‘’Aslında insanı en çok acıtan şey; hayal kırıklıkları değil yaşanması mümkünken yaşayamadığı mutluluklardır.’’ Demişti ya Dostoyevskii.. Beni acıtmaması için, yaşanması mümkünken, yaşayabileceğim mutluluklara...
Sabahın ilk ışıkları, İstanbul'un eşsiz siluetine vurduğunda, telefonumun ısrarlı çalışına gözlerimi açtım. Caner arıyordu, bu kadar erken saatte aradığı için endişeli bir şekilde telefonu açtım ‘’Sevgilim. Bir şey mi oldu?’’
‘’Evet. Vuruldum.’’ dedi soğuk bir ses tonuyla.
Korku bedenimi hapsederken, ‘’Nee!’’ diye haykırdığımda.
‘’Sana güzelim, sana vuruldum.’’ diye ekledi gülümseyen ses tonuyla ve devam etti. ‘’ Seni aşağıda bekliyorum, çabuk ol.’’ dedi ve cevap veremeden telefonu kapattı.
Neydi şimdi bu sabah sabah. Etrafımda şaka seven ne kadar çok insan varmış meğerse. Şaşkınlık ve içimi kaplayan heyecanla hızlıca hazırlandım. Tufana ve Pınara sabah sabah açıklama yapmak istemediğim için oldukça sessiz bir şekilde evden çıktım.
Aşağı indiğimde, elinde bir buket beyaz zambak çiçeği vardı, bana doğru uzattı. ‘’Sade ve zarif, senin gibi.’’ diyerek yanağıma bir öpücük kondurdu. Ben ise şaşkınlığı gizleyemiyor, yüzümde aptal bir gülümsemeyle ona bakıyordum. O ise gayet kendinden emin hareketlerle benim elimden tutarak arabaya bindirdi.
Arabaya bindikten sonra, Caner direksiyona geçti ve bana dönüp göz kırptı. "Hazır mısın? Bu sabah biraz farklı olacak," dedi. Gözlerindeki heyecan ve yüzündeki hafif sırıtış, bir şeyler planladığını belli ediyordu.
"Nereye gidiyoruz?" diye sordum, ama cevap vermek yerine radyoyu açtı. Huzur veren bir keman melodisi çalmaya başladı. Camdan dışarı bakarken, İstanbul’un yavaşça uyanan sokaklarını izledim. Boğaz köprüsüne doğru ilerliyorduk, sabahın serin havası camı hafifçe araladığında içeri doldu.
Yaklaşık yarım saat süren bir yolculuğun ardından, Boğaz kenarında sakin bir koyda durduk. Gün henüz tam olarak başlamamıştı, etraf sessiz ve huzurluydu. Caner arabadan indi, benim için kapıyı açtı ve elini uzattı. "Güzel bir sabah kahvaltısı için buradan daha iyi bir yer düşünemedim," dedi ve parmaklarının arasında tuttuğu piknik sepetini gösterdi.
O an fark ettim ki, Caner planı en ince detayına kadar düşünmüş. Çimenlerin üzerine zarif bir örtü serdi, üzerine termos kahve, taze simitler, peynir ve küçük bir reçel kavanozu koydu. "Bu sefer manzaramız biraz farklı olsun istedim," dedi göz kırparak.
Sessizce karşılıklı oturduk. Hafif bir rüzgar saçlarımı savururken, Boğaz'ın dinginliği içimizi dolduruyordu. Bir süre sadece martıların sesini ve uzaktan geçen gemilerin uğultusunu dinledik.
"Caner," dedim nihayet, "Bu kadar romantik olacağını tahmin etmemiştim."
"Sen bunları fazlasıyla hak ediyorsun," diye yanıtladı, gözlerimin içine bakarak.
Zaman durmuş gibiydi. Güneş, Boğaz'ın üzerinde yükselip altın rengi bir ışıltı yaymaya başladığında, Caner elimi tuttu ve yavaşça konuştu: "Biliyorum, aramızda her zaman kolay olmayan şeyler yaşandı. Ama şu an burada, seninle bu manzaraya bakarken bir şeyi çok net hissediyorum. Sana yeniden, ilk günkü gibi aşık oluyorum."
O an, hayatın bütün karmaşası ve yükü sanki arkamızda kalmış gibiydi. Dudaklarımda hafif bir tebessümle, "Bu sabah gerçekten farklı oldu," dedim.
Caner gülümsedi, başını hafifçe eğerek beni daha da içine çeken bir bakış attı. "Daha bitmedi," dedi, gizemli bir tonla. "Bir sürprizim daha var."
Caner sepetin yanına doğru eğildi ve içinden küçük, şık bir kutu çıkardı. Kalbim bir an hızla çarpmaya başladı. Kutunun boyutu ve zarif yapısı, içeride ne olduğunu merak ettiriyordu.
"Bu," dedi Caner, kutuyu açmadan önce bana dönüp gülümseyerek, "bir süredir sakladığım bir şey. Her sabah seninle olmayı hayal ederken aldım. Sen benim hayatımın en güzel sabahı oldun, bunu hep hatırlatmasını istiyorum."
Kutuyu açtığında içinden küçük, parıltılı bir bileklik çıktı. Zarif altın halkalar, ortasında ince bir mavi taşla birleşmişti. Taş, Boğaz'ın renklerini anımsatıyordu. Gözlerim, bilekliğin güzelliğine ve Caner'in anlamlı jestine takılı kaldı.
"Caner..." dedim, kelimeler boğazımda düğümlenmişti.
"Bunu senin için özel olarak yaptırdım," dedi. "Taş, sana Boğaz'ı, huzuru ve hep hayalini kurduğumuz o özgür anları hatırlatsın. Bu bilekliği her gördüğünde, ne kadar değerli olduğunu unutma."
Bilekliği elime aldım, parmaklarım zarif işçiliğini incelerken Caner, "Takmama izin verir misin?" diye sordu. Başımı hafifçe salladım ve bileğimi ona uzattım. Bilekliği takarken parmakları nazikçe bileğime dokundu, dokunuşu içimi ısıttı.
"Çok güzel," dedim, bilekliğe bakarak. "Senin kadar değil," diye yanıtladı.
Sonrasında, kahvaltının tadını çıkarmaya devam ettik. Ancak Caner’in bakışlarında hala söylemediği bir şeylerin olduğunu hissediyordum. Bir süre sonra, hafifçe temiz havayı içine çekti ve derin bir nefes aldı.
Bakışları bir an için duraksadı; sanki bir şey söylemek istiyor ama kelimeler boğazında düğümleniyordu. Gözlerimiz buluştuğunda, içimde bir sıcaklık yayıldı. O anın yoğunluğu, etrafımızdaki her şeyi susturmuş gibiydi. Martıların sesi bile sanki uzaklaşmış, sadece onun gözlerindeki derinlik kalmıştı.
Parmakları, bardağı tutan elime uzandı, bardağı alarak örtünün üzerine koydu. Nazikçe elimi tuttu ve baş parmağıyla avucumun içini hafifçe okşadı. Dokunuşu, kalbimin ritmini hızlandırdı; bedenim iradem dışında ona doğru çekiliyordu.
“Asya…” diye fısıldadı. Sesi yumuşaktı, ama içinde bastırılmış bir heyecan taşıyordu. “Bazen her şeyin karmaşasında, böyle bir anın içinde kaybolmak istiyorum. Sadece sen ve ben, başka hiçbir şey olmadan.”
O an, dudaklarının benimkine yaklaşmakta olduğunu hissettim. Kalbim göğsümden fırlayacak gibiydi; gözlerimi kapattığımda sadece nefesinin sıcaklığını hissediyordum. Ve sonra, dudaklarımız buluştu. Önce hafif, temkinli bir dokunuştu bu, sanki ikimiz de o anın büyüsünü bozmak istemiyorduk. Ama birkaç saniye içinde, aramızdaki mesafe tamamen yok oldu.
Onun dudaklarındaki sıcaklık, bütün bedenimi sarhoş ederken, parmakları yüzüme dokundu, nazikçe yanağıma uzandı. O dokunuş, bir güven hissi veriyordu; sanki dünyanın geri kalanında ne olursa olsun, burada güvendeydim. Elleri yüzümü sarmalarken, parmaklarının hafifçe saçlarıma kaydığını hissettim.
Kendimi tamamen ona bırakmışken, bir an için aklımdan şu düşünce geçti: Bu kadar yoğun bir duyguyu hissetmek, insanın ruhunu bir süreliğine özgür bırakıyor. Korkularım, endişelerim, hatta yaşadığım hayal kırıklıkları bile o an sanki uzakta, silik birer gölgeydi.
Caner, dudaklarını yavaşça ayırıp alnıma dayadı. Nefesi, tenimde huzur veren bir sıcaklık bıraktı. “Asya…” diye fısıldadı yeniden, sesi bu kez daha kısık ama daha anlamlıydı. “Beni gerçekten bu kadar mutlu eden bir şey olduğunu hiç fark etmemişim. Sen…”
Bir an için sessizlik oldu. O da benim gibi hislerini toparlamaya çalışıyordu. Elimi tekrar tutarak parmaklarını benimkine doladı. “Seninle olmak her şeye bedel,” dedi sonunda.
Gözlerimi açtığımda, onun gözlerindeki derinlikte bir kez daha kayboldum. Dudaklarımda hala onun tadı vardı; içimdeki fırtınayı ve huzuru aynı anda hissediyordum.
Güzel bir kahvaltının ardından Boğaz kenarındaki koyda uzun uzun sohbet ettik. Caner’in anlattıkları, beni bir kez daha onun ne kadar derin biri olduğuna inandırıyordu. Onunla konuşurken zaman sanki daha yavaş akıyordu; her kelimesi, her bakışı, içinde bir anlam taşıyordu.
Saat öğlene yaklaşırken Caner, “Artık seni eve bırakma zamanı geldi,” dedi. Gözlerinde hala gitmek istemediğini belli eden bir ifade vardı ama buna rağmen nazikçe davrandı.
Arabaya bindik ve yol boyunca müzik eşliğinde sohbet etmeye devam ettik. İstanbul’un kalabalık sokaklarına geri döndüğümüzde, anın büyüsü biraz da olsa şehrin karmaşasında kaybolmaya başladı.
Evin önüne geldiğimizde, Caner arabayı durdurdu. Motoru kapattıktan sonra, bir an bana dönüp yüzüme baktı. "Bugün harikaydı," dedi, dudaklarında sıcak bir tebessümle. ‘’Daha doğrusu sen harikasın, gün de bunun bir parçası"
“Benim için de öyle,” diye yanıtladım, gülümseyerek ve birazda utanarak. "Bugün harikaydı. İstersen gel kahve içelim, pınar mesaj atmış tufan kendi evine geçmiş, biliyorsun burada evi var onun"
‘’Sahi. Onun evi varken neden onda kalmıyorsunuz da başka eve çıktınız.’’ dedi Caner.
‘’Şaşırdın herhalde, onunla yaşanmaz, nefes aldırmaz bize. Zaten görmüyor musun gözü sürekli üzerimizde, sende dünkü tavrına takılma lütfen.’’ dedim elimi yanağına götürüp yavaşça sevdim.
‘’Ben ona takılmam ama böyle hareketlere devam ederse, onun ayağı bana takılabilir ve yere sertçe düşebilir. Bir süre yere sağlam bassa iyi olur.’’ dedi yanağındaki elimi tutup avucumun içini öperek, göz kırptı.
‘’Gerçekten tuhaf bir ikili oldunuz. Ama anlaşsanız iyi edersiniz. Bir ömür böyle didişerek geçmez’’ dedim gülümseyerek.
‘’Düşünülür, bakılır güzelim’’ diyerek yanıt verdi ve daha sonra vedalaşarak arabadan indim.
Araba yavaşça uzaklaşırken bir an arkasından baktım. Caner, sadece bugünü değil, bana geleceği de güzel hissettiren bir adamdı. Ama içimde onun bu kadar kontrollü ve nazik davranması, bir gün gerçekten kalbime dokunabileceğine dair tatlı bir his bırakıyordu.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |