaye yazmaya başladığımı hissediyordum. ‘’Başardım, İlahiyat, İstanbul’’ dedi. İstanbul bizi bekliyordu, yanımda en sevdiğimle, çocukluğumla beraber gidiyordum. Bu bana kendimi güvende hissettiriyordu, her zaman olduğu gibi yine yan yanaydık.
Kazandığımı öğreneli birkaç gün olmuştu, ama heyecanım hâlâ dinmemişti. Babam sonuçları duyduğunda önce bir süre sessiz kalmış, ardından “Çalıştın ve başardın, helal olsun” demişti. Evet baba, sana rağmen başardım, sağ ol. Onun onayı ve gururu beni şaşırtmış ve birazda hafifletmişti. Aileme, İstanbul’a gidip okula kaydımı yaptırmam gerektiğini söylediğimde bir süre düşündüler, ama sonunda bu hayali gerçekleştirmek için bana destek olacaklarına karar verdiler.
Pınar da benimle gelecekti. “Bu işte beraberiz bebek, unuttun mu?” dediğinde yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Onun varlığı, bu yeni başlangıcı daha az korkutucu hale getiriyordu.
Bir hafta içinde her şeyimizi hazırladık. Eşyalar toparlandı, bir yolculuk planı yapıldı ve sonunda, İstanbul’a doğru yola çıktık. Otobüs yolculuğu boyunca içimde tuhaf bir heyecan vardı. Şehrin ışıkları göründüğünde, kalbim hızla çarpmaya başladı. Bu şehir, bana hem korkutucu hem de büyüleyici geliyordu.
Okula kayıt yaptırmak için gittiğimizde kampüsün büyüklüğüne hayran kaldım. İnsanlar telaşla oradan oraya koşturuyor, sanki herkesin bir amacı vardı. Ben de artık bu dünyanın bir parçasıydım. Kayıt işlemleri tamamlandığında elimdeki belgeye bakıp derin bir nefes aldım. “Buradayım,” dedim içimden.
Ev arayışımız birkaç gün sürdü. Pınar’la beraber her yere koşturduk, birkaç daireye baktık. Sonunda küçük, ama sıcak bir daire bulduk. Taşınırken ne kadar yorgun olsak da, yeni evimize yerleştiğimizde bu yorgunluk, yerini tatlı bir mutluluğa bıraktı.
Her şeyin yerli yerine oturduğu bir akşam, ellerim telefona gitti. Caner’i aramalı mıydım? Ona hâlâ kızgındım. Beni aldattığını öğrenmek, kalbimde derin bir yara açmıştı. Ama onun İstanbul’da olması, ona haber vermem gerektiğini düşündürtüyordu.
Telefonun tuşlarına basarken içimde bir çatışma yaşanıyordu. Arama tuşuna bastığımda kalbim hızlandı. Telefon çaldı... ve sonunda Caner’in sesi duyuldu.
"Asya? Bu gerçek mi? Sen mi arıyorsun?"
Yok amcan arıyor Caner, sesindeki şaşkınlık beni hem rahatlatmış hem de öfkelendirmişti. Derin bir nefes alarak cevap verdim:
"Evet, benim. Sadece şunu bilmeni istedim: Artık İstanbul’dayım. Okul için geldim. Bundan sonra bu şehirdeyim."
Caner birkaç saniye sessiz kaldı, sonra usulca konuştu:
"Bunu duymak beni çok sevindirdi. Asya... keşke..."
"Keşke, hiçbir şey söyleme Caner," diye sözünü kestim. "Sana kızgınım, bunu biliyorsun. Ama buraya geldiğimi bilmeni istedim. Hepsi bu."
Telefonu kapatırken içimde bir şeyler çatırdıyordu. Bu konuşma bir kapanış mıydı, yoksa yeni bir başlangıcın işareti mi? Henüz bilmiyordum. Ama bir şeyden emindim: İstanbul, beni hem kendimle hem de geçmişimle yüzleştirecekti.
‘’O kadar kırgınım ki sana; bulut olsam günlerce dinmez yağmurum. En şiddetli şimşekler çakar gökyüzünde, en hiddetli yıldırımlar düşer de yer yüzüne, yine de dinmez fırtınam. Eskiden göz yüzünde kapkara bulutlar olsa da, içim de ki ışıltı yeterdi günümü aydınlatmaya. Şimdi içimde karanlık... ‘’
Okur Yorumları | Yorum Ekle |