‘’Ben yanmazsan, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.’’ diyor Nazım Hikmet. Aydınlık için yanmak gerekirse, ikimizde yanacağız bu sevda ateşinde.
Sabahın ilk ışıklarıyla gözlerimi açtığımda kendimi ait olmadığım bir yerde buldum. Derin bir korku içerisinde bulunduğum odayı süzerken, neler olduğunu, buraya nasıl geldiğimi anlamaya çalışıyordum. Ayağa kalktım. İçeriye güneşin giremeyeceği şekilde kapatılmış pencereye doğru yanaştım ve açmaya çalıştım ama başaramadım. Ahşaptan yapılmış ve birazda yıpranmış kapıya yöneldiğimde açmaya çalıştım, kapı kolunu zorladım yine başaramadım. İçimdeki korku her geçen saniye daha da artıyordu. O an hiçbir şeyi anlamlandıramıyordum, az önce gözlerimi açtığım yatağa tekrar oturup dizlerimi yukarı çekip bunun bir rüya olduğunu düşünmek istiyordum. Gözlerimi tekrar kapatıp ‘’bu bir rüya, uyanacaksın asya, bu sadece bir rüya korkma’’ diye kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum.
Yine aynı sabahın ışıklarıyla içinde biraz üzüntü birazda yaşama sevinciyle uyanan Pınar. Benim ortada olmayışımdan habersiz. İçinden en sevdiği şarkıları mırıldanarak kahvaltı hazırlıyor. Yaşanan olayları düşünüp, bana iyi gelecek şeyler planlıyordu. Ama birazdan bütün umutları bir yangın yerine dönecekti.
Hazırladığı kahvaltının ardından beni uyandırmak için odamın kapısını tıklayarak ‘’Asya, hadi uyan’’ diye seslendi. Benden bir yanıt alamayınca ‘’Kızım amma uykucusun kalksana’’ diyerek hızlıca içeri girdi. Ama beni göremediği için bir şok geçirdi. ‘’Nasıl yani, sakın kızım sakın. Sakın kendine bir şey yapma.’’ diye telaşla ve büyük bir korkuyla telefonuna sarıldı. Beni aradı ama telefonum odamda çalıyordu. Hemen Tufanı aradı. ‘’Abi! A-asya yok. Dün gece evdeydi. Ş-şimdi yok. O habersiz gitmez abi. Ya kendine bir şey yaptıysa. ‘’ dediğinde Tufan hiç cevap vermeden direkt telefonu kapattı.
Tufan içinde bulunduğu durumun gayet farkında olduğu için aklına direkt Caner geldi ve hemen aradı. Caner telefonu açtığında ‘’Asya Nerde! Ulan şerefsiz eğer o kız kendine bir şey yaptıysa önce seni ellerimde öldürürüm, sonra kendimi.’’
Caner büyük bir korku ve şaşkınlıkla ‘’Nasıl asya nerde Tufan. Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyormu. Asya böyle bir şey yapmaz. Kendine zarar vermez. O her şeye rağmen her zaman bu hayatın yaşamaya değer olduğunu düşünür.’’
‘’Sana biraz zaman ver dedim. Bırak kafasını dinlesin, oturur konuşur anlatırız dedim. Ulan bizim hatalarımızın cefasını bu kız mı çekecek. ‘’
Tufanın sözleri Caneri bir an duraksattı. Aklına bir şey gelmişti ama bu kadarı da olmamıştır diye düşündü ama ‘’Ya olduysa bu kadarı da’’ diye fısıldadı sessizce.
‘’Ney olduysa caner, ney olduysa. Lan asyanın başına bir şey mi geldi. Bir şey mi yaptınız. Cevap ver lan cevap ver. Eğer onun kılına bir zarar geldiyse seni öldürmem için en büyük kozu verirsin elime.’’ diye söylenirken Tufan. Caner telefonu yüzüne kapattı. Ve hemen babasının yanına koştu.
O kasvetli, aile sıcaklığının neredeyse bir gün bile hissedilmediği o buz gibi eve adımını attığında, babasının karşısına dikilip. ‘’Asya nerde?’’ diye bağırdı içinde ki tüm öfkeyi ortaya sererek.
Hiç istifini bozmadan, oturduğu yerden dahi kalkmadan. O soğuk bakışları Caneri süzüp, gayet kendinden emin. ‘’Asya da kim?’’ dedi.
Caner tüm öfkesini kendine kalkan yaparak. ‘’Kaçırdığın kız’’ diye cevap verdi. Kalbi hızla çarparken derin bir nefes alıp kendini toparlayarak ‘’Ne olur bu kadar ileri gitmiş olma baba. Yıllardır içinde dahi bulunmak istemediğim pis işlerinin peşinde koşuyorum. Sana her karşı gelişlerimde beni bir şekilde susturdun. Ama bunu yapmış olma. Benim gözümde bu kadar küçülme.’’ diye bağırdığında yumruklarını sıkıyor ve tüm bedeninin mıh gibi çakıldığını hissediyordu.
Canerin sözlerinin ardından öfkelenen babası hiddetle yerinden kalkarken ‘’Yıllardır işlerimin peşinden koşuyormuş. Hıh. Hangi işimi sonuna kadar getirebildin ki. Tek bildiğin adam korkutmak. İlerisine gidemedin. Yarım bıraktığın bütün işleri ben bitirdim. Arkanı topluyorum yıllardır. Şimdi karşıma geçmiş küstahça bana hesap soruyorsun.’’
‘’Baba! Yeter! Ben seni dinlemeye gelmedim. Bana Asyanın yerini söyle.!’’
‘’Bana saygısızlık edenlerin sonunu biliyorsun, oğlum. O sesini hemen alçalt. Yoksa...’’
‘’Yoksa.. Yoksa ne baba ne yaparsın öldürür müsün? Korkuyor muyum sanıyorsun. Eğer ki benim sevdiğim kadının kılına zarar verirsen. Ben seni kendi ellerimle öldürürüm. İlk cinayetim olursun. ‘’ dediğinde babası oğlunun sözlerine değilde öfke, korku ve intikam dolu gözlerine odaklanmıştı.
‘’Yukarıda ki kızı diyorsan. Senin yarım bıraktığın işi tamamlamak için aldırdım. O Tufan itine bir ders lazımdı. Ben senin işi bitirmeni beklerken, sen onun kardeşine mi aşık olmakla meşguldun?’’ dedi babası soğuk bir gülüşle.
‘’Ne kardeşi! O onun kardeşi değil. Bekle, sana cevabımı dönünce vereceğim.’’ diyerek hızla üst kata çıktı Caner. Karanlık odanın köşesine çekilmiş, dizlerimi göğsüme bastırarak oturuyordum. Ellerim titriyor, nefes almakta zorlanıyordum. Zihnim, kaçırıldığım dehşetini tekrar tekrar gözümün önüne getiriyordu. Dışarıdan gelen her tıkırtı, her ayak sesi daha da korkmama neden oluyordu.
Bir ara sesimi duyurmak için bağırmayı denedim, ama sesim zayıf ve titrek çıkmıştı. Boğazım kurumuş, kelimeler dudaklarımda kaybolmuştu. Gözlerimi sımsıkı kapatarak başımı dizlerime yasladım. Kalbim, göğsümü yarıp dışarı çıkacakmış gibi atıyordu. Bir şeyler yapmalıydım, ama ne? Yerimden kımıldayamıyor, korkumun beni tamamen ele geçirdiğini hissediyordum.
Ayak sesleri, kapının hemen arkasında durmuştu. Tüylerim diken diken oldu. Kapı bir anda şiddetle çarpıldı ve ardıma kadar açıldı.
Bu ses, bu güçlü ve kararlı ses... Caner’in sesiydi! Ama korkum o kadar büyüktü ki, kim olduğundan emin olamıyordum. İçimdeki panik kontrol edilemez bir hal aldı, hızla geri çekildim. Tüm hücrelerimde bir hayatta kalma çığlığı yankılanıyordu. Titremem artmış, nefes alışverişlerim daha da düzensizleşmişti.
Sonra onun sesini tekrar duydum, daha yakın, daha sakin ama hâlâ gücünü koruyarak: "Korkma, aç gözlerini güzelim. Aç gözlerini, geldim, buradayım."
Gözlerimi yavaşça açtığımda, önce sadece karanlık bir silüet gördüm. Ama o silüet adım adım yaklaştıkça, Caner’in yüzü belirginleşti. Gözlerimden akan yaşları durdurmaya çalışmadan, şaşkınlıkla ona baktım. Bir an tüm korkum yok oldu, yerini tarifsiz bir rahatlama aldı.
"Çok korktum... Çok..." diye hıçkırarak boynuna sarıldım. Onun kokusunu, o güven dolu varlığını içime çekmek istiyordum. Kalbim hâlâ hızlı atıyordu, ama bu kez panikten değil, hayatta olduğumu hissetmenin verdiği bir tür coşkuydu.
“Neler oluyor Caner? Ben neredeyim? Seni buraya nasıl getirdiler?” diye sorduğumda sesim hâlâ titriyordu. O ise başımı ellerinin arasına alarak gözlerime baktı. Gözlerinde kararlılık ve öfkenin karışımı bir ifade vardı.
"Hepsini anlatacağım," dedi yumuşak ama aceleci bir tonda. "Ama önce buradan çıkmalıyız. Seni daha fazla burada tutmalarına izin veremem."
Kollarını belime dolayarak beni kucağına aldı. Normalde ona kızacak, bu hareketine tepki gösterecektim, ama korkum ağır basıyordu. Onun güven veren varlığına sığınmaktan başka çarem yoktu, beni buradan çıkaracağına tüm kalbimle inanıyordum.
Canerin kucağında boynuna sarılarak, başımı omzuna yaslamıştım. Artık güvendeydim ama hala hislerim karmaşıktı. En güvende hissettiğim limandan hayal kırıklıklarıyla ayrılmıştım en son ve şuan kendimi yine o limanda bulmuştum. Hızlıca merdivenleri inerken. Salon olduğunu düşündüğüm büyük bir odaya adım attı. İçeride büyük avizeler, gri soğuk duvarlar, kahverengi gösterişli koltuklar, aile fotoğraflarından oluşan birkaç fotoğraf çerçevesi, girdiğimizde sağ tarafta bulunan mermer desenli ihtişamlı bir yemek masası vardı. Bu görüntü bir aile sıcaklığından çok, herkesi boğan o sırlara yer veriyor gibiydi. Odaya girdiğimizde Caner beni, o kahverengi koltuklardan birine yavaşça bıraktı ve ‘’Burada bekle güzelim, fazla sürmeyecek’’ diye fısıldadı.
Caner’in öfkesi, odayı bir fırtına gibi doldurmuştu. Babasına doğru bir adım daha attı, yumruklarını sıkarak kendini kontrol etmeye çalışıyordu. Yüzü kızarmış, damarları belirginleşmişti.
"Bu işleri bırakmak istediğimde sana kaç kere yalvardığımı hatırlıyor musun?!" dedi, sesi titremeye başlamıştı. "Ama sen beni hep köşeye sıkıştırdın. 'Aile işini bırakmak yok, buradan kaçış yok' dedin. Hayatımı mahvettin baba! Gençliğimi aldın, hayallerimi çaldın!"
Babasının yüzündeki soğukkanlı ifade, Caner’i daha da çileden çıkardı. Ben ise neler olduğunu anlamaya çalışırcasına sadece onları izliyordum.
"Sen beni her şeyinle zapt etmeye çalışırken annemi de bu kirli dünyanın içinde kaybettik. Bunun sorumlusu kimdi?!" dediğinde sesi çatladı. Bir anlığına bakışları yere düştü, annesini hatırlıyor gibiydi. Yutkundu ve gözlerini babasına tekrar kaldırdığında içindeki kararlılık daha da güçlenmişti.
"Bu kadın, Asya, benim hayatıma dokunan tek temiz şey! Onu da kirletmene izin vermeyeceğim. Anlıyor musun beni?!" dedi ve yumruğunu masaya vurdu, odada yankılanan ses bile babasını yerinden kımıldatamadı.
Babası, ağır bir nefes alıp konuştu. "Senin için yaptığım her şey, ailemizi korumak içindi Caner. Bu dünyada hayatta kalmanın başka bir yolu yok. Eğer güçlü olmazsan ezilirsin."
Caner alaycı bir kahkaha attı. "Güçlü olmak mı? Güçlü olmak, sevdiğin insanları korumak demektir! Sen korumayı unuttun baba, sadece kontrol etmek istiyorsun. Ama artık kontrol edemeyeceğin bir şey var: Beni ve sevdiğim kadını."
Bu sözleri söylerken babasının gözlerinde anlık bir şaşkınlık gördü ama hemen ardından o tanıdık, duygusuz maske geri geldi.
Caner başını iki yana salladı, gözlerinde bir damla yaş belirdi. "Sen artık benim babam değilsin." dedi ve arkasını dönerek bana doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Gözlerinde hâlâ öfke vardı, ama arkasında bıraktığı bu karanlık dünyadan kurtulmanın verdiği bir huzur da hissediliyordu.
Elimi tutup beni koltuktan kaldırdığında, artık güvenli bir yere gitmek istediğimden başka bir şey düşünemiyordum. Ancak bir yanım da Caner’in bu savaştan ne kadar yara aldığını görebiliyordu.
Kapıdan dışarı adım attığımızda gece, sokak lambalarının zayıf ışığıyla karanlığa karışıyordu. Caner’in kollarında titrerken, içimdeki korkunun yavaşça öfkeye dönüştüğünü hissettim. Onun koynunda bir süre daha kalıp güvende olmayı tercih edebilirdim belki, ama kafamdaki sorular patlamak üzereydi. Beni arabasına doğru götürmeye çalışırken, içimdeki öfkeyi daha fazla tutamadım.
“Bırak beni! Kendim yürüyebilirim,” dedim, sesim keskin ve kararlıydı.
Bir an durdu. Bana bakışında endişe ve suçluluk vardı, ama o bakışlar beni rahatlatmıyordu artık. Ondan bir adım uzaklaştım, gözlerimde hissettiğim öfkeyi saklamaya çalışmadan.
“Asya, şimdi konuşmanın zamanı değil. Önce seni eve götüreyim, sonra istediğini konuşuruz,” dedi sakin bir sesle.
Ama bu sakinlik beni daha da öfkelendirdi. Kaç zamandır bekliyordum konuşmayı? Daha ne kadar susmam gerekiyordu? Öfkemi kontrol edemedim.
“Konuşacağız, Caner. Şimdi değilse ne zaman? Ne hale geldim senin yüzünden! Beni nasıl böyle bir duruma sokarsın? Senin bu karanlık tarafın yüzünden!”
Sesim giderek yükseldi, farkındaydım. Ellerim titriyor, dudaklarım kontrolsüzce kıpırdıyordu. O an her şeyi bir anda söylemek istedim, içimde biriken tüm hayal kırıklığını yüzüne haykırmak.
“Asya, seni korumaya çalışıyorum! Az çok anladın nasıl bir şeyin içine düştüğünü.” dedi, sesinde çaresizlik vardı. Gözleri yere kaydı, ama ben onu dinlemek istemiyordum.
“Hayatımın ne kadar karmaşık olduğunu biliyorsun. Hedef sen değildin, ama... Bunu hak ettiğini düşünmüyorsun, değil mi? ”
Sesi alçaldı, sanki kendini savunacak başka bir şey bulamıyormuş gibiydi. Ama bu, içimdeki öfkeyi yatıştırmaya yetmiyordu. Ellerimi iki yana açıp ona döndüm.
“Koruma mı? Koruma böyle mi olur? En başından kendini her şeyinle bana açsaydın bu böyle mi olurdu. Pardon hedef Pınardı ama işte karışıklık olmuş mu demek istiyosun. Saçmalamayı kes artık.”
Caner’in yüzündeki ifade bir an için değişti. Bir şey söylemek istedi, ama benim ona attığım sert bakış her şeyi susturdu. Onunla konuşacak gücüm kalmamıştı. Gözlerimdeki yorgunluğu, dudaklarımda hissettiğim titremeyi saklamaya çalışmadım. Sessizce arabasına bindim. Yol boyunca tek bir kelime bile etmedik. Ama başımın içindeki sesler durmak bilmiyordu.
Eve vardığımızda, gözlerim hala yorgundu. Kapıya doğru yürürken Caner beni durdurmaya çalıştı.
‘’Asya. Bu düzelecek biliyorsun dimi. ‘’
Başımı çevirip ona doğru baktığımda, gözlerimde hiçbir duygu belirtisi yoktu.
‘’Bu sözleri daha öncede duydum Caner.’’ dedim ve kapıyı sertçe kapatarak içeri girdim.
Kapıyı kapatır kapatmaz, içeriden gelen sesler kulaklarımı doldurdu. Salonun ışıkları yanıyordu, ama gözlerim tek bir noktaya odaklanmıştı. Pınar’a, sonra Tufan’a baktım. Ancak tam o sırada başka bir ses duyuldu:
Başımı hızla çevirdiğimde, karşımdaki görüntü şaşkınlıkla birleşmişti. Asrın… O an ne düşündüğümü tam olarak bilemiyorum, ama onun burada, benimle olduğunu görmek, içimde bir yerlerde bir şeylerin yerine oturmasına sebep olmuştu.
“Asrın? Sen... burada ne yapıyorsun?” diye sordum, sesim kırılgan ama belli belirsiz bir rahatlık taşıyordu.
Asrın bir adım öne çıktı, gözleri üzerimdeki yorgunluğu ve bitkinliği süzerek, sanki içimdeki karanlıkta kaybolmama izin vermemek istercesine beni izledi.
“Pınar haber verdi. Telefonun evdeymiş. Oradan aradı beni. Çok endişelendik senin için,” dedi sakin bir tonla.
Sözleriyle kalbimdeki gerginlik bir nebze gevşedi. Ama içimdeki o dehşetten hala sıyrılamamıştım. Yine de Asrın’ın varlığı bir şekilde rahatlatıyordu. Durduğu yerdeki sükûnet, bana biraz huzur veriyordu.
“Endişelenmenize gerek yoktu. İyiyim. Sadece biraz...” diye başladım ve yemek masasında oturan Tufana gözüm ilişti ona doğru yönelip; ‘’Asıl hedefin ben olmadığımı, hatalarının bedelinin az kalsın kardeşine mal olabileceğini biliyorsun değil mi? A biliyorsun tabii neden bilemeyesin.’’ dedim ona doğru adımlar attım ellerimi masanın üzerine koydum. O ise mahcup bir şekilde bana bakıyordu.
‘’ Sen yaptığın her şeyin sonucunu biliyordun ama yine de yapmaktan vazgeçmedin çünkü sen busun. Yakarsın, yıkarsın ama sorumluluk almazsın. Ben Caner sayesinde kurtuldum, peki gerçek hedefe ulaşılsaydı eğer onu da kurtaracak bir Caner’i olabilecekmiydi diye düşünmeden kendimi alamıyorum.’’ diyerek sözlerime devam ettim.
Sonra hemen arkamda bizi gözyaşları içinde dikkatle dinleyen Pınar’a döndüm. Dolu gözleriyle abisine bakmaya devam ederken sol eliyle kapıyı işaret ederek ‘’Git buradan, bütün pisliklerini temizle ve asla geri dönme. Git abi git!’’ diye bağırarak Tufanı evden gönderdi ve hıçkırıklara boğularak ağlamaya devam etti.
Pınar, beni kolumdan nazikçe çekerek salonun köşesindeki kanepede oturmamı sağladı. Duvarda yansıyan ışıklar, her şeyi biraz daha bulanıklaştırıyordu. Gözlerim hâlâ kırık ve boştu, her şey çok hızlı bir şekilde olup bitmişti. İçimde bir yerlerde biriken korku, öfke ve hayal kırıklığı bir türlü susmuyordu.
“Asya, yaşadığın her şey için özür dilerim birtanem çok özür dilerim çok özür dile...” sözlerine devam edemeden ona sımsıkı sarılıp, buradaki en masum kişi olduğunu, özür dileyecek kişinin o olmadığını anlattım. Biraz olsun sakinleşmiştik ikimizde.
“Caner’le konuştun mu?” Pınar birden sordu. O an her şey bir anda karanlıkla kaplandı. Caner... Hâlâ onunla ilgili ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Her şey birden karıştı, söyledikleri, yaptıkları... Onun karanlık tarafına bir kez daha şahit olmak, beni tekrar kırıyordu.
“Hayır, Sanırım biraz zamana ihtiyacımız var. Bir çok şey kafamda oturmaya başladı. Onun içinde hep hissettiğim bir karanlık vardı. Bugün onun cevabını aldım. Sevgisizlik.” Sesim, hıçkırıklarla kesiliyordu.
‘’Ben bugün onun çocukluğuyla tanıştım, bana Canerin gençliğinden çok çocukluğunun ihtiyacı varmış. O kışta kalmış çocukluğuna, baharı getirebilme imkanım olsa keşke.’’ Bir an, Caner’e karşı hissettiğim öfkenin yavaşça yerini bir belirsizliğe bırakmaya başladığını fark ettim. O an, karanlık bir boşlukta kaybolmuş gibiydim. Yavaşça başımı eğdim.
“Bir süre yalnız kalmak istiyorum. Beni anlamanızı istemiyorum, sadece... sadece bir süre sessiz kalmak istiyorum.”
Pınar ve Asrın sessizce birbirlerine baktılar. Sonra Asrın, “Sana nasıl yardımcı olabiliriz, Asya?” diye sordu ama gözlerinde yalnızca empati vardı.
Ve ben... Sadece başımı salladım, daha fazla söze gerek yoktu. O anda, sadece kendimle yüzleşmem gerekiyordu.
Odama çekilip, yatağıma oturduğumda düğüm olan zihnimi çözme vaktiydi. Caner, kalabalıklar içinde yalnız büyümüş. Hayattaki mücadelesine, sessiz çırpınışlarına, aynadaki gördüğünden başka şahit olan yok, kendinden başka. Ben geldim o yalnız şehre ziyarete, önce bir gezindim, son zamanlarda pek hoşnut değildim karşılaştıklarımdan ama bu şehrin manzarası, kokusu, gürültüsü bambaşkaydı. Bu yalnız şehrin kendine özgü bi yanı vardı; ne fırtınalar kopar, ne felaketler yaşanırdı da yine de alarm durumuna geçmezdi. Ben gelene kadar bu şehir hep kış mevsimiydi, ben geldikten sonra bahar da geldi, yaz da. Şimdi sonbaharda, kış gelmemeli. Caner bir daha kışa dönmemeli. Bu şehir yaşanan her şeye rağmen en güvenli şehir. Sığınılacak bir liman.
Çokta kızgınım sana, çokta kırgın. Her yükselişte bir düşüş yaşamak zorundamıydık seninle. Ya da bu düşüşler bu kadar sert mi olmak zorunda. Geçicek mi peki hepsi gerçekten, affedebilecek miyim seni. Sevgim, bu şehre olan hayranlığım daha ağır gelecek mi? Bu ilişkinin zorlukları hep bana mı yük olacak?
Bu derin düşüncelerin etkisiyle uyuyakalmış ve günlerce evden çıkmamıştım. Yaşadıklarımın şokunu atlatmam, sorularıma zihnimde cevaplar aramam günler sürmüştü. Bu esnada elbette arada Pınarla ve sık sık ziyaretime gelen Asrın ile dertleşiyor. Birbirimize akıl danışıyorduk.
Asrın ile vakit geçirdikçe, onun varlığı bana çok iyi gelmeye başlamıştı. Sadece bir arkadaş değil, en karanlık anlarımda bile bana gözlerimi açtıran birisi olmuştu. Ama içimde o kadar büyük bir boşluk vardı ki, dolacak gibi hissetmiyordum.
Bir gün, Asrın’la birlikte yürüyüşe çıktık. Sessizce, birbirimizin yanında yürürken, içimdeki karanlıkla yüzleşmenin zamanı geldiğini düşündüm. Kendimi sorularla boğulmuş hissediyordum, ama yine de cevapları aramak yerine, sadece “Hangi yol beni kendime daha yakın yapacak?” diye sordum.
Asrın konuştu ama bu kez sesindeki ton farklıydı, daha derin, daha anlamlıydı. “İçindeki boşluğu biriyle değil, kendinle doldurmalısın, Asya.”
O an, gerçekten anlamıştım. Asrın bana yalnızca dostluk değil, özgürleşme fırsatı da veriyordu. “Herkesi ve her şeyi bir kenara bırak, Asya. Kendini bul. Kendine ait bir alan yarat.” Bunlar kelimelerden daha fazlasıydı. Bir anahtar gibi içimde bir yerleri açtı.
Kendini bul. Peki aradığım kendim, ya Canerle bütünleşiyorsa ve o benim diğer yarımsa. Ben Yarım Kalan mı olmayı seçecektim, tamamlanan olmayı mı. Bunu da akıp giden zamanda görecektim.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |