"Seninle yolumuz tesadüf eseri kesişmedi; hayatıma girip her şeyi alt üst edecek kadar, tüm dengelerimle oynayıp geçmişimin izlerini silip, geleceğimde kalacak bir 'kader' oldun. Buna inandım ve seni öyle sevdim."
O ilk öpücük… Yıllar geçer, aşklar biter, insanlar yollarını ayırır. Giden tenin yerini başka tenler bulur ama o ilk öpücüğün kalpte bıraktığı iz asla silinmez. Caner ile yaşadığım her an, kendime yeniden çıkmak istediğim bir yolculuk gibi geliyor. Sanki ezbere bildiğim, güvenle geçtiğim yollarda tekrar tekrar seyahat ediyormuşum gibi… Onun yanında olduğum her anı, her dakikayı yeniden yaşama şansım olsa, keşke.
Eskişehir’e döneli bir hafta olmuştu. Pınar’ın kontrolleri burada devam etti ve okula geri dönmüştü. Pınar, ilkokuldan beri yanımda olan, en iyi arkadaşım, can dostumdu. İnsan, hayatında güvenle yaslanabileceği, asla yargılamadan her derdini dinleyen ve koşulsuz bir şekilde yanında duran bir arkadaş bulmalı. İşte ben de Pınar ile tanışarak bu şansı elde etmiştim.1
Kış, kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı; havalar gitgide soğuyordu. Sabah okula gitmek için kalktığımda, gece üzerimi açmışım ve tüm vücudum buz kesmiş bir halde uyandım. Her yerim ağrıyordu. Hafif hafif burnum akıyor, boğazım gıcıklanıyordu. Üzerimi giyinmek için kalktığım sırada telefonum çaldı. Arayan Caner’di.
“Günaydın sevgilim,” dedim telefonu açarken. “Günaydın hayatım, ama ne bu ses?”
“Ah, sorma. Gece üzerimi açmışım, üşüttüm muhtemelen. Çok kötü hissediyorum,” dedim ve birkaç kez hapşırdım.
“Ah be güzelim, niye dikkat etmiyorsun? Doğru dürüst de yemekte yemiyorsun; o küçük bedenin, iyi bile dayanıyor,” dedi endişeyle.
“A-aa anne sen misin?” diyerek kahkaha attım. “Merak etme, benim yakışıklı sevgilim. Toparlarım hemen.”
“Bugün okula gitme, evde dinlen,” dedi Caner.
“Olmaz, gitmem lazım; sınavlarım başladı. Şu an kapatıp hazırlanmalıyım, geç kalacağım yoksa,” dedim.
“Hiç laf dinleme. Tamam, hadi hazırlan sen, ama beni haberdar et arada nasıl olduğundan.”
“Tamam, seni seviyorum,” dedim.
“Ben de seni seviyorum, güzelim. Görüşürüz.”
Caner ile telefonu kapattıktan sonra hemen elimi yüzümü yıkayıp, üzerimi değiştirip, kahvaltı için mutfağa indim. Hızlıca kahvaltımı yapıp evden çıktım. Pınarla buluşup beraber okula geçecektik.
Hızlı adımlarla yürürken Pınarların evine doğru ilerlediğim de yolda Tufan abiyle karşılaştık. O günden beri onu hiç görmüyordum. Resmen benimle karşılaşmamak için kaçıyordu hiç denk gelmemiştik. O gece olan olaylardan da kimseye henüz bahsetmemiştim. Sanki kendini benden kaçırarak unutturacağını düşünüyor gibiydi. Tam yanımdan geçip gidecekti ki. Önünde durdum.
‘’Ne o. Öcü görmüş gibi kaçıyorsun.’’ dedim ve kollarımı bağlayarak karşısında dikildim. Elleri cebinde, beni aşağıdan yukarıya doğru süzerek baktı.’’ İnsanın kendisini bilmesi ne hoş.’’ dedi alaycı gülümsemeyle.
‘’Ya sen hiç akıllanmayacaksın dimi. Hala işin gücün alay etmek, insan küçümsemek. Ne zaman vazgeçeceksin bundan.’’
‘’Sen ne zaman büyüklerin işine karışılmaması gerektiğini öğreneceksin.’’ dedi tekrar alaycı gülümsemeyle.
İyice sinirlerim bozulmuştu artık. İşaret parmağımla onu işaret edip tehditkar bir şekilde: ‘’Bana bak Tufan abi, sırf Pınar üzülmesin diye susuyorum. Bir tarafların kalkmasın yani. Yoksa gider Vural amcaya her şeyi öterim o zaman görürsün alay etmeyi.’’
Bunu söylerken Pınar’ın Tufan abinin arkasında dikildiğinden bir haberdim tabii. Çoktan evden çıkmış bizi hararetli bir şekilde konuşurken görünce dinlemiş. ‘’ Sanırım bilmem gereken şeyler var.’’ diye söze girdi.
Bir an Tufan abi ve ben afalladık. Artık söz ağızdan çıkmıştı ve yalan söylemeyecektim. Tufan abi anlatmamam için yalvarırcasına gözlerime bakarken ben onu hiç umursamadım ve Pınara o gece yaşanan olayı anlattım.
Korkunun, Pınarın tüm bedenini sardığını hissedebiliyordum. ‘’A-abi Asya neler diyor. Ben o gece nasıl duymadım bunları. Ya sana bir şey yapsalardı ya ölseydin! Sen Aptalsın! Sen çok büyük aptalsın! Bizi hiç mi düşünmüyorsun. Anne mi? Baba mı? Yazık sana. ‘’ Pınar hiç durmadan bağırıp çağırıyor, Tufan abi ise sessiz kalmakla yetiniyordu.1
O an sadece birbirimize bakıyorduk. Söylenecek çok şey vardı ama susmak daha kolay geldi hepimize. O an tek duyulan ses aniden bastıran yağmurun sesiydi. Yağmur damlalarının yapraklara dokunuşunun sesi ilişiyordu kulağıma sadece.
Daha fazla ıslanmadan Pınarla beraber okula doğru yola koyulduk. Pınar gergin ortamı kırmak istediğinden sanırım, bana Caneri sordu. ‘’Ee pek konuşamadık o günden beri anlatsana sevdin mi çocuğu? Yanındayken nasıl hissettin.?’’
‘’Zaten onu çok seviyorum Pınar. Mesafeler hiçbir zaman sevmeme engel olmadı ki. Hepte seveceğim. Yanındayken o kadar iyi hissediyorum ki. Sanki uçurumun kenarında olsak bana dese ki ‘atla, ölmezsin.’ hiç düşünmem atlarım. Belki uçurumdan atlasam öleceğim ama o ölmezsin deyince kadere bile engel olabilecekmiş gibi. Öyle bir güven dolu his.’’
“Tatlım, biraz fazla mı kapılıyorsun?”
“Hayır, sadece aşık oluyorum. Aşık olunca böyle olmuyor mu? Tüm ruhunla, her hücrenle teslim oluyorsun. Mantıklı olan her şeyi rafa kaldırıyorsun,” dedim ve sıcak bir gülümseme belirdi yüzümde.
Koşar adımlarla okula girdik. Zaten hasta olmaya başlamıştım; şimdi tamamen sırılsıklam olmuştum. Yatak döşek hasta olmam kaçınılmazdı. Sınavlarla dolu, yoğun geçen ders programının ardından, çıkış zili çaldığında evime gitme vakti gelmişti. Okulun çıkış kapısına doğru yürümeye başladığımda, aniden karşımda bir gölge belirdi. Başımı kaldırdığımda, tam önümde Furkan’ı gördüm. Bu çocuk, bana sevdiğini söylese de, takıntılı bir ruh hastası olduğunu biliyordum. Onu karşımda görünce, gözlerim nefretle doldu. “Çekil önümden.”
“Bir konuşalım. Bir kez dinle. Sen hiç dinlemedin ki...”
Sözünü kesip hafifçe iterek, “Sana çekil dedim Furkan, neyi anlamıyorsun? Seni çok dinledim, anlamaya çalıştım ama bir sonuca varamadık. Senin ki sevgi değil, takıntı,” dedim ve başımı iki yana sallayarak “Yazık,” diye fısıldadım. Furkan’ı arkamda bırakarak hızlı adımlarla çıkışa doğru ilerledim. Kapıdan çıkar çıkmaz sağa döndüğümde, karşımda onu görünce ikinci şokumu yaşadım.
“N-nasıl yani? B-buradasın?” Koşarak sımsıkı sarıldım.
“Buradayım evet. Senin için, bizim için. Özledim.”
“Ben de çok özledim. İyi ki geldin sevgilim. Ama nasıl geldin? Senin de okulun var.”
“Ee, kızım, biz üniversiteliyiz. Yani devamsızlık no problem,” dedi ve yanağımdan hafifçe öptü. Söze devam etti, “Hasta oldun ya, şimdi sana bir şifa getirdim.”
“Allah Allah, neymiş o? Çok merak ettim,” dedim ve kollarımı göğsümde birleştirip merakla ona baktım. Bir elini arabaya koydu, diğerini cebine soktu ve bana baktı. “Caner, Caner şifası. En iyi ilacın benim,” dedi.
Onun bu sempatik hâli o kadar tatlıydı ki kahkahalarım havada yankılandı. “Hmm. Demek ki ilacım sensin. O zaman ilacım şuraya bir öpücük kondursun bakalım ne kadar etkili olacak,” dedim ve elimi yanağıma koydum.
Gülümsedi ve eğilip yanağıma bir buse kondurdu. “Yok, bu pek etkili olmadı. Bir kez daha deneyelim,” dedim ve bu kez diğer yanağımı işaret ettim. Eğilip oraya da bir buse kondurdu. “İşte şimdi baya etkili oldu,” dedim ve ikimiz de kahkahalarla gülmeye başladık.
“Hadi, bin arabaya, bir şeyler yiyelim.”
“Olur ama bekle, önce annemi arayıp Pınar’a gideceğimi söylemeliyim,” dedim ve telefonu elime alıp biraz ilerledim. Annemi arayıp Pınar’da olacağımı söyledikten sonra Pınar’ı arayıp durumu anlattım ve beni idare etmesini istedim. Telefon görüşmelerimi bitirdikten sonra Caner’in yanına geri döndüm ve arabaya bindik. Önce yemek yemek için Espark’a gittik.
“Sınavların nasıldı?” diye sordu Caner.
“İyiydi, çok da iyi değildi ama idare ederdi işte, kurtarır yani.”
“İdare eder değil, Asya. Çok iyi geçmeli. Son zamanlarda derslerine biraz fazla boşladığın gibi görünüyor.”
“A-aa, annem yine konuştu. Bugün annemin rolünü üstlenmeye heveslisin galiba.”
“Senin için diyorum, güzelim. Bizim için. Derslerin çok iyi olmalı ki üniversiteyi aynı yerde okuyalım. Yanımda olmanı istiyorum. Mesafeleri kısaltalım.”
“İnan, ben de çok istiyorum. Ama senin okuduğun üniversiteyi kazanmak benim için zor.”
“Neden zor olsun, Asya? Çalışırsan olur. Seninle aynı şehirde olmak, mesafelerin bizi ayırmaması için tek isteğim. ”
“Sevgilim, Marmara Üniversitesi'ne girebilmek benim için bir hayal. Sen İşletme okuyorsun, ben sözelciyim. Sözel bilgim de beni o yola götürmez.”
“Neyse, bakarız bir yoluna. Kim bilir, belki ben senin yanına geçiş yaparım. Zaten henüz tam olarak ne istediğimi kafamda oturtamadım. Bu bölümü değiştirebilirim.”
“Eminim, sen en doğru kararı vereceksin. Sana sonsuz güveniyorum.” dedim ve elini tuttum. Yemeklerimizi bitirdikten sonra tekrar arabaya bindik ve ona hep bahsettiğim Kanlıkavak Parkı'na gittik. Akşamüzeri olmaya başladığı için hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Akşam saatlerinde bu park ayrı bir güzel oluyordu.
Yağmur damlalarının arabanın camına düşerken çıkardığı tıkırtılar, içimdeki duygusal fırtınaya eşlik ediyordu. Camdan dışarıyı izlerken, aklıma Ahmet Telli’nin “Özletiyor Seni Bu Yağmurlar” şiiri geldi. Gülümseyerek Caner’e döndüm, elini tuttum bir anda. Araba kullandığı için çok kısa bir göz teması kurdu; ne yaptığıma anlam veremediği bir bakış attı.
Ellerimi sıkıca tutmaya devam ettim. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım, ona doğru yanaştım ve şu dizeleri fısıldadım:
...
Sonra yürümeliyiz seninle
Sokaklara, caddelere çıkmalıyız
Belki bir aşktır bu kentin
Belleğini geri getirecek olan
Burada yağmur yağıyor ama sen
Şemsiyeni almadan gel yine de
Özletiyor bu çılgın sağanak seni
Sırılsıklam özletiyor biliyor musun?
Caner, o an arabayı direkt sağa çekip durdu. Kısa süreli bir şok yaşamıştı. Şiiri çok sevdiğimi bilirdi ama ona daha önce hiç şiir okumamıştım. Hayranlıkla ve teşekkür edercesine, sevgi dolu gözlerle bana bakıyordu. Hoşuna gittiği çok belliydi. Ellerimiz birbirine kenetlenmişti. Elimi öyle bir tutuyordu ki, tek kelime etmeden dudaklarını dudaklarımla buluşturdu. Bir eliyle elimi tutmaya devam ederken, diğer eliyle belimi kavrayıp kendine daha çok çekerek öpmeye devam etti.
Yavaşça kendimi geri çektim, çok utanmıştım. ‘’Utanma, tutamadım kendimi. Bu romantik anı kaçıramazdım.’’ dedi.
‘’Gökyüzünden parıltısı hiç sönmeyecek yıldızlar şahidim olsun ki, Seni ilelebet seveceğim.’’ dedim ve başımı omzuna yasladım.
‘’ Ucu bucağı olmayan evren şahidim olsun ki, seni sonsuza dek seveceğim.’’ dedi ve omzuna yasladığım başıma başını koydu.
Bir süre öylece kaldıktan sonra tekrar yola koyulduk ve yaklaşık beş dakika sonra Kanlıkavak Parkına vardık. Arabadan indik. Saat 17:00’a geliyordu. Hava iyice serinlemiş ve yağmur ince ince çiselemeye devam ediyordu. Kanlıkavak parkı, en az Sazova Parkı kadar, biz Eskişehirlilerin gözdesidir. Özellikle ilkbahar ve yaz aylarında çok sık gittiğimiz, yürüyüş alanlarında saatlerce turladığımız, çimenlerinde oturup saatlerce sohbetler ettiğimiz, yeşilin büyüsüne kapıldığımız yer.
Bir saat kadar yürüdükten sonra gölün üzerinde ki köprünün tam ortasında bir anda durduk. Caner bana doğru döndü. ‘’Biliyorsun, bazı insanlar bazı insanların kaderidir. Seninle bir tesadüf eseri tanıştık. Çok kısa bir sürede de hayatımın tam ortasına yerleştin. Biliyorum ki bu ellerimiz hiç ayrılmayacak, gözlerimiz hep birbirinde buluşacak. Sen Asya Yıldız, benim gibi duygusuz bir adamın ruhuna dokunabilmeyi nasıl başardın bilemiyorum. Seninle karşılaştığım için kendimi dünyanın en şanslı adamı gibi hissediyorum; senin varlığın bana her şeyin mümkün olduğunu hatırlatıyor. Ne olur hep yanımda ol ve ruhuma dokun çünkü ben seninle bütünleniyorum.’’
Canerin söylediği şeyler o kadar samimiydi ki. Bana karşı olan hislerinden şuana kadar bir kez olsun tereddüt etmedim. Sımsıkı sarıldım ona ve sımsıkı sarıldı bana.
Havanın iyice kararmasıyla artık eve dönme vaktim gelmişti. Anneme Pınarlarda olduğumu söylediğim için Canerden beni Pınara bırakmasını istedim. O da, uykusuz olduğu için bu halde araba kullanıp İstanbul’a geri dönmek istemedi. Onun için bir gece kalabileceği bir apart bulduk. Sabah beni alacak, okula bırakacak ardından İstanbul’a dönecekti.
Pınarların evinin önüne vardığımızda, bizim mahallede olduğumuz için önce bir etrafı süzdüm kimse olmadığından emin olunca Canerin dudağına minik bir öpücük kondurup vedalaştım, hızlıca arabadan indim. Kapıda beni Pınar bekliyordu. Heyecanla yanıma koştu. ‘’Nerede kaldın kızım öldüm meraktan. Abim de evde bir şey çakacak diye ödüm koptu.’’ dedi.
‘’Hiçbir şey yapamaz o merak etme sen. Bu saatten sonra ne sana ne bana işlemez onun tafraları.’’ dedim ve Tufan abi bir anda yanımızda belirdi.
‘’Tafralarım işlemez demek. Öyle olsun. Sen nereden geliyorsun bu saatte.’’
‘’Seni ilgilendirmez.’’ dedim ve içeri girmek için yeltendim.
‘’Dur bakalım. Bana açıklama yapmazsan içeri giremezsin. Kızım bu mahallede böyle şeyler ters. Bu saatte dışarıda olamazsın.’’
"Lütfen mağarana dön." dedim, onu iterek içeri girdim. İçimden geçen düşünceler, bu durumun getirdiği huzursuzlukla birleşince daha da yoğunlaşmıştı.
"Sen yine kafanın dikine gideceksin, değil mi? Başına bir iş gelince Tufan abiyle yüzleşmek zorunda kalacaksın. Bugün Furkan'ı yanında görmüşler, hâlâ rahatsız ediyor mu seni o it?"
"Ben hallettim, abi. Sorun yok." diye yanıtladım ama içimdeki kaygıyı saklamaya çalışıyordum. "Her şeyden de haberin var maşallah."
"Olacak tabii, kızım; mahalle bizden sorulur."
"Anladım canım, hadi iyi günler." dedim, Pınar'la birlikte odaya geçtik. Tufan abi de evden çıktı.
‘’Kızım abime nasıl kafa tutuyorsun öyle var ya içimin yağları eriyor. Bu aralar fazla yükseklerde birinin ona cidden haddini bildirmesi gerekiyor.’’ dedi Pınar, yatağın üzerine otururken şaşkınlıkla.
Yorgunluğum o kadar fazlaydı ki ona yanıt vermek bile zor geliyordu. Aslında Tufan abiye ters davranmak hoşuma gitmiyor ama Pınar ameliyat olurken yanında olmayıp pis işlerin peşinden gittiği için ona karşı içimde birikmiş bir öfke vardı.
‘’Pınar sen bandajları çıkarıyorsun ama Arif abiye sordun mu.’’
‘’Manyak mısın kızım tabii sordum. Bugün okul çıkışı, önerdiği doktora tekrar bir kontrole gittim. Her şey yolunda yani.’’ dedi ve eliyle okey işareti yaptı gülümseyerek
Tam o sırada telefonum çaldı ve irkildim. Arayan annemdi. Artık eve gitmeliydim; dışarı çıkma işini iyice abarttığım için dikkat çekiyordum. Pınar'la vedalaşıp eve geçtim. Üzerimde hala okul üniformam vardı ve yorgunluktan gözlerim kapanıyordu. Hızla duş alıp kendimi yatağa attım.
Günün yorgunluğu, bedenimi iyice sarmıştı. Üşüyordum ve kendimi oldukça halsiz hissediyordum. Telefonumu elime aldığımda, Caner'den gelen bir mesaj dikkatimi çekti. Yol yorgunu olduğu için erkenden yattığını ve sabah buluşmak için hazır olmamı yazmıştı. Gözlerim kapanmak üzereydi; uykuya direnmekten vazgeçtim.
Sabah, telefonun çalan alarmıyla gözlerimi açtım. Etrafıma bakındım, kollarımı iki yana açıp gerindikten sonra hemen kalkıp hazırlandım. Anneme görünmeden evden çıkmalıydım; okul saatimden bir saat önce çıkacağım için sorulara yakalanmak istemiyordum. Başıma geleceklerden habersiz, kimseye yakalanmadan evden çıkabildiğime sevindim ve hemen bir sokak aşağıda beni bekleyen Caner'in yanına gidip arabaya bindim.
"Günaydın sevgilim, seninle güne başlamak ne kadar da güzel." dedim, ona yanağına minik bir öpücük kondurup sımsıkı sarıldım.
"Günaydın, güzelim. İçinde benim olduğum hiçbir gün kötü geçemez." dedi ve yanaklarıma nazikçe dokundu. "Sabah güzelliğine bir bak, bu ne tatlılık!" diye ekledi ve gülümsemesi, içimi ısıttı.
Ben utandığım için başımı öne eğdim, bıyık altından gülümsemekle yetindim. Bir saatimiz vardı; bu süre zarfında arabayı kimsenin göremeyeceği bir yere çekip, içindeki sessizliğin tadını çıkardık. Kimi zaman konuşuyor, kimi zaman birbirimizin gözlerine dalarak sessizce oturuyorduk. Çoğunlukla da başımı omzuna yaslayıp, onun sıcak kokusunu içime çekiyordum. Artık okul saati geliyordu ve vedamız yaklaşıyordu.
Yine kavuşacağız sevgilim, biliyorum. Yollarım hep sana, yolların hep bana çıkacak. Sensiz geçen zaman anlamsızlaşacak. Hayat seninle anlam bulacak. Bu vedalar da son bulacak.
Caner beni bırakmaya hazırlanıyordu; öğleden sonraki dersine yetişmesi gerekiyordu. Okulun önüne vardığımızda, bağlı olan emniyet kemerimi çözdüm ve ona sımsıkı sarıldım. “İlk buluşma telafisi sözü verdim sana. Daha senin gönlünü alamadım. Bunu unutmadım, bilmeni isterim.”
“Güzelim, her şeyi kusursuz yaşamak zorunda değiliz. Gönlümü alman gereken bir şey yok. Fırsat buldukça ben yanında olacağım. Ama sen gelmek istersen, bir sonraki sefere sabırsızlıkla bekliyor olacağım,” dedi, başını geriye yaslayarak sağ elini yanağıma koyup okşadı.
“Bu kadar anlayışlı olmak zorunda mısın? Artık mahcup oluyorum. Biraz naz niyaz mı çeksem? Çekilir mi ki senin nazın?” dedim, yanağımdaki elinin üzerine kendi elimle dokundum.
“Sana kıyamıyorum. Ayrıca nazım çekilmez bence. Bu halimi mumla ararsın,” dedi.
Gülümsedim. “Aman aman, sustum. İyi böyle.”
Caner ile gülümseyerek birbirimize bakıyorduk ki, arabanın benim olduğum tarafındaki camı birinin yumruklamasıyla yerimizden sıçradık. Ne olduğunu anlamadan Caner hemen arabadan indi ve öfkeli gözlerle karşısındaki adamın yakasına yapıştı. “Ne yapıyorsun lan sen! Derdin ne senin!”
Caner’in yakasına yapıştığı adamın arkası dönük olduğu için yüzünü görememiştim. Hızla arabadan indim ve Caner’in arkasına geçtim. O an, olduğum yere çakılı kaldım. Karşımda gördüğüm adam, iki elinin yakasında olduğu kişi Furkan’dı.
Furkan, Caner’in ellerini iterek bana baktı. “Bunun için mi? Asya, ben bir yıldır peşinde sürünüyorum. Neyi eksik yaptım da benimle değil, onunlasın?” dedi.
Şok içerisindeydim. Sadece endişeli gözlerle Caner’e baktım. Onu böyle bir durumun içine sokmak korkunçtu. “Bu değil Furkan, bu diyemezsin ona. Onun bir ismi var. Ayrıca sana istemediğimi defalarca söyledim. Seni hiçbir zaman sevmedim, istemedim.”
“Denemedin bile, kızım, denemedin. Bir dene, bak nasıl seveceğim seni…” Furkan daha cümlesini tamamlamadan, Caner yumruğunu suratının ortasına indirmişti.
“Öncelikle ben Caner. Memnun oldum. Ne yaptığını sanıyorsun? Araba camını yumruklamakla, benim yanımda, benim olana nasıl laf edebiliyorsun?”
Furkan, Caner’in yumruğunun etkisiyle savrulup yere düştü, ama pes etmeyerek ayağa kalktı ve karşı hamle yapıp yumruk salladı. Caner, ona tekme atarak Furkan’ı yeniden yere serdi. “Cevap ver!” diye bağırdı, sesi öfke doluydu.
Furkan, pantolonunu düzelterek yerden kalktı. “Sen kimsin, lan? Bizim mahallenin kızını ayartmışsın. Hem de Asya’yı!”
Caner, yeniden saldırmaya hazırlanırken elimi onun koluna doladım, gözlerimle “yeter” dercesine başımı salladım. “Bak Furkan, yedin dayağını, artık git. Olay büyümeden, hocalar da gelmeye başlamışken,” dedim. Sesimdeki tedirginliği gizlemeye çalışıyordum ama başaramıyordum.
“Ben seni sevdim! Seninle büyüdük biz. Başkasının elini tutmasına dayanamam, anlıyor musun?” Furkan’ın sesi titreyerek yükseldi.
“Yeter artık! Saçmalıyorsun, bıktım bu ergen tavırlarından. Git diyorum, artık!” dedim ama Furkan yerinde durmuyordu. Caner, Furkan’ın üzerine gitmekten kendini zor tutuyordu; öfke dolu bakışları ona doğru fırlıyordu.
Bu kavga okulun önünde olduğu için etraftan kalabalık toplanmaya başlamıştı. O an içimdeki korku büyüyordu; olayın idareye kadar gitmesinden ve son yılımızda başımızın belaya girmesinden korkuyordum. Caner’i sakinleştirebilir miydim? Ama işler çığırından çıkmıştı. Caner, Furkan’ı tek hamleyle yere serip tekmelemeye başladı. “Bir daha Asya’ya sesini yükselttiğini duymayacağım, dilini koparırım!” diye bağırıyordu.
Kalabalığın arasında, elleri cebinde dikilen birini fark ettim; bu, Tufan abi olmalıydı. Sabahki sözleri kulağıma çalındı: “Sen koş Tufan abi yardım et dersin.” O an, bizi kurtarabilecek tek kişi oydu; çünkü Furkan ondan korkuyordu. Tufan abi, sanki bu anı bekliyormuş gibi, Caner’i Furkan’ın üzerinden itti. Ardından, Furkan’ın ensesinden tutup kaldırdı. Caner’e dönerken, “Sen bana bırak bu iti, Asya’yı daha fazla korkutma. Hadi aslanım,” dedi ve gitti.
Korkulu gözlerle Caner’e baktım, sadece sessizce durabiliyordum. Derin nefesler alıyor, içindeki öfke dalgasını bastırmaya çalışıyordu. Caner, beni kollarının arasına alıp sımsıkı sarıldı. “Endişelenme, güzelim, korkma, iyiyim,” diye fısıldadı. “Bu durumu neden bana anlatmadın? Ne zamandır rahatsız ediyor seni bu şerefsiz?”
“Onunki bir takıntı, psikopat o. Sevdiğinden değil. Bir süredir böyle. Lütfen, sonra konuşalım mı bunu?” dedim ve bir adım geri çektim. Onu böyle bir duruma düşürmekten utanç duyuyordum. Eskişehir’e ilk geldiğinde böyle bir kavganın içinde bulması benim için yıkıcıydı.
Gerçekten geri çekildiğimde, Caner bir an duraksadı. Ancak kalabalık henüz dağılmadığı için tepki vermedi. Zamanı dolmuştu; artık gitmesi gerekiyordu. Tekrar sarıldı, “Şimdi gitmem gerek ama sen kal dersen kalırım. İyi değilsen yanında olmaya hazırım,” dedi.
“Hayır, git; derslerinden geri kalma. Emin ol, bu halledilemeyecek bir şey değil. Zaten Tufan abiyi biliyorsun, o halleder,” dedim ve sarılmayı bıraktım, bir adım geri attım.
“Aklım sende kalacak. Kendinden haberdar et. Varınca konuşuruz. Görüşürüz, güzelim,” dedi ve yüzünde buruk bir gülümseme belirdi. Ben de onun gidişine karşılık olarak buruk bir gülümseme ile yanıt verdim.
...
“…tuz parça kırılsak da hâlâ içimizde o yanardağ ağzı hâlâ kıpkızıl gülümseyen -sanki ateşten bir tebessüm- zehir zemberek aşkımız…”
“Bizim de ateşten tebessümlerimiz var. Hayal kırıklıklarıyla, çaresizlikle doldurduğumuz tebessümlerimiz. Bir insan bir insanı sevince, hikayesini de severmiş. Paramparça olsak da, içimizdeki yanardağ patladığında ikimizi de yok edecek olsa da, biz böyle sevmeye devam edebilecek miyiz? Hikayelerimizle. Ateşten tebessümlerimiz, pastel renkli dünyamızla zehir olsak da birbirimize. Panzehir yine birbirimizin dudakları olacak mı, sevgilim?”
Okur Yorumları | Yorum Ekle |