

Bir günde aynı kalan şey sadece odamdaki pencerenin açıldığı manzaraydı.
Dağkan Bey'le konuşmalarımız ardından Aral gideceğini söylediğinde babası benim de onunla gitmemi istemişti. Bir günde ne çok şey istemişlerdi benden. Eşyalarım bekliyordu, yerleşecek; evhamlarım bekliyordu, yeşerecek. Kabul edemezdim ilk günden bir yabancıyla yaban hayata adımlamayı. Durup düşünmem gerekiyordu, olanları sindirmem.
Pencere önü koltuğumda sindirmem gereken çok şey düşünmüştüm, başaramamıştım. Babama mektup göndermem gerekiyordu, onunla konuşmam gerekiyordu. Tayfun Abi'm yoktu, nasıl göndereceğimi bilmiyordum mektubumu. Evi incelediğimde bir telefon da görememiştim. Babam ararsa kim iletecekti bunu bana. Tayfun Abi evde kalmış mıydı?
Kapı tıklatma sesiyle başımı sesin yönüne doğru çevirdim. Kendi evlerinde içeri girmek için izin istiyorlardı. Koltuktan ayaklanıp kapıya gittim. Açtığımda karşımda Aral'ı beklemiyordum. Duraksasam da bu birkaç saniye sürmüştü, geriye adımlayarak kapıyı da tamamen açtım. Ne diyecektim, gelebilirsin ya da buyurun falan mı? Nasıl hitap etmem gerektiğini de bilmiyordum, aynı üniversiteye gidiyorsak yaşlarımız yakın olmalıydı. İsmiyle mi hitap edecektim, bey mi diyecektim, ağabey veya sadece sizli mi hitap edecektim?
Elinde bir kutu vardı, başını kaldırsa da benim gibi duraksamıştı birkaç saniye, sonrasında bana uzattı. "Bu senin." Dikdörtgen kutuda gezdirdim bakışlarımı, uzattığı şeyi almalıydım. Kutuyu ellerim arasına alırken "Bu nedir?" diye sordum.
Kutuyu işaret eder gibi sallamıştı, "Telefon?" Kaşlarımı kaldırdım, "Telefon mu?" derken elinden alarak kutuyu açtım. Bir adet dikdörtgen siyah yansımalı cam vardı. Kablosu ya da tuşları yoktu, siyah bir ayna gibiydi. "Kablosu yahut tuşları nerede?" diye mırıldandım. Daha ne kadar resmî bir şekle indirgenebilirdi bu soru bilmiyordum.
"Ne?" dedi. "Şey, telefon dediniz lakin telefonlar kablolu ve tuşlu oluyor zannımca. Zira bir önceki evimde telefonumuz o şekildeydi," ben konuşurken kaşları indikçe inmişti. Garip bir şey mi söylediğimi tarttım, konuşmama takılmış olabilirdi. Dağkan Bey'le bu resmiyeti kaldırsam da onunla bir iletişimim olmadığı için kaldıramıyordum, tepkisini bilemediğim için seçici kelimelerle kuruyordum cümlelerimi.
"Cep telefonu bu, masaüstü değil." Açıklasa da anlamazca bakıyordum kutuya. Daha önce böyle bir şey görmemiştim ve bu şeyle biriyle nasıl iletişime geçeceğimi anlayamıyordum. "Kusura bakmayın lütfen, anlayamadım." Bakışlarımdan anlam çıkarmış olacak ki "Hiç cep telefonun olmadı değil mi?" diye sordu. Başımı iki yana salladım.
Bir nefes alırken içeri adımladı, pencere önüne giderek oturmuştu. "Gel." Seslenmesiyle ona doğru gitsem de emrivaki dolu sesi sinirimi bozmuştu, tanımadığı biriyle böyle konuşması hoş değildi. "Benimle ağır üslupla ya da sizli bizli konuşmana gerek yok, babamın yanında nasılsan öyle olabilirsin. Ha üslubun buysa bir şey diyemem ki sanmıyorum, duraksayarak konuşuyorsun bu da kelimeleri seçtiğini gösteriyor." diyerek yanını işaret etti, "Otur,"
İşaret ettiği yere bakınırken bir yastığı kenara alıp oturdum. Telefon olarak tanıttığı siyah dikdörtgeni kutudan çıkartarak bana uzattı. "Bu dokunmatik, akıllı bir telefon. İnsanlar ceplerinde taşıyor. Nereye giderse onunla geliyor ve istediği yerde konuşabiliyor, bir kabloya bağlı olmadan. Teknolojik bir ürün yani."
"Teknolojik," diye tekrar ettim elimdeki telefonu incelerken. "Aynen öyle, aç şimdi." dediğinde ona baktım. Bunu fark ettiğinde bakışlarını bana çıkardı. Parmağını uzattı, elimdeki telefonun yanındaki bir çıkıntıyı işaret etti, "Buraya basıp açacaksın." dediği gibi bastım, yine de karanlıktı. Gözlerimi tekrar ona çıkardığımda dudaklarını birbirine bastırmış, bastığım yere bakıyordu. Derin bir nefes aldı, "Birkaç saniye basılı tut," dediğinde komutuna uyarak tuşun üzerinde parmağımı basılı tuttum. Birkaç saniye içinde kırık bir diş üzerinde nokta işareti olan bir beyaz parıltı görülmüştü. "Dişe mi tıklamam gerekiyor?" diye sordum gözlerim ondayken.
Sorumla kaşlarını çatıp bana baktı, "Diş mi?" Oradaki ışığı işaret ettiğimde çoktan silinmiş, farklı dillerde merhaba yazıları çıkmıştı. "Ekrandaki beyaz şey işte." dediğimde gülecekken alt dudağını dişleri arasına almış ve bunu durdurmuştu. Başını yana çevirip birkaç saniye bekledi ve tekrar döndü, "O diş değil, elma. Isırılmış elma." Telefonun arkasını çevirerek aynı şekildeki işareti gösterdi.
"Elma mı?"
"Bu yaprağı," noktayı işaret etmişti, "Bu da ısırılmış elma." Kaşlarımı kaldırdım. Evet, elmaya da benziyordu. "Nasıl dişe benzetirsin?" Sesi eğlenir gibi çıkmıştı. Tek kaşımı kaldırdım, kaldıramıyordum ama kaldırmış gibi yapmıştım. "Arka dişlere benziyor, yanı da kırılmış işte." diyerek omuz silktim.
Başını iki yana sallarken telefonun önünü çevirmiş tekrar bana vermişti. "Alttaki ince çubuğu kaydır," diyerek birkaç komut vermişti. "Senin hesabın da yok," derken telefonu elimden alıp on-on beş dakika bir şeyler yaparak elime tutuşturdu tekrar. Ekranı işaret ettiği için yanıma yaklaştığında hissettiğim acı kahve kokusuyla biraz gerilemiştim. Kahveyi pek sevmezdim, acı kahveden ise nefret ederdim.
"Ekrandaki kutucukların altında neler olduğu yazıyor zaten," dediğinde bahsettiği ekranı ve yazıları inceledim. Mesajlar, takvim, fotoğraflar gibi birçok şey yazıyordu. "Mesajlar biriyle mesajlaşmak için kullanılıyor."
"Nasıl yani?"
"Mektuplaşma gibi düşün, bu ise elektronik bir ortamda. Kağıt yok telefon var. Telefonla yazışabiliyorsun." Aralanan dudaklarımı kapatıp yutkundum, vay canına. "Sol en alttaki yeşil kutucuk telefon. Oradan bu telefonda kayıtlı olan bir numarayı arayıp konuşabiliyorsun."
"Gerçekten mi?" diye sorarak ona döndüğümde ekrandaki bakışlarını bana çıkardı, benim şaşkın tepkilerime o daha çok şaşırıyordu. "Gerçekten," diyerek önüne dönmüştü. "Şimdilik sadece bunlar ilgilendiriyor seni, zamanla hepsini keşfedersin. Bir deneme yapalım," sol alttaki yeşil kutucuğa getirdi parmağını, "Buna tıkla."
"Tıklayayım mı?"
"Evet, dokun." İşaret parmağımı uzatarak dokunduğum kutucukla bir anda beyaz bir ekran çıkmış ve kişiler başlıklı bir yazı belirmişti. "En altta neler olduğu yazıyor, klavye yazan yere tıkla," dediğini yaptığımda sayılar çıkmıştı ekrana, sırıttı, "Her yiğidin harcı değildir numaramı almak, ona göre..." derken sesinde eğlenir bir tını vardı. Ne demek istediğini anlamayıp ona baktım, "Numaranı mı alacağım? Her hattın kendine özel değil mi, neden seninkini alıyorum?"
Parmaklarıyla dudaklarını kapatırken gözü odada gezindi, "Numara almak," derken düşünüyordu ne diyeceğini, "Argo ne demek bilir misin?"
Başımı olumlu anlamda salladım, "Bir keresinde küçükken babama sormuştum, bahçedeyken korumalardan biri telefonda konuşuyordu." Anlatırken bana döndü, "Piç, demişti." çekinerek dediğim şeyle gözleri açılırken alt dudağımı ısırdım, serseri biri değildim, sadece o adamın dediğini söylüyordum.
"Babam da argo bir kelime olduğunu söylemişti. Argonun ise serserilerin ya da eğitimsiz kimselerin kullandıkları sözcükler olduğunu anlatmıştı. Sonrasında o korumayı eğitmek için göndermişti. Bir de kitaplarda görüyordum, peşine sözlük karıştırmaya başladım ve çoğu kelimenin anlamını babama sormadan da öğrenebildim." Söylediklerimde her zaman dudaklarını bastırıyordu, komik olan bir şey yoktu oysaki.
"Tamam işte, numaramı seninle paylaşmam ve senin de kaydetmen argoda numara almak olarak geçiyor." diye açıkladığında kaşlarım çatıldı, "Argoysa neden kullanıyorsun? Serseri misin?"
Sorduğum soruyla kendisini tutamamış ve sesli bir şekilde gülmüştü. O, babasıyla gerçekten benziyordu. Bilinmeyen bir kadının bahsettiği gibi, göz altlarında hafif morluklar olsa da, aydınlık ve canlıydı yüzü, saçları da gencecik. Yakışıklı sayılıyordu sanırım, bilinmeyen kadın yakışıklı diye hitap etmişti o adama çünkü.
Yakışıklılık nasıl olurdu bilmiyordum, kitaplarla düşlerim vardı, yakışık kelimesi değişkendi. İnsanları hiç konumlandırmamıştım güzel-çirkin kategorisinde çünkü hiç insan olmamıştı etrafımda. Bahçedeki birkaç adam dışında.
"Hayır. Argo sadece serseri ve eğitimsizlerin kullandığı bir dil değildir. Örnek veriyorum: okul argosu, kışla argosu, gençlik argosu... birçok argo çeşidi vardır. Kelimelere farklı anlamlar yükleniyor. Bu da gençlik ya da sokak argosu diyebilirim." diyerek gözlerimde göz gezdirdi, "Anlıyor musun?" Başımı aşağı yukarı salladım, sözlükte böyle bir tanımın da geçtiğini hatırlıyordum. "Evet."
"Güzel. Şimdi söylediğim sayılara tıkla." dedi ve on bir rakamdan oluşan bir sayı söyledi. "Altında numarayı ekle yazıyor, ona tıkla ve yeni kişi yarat yazan kutuyu seç." söylediklerini yapıyordum. Ad yazılı bir boşluk ve harfler belirmişti. "Adımı yaz ve sağdaki bitti yazısına tıklayarak kaydet numarayı. Bu sayede telefonda hazırda bulunacak." dediği gibi Aral yazarak kaydettim. Elini siyah kot ceketinin cebine atarak kendi telefonunu çıkarmıştı, "Beni ara," diyerek nasıl arayacağımı anlatmış ve kendisini çaldırmıştı. Bu melodi yemekte çalan melodiydi.
Melodiyi sonlandırdığında ekrandaki arama da sonlandı. Mesajlar kısmını da açıp birkaç mesaj yazarak nasıl olduğunu anlatmıştı. "Vay canına..." diyerek uzunca baktığım ekrandan Aral'a çıkardım gözlerimi. "Bu gerçekten ilginç ve işe yarar bir şeye benziyor."
"Öyle. Daha birçok şey var." dediğinde, aklıma gelen şey heyecanlandırmıştı beni. Bir dizimi kırarak ona dönüp oturdum. "Bugün baban beni almaya geldiğinde babamı izletmişti bana. Yani büyük bir dikdörtgen içindeydi," diye anlatırken araya girmişti. "Bilgisayar."
"Babamın görüntüsü vardı. Ondan sende de var mı? Babamı tekrar izleyebilir miyim?" Sorduğum soruyu yanıtlamadan önce beni süzmüştü. Kazağımın bir kolu yukarı doğru kıvrıktı, istemsizce elim oraya giderken indirip kol ucunu avucumun içine aldım. "Bir laptop ayarlarız sana da, izlersin ne zaman istersen."
Gülümsedim. Bugün aldığım en güzel haber olabilirdi ya da artık öğrendiğim güzel bir bilinmeyen. "Teşekkür ederim."
"Rica ederim." Konuşmamızın sonlandığını düşünerek kalkmasını bekledim. Birkaç dakika öylece durmuştu, bir veda sözcüğü mü söylemem gerekiyordu? Bilemiyordum ve yanlış anlaşılmaması için de demiyordum bir şey. Pencereden baktım, bahçe ışıkları yanıyordu hava karardığı için. "Yarın dışarı çıkacağız," Havuzda olan bakışlarımı çekmemiştim ona. Bu cümleyi Tayfun Abi'den duyardım ayda bir defa. "Üniversitene gideceğiz." Ceketinde gezdirdim gözlerimi, telefonunu iç cebine iliştirmişti. "Ne yapacağız?"
Dudaklarını aşağı doğru kıvırmıştı, "Dağkan Kaleli'nin emri, gider döneriz. Arkadaşlarınla da buluşabilirsin istersen."
"Arkadaşlar mı?" Bir anda dökülen bir soruydu. Mırıltı gibi çıkmıştı, bu kadar yakınımda olmasa duymadığından emin olurdum. Derin bir nefes aldı, "Ya da arkadaş?" Şaşırdığım nokta çoğulluğu değildi ki -lar ekini kaldırıyordu. Ben kalabalığa uzaktım, ben buluşmalara uzaktım. Buluşmalar yoktu benim hayatımda, kavuşmalar vardı o da babamlaydı. Dudaklarını yalayarak gözlerini odada gezdirdi, sanki söyleyeceği şeyden rahatsızdı. "Ne zamanları çıkardın dışarı?"
Sorusuyla ona dalan gözlerimi kırpıştırdım, o ise bana bakmıyordu. "Ayda bir." Cevabımla gözlerini kapatmış bir süre beklemişti. Dudaklarını ıslattı, gözlerini açtı. Gözlerinin rengi siyahtı, renk yoktu, gerçekten siyahtı. Bakınca zifiride kayboluyor gibiydi insan. Ayaklandı, kapıya doğru ilerledi. Bir şey söyler diye bekliyordum çünkü yutkunmuştu, adem elması oynamıştı. Kapıyı açtığında dışarı çıkmadan önce durdurmuştu adımlarını. Yarım bir şekilde çevirdi bedenini, bana baktı.
"Sana ait olan çok şey seni bekliyor, Mizan. Bir an önce hayata atılıp bunları almaya bak."
Bana ait çok şey varken benim ait olduğum hiçbir şey yoktu.
——
İlk izlenimlerinizi alabilir miyim?
Baş karakterler olan Lila, saflığıyla ruhumuza dokunurken; Gurur Aral, hissettirdiği yoğun duygularla bizde çokça farklı yerler edineceğini düşünüyorum.
Düşlerinizde onlara da yer açtığınız için teşekkür ederim… çokça sevgi ve saygı 🤍💫
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.96k Okunma |
264 Oy |
0 Takip |
32 Bölümlü Kitap |