29. Bölüm

Bölüm 10: Mazi - Kısım 3

Destina
destinasyon

Bayram şerefine bir kısımla daha Pinhan’ın 10. bölümünü tamamladık! İlk kısma da yorum gelince daha hızlı paylaşmak istedim 💫

Bir önceki gelişimizde hava karardığı için etrafı net görmediğim halde beğenmiştim, şimdi ise girişten gördüğüm kadarıyla beğenim oldukça artacaktı.

“Gurur, oğlum? Geleceğinden haberim yoktu.” diyerek bir kulübenin arkasından bu tarafa doğru gelen adamla etraftaki gözlerimi ona çektim. “Haber edeydin ya, hoş geldiniz?” Yanımıza geldiğinde gözleri bana değip tekrar Aral’a bakmış ve tam temas bir tokalaşma yapmışlardı. “Valla benim de yoktu Dayı, kapanışa denk geliyoruz diye de yormayayım dedim.” Dayı mı?

“Estağfirullah Gurur’um ne yorması? Hangi rüzgar attı? Haftasonları uğramazsın.” Tayfun, diye araya girip kelime oyunu yapsam ayıp kaçar mıydı? En iyisi kendi kendime gülmekti çünkü adamın Tayfun abiden haberdar olduğunu sanmıyordum.

Aral elini bana yaslarken “Lila,” dedi. “Akşam geldiğimiz için pek görememişti, gün ışığıyla görsün dedim.”

“Hoş geldin kızım, açık havada daha güzeldir buranın şöleni,” diyerek bana bir baş selamı verdiğinde gülümseyerek karşılık vermiştim. “Ben sizi tutmayayım o zaman, bir saate hava kararır, anca gezersiniz. İste erkenden kapayalım Kaleli’m?”

“Eyvallah Dayı’m, hiç gerek yok. Çok yoğun değil zaten.”

“Hadi oradan yoğun olsa kabul edeceksin sanki? İcabet gereği soruyorum,” derken beni bulmuştu gözleri, “Hep böyledir bu oğlan, kızım. Ya mesai öncesi ya sonrası, oysa bir sözüyle-”

“Estağfirullah Dayı’m,” diyerek bir bakış atmıştı adama.

“E iyi madem, ihtiyaç olursa buralardayım ben.”

“Sağ olasın.” diyerek baş selamı verdiğinde Aral, adam uzaklaşmıştı. “Dayı mı?” diyerek soru yönelttiğimde bana çevirdi başını. Akrabalık ilişkilerini pekâlâ biliyordum, annesinin kardeşi miydi? “İsmi Dayı.”

“Nasıl yani? Dayı mı koymuşlar adını, herkes mi Dayı diyor?”

“Aynen öyle.”

“Buradan mı sorumlu, önceki gelişimizde yoktu?”

“O zaman izinliydi.”

“Anladım… bir saat sonra da beş olacak saat, kapanıyor demiştin o saatte?” Sorun olur mu diye hatırlatma yapmıştım sorarcasına. Gülümsedi, “Sorun değil, istediğin kadar durabiliriz.”

“Güzel, o zaman direkt karşıdan başlayalım mı? Geçen sefer şu göletlerin olduğu yerdeydik.” Altı adet ayrım vardı, tam karşısı tamamen ağaçlıkken diğer yanlarda göletler görünüyordu. “Başlayalım.” diyerek başını sallayıp onaylamıştı beni.

Karşımızdaki yola doğru ilerledik. Rengarenk ağaçlar vardı, önlerindeki tabelalar ne olduklarını anlatıyordu. Evimin manzarası ormana baksa da daha önce kırmızı yaprakları olan bir ağaç görmemiştim, altın sarısı, kurumuş kahve renkleriyle doluyordu hep pencerem. “Aral, şuna bak!” Patikadan çıkıp ağaca doğru ilerledim. “Kırmızı ağaç mı olur?! Ama çok hoş durmuyor mu? Çok tatlı.” diyerek yere düşen bir yaprağı elime aldım, “Özlem buraya bayılır, onunla da gelelim bir gün, lütfen?”

“Geliriz.”

“Sen buraya çok mu geliyorsun? O adamla tanıştığına göre öyle sanırım.”

“Çok denemez, boş olduğu vakitler. Ama Dayı’yla tanışıklığımız buradan değil.” O konuşurken ben patikaya tekrar çıkmıştım, kocaman ormandı burası, sadece bitkiler değil hayvanlar da yaşıyor olmalıydı. “Anladım… burada sincap falan var mı? Bir sürü hayvan olmalı!”

“Tabii, çok uzaklaşırsan kurtlar bile kaçırabilir Prenses!”

“Ya Aral! Dalga geçme, yok mu?” Gülümseyerek bana yetişti, aslında hızlı gitmiyordum sadece sağa sola bakındığım için tek bir noktada durmuyordum. “Var. Sincap, ördek, kuğu, kaplumbağa, çeşitli böcekler, yılan dahi çıkabilir. Bakir bir orman, hiçbir şekilde müdahale edilmiyor,” elimdeki yaprağı işaret etti, “Düşen bir yaprağa bile, bilimsel inceleme ve gözlem alanı olarak kullanıldığı için.”

Kaşlarım havalanırken gözlerimi açarak ona baktım, “Düzeni mi bozdum?!” Abartıyordum. “Hem de nasıl…” diyerek oyunuma katıldığında gülerek ilerledim.

Oldukça çok çeşit vardı, tabelaları okuyor, patikadan çıkıp içerilere giriyordum. Bazı sorduğum türleri Aral’ın bilmesi şaşırtıyordu. Çoğu şey hakkında bilgi sahibi olması ilginç olsa da ezberinin kuvvetli olduğunu sergiliyordu.

Patikadan sağa doğru kayarak gördüğüm renkleri ezberlerken ona dönüp geriye doğru yürümeye başlamıştım. Düşmemek için yavaştı adımlarım, “Babam beni bir keresinde hayvanlarla dolu bir bahçeye götürmüştü. Ben, babam, Tayfun abi ve hayvanlar vardı sadece. Sadece birkaç kişi mi girebiliyor yoksa babam benim için rezerve mi ettirmişti?” Soyutlama kavramı en fazla bu kadar yumuşatarak söylenebilirdi. Aral da bunu fark etmiş olacak ki gözleri kısılsa da dudağının bir kenarı trajikomikliğine kıvrılmıştı, “Rezerve.” diyerek.

Hiç değilse gerçekleri veriyordu bana.

Dudaklarımı ıslatırken önüme döndüğümde karşıdan birinin geldiğini gördüm. İlginç olan ise bu biri tanıdıktı. Elindeki defterle bize doğru ilerliyordu, başı eğik.

“Çağlar?”

Aslında seslenmemiştim, şaşkınlıkla mırıldanmıştım ama duymuş ve başını kaldırmıştı. Kaşları inerken bir bana, bir Aral’a değdi gözleri, “Lila?”

Duraksadığımda karşı karşıya gelmiştik, Aral ise anlamayan bakışlarıyla yanımdaydı. Ona açıklık getirmek için, “Çağlar şey, Özlem’in, arkadaşı.” diye söylendim.

Bir anda karşılaştığımız için ne diyeceğimi bilemediğimden duraksayıp duruyordum. Aral araya girerek “Gurur Kaleli.” deyip elini uzatmıştı.

“Kaleli?” diyen Çağlar’ın kaşları havalandı, soru değil de şaşkınlık gibiydi. “Çağlar.” diyerek kendini tanıttı hemen ardından.

“Çağlar?”

“Çağlar Türkoğlu.”

Aralarındaki anlamsız isimleşmenin arasına girdim, “Şey… seni burada görünce şaşırdım. Ne yapıyorsun?” diye sorduğumda defterini kaldırdı, “Yazıyordum, makalenin bir bölümünde buradan bahsediyorum,” diyerek yanımda bulunan Aral’a baktı.

Sanırım bugün iyi günündeydi, birkaç kelime yerine cümle kuruyordu. Çağlar dengesiz biri olduğu için soğuk haliyle iletişimdeymiş gibi yaklaşıyordum, cevabına göre şekillendiriyordum. Özlem’den almıştım bu taktiği de.

“Yazar mısınız?” soru Aral’dan gelmişti.

“Evet. Aslında ticaretle uğraşıyorum, yan meslek diyebilirim. Size sormam pek gerçekçi olmaz, siyasetle uğraştığım için katkınızdan tanıyorum.”

“Siyasete değil de devlete katkı diyelim.” diyerek düzelttiğinde başıyla onayladı Çağlar, “Ayrı şeyler tabii… neyse,” bana değen gözleri tekrar Aral’a çevrildi, “Daha fazla vaktinizi almayayım, birazdan kapanıyor zaten, memnun oldum tanıştığıma.”

Tekrar elini uzattığında Aral da karşılık vermişti, “Eyvallah.” diyerek.

Yanımızdan ayrılırken Aral arkasını dönüp gidişini izlediğinde başıyla da işaret vermişti, “Lavuk sevgilisi de mi?”

Aptalca bir gülümsemeyle karşılık verdim, “Hiç belli etmedim oysa…” dediğimde gülmüştü. Önüne döndüğünde devam etti, “Yaşı büyük, nereden tanışıyorlar?”

“Kütüphanede karşılaşmışlar.”

“Kaleli Kütüphanesi?”

“Evet, o taraflara yeni taşındığı için orada yazıyormuş artık. Burayı bildiğine şaşırdım, hiç öyle bir tipi yok. Genelde soğuk birisi.” Sağ ve sol ayrım varken sağ tarafa ilerletti beni. “Yani, ön yargı gibi olmasın ama…”

“Oldu bile, yargıcı Lila!” diyerek beni alaya aldığında elimdeki yaprağı ona attım.

“Gıcıklık yapmasan olmuyor mu?”

Gülerek gittiğim yolda beni yönlendirdiğinde göletlere doğru gittiğimizi fark ettim. “Ördeklere baksana,” derken oraya doğru ilerledim.

İnsanlar yavaş yavaş uzaklaşıyordu, sanırım kapanış saati gelmişti. “Kuğuya da benziyor, hangisiydi bunlar?”

“Kuğu.” diye cevapladı. Omuz silktim, “İkisi de kuş değil mi zaten? İkiz gibiler.”

“Biri daha hırçın, prenses ve savaşçı prenses arasındaki fark gibi.” diyerek sırıttığında yüzümü ekşittim. “Ha-ha, çok komiksin A Plus!” derken aklıma gelen benzetmeyle kıkırdadım. “Ama Dağkan ve Dağhan Kaleli benzetmesi yapabiliriz.” dediğimde sesli bir şekilde gülmüştü.

Alayla dilinin ucunu damağına yaslayarak bir nida döktü, “Çok ayıp Lila…”

“Ayıp yatakta ol-” ellerim dudaklarımı bulup sıkıca kapattığında Aral’ın duyup duymadığını ölçmek için ona baktığımda saçma bir ihtimal olduğunu fark etmiştim. Duymaması mümkün değildi. Özlem beni her defasında yakıyordu!

Şaşkınca bana bakan Aral’a bir açıklık getirmek için, “Özlem, yani alışkanlık, filmlerden, öyle diyordu Özlem, bir anda çıktı.” diye saçmaladığımda bir gülüş daha işittim ondan.

Bir şey daha diyordun Özlem… siktir!

İstemsizce dudaklarımı kemirirken yüzüm buruştu, “Duymazlıktan gel Aral! Yanlışlıkla oldu, birden.” Cümle kurmayı unutmam hoş değildi.

“Acı biber zamanın gelmiş gibi?”

“Yapma…”

“Tamam tamam, gel hadi. Oturmak ister misin?” Göletin üzerinde tahtadan bir yükselti vardı, başımla onaylarken oraya doğru ilerledim. “Buraya oturabilir miyiz?”

“Tabii.” Onayıyla oturmadan önce beni durdurup üzerindeki ceketi çıkarmış ve yere bırakmıştı. İtiraz edecek olsam da artık bakışlarından nerede durmam gerektiğini anladığım için susarak geçmiştim yerime. Yanıma geçtiğinde aşağı doğru sallandırdım ayaklarımı.

“Gündüz gözüyle daha güzelmiş. Bu kadar büyük olduğunu fark etmemiştim. Artık daha sık geliriz. Yani, gelir miyiz?”

“Geliriz.”

“Baharda da çok güzel ama yazın cıvıl cıvıldır. O zaman da geliriz. Ağaçları daha iyi görebiliriz.”

“Yani,” diyerek kollarını dizlerine dayayıp etrafa bakındı, “Aslında ağaçları kış zamanı görürsün.” Kaşlarım inik olsa da gülerek ona baktım, “Nasıl yani?”

“Tüm yeşilliklerinden arınmış sadece kalan dalları, eğriliklerini doğruluklarını apaçık sergiler. Kimliğini belli eder.” İyisini, kötüsünü, yanlışını, doğrusunu gösterir. Doğruydu ve söylediği sadece ağaçlara çıkmıyordu. Bir insan için de geçerliydi, ona kış geldiğinde gösterdiği kimliğiydi aslı. “Ne demek istediğini anladım.”

“Hm…”

“Peki sana kış geldi mi hiç?” Sorumla ona baktım. Yakınında oturduğum için gelen acı kahve kokusuyla derin bir iç çektim. Bunu göğsümde biriken sıkışıklık için yapmıştım ama duyduğum koku daha çok dolmuştu içime.

Kokusunu değiştirmesini istesem, kabul eder miydi? Ben rahatsız olmuyordum ama içimde bir his beliriyordu anlam veremediğim, işte tam olarak buydu babama söylediğim tabir de. Anlam veremediğim o hisse ise acıdan ve kahveden hoşlanmamak nedenini sürmüştü.

Cevabı olmayan bir soru muydu ya da beklemediği için mi birkaç dakika cevap vermeyip bende gezdirmişti gözlerini, anlam verememiştim.

“Üşümek de lazım ama sana değil. Üşüyor musun?” Kaşlarını indirip sormuştu bu soruyu.

Nereden çıktığını kendime baktığımda aldığım pozisyonla anlamıştım. Düşünürken bacaklarımı kendime çekip etrafına kollarımı dolamıştım istemeden, farkında değildim.

“Hayır, fark etmeden yapmışım. Düşünüyordum,” kokusuyla savaştığımı söyleyemezdim, oturduğumuz yerin şeklinde gezdirdim gözlerimi, “Piyanoya benzettim, özlediğim geldi aklıma.”

“Piyano mu çalıyordun?” Şaşkındı sesi, bunu daha önce ona bahsetmediğim için ben de şaşkındım, hiç açılmamıştı konu bu yüzden değinmemiş olabilirdim.

“Evet, neredeyse her gün. Çok da severdim. Hatta Tayfun abiden isteyecektim o gün ama,” ama ona git demiştim. “Babam da hoşlanmıyor zaten evde bir şeylerin eksilmesinden ya da yerinden edilmesinden. O yüzden kenarda kaldı konu galiba.”

“Kenarda kalmasını isteyeceğin bir konu muydu peki?” Öyle sorular soruyordu ki bazen altında yatan anlamı anlayamıyordum, sadece cevap verdiğimle kalıyordum. “Pek değil sanırım. Dağkan Bey’le konuşmak isterim, evde ister mi diye. Sen sever misin?”

“Bilmem, bakarız.” Bir izin koparmalıydım, bakmamız için. Dağkan Bey’den ayrı, babamdan ayrı.

Önümden geçen kuğuyu takip ettim, öylece salınıyordu. Dün gece kesik kesik gözümün önüne geldiğinde ben de salındığımı hatırlıyordum, rezillikti.

“Aral,” diyerek ona döndüğümde göz göze geldik. “Alkolden neden hoşlanmıyorsun?”

Onu tanıdığım kadarıyla cevabı üretebiliyordum, öylesine sorduğum bir soruydu, boş da olsa onunla sohbet içerisinde olmak iyi hissettiriyordu ama onun için zorlayıcı bir soru olsa gerekti, bir müddet takılı kaldı bakışları.

“Aklımı alan pek çok şeyi sevmem…”

“Tahmin etmiştim,” diyerek omuz silktim, “Yani böyle bir cevap vereceğini ki haklısın da, dün yanlışlıkla deneyimleyince görmüş bulundum.”

Oturuşumu bağdaş kurarak değiştirdiğimde bir dizim bacağına fazlasıyla yakındı. “Bilerek içmedim biliyor musun? Apar topar çıkarken mekandan susamıştım, benim bardağım o olunca bir anda dikmiştim.”

“Ha şu konu,” deyip yan yatırdığı başıyla bana baktı alttan.

Aceleyle araya girdim, açılmamalıydı. “Yok yok o konu, açılmasın hiç. Başka konuya geçelim, mesela beni kaçta alacaksın gece?”

Bir gülüşle “Anlaşıldı,” dedi.

Anlaşılmadı şahsen, anlamadım şahsi olarak. “Ne zaman almamı istersen.”

“Bilmiyorum ki, ararım o zaman. Fark eder mi?”

“Hayır.”

“O zaman,” derken kucağıma doğru eğildim, “Hava kararmadan,” yüzümü ona çevirdiğimde ne diyeceğimi dinliyordu, “Biraz daha gezelim!”

Benden çıkan bu fikir pek de olur değilmiş aslında. Pekâlâ çok fazla uzaklaşıp çokça şey görmüş olabiliriz, yorulunca ise yine aynı konumumuzda göleti izleyerek dinlenecekken gülmekten yorulmuş olabiliriz ama saatin nasıl geçtiğinin farkında değildik ve geç kalıyordum.

Aslında Aral beni uyarsa da bunu dikkate almamıştım ve tamamen suç bendeydi.

“Sorun etmesi gereken kişi Atalay’ken Özlem oldu, ilk eğlencene ben hazırlayacaktım seni deyip yakınıyor…” derken mesajlaştığım telefonu çantama attım. “Ona gidecektim, birlikte hazırlanacaktık ama daha fazla gecikip bekletmek istemiyorum. Beni eve bıraktıktan sonra işin var mı, partiye de bırakır mısın?”

Yolu izliyordu, sorumla bana bakıp tekrar çekti gözlerini. “Olur.”

“Kaçta evde oluruz?”

Hızını artırırken, “Yarım saat.” diyerek yanıtladı.

Atalay’a geç kalacağımı söyleyip orada buluşabileceğimizi belirtmiştim. Onun da işi uzun sürdüğü için bir problem çıkmamıştı.

Yavaşça telefona uzanıp müzik açacağım sırada ekranda Özgür’ün ismi göründü, aynı zamanda arabada telefon melodisi duyuldu.

Aral “Açabilirsin.” dediğinde telefonu yerine bırakırken araba ekranından yanıtladım.

“Gurur,” diyen Özgür’ün sesini ilk defa bu denli soğuk duyuyordum.

“Lila yanımda.” İkaz etmişti sanırım Aral.

Derin bir iç çekişini duydum, “Pürüz çıktı.”

“Gelince konuşuruz.”

“Kaç saate gelirsin?”

“İki-üç.” Hazırlanmamı ve beni bırakmayı hesaba katıp bu saati vermişti. “Beni eve bırakıp gidebilirsin, Rıza abiyle giderim.” diyerek araya girdiğimde başını yukarı doğru kaldırmıştı hayır anlamında.

“Sen mekanda kal hatta Utku’yu da al, Asi’ye söyle ne dediysek aynen o, Poyraz da, Zamir ve Yosun’la birlikte hareket etsin. İki üç saate geçeceğim Asi’nin yanına.”

“Anlaşıldı.” diyerek telefonu kapattı Özgür.

“Gerçekten Rıza abiyle,”

“Lila,” araya girerek bana baktı, “Rıza abin müsait değil.”

Başımla onayladım. Sadece onayladım çünkü konuşmakta zorlanılacak gergin bir hava bırakmıştı Özgür.

Yarım saat yolları ve Aral’ı izleyerek geçmişti. Malikaneye girdiğimizde blöf yaptığını düşünüyordum fakat gerçekten de Rıza abi ortalıkta görünmüyordu. Dağkan Bey’in de evde olmadığını söyleyen Aral hazırlanmaya çıkmadan önce bir şeyler atıştırmam için ısrar edip mutfağa yöneltmişti beni. Neslim Hanım’ın biz gelmeden önce atıştırmalıkları hazırladığını görünce hızla bir şeyler yiyerek odama çıktım. Beş dakikalık bir duşu saçlarımı ıslatmadan aldım, Özlem’le anlaştığımız gibi tülle sarılı lila elbisemi giyecektim.

Aslında her zaman giydiğim bir kıyafet değildi çünkü ilk elbisemdi bu. İki yaşımda ilk elbisem, Tayfun abinin hediyesiydi. Ben ise sadece bir bacağıma olacak elbiseyi tekrar giymek istediğimde altı yaşındaydım. Bu yüzden babam her küçüldüğünde aynı elbiseyi bir beden daha büyütmüştü.

Doğum günlerimde giyerdim, Tayfun abinin yanına koşup etrafımda bir tur döndüğümde, nasıl olmuşum, beğendin mi diye her defasında aynı soruyu sorarak sabırsızlıkla iltifatını beklerdim.

Aslında şimdi de bunu giymek yerine farklı bir şeyler bulmalıydım, Tayfun abi bir daha gelmeyecekmiş de doğum günlerimde giyemeyecekmiş gibi erkenden üzerime geçirmem hoş hissettirmiyordu ama daha fazla geç kalamazdım.

Hızlıca hazırlanıp saçlarımdan birkaç tutamı ardımda birleştirerek bir ceket aldım elime. Özlem, güzellik için üşümeye değer diyerek kendince bir atasözü uydursa da üşümek sinirlendiriyordu beni.

Atalay’a çıktığımı bildirdiğim bir mesaj atarak odayı toparlayıp Aral’ın odasına ilerledim. Kapıyı çalacakken koridorun sonundan Neslim Hanım’ın sesi duyulmuştu. “Lila Kızım, Gurur Bey seni aşağıda, bahçede bekliyor. Biraz önce çıktı.” Elimi kapı kulbundan çekip ona döndüm, “Teşekkür ederim, ineyim o zaman…” diyerek merdivenlere doğru ilerledim.

Avluya çıktığımda kale sütunu heykelinin önünde aracın kapısına yaslanan Aral’la bakışlarımız buluştu, saçlarımda ve yüzümde gezinirken üzerime kaydığında gözleri, oldukça oyalanmıştı elbisemde.

Dudakları aralandığında yanına varmadan önce konuşacağını düşünmüştüm ama hiç sesi çıkmamıştı. Öyle ki karşısındayken de göğsünün belirgin bir şekilde inip kalkışından derin bir nefes aldığını anlamıştım ama bu bile sessiz olmuştu. Beni böyle beklemiyor gibiydi ki elbiseden gözlerini çekememiş ve birkaç kere gözlerini kırpıştırmıştı.

Nihayet dikkatini bana verdiğini düşünecektim ki saliselik gözlerime değip tekrar elbiseye indirdi bakışlarını.

Pekâlâ, birkaç haftadır spor giyiniyor olabilirdim ama abartılacak kadar hazırlanmamıştım. Ki süslenmeyi sevdiğim için keyfen özen gösterdiğim birkaç gün olmuştu üstelik, onlardan farksızdım bugün de.

Gözlerini kapatırken tekrar bir nefes çektiğinde bu sefer sesli olmuştu. Ortamdaki anlam veremediğim havayı dağıtmak için gülümseyerek Tayfun abiye yaptığım gibi Aral’ın karşısında da etrafımda döndüm, “Nasıl olmuşum, beğendin mi?”

Buruk bir tebessüme dönüştü gülümsemem, ister istemez aynı ses tonu ve heyecanla söyleyivermiştim.

“Aa…” şaşkın çıkan bir nidayla cevap vermek isteyen Aral’ın konuşurken duraksadığını ilk defa görüyordum. “Gü-güzel.”

Ardındaki kapıya dönüp açtığında binerken gözlerinin kısıldığını görmüştüm ve bu hallerine anlam veremiyordum.

Yerime geçtiğimde kemerimi takmış yanıma gelmesini bekliyordum fakat hâlâ dışarıdaydı. Arabada çalan telefonla daldığı yerden koparken nihayet yerine gelmeyi başarmıştı. Arayan Poyraz’dı ama yanıtlamayıp kapattı.

Yerine geçtiğinde illaki bana değen gözleri şimdi hiç değmeden arabayı çalıştırmış ve yola koyulmuştu. Yanıtlamadığı telefon benden önce telefonda konuştuğunu ve o tarafa gerildiği seçeneğini ekliyordu. Gergin miydi, onu da çözememiştim gerçi.

Bir şeyler söyleme ihtiyacı duydum, “Ben de en fazla bir saat kalırım orada, biraz gerginim, sen ya da Özlem’siz kalabalığa girerken tereddüt ediyorum. Erken kalkmak istersem ararım seni, olur mu?”

Oynayan adem elması yutkunduğunu belli ediyordu, “Olur.”

Yol boyunca tek söylediği buydu, olur.

Lila: Özlem! Soru sorma lütfen sadece soruma cevap ver, lütfen, lütfen, lütfen…
Lila: Diyelim ki birkaç saat öncesine kadar iyi olduğun bir çocuk saatler sonra seni görünce suspus olup tek bir kelime dahi etmiyor, sence nedendir?

Yaptığım şeyin saçmalığına yüzümü buruşturmuştum. Aral’ı anlayamamış olabilirdim ama bunu bir başkasına sorarak çözümlemek çok saçmaydı. Mesajı silmeye yeltendiğimde geç olduğunu Özlem’den gelen mesajla anladım.

Özlem: O birkaç saatte bir eğlence için süslenip, hazırlanıp mı çıkmışım çocuğun karşısına?
Lila: Evet! Ama sana güzel ve olurdan başka bir kelime etmemiş…
Özlem: Kesinlikle çocuğun dili tutulmuş bana, ah guruRomeo…

Lila: Ne?

Varana kadar soruma beklediğim cevap bir türlü gelmemişti. Araba durduğunda ise Aral’a bakmıştım. Elini ensesine atıp bana dönmüştü, nihayet bakabilmişti çünkü yol boyunca ısrarla bakmadığına emindim. “Dikkat et olur mu?”

Bu sefer sadece “Olur.” cevabı bendendi. Belli belirsiz bir tebessümle önüne dönüp tekrar bana çevirdi bakışlarını, “En ufak bir durumda beni arıyorsun.” Bunu bir cevap beklemeden söylemişti çünkü cümlesini bitirdikten sonra önüne bakmıştı.

Başımla onayladım, “A Plus,” dediğimde bunu beklemezmiş gibi gözleri bir an beni bulmuş, ardından kaçırmıştı. Çekmemiş de cidden kaçırmıştı.

“Merak etme,” ona bakarken camının dışında, karşı kaldırımdaki bahçe kapısı önünde bekleyen Atalay çarptı gözüme. Cümlem yarım kalmıştı ama belli olmamıştı, sadece bu kadarmış gibi kesilmişti.

“Görüşürüz.” dediğimde karşılığını verince kapımı açıp inerken onun da indiğini görmüştüm. Önden dolaşıp yanından geçerken hafifçe elimi kaldırıp görüşürüz mahiyetinde selam verdiğimde gözlerini yumdu.

Karşıdan karşıya geçerken beni gören Atalay yüzüne tebessüm eklerken arkama kaydı bakışları. Yanına ulaşana kadar gözlerini oradan almamış ancak vardığımda bulmuştu beni.

Tebessümü büyüdü, “Bu ne güzellik böyle?” diye ekledi. “Tamam, güzellik diye her karşılaşmamızda belirtiyorum da… bu gece, her saniye belirtmem gerekiyor sanırım.”

Gülümsedim, Atalay iltifat etmesini oldukça iyi biliyordu. “Teşekkür ederim.” derken bakışlarıyla ortamı ısıtarak elini uzattı, “Prenses izin verir mi? Şövalye ilk balosunda eşlik etmek istiyor.”

Gülüşümü tutamayıp yanıtladım onu, “Atalay…” sözleri tatlı ve eğlenceliydi, ne cevap vereceğimi bilemediğim için ismiyle yetinmiştim.

Gülümsemeyle karşılık verip eli belimi bulduğunda “Buradan,” diyerek beni bahçeye yönlendirerek karşıda bulunan kapıya ilerletmişti.

Çantam açık kaldığı için kapatmaya yeltendiğimde bir bildirim geldiğini duyunca telefona yöneldim. Aral’dan olabileceğini düşünürken Özlem’dendi.

Özlem: İyi olduğum bir çocuk diyorum, kesin hoşlandı benden bu yüzden de diyemedi hiçbir şey, onun yanında değilim ne de olsa, ama çok beğendi beni. Beni beni, beni…

Beni. Omuzlarım ardında hissettiğim ağırlık Atalay’ın elleri olamazdı çünkü sadece bir eli belimde konumlanmıştı, yanıma döndüğümde Atalay kapıyı açıp bana önden yol vermişti. Birden gelen refleksle omuzlarım üzerinde arkama baktım.

Bakışlarındaki ağırlık, omuzlarım ardındakini açıklıyordu. Ve ben gidene kadar hep oradaydı.

“Hoş geldin aslanım.” diyen Liman, Gurur Aral’a elini uzattığında karşılık verdi. “Hoş bulduk.” Kısa kesmişti, hatır sorma işini de unutmuştu çünkü heyecanlıydı, bugün yirmi dört eylüldü. Liman’ın kucağındaki Lila’ya yönelmeden önce, “Gurur Aral.” diye araya giren Dağkan’la bakışları kesişti. Ne demek istediğini anlamıştı. “Emredersiniz.”

“Lila bebeği de alıp salona geç, geleceğiz.”

“Anlaşıldı.” diyerek verilen emri kabul edip yere indirilen Lila’nın elinden tutarak içeri geçti Aral.

Arkalarından onları izleyen Liman, Dağkan’a döndü. “En azından bu evdeyken,”

“Başlama Liman, seninki de büyüsün göreceğiz.” diyerek her zaman otoritesi üzerinde yorum yapan Liman’ı geçiştirerek ilerlemeye başladı Dağkan. Onlar da Gurur Aral’ın ardından salona girmişlerdi. “Hah ben kızımı prenses yetiştireceğim.”

“Hadi oradan!”

Sırıtan Liman, Aral’ın pantolonundan tutmuş kucağına çıkmak için bekleyen Lila’ya seslendi, “Güzel kızım, seninle anlaştık değil mi? Derslerde otorite sağlayacağım sadece.”

“Ayal!” diyerek Aral’ı çekiştiren kız kucağına çıkmakta başarmıştı. “Hayır kızım, baba diyeceksin. Aral değil, yüzümü eğme benim de şu Dağkan amcana göster gününü.”

Dudağının bir kenarı kıvrılan Dağkan, koltukta rahat bir şekilde konumlanmıştı. “Ulan sen DNA'nı RNA’nı ver, geçsin elalemin oğlunun ismi ilk kelimesi olsun, vay anasını satayım böyle dünyanın! Yazık lan Liman…”

“Hadi oradan, komutan. Küfretme kızımın yanında. Hem ha Aral ha ben,” Aral’ın yanına giderek elini omzuna attı Liman, “Değil mi aslanım?”

Babasına uyum sağlayan Aral gülmemeye çalışarak “Lila’ya sormak gerekir Liman amca.” demişti. Aralarında bir gülüşme geçti.

“Kızım büyü de şu iki Kaleli’nin hakkından gel.” diyerek alaya alan Liman aslında pek olacak bir şey söylememişti, farkındaydı, büyüdüğünde sadece ikisi kalacaktı.

Lila, Aral’ın saçlarıyla oynuyordu. Liman da Dağkan’ın yanında yerini aldığında Aral, Lila’yı onlara doğru çevirip dizinde oturttu. “İki yaşına girdi, çok çabuk büyüyor.”

“Öyle ya, ne ara geçti iki yıl?”

Gurur Aral, “Dışarı çıkıp öğrenme vakti de çoktan geldi, sosyal olarak sorunlar yaşayabilir Liman amca, erteleme daha fazla,” derken cümlesine nokta koymadan önce Dağkan araya girdi, “Gurur Aral,” ikazı hadsizlikle üssüne fikir vermesineydi. “Emrede-”

“Haklısın oğlum,” diyerek Aral’a arka çıktı Liman. Haklıydı ama… aması korku doluydu. “Bakacağız o konulara, şimdi zamanı değil. Seninle de ayrıca konuşacağız.”

“Emredersiniz.” Gurur Aral yanıtlarken Lila kucağından kayarak masanın üzerine bırakılan pakete uzanmaya çalıştı. “Hediye açalım!”

“Şimdi değil Prenses,” diyerek yanına giden Gurur Aral’a seslendi Liman ayaklanarak. “Açabilirsiniz aslanım. Bizim çalışmamız gerekiyor, birkaç saat olmayacağız, güzel bir doğum günü geçirt kızıma Kaleli.” Bir emri yine onaylayan Aral, Lila’yı ve paketi alarak koltuğa geçti. Dağkan ve Liman çalışma odasına çıktıklarında Tayfun da salona girmişti.

“Dolabında hiç elbisen yok, ilk elbisen doğum gününde olsun dedim.” Bunu içeri giren Tayfun’a da söylemişti.

“Ebise ne A Pas?”

“Bir çeşit kıyafet, aç bakalım Lila’m.”

“Kaafet ebise, açıyoyum. Bugün benim günüm! Domgünü!” diyerek alkış tutan Lila’yı gülümseyerek izliyorlardı. Gurur Aral açması için Lila’ya yardım ederek paketten çıkardığı elbiseyi ona gösterdi, “Etek! Etek!..” söylenerek ayağa kalkıp kıvıran Lila’yla bir kahkaha atmıştı iki adamda. “Ayal, etek!”

“Evet Prenses, yani… elbise ama etek de denebilir, üstü var sadece.”

“Üstü mü vay? Yenk?”

“Aynen öyle, rengi de lila,” Üzerini çekiştiren Lila’ya yardımcı olarak taytını ve tişörtünü çıkartıp elbisesini giydirdi Aral, tebessümle süzdü küçük kızı, “İşte şimdi Lila oldun.”

Gurur Aral’ın cümlelerine gülen Tayfun karşılarına oturarak onları videoya almaya devam etti. “Ve… bir kitap.” diyerek paket içinden çıkardığı çocuk kitabını Lila’ya uzattı. Bu hikaye, Lila’nın hikayesiydi, Aral’ın her defasında anlattığı masalı her daim yanında bulundurması içindi kitap haline getirmesi.

“Kipat!” diyerek çığlık atan kız, Gurur Aral’ın üzerine atlarken boşluğa denk geldiği için düşeceği sırada kollarını uzatan Aral onu tutarak kendine çekti, “Lila!”

Lila’nın kahkahaları ardına şaşkınca ona bakan Aral gözlerini açmış ve “Cimcime! Çok fenasın,” diyerek burnunu sıkıştırmıştı.

“Aklımı alıyorsun!”

Bunu her defasında yapıyordu Lila, bir oyun haline getirmişti düşmeyeceğini ve korunacağını bildiği için.

“Tutacağını biliyor, atıyor kendini cadaloz.” diye araya girdi Tayfun. “Aklımızı alıyor ama akıl alan şeylerde insanın kötülüğüne olur, bu yaramaz dengemizi mi bozdu ne?” Belki ileride karşılaşırlardı ve bu videoları izletme imkanı olurdu, amacı buydu Tayfun’un.

“Aklını alan şeylerden uzak duracaksın der Liman amca, Lila’yı bunun dışında tuttuğuna eminim. Lila aklımızı alsa da diğer şeyler gibi uyuşturmuyor, kendine getiriyor.” Lila’da gezdirdiği gözleriyle tebessüm etti, “Aklımı alan pek çok şeyi sevmem, sadece Lila.”

“Ayal neyi sevmiyosun?” diyerek söylediği cümleyi tam anlayamadığını belirtmişti Lila.

“Sen dışında her şeyi Prenses.”

“Ben de ben de şen dışında!”

Tayfun’a kaydı bakışları, “Baksana, hayatımıza girdiğinden beri duruluğu tattırıyor bize. Onun yanında çocuk oluyorum, onun yanında kendim oluyorum.”

Derin bir iç çekti Tayfun, “Öyle,” diyerek. Kızın doğum gününde en iyi dilenecek dileği diledi kendince, “Umarım seni asla unutmaz Küçük Bey. Birbirinizi unutmazsınız.”

Çenesini sıktı Gurur Aral, yatıştırmak için kırgınlığını, “Her defasında böyle konuşuyorsun.”

“Liman Bey nedenini açıklayacak.”

“Biliyorum. Yani tahmin edebiliyorum. Bir gün tamamen koparacaksınız bizi. Sadece o gün ne zaman kestiremiyorum. Bu yüzden her boş vaktimde buraya gelmek istiyorum ya. Babamın ise tolerans göstermesindeki en büyük etken de bu, farkındayım. Sadece nedeninizi geçerli bulmuyorum, tutumunuz yanlış geliyor. İnşallah yanılırım,”

Ciddiyetle konuşan Gurur Aral’ın yanındaki Lila bir süre ilgi görmediği için bir anda “A Pas buyaya bak!” diye çığlık attığında ona dönüp elini ağzına götürdü Aral, “Tamam tamam, baktım.”

Dudaklarını kapatarak dalgalandırıp garip sesler çıkarmaya başlayınca gülüşmüşlerdi, “Yapma şöyle Lila,” diyerek geri çekilip yüzüne sıçrayan tükürükleri sildi Aral.

“İlgi de en sevdiği şey…”

“Öyle vallahi,” Lila’yı kucağından koltuğa yatıran Aral yüzünü avuçları arasına alıp sıkıştırmıştı, “Şımardı!” diyerek. Avuçları arasında çığlık atan kıza “Civleme kız!” deyince iyice çığlık çığlığa kaldı Lila. “Şakaydı! Şaka! Kız yok, Lila var, LİLA!”

Aral’ın peş peşe söylediği bu sözlerle Lila kıkırdamaya başladığında Gurur Aral gözlerini kısarak yaklaştı, “Demek oyun istiyorsun?..” dediği gibi gıdıklamaya başladığında Lila kaçmaya çalışarak koltukta bir oraya bir buraya kıvranmıştı. Çok fazla huylanıyordu. Yorulduğunu gören Aral abartmayıp oyunu keserken Lila hâlâ gülüyordu.

“Tafun abi su veyiy misin?” Susadığında suyunu her zaman Tayfun abisinden isterdi, aynı cümleyle. Gülerek ayaklanan Tayfun Lila’nın suyu için mutfağa gittiğinde Aral’ın parmaklarını tuttu Lila. “Ayal,”

“Efendim Prenses?”

“Kipat oku. Çoksel olmuş bu…” Bu ses tonu hâlâ yaramazlık peşinde olduğunun göstergesiydi. Gurur Aral’dan ya yorulduğu için uyuyacakken ya da yaramazlık yapmak istediği için dinlenecekken kitap okumasını isterdi Lila.

“Pekâlâ… fikirlerin tükendi, yeni yaramazlıklar için vakit temin ediyorsun değil mi?” diyerek uzanıp Lila’yı da kucağına çeken Aral, onun için hazırlattığı masal kitabını okumaya başlamıştı. Fakat Lila, her zaman ki gibi kitaba değil Gurur Aral’a bakıyordu.

Bu, Lila için bir rutindi. Kitap okuyan Aral’ı izlemek. Ya da oyun hazırlayan, defter karalayan, farklı işler peşinde olan Aral’ı izlemek onu sakinleştiriyordu, her gün yanında olsa sıkılmadan izlerdi.

Her zamanki uyarısını yaptı Gurur Aral, “Bana bakma, resimlere bak. Hem bu anlattığım masalın kitabı. Sadece senin masalın Lila.” Omuz silkerek onu izlemeye devam eden Lila’ya baktı Aral, “Ne görüyorsun acaba şu suratımda? Hadi dönsene önüne kızım,” derken bir anda ağzına yapıştırdı Lila.

Aral şaşkınlıkla kendini koltuktan yere kaydırmıştı, kocaman açılan gözleriyle “Lila!” diye söylendi. “Manyak mısın?”

“Namyak sen,”

Söylediği kelimeyle alt dudağını ısırdı Aral, “Hayır hayır, yok manyak falan, unutalım o kelimeyi tamam mı?” derken Tayfun’un gülüşünü işitti.

“Enerjisini ancak mutfakta atacak gibi, bir doğum günü keki mi yapsanız?” diyerek teklif sunan Tayfun’la karşılıklı sırıtmışlardı.

“Evet!” diyerek çığlık attı Lila, “A Pas! Kek, domgünü keki yapalım, vayinya kek!”

Bölüm : 07.06.2025 23:09 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...