
Yıldızcıklarda ve yorumlarda buluşalım, iyi okumalar 🤍💫
*Satır aralarında kullanılan küçük resimler mekan ve zaman geçişlerini anlatıyor.*
‘Hiç görmemişken
Dünya
Sınırlı halkayı’
PİNHAN
BÖLÜM 1: TENVÎM
===
İnsan neden var olduğunu bilirdi. Kim olduğunu, ne olduğunu, nereden ve kimden geldiğini. İnsanı birey yapan bunlar değil miydi? Kim olduğunu bilmek. Kim olduğunu bulmak.
Ben bilmiyordum.
Yaşım, yaşadıklarım yahut kişiliğimle ilgili değildi bu.
Bilmiyordum.
Kim olduğumu, kimden geldiğimi ve nerede olduğumu bilmiyordum.
İsmim vardı bir tek, Lila. Lila Mizan.
Buydum, bu kadardım.
O kadar ki şu an karşımda gördüğüm adam bana babamın gittiğini söylerken bile hiçbir şey bilmiyordum.
"Baban gitti, Lila."
Babam gitti. Babam nereye gitti? Babam neden gitti? Babam ne zaman gitti?
Bilmiyordum.
Annem kimdi, bilmiyordum. Annem neden yoktu, bilmiyordum. Kimlerden geldim, bilmiyordum. Neden vardım, bilmiyordum. Etrafımızdakiler kimdi, bilmiyordum. Hayatım nelerden ibaretti, bilmiyordum.
Benim bir tek bildiğim vardı, babamdı. Bilginin yarımı olur muydu? Yarım yamalağı. Onu da yarım yamalak biliyordum. -dum.
Geçmiş zaman eki.
Çünkü şimdi karşımda durmuş kumral saçlı, kırklarında, sert yüz ifadesine karşılık kirli sakalını parmakları arasına almış kaşıyan, kendini babamın dostu olarak tanıtan adam; babamın gittiğini söylüyordu. Kaşlarım çatık onu süzüyordum. Baban gitti diyordu. Bunca bilinmeyenime bir bilinmeyen daha ekliyordu, gitti diyordu.
"Tayfun abi sizi içeri almış olabilir, bu güvenilirliğinizi pekâlâ açıklıyor lakin anlayamıyorum," Yabancılara karşı üslubum edebiyat kitaplarından fırlamışcasına seçici olurdu...
İtiraf etmem gerekirse daha önce bir yabancıyla konuşmamıştım, dışarı çıktığım zamanlarda dahi iletişimim olmuyordu. Böyle bir durum oluşursa nasıl konuşacağımı kendim kuruyordum, bir gün gerçekten lazım olursa diye. Karşımda bulunan adam ise oldukça resmî duruyordu, cümlelerim ağırlığına layıktı.
Cümlemin devamını getirmek için dudaklarımı ıslattım, dilimin ucuyla. Gözlerine çıkardım yeşillerimi, siyahtı. Koyu bir siyah, babamın aksine hiçbir renk kırıntısı yoktu gözlerinde. "Önüme bir tomar fotoğrafla geliyor, üzerine babamın en yakın arkadaşı olduğunuzu söylüyorsunuz. Hatta tek dostu. Fakat babam bana daha önce böyle bir şeyden bahsetmemişti. Velev ki gitti diyelim, gitmeden önce sizce de bana sizden bahsetmez miydi?"
Karşımda bulunan koltukta dirsekleri dizlerine yaslı bir vaziyette oturuş almış, hafif öne eğik bedenini dikleştirdi. Dudaklarını birbirine bastırırken gözlerini de bir saniyeliğine kapatmıştı. Sertti cümlelerim, onun da duruşu sertti. Onu taklit ediyordum. "Haklısın, bahsetmesi gerekirdi. Ne beni ne seni bu zora sokmak istemezdi eminim ama zamanı yakalayamıyoruz Mizan. O da bu kadar erken gideceğini tahmin etmemişti. Fakat bahsettiğim gibi o günün geleceğini biliyordu. Bu yüzden bir video bıraktı sana." Bakışlarını üzerimden çekip salonun kapısına yöneltti, "Tayfun,"
Seslendiği adam ben emeklerken, adımlarken, büyürken, gençliğime basarken hep benimle olan; babamın sağ koluydu. İş seyahatlerinde emanet ettiği tek kişi Tayfun Abi idi. Şimdiyse bir adam karşıma çıkmış babamın uzun bir seyahate gittiğini, emanet güvencesinin de kendisi olduğunu söylüyordu. Tayfun Abi'nin yerini alıyordu.
İçeri giren Tayfun abinin elinde dikdörtgen ince bir şey vardı. Bana doğru adımlayıp elindekini orta sehpaya koydu, eğildiği için yakınımdaydı ve sakallarına düşen akları seçebiliyordum.
Önüme koyduğu dikdörtgen kutuyu kitap misali ortasından açtığında siyah cam göründü yukarıya kalkan kapağında. Aşağıdaysa kareler içinde harfler vardı. Ceketinin cebine elini atıp küçük, yine dikdörtgen olan bir şey çıkardı, bana uzattı. Ne olduğunu kestiremiyordum. Gözlerine baktım, bana bir şey söylemeliydi. Karşımda daha önce hiç görmediğim adamın dediklerini bana açıklamalıydı. Çünkü yabancılarla iletişimim olmamıştı daha önce, onları anlayamazdım.
Ne bir şey demek için dudakları aralandı ne de nefes aldı. Soluk yeşillerime baktı öylece, ağırca göz kapaklarını kapattı. Bu güven demekti, devam et. Dediği gibi devam ettim. O dikleşip geri gidecekken durdurdum. "Tayfun abi, kal lütfen." Tanıdık biri olmalıydı etrafımda, alışkın değildim yalnız kalmaya, yabancılarla.
Kız Kulesi'ndeydim ben hep, babam bir Bizans Kralıydı. Kulemize kimseyi almazdı, beni hep sakınırdı. Yılanla gelecek acı sondan mıydı bilmem ama beni burada çevrelemişti.
Elimdeki dikdörtgene baktım, yosun yeşili. Gözlerimi karşımda oturan adama kaydırdım, kum kumralı.
Babam Bizans Kralı olabilir miydi? Ben Prenses, karşımdaki adam ise sepetteki yılan?
Babam kral olabilirdi, adam yılan; ben prenses olmadığımdan emindim.
Tayfun abi durduğunda gözleri karşımdaki adamı buldu, bir yabancıdan yanımda kalmak için izin istiyordu? Önümde açık olan karartıdan yansımama ve avuçlarımdaki yeşil şeye baktım. Ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu, öylece bekliyordum. Tayfun abi bunu fark etmiş olacak ki elimdekini alarak önümde bulunan şeye taktı. Karartı aydınlanırken bir kare alanda elini gezdirdi. Tık sesleri geliyordu. Karşımdaki adama değen gözlerim tekrar aşağı indi. Aydınlanan dikdörtgende, tam karşımda duran kişi babamdı. Liman Mizan.
Şaşkınlıkla kaşlarım çatıldı, nasıl oluyordu bu? Babam tam karşımdaydı, görüntüsü ve sesi vardı ama kendisi yoktu. Bu çok, çok farklı bir duyguydu.
"Merhaba Doktor Hanım," diyerek gülümseyen babam önüne eğdi başını, iki yana salladı. "Güzel kızım. Birtanem. Canımın içi. Başta doktoruma seslenmek istedim; eminim ki bu kaydı izlerken diplomanı çoktan almış, benim gırtlaktaki şu hırıltı sorununu çözmeye çalışıyorsun." Gülümsedim. Onu özlediğimi hissediyordum, iki ay olmuştu gideli. Bazen beş-altı ay oluyordu gelmediği, işleri yoğundu. Mesleği her şeydi onun; korumak, iyileştirmek, öğretmek. Her şeyi biliyordu ve yapıyordu. Bu yüzden uzun sürüyordu işleri.
"Çalışmaya devam et lütfen. O üniversiteyi bitirdiğine göre en iyi doktorlardan biri olduğuna inanıyorum. Hatta biri değil, direkt ülkenin en iyi doktoru oldu benim kızım." Ne doktor olmuştum ne de üniversiteyi bitirmiştim. Daha yeni kazanmıştım okulumu. Neden geleceğe yönelikti konuşması? Bir gün gideceğini bilerek mi hazırlamıştı bu videoyu, zamansızca?..
"Sana sadece benim doktorum olacağını söylemiştim, biliyorsun kıskanç bir babayım. Ama biliyorsun, aynı zamanda her şeyim. Her işi yapıyorum, her iş elimden geliyor. Bu yüzden uzun süren seyahatlere çıkıyorum. Elimden gelen her şeyi, herkese ulaştırmaya çalışıyorum. Bunu bildiğin için içim rahat, eminim ki anlıyorsun beni." Beni koruduğu, beni büyüttüğü, bana öğrettiği gibi başkalarına da bu imkanları sağlamak için giderdi hep.
"Güzel kızım... bu videoyu belki de tahmin ettiğimden daha erken izliyorsun, belki daha üniversiteyi bile kazanmadın... her neyse, konumuz bu değil. Bunu izliyorsan ben beklenmedik bir anda o uzun seyahatlerimden birine çıkmışım demektir. Ama gerçekten uzun. Öncekiler gibi değil, birkaç yıl sürecek bir gidiş bu." Kaşlarım indi, kendisini Dağkan Kaleli olarak tanıtan adama baktım. Baban gitti, diyordu; babam, gittim diyordu. "Dur, dur lütfen güzel kızım, kızma bana. Aniden gidilir mi deme, vedasız gidiş olur mu deme. Biliyorsun zaten vedaları sevmeyiz biz, ne o öyle? Sanki bir daha görüşemeyecekmişiz gibi."
Gözlerimin ne ara sulandığını anlayamamıştım, farkındalığım babamı bulanık görmemle oluşmuştu. Ne diyordu babam? Ne diyorlardı bunlar? Bir şey bilmemekten yorulmuştum, her zaman bilinmezlikte bırakmak zorunda mıydı beni?
"Gidiyorum birkaç vakitliğine, neden bu kadar uzun diye soracaksın; hastalarım çoğaldı, öğrencilerim arttı. İyileştirmeden, öğretmeden gelmek olmaz. İş disiplinimize ters düşer, bilirsin." Bilirsin deyip duruyordu, bildiklerim bilmediklerim yanında silik kalıyordu. Üç bilinmeyen bir bilineni yitiriyordu.
"Özür dilerim, bebeğim. Uzun bir süre görüşemeyeceğiz, ben yokum." Biriken yaşlarımı karşımda bir yabancı varken akıtamazdım. Çenemi sıkıp gözlerimi tavana çıkardım, yaşlarımı içime akıtmak için. Neden?
"Bu süre zarfında şu an karşında bulunan ve ilk defa gördüğün adam, Dağkan Kaleli yanında olacak. Dağkan Kaleli: benim gençliğimden bu yana, dostluk temalı kitaplarda gördüğün; Antoine'nin Küçük Prens dostluklarına benzer, Bove'nin Arkadaşlarım eserindeki ilişkilere zıt, 'gerçek bir dostum olsun isterdim' sözüne paralel biri. Gerçek bir dost. Karşında şu an sana bakan adam bir müddet o bakışlarını senden esirgemeyecek kızım." Kitaplardaki arkadaşlıkların gerçek olduğundan mı bahsediyordu bana şu an? Kitaplardaki düşlerin gerçekliğinden mi?..
"Sakın bakışlarının ardında ağırlık çökmesin omuzlarına, bir evlat gibi görüyor seni, tanıyor seni. Senden her zaman bahsederdim ona, bu yüzden çekinme, seni senden bile iyi tanıyan bir amcan var karşında. Yokluğumda baba bil kızım, yokluğumda güven, yokluğumda emanet ol ona. Ben seni ona emanet ettim; bu süre boyunca hayatı öğren, bu süre boyunca dünyayı gör." O yanımdayken tanımadığı fırsatları şimdi giderken mi tanıyordu? Yanımda olurken bile sakınan beni, giderken salıyor muydu?
Dilim damağım çöle bulanmıştı. Yutkunuyordum ama kuru bir yutkunma. Islanmasa da dilimin ucunu dudaklarıma değdirdim. Sesi kalınlaşmıştı, otoriter tavrını takınmış ve gözlerini kısmıştı. Dudakları düz bir hâl alırken devam etti konuşmasına. Bu ifadesinde her zaman net olurdu, sözünü ne ikilettirir ne de üzerine söz söyletirdi. 'Emredersiniz' demek zorundaydın. Her zaman böyleydi; öncesinde ne kadar samimi olursan ol, noktayı koyarken hiçbir kırıntı kalmamalıydı. "Bu babadan kızına bir istek değil Mizan. Eğitmeninden öğrencisine bir emirdir; sana, hayatına odaklanmanı, hayatını öğrenmeni emrediyorum. Disiplinini yitirme; üssünün emirleri senin için yemindir Lila Mizan, yeminini yerine getir."
Emirler yemindir Lila Mizan, yeminini yerine getir.
Görüntü sonlanmıştı. Sessizce derin bir nefes aldım. Göz kapaklarım düştüğünde birkaç saniye kapalı tuttum. Anın içinde olduğumu anlamam gerekirdi. "Emredersiniz baba."
Emredersiniz baba eşittir seni seviyorum baba.
Gözlerim aralandığında karşımda gözünü kırpmadan beni izleyen adama baktım. Yıllarca insanlar yalnızdır diyen babam şimdi kalkmış -gitmiş- bir yabancıyı dostum diye tanıtıyordu. Babam kimdi, bilmiyordum. Dağkan Kaleli kimdi, bilmiyordum. Ne diyeceğimi de bilmiyordum. Babam nereye gitti diye mi soracaktım? Soramazdım, babamın nereye gittiğini kimse bilmezdi. Alışmıştım bu cevaba, Tayfun Abi her zaman bilmiyorum derdi. Belli olmazdı çünkü, nerede olduğu her zaman değişirdi. "Ne olacak?"
Ne olacak? Sorum hep buydu benim. Ne olacak? Büyürken ne olacak, yürürken ne olacak, yemek yerken ne olacak, ders çalışırken ne olacak, doktor olduğumda ne olacak, hayatım ne olacak, ben ne olacağım?
Cevapsız.
Karşımda oturan adam ayaklanarak benim bulunduğum koltuğa doğru geldi. Salonumuz büyüktü; oturma takımının ortasında bir bütün sağlamak amacıyla konulmuş bir orta sehpa, hemen arkasında sadece iki sandalyesi yerinden oynayan koca, on iki kişilik yemek masası, bahçeye açılan koca cam kapı, önünde bulunan piyano standı, sadece babam gelince yanan şömine ve üzerindeki duvarı kaplayan tablo. On sekiz yıl boyunca ayda sadece bir defa çıkış iznim olan evin karınca yuvasına kadar biliyordum. "Benimle geleceksin Mizan. Baban dönene kadar benimle kalacak ve kazandığın fakülteyi bitireceksin," dediğinde sözünü böldüm. Büyük bir cesaretti bu dağ gibi sert duran adamın sözünü bölmek, ama ben babamdan alışkındım. "Kusura bakmayın Dağkan Bey, sözünüzü bölüyorum ama bitirmek? Babamın yıllardan kastının altı yıl olduğunu sanmıyorum."
"Söz gelimi bahşettiğim bir cümle."
"Neden sizinle geliyorum? Yanlış anlamayın lütfen, babamın sözünün üzerine söz söylemek değil amacım. Sadece neden burada kalmıyorum? Her zamanki gibi Tayfun Abi ile bekleyebiliriz babamı." Tayfun abiye baktığımda gözleri bana değmiyordu, biraz önce babamın açık olduğu yerdeydi. Dağkan Bey'in sesiyle ona döndüm. Dinç bir görünümü vardı, babamın arkadaşı olduğu belliydi. Babam gibi kendisi de yapılıydı, o da sporunu aksatmıyordu sanırım.
"Babanın emri, hayatı tanıman için Lila Mizan. Üniversitede yeni insanlar tanıyacaksın, yeni dünyalar açılacak. Baban bunu yalnız başına geçirmeni istemiyor," Açılacağını kastettiği şeyleri anlayamıyordum, üniversiteye geçsem de babam eğitimimin evden devam etmesini isterdi eminim ki. Daha önce hiç evin dışında bir eğitim almamıştım. "Ben evden eğitim alıyorum Dağkan Bey, kastettiğiniz şeyi anlayamadım."
"Artık evden almayacaksın bu dersleri."
"Nasıl yani?"
"Üniversiteye gideceksin. Dışarı çıkacaksın." Dışarı çıkacaksın. Bizans Kralı bunu duysa kızmaz mıydı Prenses'e? Yılanlar dolu değil miydi kaldırımlar? Öncekilerden daha sert bir tavır takınmıştı, konuşmamızın uzaması sıkmış gibi. "Baban bunu istiyor, emirleri bunlar. Şimdiyse kalkıp hazırlan Lila Mizan. İstersen sadece kıyafetlerini al, gideceğin yerde istediğin her şey olacak." Bu kadar çabuk muydu? "Tayfun Abi?" Gözleri hâlâ önünde olan adama baktım, başını salladı sadece yukarı aşağı. Hazırlan demekti bu.
Her şey bu kadar kolay mıydı? Böyle basite indirgenen adımların kimin dünyasında ne kadar sarsıntı yarattığını kim ne biliyordu? Herkes biliyordu. Herkes bir şeyler biliyor Lila, bilmeyen yalnızca sensin. Bu kapının ardında neler var bilmiyorsun, bahsettikleri üniversitede ne ile karşılaşacaksın bilmiyorsun, yıllardır santimi santimine ezberlediğin duvarlar kalktığında ne göreceksin bilmiyorsun, gittiğin ev kaldığın ev kadar soğuk mu Lila? Bilmiyorsun.
Tayfun Abi'yle hazırladığım çantama daha ne koyabilirdim bilmiyordum. "Kitaplarımı almam gerekir mi?"
"Biz gönderteceğiz Küçük Hanım,"
Babamdan çaldığım koca kahverengi kazağı katlayarak bavula koydum, "Sadece ders kitaplarımı mı göndersen acaba? Babam gelince düzenin bozulduğunu görünce sinirlenebilir. En azından sadece ders kitaplığı boş olsun, bir tek derslerle ilgilendiğimi anlasın. Hem, orası ne kadar büyük emin değilim. Biliyorsun," dudağımın bir kenarı kıvrıldı, o da kitaplığını övmeyi çok severdi. Kitaplara aşık olduğunu düşünmüyor değildim, beni de aşık ettiğini... "Babamın kitaplığı oldukça büyük, bundan rahatsız olabilirler."
"Bunu oraya gittiğinde kararlaştırırsın Küçük Hanım, alışma sürecinde tanıma şansın da olacak." Alışma süreci. Alışmak istiyor muydum bilmiyorum. Benim duvarlarım vardı; bu duvarlara çizmiştim resimleri, bu duvarları süslemiştim kendimce. Mizan Malikanesi taştan duvarlarla örülüydü. Buradan uzaklaştığım günler bir elin parmağını geçmezdi. Alışabilir miydim başka duvarlara?
Her soğuk içini farklı üşütür, alıştığın soğuklar hasta etmez seni.
Adımladığım araba, en az babamınki gibi büyüktü. Dağkan Kaleli bana yol vererek arabayı işaret etti. Sürmeli kapı açılırken ilerlediğim arabanın açık kapısında kaldım, Tayfun Abi'ye baktığımda birkaç metre geride bekliyordu. Kaşlarımı kaldırdım anlamak için, "Tayfun abi, gelmiyor musun?"
O an tüm gün boyunca ne demek istediğini, anlattığı tüm anlamları gördüm gözlerinde. Bana duyduğu, duyacağı özlemle bakıyordu. 'Gidiyorsun Lila' diyordu. 'Yalnızsın, bir başına, ben yokum, baban yok, bilinmeyenlerin var. Bilinmeyenlerinle gidiyorsun Lila Mizan. Kendine dikkat et, en az benim sana dikkat ettiğim kadar.'
Çenesini zar zor sıktığı ak düşen sakallarının titremesinden anlaşılıyordu. Kaşları hafif inik, dudakları dümdüz, bıçak gibi keskin bir çizgi. Ardındaki taştan örülmüş eve baktım; evim, zindanım, duvarlarım, kara perdelerim. Bana kattığı bunlardı, hem huzur aşılıyordu hem de tutsak ediyordu bu taştan örme ev. Bakışlarımı tekrar indirdim yoldaşıma, "Tayfun abi?" Bir isim, sadece bir isim. Sorular gizli içerisinde, her daim cevapsız kalan sorular. Başını ağır ağır salladı, iki yana. Dur, diyordu. Dur ve git Lila, ben yokum.
Yokum.
Ben de yokum Tayfun Abi. Hiç var olmadım. Cevaplar yok, sorgular yok, anlamlar yok, görülenler yok.
Toy bir attım ben, at gözlüklerim vardı gözümde, bunca yıl onlarla yaşadığım. Şimdi ise on sekiz yaşımda, takılan gözlüklerimi çıkarmış, benden koşmamı istiyorlardı.
Işığa alışabilecek miydi gözlerim? Yolları tanıyabilecek miydim? Sekmeden koşturabilecek miydim bilmediğim arazilerde?

Benimle bir düşte daha buluştuğunuz için teşekkür ederim, şimdi de yıldızcıklarda buluşmayı unutmayalım 🤍💫
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.96k Okunma |
264 Oy |
0 Takip |
32 Bölümlü Kitap |