5. Bölüm

Bölüm 2: Lila - Kısım 1

Destina
destinasyon

*Kitapta hiçbir şekilde argo ve küfür güzellemesi yapılmamaktadır fakat belli karakter tiplemeleri dolayısıyla eser miktarda kullanılmıştır.*

Yıldızcıklarda ve yorumlarda buluşalım, iyi okumalar 🤍💫

PİNHAN
BÖLÜM 2: LİLA

===

Geçtiğim yollar yabancıydı. Aslında bana tüm yollar yabancıydı; tek bir yolum vardı benim, Mizan Malikanesine çıkıyordu. Gözümü açtığımda o evdeydim, emeklerken, adımlarken, konuşmayı öğrenirken, büyürken, okurken o evdeydim. Her anım evdeydi, benim dünyam Mizan Malikanesiydi.

Şimdiyse o dünyadan çekip alınmıştım; farklı bir dünya, farklı bir evrene atılmış gibiydim. Öğrenimimi evden değil dışarıdan devam ettireceğim, yaşantımı birkaç odayla değil koca bir dış dünyayla sürdüreceğim söylenmişti. Babam karşımda değilken babamı görebileceğim ve duyabileceğim, evin bir noktasında değil her noktasında telefon ile iletişime geçebileceğim, kağıtlarla değil teknolojiyle yazışabileceğim bir dünya tanıtmışlardı bana. Ve dahasının da olacağı söylenmişti.

Bir günde bilinmezlerime yeni bilgiler eklenmişti. Bilmek değildi bu; bilinmezliğe eklenen yeni bilinmezliklerdi. Öğrendikçe daha da artıyordu çünkü bilmediklerim, şaşıp kalıyordum.

Gözümün önünden geçen ağaçları inceledim; kimi sararmış, dökülmüş, kiminin yeşilleri hâlâ ayakta kalmaya çaba sarf etmiş oksijen tüpleriydi. Aslında ay sonunda görmeliydim bunları, iznime daha vardı ama biz ay ortasında adımlıyorduk. Kurallarım dışına çıktığım için mi bilmiyordum ama üzerimde bir gerginlik vardı. Ön camda gezdirdim gözlerimi, sonrasında Aral'a döndüm. Sanki yola değil de düşüncelerine odaklıydı; sol dirseğini kapıya yaslamış parmakları dudaklarında geziniyor, sağ eli direksiyona uzanmış sabit tutuyordu.

Üzerimdeki gerginliğin kırılması ve onun da dikkatini yola çekmesi için konuşmak istedim, bir şeyler aradım hafızamda dilime dökebilecek. Arabada gezdirdim gözlerimi, "Babam arabaları büyük sever. Kapıları, camları falan da kalındır. Ben üşümeyeyim diye sanırım." Bu araba o kadar kalın olmasa da sıcaktı, güzel ısıtıyordu. "Senin babanın da büyüktü arabası. Beni almaya geldiğinde görmüştüm. O da büyük araba seviyor sanırım."

"Gizli zırhlı SUV." Mırıldanmıştı pozisyonunu hiç bozmadan, anlamamıştım. "Efendim?"

"Yok bir şey. Spor araba bu, bu yüzden küçük. Hız sevenler için."

"Hız mı?.. Ağaçların gövdesinden yaprağına kadar inceleyebiliyorum." Alaylı çıkmıştı sesim çünkü hızlı olduğunu düşünmüyordum, diğerleri gibi sakince gidiyordu.

Sıcak konuşuyordum bir de, kahvaltıda Dağkan Bey'le diyaloğumuza katılmıştı, sanırım sorun görmüyordu onunla iletişime geçmemde. "Bence büyük arabalar daha hoş." Bir kıkırtı kaçtı ağzımdan aklıma gelen benzetme ile, komikti. "Onlarınki kurt ise seninki fındık kurdu." dediğimde yüzü buruşmuş ve bana dönmüştü.

Tek kaşını kaldırdığında omuz silkip gülümsememi silmek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Önüne döndüğünde bir gözü kısılmıştı. Dudağının kenarı yavaşça kıvrıldığında sırtım bir anda geriye yapıştı.

Asfaltta bir sürtünme sesi gelmişti ve önüme baktığımda hiçbir şey göremiyordum çünkü gözüm değemeden geride bırakıyordu görüntüleri. Gözlerimin kocaman açılmasına engel olamazken istemsizce koltuk kenarlarına sıkı sıkı tutunmuş sıkıyordum. Hız sevenler dediği bu muydu? Delilikti bu, hız falan değildi. Bizi uçurmak mı istiyordu?

"Aral yavaşla!" dediğimde kolunu omuzlarımın önüne bastırırken ani bir frenle durmuştu. Siper ettiği kolu olmasa kemer olmasına rağmen ön cama yapışacağıma emindim. Dehşete düşmüş yüz ifademle parmaklarımı istemeden koluna sararken ona döndüm. "Sen deli misin?!"

Sırıtışı yüzünden silinmezken başını hafifçe yana eğip alttan bir bakış attı. "Fındık kurdu deler geçer." diyerek eski hızında ilerlemeye başlamıştı. Bir anda gelen hızın verdiği heyecanla düzensizleşen nefesimi derin bir alışveriş yaparak düzene sokmaya çalıştım. "Neden bu kadar hız ister ki insan?"

"Zamana yetişmek gerek." Omuz silkerek "Zaman zaten seninle ilerler." dediğimde başını iki yana sallamıştı. "Zaman ilerler, sen ona yetiştiğin kadar varsındır."

O zaman, zaman benim çok önümdeydi. Çünkü var olduğumu hissetmiyordum. Ona hiç yetişememiştim. "Her zaman çıkabiliyor musun dışarı?" Sorumun amacını anlamamış olsa gerek ki tepkisizdi yüz ifadesi, "Evet?"

"Bu yüzden herhalde böyle maceralar araman. Ben mesela ayda bir çıktığım için daha basit şeyler yapmayı düşünüyorum. Mesela odamın manzarası sadece orman görüyordu, bu yüzden deniz görmek istiyordum. Kumsala gidiyorduk Tayfun Abi ile. Ya da yukarılara çıkarıyordu beni, oradan bakıyorduk denizlere." Sabah, kahvaltıda da böyle açıktı dilim. Yabancılara karşı çok konuşkan olmayacağımı düşünüyordum ama gayet açıktım, bir anda dökülüyordu düşünceler dilime. Çok konuşursam ve sınırımı aşarsam rahatsız olur muydu ya da uyarır mıydı acaba?

Önünde durduğumuz devasa bir kaleydi resmen. Aral'a döndüğümde siyah kapüşonlusunun şapkasını başına geçirip üzerine siyah kot ceketini giymişti. Şapkasını tekrar arkaya düşürüp telefonunu iç cebine attı. Onu izlediğimi fark etmiş olacak ki kaşlarını kaldırırken bana baktı, "İnebilirsin?"

Tekrar önüme dönüp göz gezdirdim önümüzdeki üniversiteye. Kemerimi çözerek kapımı açıp dışarıya çıktığımda başımı kaldırdım, Kaleli Üniversitesi.

Şaşkınlığım hem etrafta gördüğüm insanlaraydı hem de üniversiteye. İsmine, cismine. "İlk yüze gireceksin Lila, okulun belli Lila..."

Planlanmış hayatımaydı şaşkınlığım. Her seferinde planlı olduğunu bilsem de yeni bir farkındalıkla yeniden şaşırmamaydı şaşkınlığım.

Kuruyan dudaklarıma bir çare bulmalıydım; şaşırdığımda, heyecanlandığımda, gerildiğimde kurumayı bırakmalıydılar.

Aral'a döndüm, yanıma gelmişti çoktan, beni ve alık bakışlarımı süzüyordu belli ki. "Kaleli Üniversitesi," dedim. Bunu soru olarak yöneltmiştim, anlamasını umdum çünkü uzatacak kadar ıslak değildi dilim. Yutkundum.

"Evet, Kaleli'lere ait."

"Babam bu yüzden..." istemişti bu okulu. Kitaplar, üniversitelerin uzaktan öğrenimi olsa da genelde örgün öğrenim olduğunu anlatırdı. Babam ise benim uzaktan öğrenimle bir müddet evden devam edeceğimi söylerdi. Belli ki dostunun olan üniversiteyi iyi tanıdığı için beni buna hazırlamış, birinciliğe oynatmıştı. Doktor olmamda kendi doktorluğunun payı vardı biliyordum ama beni böylesine sakınmasındaki payın ne olduğunu bilmiyordum. Kıskanç bir adamım demesi mi?

Derin bir nefes çektim; taze orman kokusu yoktu, kirli bir havaydı. Gecesi kirleri akıtmak için yağan yağmur başaramamış da ak ve kirin karışımı bir koku bırakmış gibi. Oldukça da insan vardı. Benim yaşlarımda ya da daha büyük, insanlar etrafa saçılmıştı. Onların da mı izin günü yoktu? Aral gibi her zaman çıkabiliyorlar mıydı yoksa herkesin izin günü bugünü mü bulmuştu?

Etrafım kitaplarda anlatıldığı gibiydi, insanlar önümden gelip geçiyordu. Çok, çok şaşkındım. En son bu şaşkınlığım üniversite sınavında gerçekleşmişti. Tayfun Abi sınav nedeniyle tüm çocukların izin günlerinin aynı güne çekildiğini söylemişti, yine de onca kişiyi bir arada görmek çok şaşırtmıştı beni, şimdi olduğu gibi.

İçeriden bir adam buraya doğru gelecekken Aral "Gerek yok," demiş araba anahtarını cebine atmıştı. "Çok kalmayacağız, kalsın." Ona döndüm, "Herkesin izin günü bugünü mü bulmuş?" Sorumun cevabını biliyordum. Daha doğrusu bir sürü cevap üretebiliyordum ama sormak istedim o günkü gibi. Benzerdi şaşkınlığım çünkü, tek fark sorduğum kişilerdi. Tayfun Abi yoktu, Aral vardı.

Elleri ceplerinde tepkisiz yüz ifadesiyleydi, "Onları tutsak eden gardiyanları yok, taştan duvarları da Prenses. İnsanların izin günü yok, istedikleri zaman çıkabiliyorlar." Tayfun Abi'nin yalanları yoktu, Aral'ın gerçekleri vardı. Gardiyan babam mıydı, Tayfun Abi mi?

Ben prenses değildim.

İzin günlerim vardı.

İnsanların izin günü yoktu.

Dedim ya, kim olduğumu bilmiyordum.

Net bir şekilde söylemişti Aral, keskin, yumuşatmadan. Haklıydı. Ona doğru ilerledim, "Neden geldik buraya?"

"Kaçıncıya soracaksın?"

"Sadece... gerek var mıydı? Çok kalabalık." Siyah kazağımı çekiştirdim. Açık mavi kot pantolonum kalçalarımı sarmasa belimden düşecekti. Kilo vermiştim sanırım, beli oturmuyordu.

"Alış, buraya olmasa da tıp fakültesine sık sık gidip geleceksin." diyerek bahçeye ilerlemişti. Peşinden gittim, hızlı yürüyordu. "Neden buraya geldik o zaman?" Ona yetişmek için kocaman atıyordum adımlarımı. "Muafiyete bu fakültede gireceksin." Bahçede bir banka doğru ilerledi, yaklaştığımızda oturarak sırtını masaya dayamıştı. Yanında dikildim, "Sınava daha çok var." Aşağıdan tepesinde dikilen bana çıkardı bakışlarını. "Fragman." diyerek bahçeyi işaret etti. Bakışlarımı bahçeye çektim.

Binaya girip çıkanlar, bahçede dolaşanlar, topluluk oluşturmuş oturanlar, kaçamak bakışlarla buraya bakanlar... ne çok insan vardı. "Her zaman böyle kalabalık olur mu?"

"Evet."

"Herkes yan yana, beraber. Ne yapıyorlar? Arkadaşlıklar gerçekten kitaplardaki gibi mi?" Sorularımın cevaplarını biliyordum, prenses olmasam da bir kalem ve gardiyanım vardı. Yine de soruyordum; belki diyordum, belkiler babamı içimde aklardı belki.

Sesli bir nefes verirken bana baktı, bu sırada yanımıza doğru gelen biri vardı. Gözü ona çarpmış olacak ki benim yanıtımı kenara koyup elini cebinden çıkardı.

Gelen çocuk Aral'a elini uzatırken o da karşısındaki çocuğa uzatmıştı. "Ulan ergenliğini atlatamadan bizi bulmuş şu piç a-" cümlesi yarım kalmıştı. Bakışları beni buldu. "Doğru ya," diyerek Aral'dan çektiği elini bana uzattı. Aral da bana döndüğünde "Özgür," demişti.

Özgür devam ettirdi, "Tam sayılmaz ama olacağız nasip olursa." Sesi eğlenir gibiydi. Gülümsüyordu. Elimi parmak uçlarımda uzatarak karşılık verdim. "Lila." Elimi geri çektiğimde uzattığım için yukarı kayan kazağımın uçlarını çekiştirdim.

"Özgür, arkadaşım. Hani şu kitaplardakinden." Aral'ın dediğiyle Özgür'ün dudağının bir kenarı kıvrılmış, sırıtmıştı. Ellerini saçlarından geçirip beline yerleştirdi. "Kitap karakteri gibi çocuğum vallahi, bir içim su." Cümleleri alaya aldığı belliydi. Kaşlarım havaya kalkarken gülmemek için dudaklarımı bastırdım, yanlış anlamıştı sanırım Aral'ı. Benim bahsettiğim dostluk ilişkilerine dem vurmuştu Aral.

"Cıvıtma," diyen Aral'a göz deviren Özgür bankı işaret etti, "Otur, ayakta dikilme." İkisi de emir vererek konuşuyordu, alışkanlıklarıydı sanırım, art niyet görmüyordum. İşaret ettiği gibi bankın diğer ucuna oturduğumda Özgür de Aral'la ortamıza geçti. Aral'a eş olarak sırtımızı masaya vermiştik. "Aral bahsetti senden, tabii Dağkan Amca daha çok bahsetmişti." dediğinde araya girdim. Resmî konuşmuyordu bana, rahatsız olmuyordu demek ki. Bu yüzden ağır üslup katıp samimiyetini bozmadım, "Dağkan Bey amcan mı?"

Bana dönerek dirseğini arkamızdaki masaya yasladı, "Hayır, samimiyetten amca derim. Aral'la... liseden beri arkadaş olduğumuz için, Dağkan Amca'yla da tanışıyorum." Anladım der gibi başımı salladım, "Gezdirdi mi bu A Plus sana fakülteyi?" dediğinde anlayamayıp ona baktım, A Plus mı diyordu Aral'a?

"Yeni geldik kardeşim." diyen Aral'ın sesi sert çıkmıştı. Kardeşim demişti, vurgulayarak. Gerçekten dost olmalılardı. Biraz öne doğru eğilerek ikisine baktım, "Çok mu yakınsınız?"

Şaşkınlığıma anlam veremeyen Özgür tek kaşını kaldırmıştı, "Evet, neden?" dediğinde elim dudaklarıma yetişemeden bir kıkırtı kaçtı ağzımdan. "Oha, Olaf gibi söyledin!"

Gülerek, "Ne?" diyen Özgür'le birlikte, bizi umursamayıp bahçede olan Aral'ın bakışları da çevrildi. "Olaf, Tayfun Abi'yle yaptığımız bir kardan adam." diyerek sesimi kardan adama benzetmeye çalışıp devam ettim, "Evet neden, evet neden diyerek konuştururdu Tayfun Abi. Onun gibi söyledin. Sen de mi öyle konuşturuyordun kardan adamını?" Taklidimle daha çok gülerken kaşlarını çatıp başını iki yana salladı, "Hayır ama bu taklidinden sonra kesinlikle konuşturacağım."

Farkında olmadan kaptırarak yaptığım hareketi söylediğinde, tepkimin yine fazla olduğunu düşünerek eğildiğim yerden geri çekilip dikleştim. Alt dudağımı ısırırken bakışlarımı bahçede gezdirmiştim. Birden heyecanlanıp tepkimi koymamalıydım, insanlar garipseyebilirdi. Buna alışmalıydım.

"Abi kızı getirdin oturtacak mısın? Dolandır da gidelim Kıralan'a." diyerek ayaklandı Özgür. "Gerçi o piçler de oradadır şimdi," diye mırıldanmıştı devamında. Kaşlarım öncesinde çatılsa da Aral yanımda olduğu için sorun olacağını düşünmeden tek kaşımı kaldırırmış gibi yapıp Özgür'e baktım. "Sen serseri misin?"

Sorumla Özgür bana anlamazca dönmüştü, Aral ise tam gülecekken kendini durdurmuş ve yanak içlerini ısırmıştı. Az önceki taklidim gibi "Evet, neden?" dediğinde dudaklarım aralandı. Yaptığı komikti ama bir serseri olduğunu söylüyordu. Yüz ifademi gördüğünde gülerek "Şaka şaka," dedi. "Ne alaka? Niye serseri oldum şimdi?"

"Şey, babam öyle kelimelerin argo olduğunu ve argoyu da serserilerin söylediğini söylemişti."

"Hangi kelime?"

"Piç."

Kahkahası resmen tüm bahçede yankılanmıştı. "Abi çok iyi ya..." derken Aral ayaklanmış benim kalkmam için de işaret vermişti, "Anlaşmamız, sen o kelimeyi bir daha söylemiyorsun ben de sana birkaç yeri gösteriyorum ve gidiyoruz. Tamam mı?" Ayağa kalkan ona baktım otururken. Bir anda sinirlenmişti, bu kadar parlayacak bir durum yoktu ortada. Başımı salladım. Arkasını dönüp ilerlerken ben de ayağa kalktım aceleyle, ona yetişmek için.

Özgür, o giderken yandan bir bakış atıp elini başının yanında sallayarak "Deli deli." dedi. Kaşlarım kalkarken göz kırptığında şaka yaptığını anlamıştım. Gülümseyerek koşar adım Aral'ın arkasından gittim. Çok hızlı yürüyordu, boyu da uzundu bu yüzden adımları büyük oluyordu ve bu ona yetişmemi daha çok zorlaştırıyordu. "Yavaşla biraz!" diye kısık sesle seslendiğimde duymamış mıydı ya da duymazlıktan mı gelmişti anlamadım. "Aral!" aniden çıkan sesimle hem ben hem o duraklamış ve omzu üzerinden bana bakmıştı.

Etrafta birkaç kişinin gözü de sesimle bize doğru dönünce gerilmiştim. Çok insan vardı ve üzerimde de çok göz vardı. Evdeki adamlar benden yaşça oldukça büyüktü ve gözleri bana değmiyor her zaman etrafta geziniyordu. Alışkın değildim birilerinin gözünü üzerimde hissetmeye, ağır gelmişti. Çok gerilmiştim.

Yüzümü öne eğip çevremi görmeden Aral'a doğru ilerledim. Ayak uçları görüş hizama girince başımı kaldırıp ona baktım, kaşlarım hafif inikti, beni etrafta bunca kişi varken yalnız bırakması hoş değildi, alışkın olmadığımı biliyordu. "Pardon, birden yükseldi."

"Bir daha olmasın."

"Sen de yavaş yürü o zaman. Çok hızlısın ve yetişemiyorum. Etrafta bir sürü kişi var." Önüne dönüp tekrar adımladığında onu kaçırmamak için ben de takıldım hemen. "İnsanlar her zaman etrafta olacak, buna alış. Seni buraya bu yüzden getirdik." Alışkanlıklarımı hemen değiştirmemi bekleyemezdi. Daha ikinci günümde bir yabancıyla diğer yabancılara alışmaya çalışıyordum, hiç değilse Tayfun Abi olsaydı daha kolay olabilirdi belki. Alış deyip dururken bunları düşünmeliydi. Acaba düşüncesiz miydi? Kitap okumuyor muydu, empati yeteneğini geliştirmek için?

Kapıdan girdiğimizde böyle bir manzara görmeyi beklemiyordum. Bahçeye kalabalık diyen ben buraya nasıl bir tabir bulabilirdi ki? Koridorlar tıklım tıklımdı resmen, insanlar gerçekten her gün buna maruz mu kalıyordu?

"Aral," fısıltıyla çıkmıştı sesim, biraz önce birkaç insanın bakışını kaldıramayan ben bunca gözü hiç kaldıramazdım. Sağ koridora döndüğümüzde ilerlerken birkaç insanın üzerime doğru geldiğini gördüm, gözleri bende olmasa da bana geliyorlardı. Gerginliğim yerimde duraksamamı ve kendimi kasmamı sağlamıştı, kıpırdayamıyordum.

Bir adım geriye attığımda bir ses işittim, "Gurur," birkaç metre ilerimde olan Aral'a seslenmişti ince bir ses. Aral arkasını döndüğünde benimle göz göze geldi, aradaki mesafeye ve durduğuma şaşırmamış gibi bir izlenimi vardı. Arkamdan bakır, kıvırcık saçlı bir kız geçerek Aral'ın yanında durmuştu. Ben de birkaç adım ileriye attım. "Kusura bakma rahatsız ediyorum. Arkadaşın, Özgür geldi mi?" Göz deviren Aral koridorda gezdiriyordu gözlerini, "Bahçede." demişti.

Kız teşekkür ederek tekrar geldiği yolu geri döndüğünde Aral birkaç adım atarak yanıma geldi, "Bir daha durma."

"İnsanlar bana doğru geliyor," duyulmaması için kısık sesle söylemiştim. Etrafa göz gezdirip bana döndü tekrar. "Sana doğru gelen biri yok, yollarına gidiyorlar. Ters yönlerde gittiğiniz için sana öyleymiş gibi geliyor. Durma bir daha," yolu işaret etti başıyla, "Yürü."

Sanırım dolaşmak istemiyordum, görmek, gezmek, tanımak istemiyordum. Alışmak istemiyordum. Çok fazlaydı bu kadarı, bunca yabancı, bunca olan, bunca emir. Ben bir tek babamdan emir alırdım, şimdi babam harici herkes bir şey yapmamı söylüyordu. "Bence bu kadar yeter, lütfen. Sonra gelelim, söz veriyorum sorun çıkarmayacağım. Ama bugün bu kadarı yeter," koridorda kaydırdım gözlerimi, "Gidebilir miyiz? Lütfen." Kapanan gözleriyle sesli bir nefes verdi. "Tamam."

Arkamızı döndüğümüzde gelen insanların çokluğu istemsizce ayaklarımı Aral'ın arkasına kaydırmıştı. Geldiğimiz yere geri dönerken Aral'ın arkasından ayrılmamıştım, kalabalık ürkütücüydü.

Özgür biraz önce Aral'a soru soran bakır saçlı kızla konuşuyordu. Yanlarına yaklaşırken Aral bir anda duraksadığında alnım koluna çarptı. Bir adım gerilediğimde omzunun üzerinden bakış atan Aral'a "Pardon," dedim. Bakışlarını çekmezken aşağıyı işaret etti. İşaret ettiği yere baktığımda ceketinin ucunu sıkıca tutan elimi yeni fark ediyordum. Gözlerim açılırken hızla elimi çekip geriledim, bunu ne zamandır yaptığım hakkında bir fikrim yoktu. "Pardon pardon. Farkında değildim."

Önüne dönüp Özgür ve kızın yanına birkaç adımla vardı. Ben de yanlarına gittiğimde Özgür'ün kolu bir anda omzumu bulmuştu. Vücudum gerilirken sırtım dikleşmiş ve şaşkın gözlerle ona dönmüştüm, bunu neden yapmıştı? Bana sarılıyor muydu?

"Neyse, sağ ol. Gidebilirsin Nisa." diyerek kızın arkasını işaret etti, ismi Nisa'ydı. Kız gözlerini Özgür'ün omzumdaki kolundan benim yüzüme çıkarmıştı. "Tabii," derken gözlerini kırpıştırmıştı. "Rica ederim." Vuran kış güneşiyle saçları sıcak bir kızıl gibi duruyordu ama kızıl ve bakır karışımıydı sanırım. Kıvırcık saçlı birini ilk defa yüz yüze görüyordum. Babamın bakımım için tuttuğu yardımcımız bazen saçlarımı örüp kıvırcık olmasını sağlardı. Her zaman kıvırcık kalmasını isterdim, çok tatlı kılıyordu bir yüzü. Nisa'ya da yakışmıştı.

O giderken ben omzumdaki kolun ağırlığıyla Özgür'e döndüm şaşkınca. "Neden bana sarılıyorsun?" Yüz ifadem nasıldı bilmiyorum ama komik gelmiş olacak ki gülmüştü. Kolunu biraz çekip elini yerleştirmişti, "Sarılmıyorum?" Cevabımdan önce araya Aral'ın telefon sesi girmişti, ona baktığımızda açarak telefonu kulağına götürdü ve bizden birkaç adım uzaklaşarak arkasını döndü.

"Ama kolunu omzuma koydun." dediğim cümleyle gülümsedi. "Bu sarılmak olmuyor, arkadaşlar birbirinin omzuna kolunu atabilir ya da elini koluna sarabilir yahut ceketinin ucunu tutabilir."

Son dediği şey az önceki yaşanan şeye bir gönderme miydi? Bunu görmüş olamazdı ama. Ya da görmüş müydü?

"Rahatsız mı oldun? Öyleyse bunu söyleyebilirsin, rahatsız olman yanlış değil. Karşındakinin teması hoşuna gitmezse uyarabilirsin."

Takıldığım nokta bu değildi, tamam tanımadığım insanlarla değil ama ben sarılmayı hep sevmiştim, babamın dönüşlerini ya da gidişlerini bu yüzden beklerdim. Ona o zamanlar sarılabiliyordum. Tayfun abinin benim için kurduğu Olaf'ın repliği gibi, sarılmaya bayılırım. "Biz arkadaş mıyız?"

Sırıtarak elini omzuma patpatlamış ve çekmişti. "Aral'ın dostu dostumdur."

"Aral'la arkadaş mıyım?"

"Aral'a Aral diyen herkes ona yakındır," kaşlarım havalanırken devam etti, "Ayrıca aile dostlarının kızısın ve uzun bir müddet bizimlesin. Mecbur dosti olacağız kızım." Alaylı çıkan sesiyle gülümsedim, "Dosti ne?"

Yine gülmüştü, neden sorularıma bu kadar güldüğüne anlam veremiyordum. "Sen böyle her şeyi soracak mısın? Yanlış anlama, rahatsız edici değil, eğlenceli. Dosti, dost demek. Yumuşatılmış hali." diye anlatırken Aral'da gelmişti. "Ulan böyle açıklayınca da gay kelimesi gibi durdu lan. Sünepe miyiz lan dosti ne?"

Kullandığı kelimeler hiç tanıdık değildi, sünepe harici. Sünepeyi biliyordum, sözlükte görmüştüm, pısırık demekti. Her zaman alaylı konuşuyordu ve bu konuşmasını anlamasam dahi komik geliyordu. "Gay ne?"

Sorum ortamda bir sessizlik oluşturmuştu. Birbirlerine bakarlarken Özgür gülmemek için alt dudağını ısırıyordu. Aral ise kaşları çatık ona bakıyordu. "Kızın yanında şunları kullanma. Sonra açıklamasıyla sen uğraşırsın." diyerek ardını dönüp yürümeye başladı. Özgür de elini sırtıma koyarak beni yanında ilerletmişti. "Zaten bunun için yok muyuz oğlum? Başa çıkarız evelallah." Ben burada yokmuşum gibi konuşuyorlardı. "Kıralan'a gidiyoruz değil mi?"

"Sen geç, kızı bırakır gelirim."

Özgür "Lan gelsin işte, Dağkan Amca bugün takılın demişti." diyerek bana bakıp göz kırptı.

Önümüzden ilerleyen Aral arabasının yanına geldiğinde bize döndü, beni süzerek Özgür'e baktı. "Yorulmuş."

Özgür başını eğerek yüzüme baktı, "Yoruldun mu kız?" İçeride bu kadar yeterli dediğim içindi bu kanısı sanırım. Özgür'ün tepkisi komik gelmişti, dudaklarımı birbirine bastırırken başımı salladım, evet anlamında.

"Lan binaya üç saniye içinde girip çıktınız ne yorulması? Harbi niye çıktınız?" Sorusuyla doğrulup Aral'a baktı. Yanıtlama sorumluluğunun bende olduğunu düşünmüştüm, ben istemiştim çıkmayı çünkü. "Şey, ben alışkın değilim de kalabalığa, yani ben," diyeceğim şeyi kestiremiyordum. Daha önce hiç dışarı çıkmadım, ben hep evde yaşadım, hiç insan görmedim mi diyecektim?

"Özgür biliyor," diyen Aral'a baktım. "Neden bizimle olduğunu." Bilebilirdi. Normaldi, bunun gizlenecek bir durum olduğunu düşünmüyordum. Özgür elini başımın üzerine koyarak kendisine çevirdi yüzümü, "Evet, biliyoruz. Çevreye alışacaksan yorulmak yok Mor Kız. Hem," diyerek Aral'ı işaret etti, "Şunu bilmem ama benim yanımda yorulamazsın." Aral'ı kenara iterek ön kapıyı açmış ve başımda olan eliyle beni içeri itmişti. Gerçekten garip ve komik bir çocuktu. Üzerime kapıyı kapattığında öylece bakakalmıştım çünkü bir dejavu yaşamışlık hissi bulanmıştı. Babam ya da Tayfun abiyle miydi ve hangi anılarda gidip gelmiştim anlayamamıştım. Baş ağrısıyla gözlerimi kapadım.

Gözlerimi açıp yandan onlara baktığımda konuşarak farklı bir arabanın yanına doğru ilerlemişlerdi. Birkaç dakika orada da konuştuklarında Özgür arabanın kapısını açmış ve binmişti. Aral da buraya doğru ilerlerken ceketini çıkartıyordu. Şoför kapısını açarak içeri girdi ve ceketini arka koltuğa attı. Bununla birlikte kahve kokusu sarmıştı arabayı, kaşlarım istemsizce çatıldı, kahve aromalı bir şeyler kullandığına emindim, acı kahve. "Özgür'ün bahsettiği yer, üniversitenin Hukuk ve İktisat Fakültesi öğrencilerinin takıldığı bir yer. Kafe gibi düşünebilirsin,"

"Bu kadar kalabalık mı?"

"Sayılır ama belli başlı kişiler takılır."

"Peki ne yapacağız orada?" Ben soruyu sorarken arabayı çalıştırmış ve yola çıkmıştı. Ona baktım cevabını almak için. "Genelde çocuklarlayız... yani arkadaş, bir şey yapıldığı yok sadece takılıyoruz," demiş duraksamıştı, "Yani oturuyoruz." Her kelimeyi açıklaması komikti. Cümle içinde bağdaştırıp anlam çıkartabiliyordum kelimelere, bunu her zaman yapmasına gerek yoktu.

"Kusura bakma, içeride öyle tepki vermemem gerekirdi ama," sözümü tamamlayamadan kendisi araya girdi. "Anlıyorum, sorun yok. Ağır ilerlememiz gerektiğini söylemiştim Dağkan Kaleli'ye." dediğinde istemsizce göz devirdim. Tek kaşımı kaldırmaya çalışırken yola baktım. "Benden bir vakaymışım gibi bahsetme lütfen."

Minik bir tebessüm gördüm yüzünde, donuk biriydi. Evdeyken sadece bir kere güldüğünü görmüştüm, o da dün gece telefon kullanmayı öğretirken.

Çok uzun sürmeden bir yerde durdurmuştu arabayı. Dışarıya göz gezdirdiğimde önünde durduğumuz yerde büyük harflerle Kıralan yazıyordu. Geldiğimizi anlayıp kemerimi açıp indim arabadan. Aral da inerek yanıma geldiğinde az önce Özgür'ün bindiği kırmızı araba Aral'ın arabasının arkasına yanaşmıştı.

İçeriden çıkan Özgür biraz önce klasik bir ceketleyken şimdi onu çıkarmış ve üzerine kapüşonlu geçirmişti. Elindeki anahtarı atıp tutarak yanımıza doğru geldi. Önümüzden geçerek duraksamayıp devam ettiğinde Aral da başıyla o yönü işaret etti. Özgür'ün arkasından ilerlediğimde bahçesinden girdiğimiz yerden birkaç basamak çıkarak kapısını açıp içeri girdi.

Peşinden ilerlemeden önce durmuştum. Kapalı bir mekan ve kalabalığın oluşturduğu şaşkınlıkla etrafa göz gezdirecekken, arkamda kazağımın üzerinden hissettiğim parmak uçları beni zorla ilerletmişti. O da arkamdan gelirken parmaklarını çekmeden kulağıma yaklaşmıştı, "Duraksamaman gerektiğini söylemiştim."

Deyimler sözlüğünde okumuştum; bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. Bu kesinlikle Özgür ve Aral için geçerli değildi. En azından ilk izlenimim bu şekildeydi çünkü Aral'ın aksine Özgür daha anlayışlı, Özgür'ün aksine Aral daha düşüncesizdi. Ne kadar alttan almaya çalışsam da sinir bozucu bir umursuzluğu vardı.

Özgür bir masaya oturduğunda yanına ilerlemeden önce arkamdaki Aral'a omzumdan baktım, kısık sesle, "Kusura bakma ama on sekiz yıl sonra ilk defa bilmediğim insanlarla bilmediğim ortamlara girerken duraksamadan edemiyorum!" dediğimde Özgür'ün oturduğu masada köşede bir sandalye çekmişti. Gözleriyle oturmamı ister gibi işaret ettiğinde göz devirmeme engel olamayıp yerime geçtim.

Masamıza biri daha geldiğinde oturmamış, sadece ne içmek istediğimizi sormuştu. Aral bir şey istemezken bana sıcak çikolata ve yanında bir tatlı kaşığı söylemişti, Özgür ise bir Türk kahvesi istemişti. Şaşırdığımı belli edecekken dün geceki mutfak karşılaşmamızı hatırlayınca, kenara attım. Neslim Hanım'dan malzemeleri istediğimde bana bırakmayıp kendi yapmıştı, Tayfun Abi gibi. Aral'la da bu sırada mutfakta karşılaşmıştık.

Özgür karşımda, Aral yanımdayken geldiğimiz yeri yeniden inceledim. Bir sürü masa vardı ve çoğu da doluydu. Kimi benim evdeki çalışma odamda yaptığım gibi başını öne eğmiş defterlerle ve kitaplarla ilgileniyordu, kimi ellerinde Aral'ın bana dün gece verdiği telefona benzer telefonlarla bakışıyordu, kimi de karşılıklı muhabbet ediyorlardı. Herkes birbirini tanıyor gibi çekinmeden hararetlice konuşuyordu.

Bir dünya vardı Mizan Malikanesinden gayrı, içindeydim ama yabancıydım. O dünyadaydım ama değildim. Her zaman insanların gerçekten bu şekilde birlikte, beraber olabileceğini hayal ederdim. Sanki görmüş, bilmiş gibi inanırdım evimizin dışında bir yerler olduğuna. Babam inkar ederdi, her çocuk bu yollarda derdi. Tayfun Abi hayal et derdi, hayallerime eşlik ederdi. Ortak noktaları, bilinmezlikte bıraktıkları bendim.

Kitaplarda bahsedilen yeni yüzyıllar içerisindeydik ama babam beni kendi yarattığı bir yüzyıl içerisine sıkıştırmıştı. Orada arkadaşlıklar yoktu, orada buluşmalar yoktu, orada teknoloji radyo, kablolu telefon, müzik aletlerinden ibaretti. Orada sadece kitaplar vardı. 'Zaman ilerler, sen ona yetiştiğin kadar varsındır.' Babam hiç varolmamı istememiş olsa gerek.

Çaprazımızda bir masaya takıldı gözüm, gözlüğünü takmış önündeki kalın kitapta bir şeyler karıştırıyordu bir çocuk. Yalnızdı, benim gibi. Ama bilinmezlik içinde değildi.

Yanlarda uzak bir masada oturan kız grubu; rengarenkti hepsi, bakımım için gelen kadın Serila gibiydiler, takıp takıştırmış. Biri sarı saçlıydı, bir tutam saçını parmakları arasına dolamış bir şeyler anlatıyordu karşısındaki renkli tırnaklarını masaya tıkırdatan kıza.

Tam karşımızda bir masa daha; erkekler gürültülü bir şekilde konuşuyor, şakalaşıyorlardı aralarında.

Tıpkı Yalancılar kitabındaki gibiydi ortalık; sanki kitabı okurken o adaya düşmüş ve Sinclair çocuklarının eğlenceli dakikalarını izliyordum, sonunu bilmeden.

"Uzaylıya benziyorlar değil mi?"

Etrafı izliyordum ama ne zaman dudaklarım aralanmış, çenemi yumruk yaptığım bir elime yaslamış etrafı izliyordum bilmiyorum. Özgür'ün, yüzünü bana yaklaştırarak konuştuğu fısıltılı sesiyle dikkatimi ona verdim. Gözlerimi daldığım yerlerden kırpıştırarak çekerken elimi de çenemden çekip kucağıma aldım. "Nasıl?"

Nefesini vererek kısıkça güldü, "Uzaylılar diyorum, yarın iniyorlarmış." Kaşlarım kalkarken sandalyemi biraz öne çektim, "Uzaylılara inanıyor musun?"

Sorumla eğlenen yüz ifadesi kahkahaya dönüşmüştü. Birkaç göz buraya döndüğünde alt dudağımı ısırıp geriye yaslandım, Aral'ın yanında kamufle olmak için.

Bu sırada yanımıza esmer, kıvırcık saçlı bir çocuk gelmişti. Eş zamanlı olarak da Aral'ın söyledikleri gelmişti. Sanırım kafenin çalışanıydı o, kitaplardaki gibi.

Diğer çocuk Özgür'ün yanındaki sandalyeyi kıvrak bir hareketle çekip oturdu, "Kardeşim pisti görmeniz lazım," diyerek söze daldığında ben gözüne çarptım. "Selamın Aleyküm yenge," diye araya bir selam sıkıştırarak sözüne devam etti, "Lavuklar nevri döndürecek bir pist hazırladı. Ulan kabul etsen fotoğrafları çektim, bir bakardın." derken Aral'a baktı. Onlar konuşurken ben pek iştahım olmasa da sıcak çikolatayı küçük kaşıkla içiyordum.

Geriye yaslanmış, bir eli masanın üzerinde kibrit kutusu çeviren Aral göz devirdi, "Karşı tarafa sızdırıldı mı?"

"Hayır."

"Gerek yok o zaman." diyerek kestirip attı. Özgür yan dönerek sırtını yanımızdaki cama dayayıp çocuğa uzattı elini, "Ver bakayım lan, ne ara aldın?" Özgür'ün avuçlarına bir telefon koyan çocuk, "Baran, Yollucu'yla kontağı kurdu. Sağlam çocuk, ağzından laf almak zor ama..." derken Aral araya girdi. Eğlenceden uzak minik bir sırıtış vardı yüzünde, "Yavaş yavaş bassın gaza. Motoru ısınır yakında. Olmadı pası alırım,"

"Lan bir dur azıcık çocuklar ısınsın şutu çekersin." diyen Özgür telefonu işaret etti, "Sen bu yolu elin kolun bağlı alırsın," Aral başını yavaşça yarım bir şekilde öne eğmişti. Gözlerini ondan çeken Özgür bana baktı, yarım kalan konuşmamızı devam ettirmek için. "Bu arada uzaylılara net inanırım."

Gülümseyerek dediğine cevap verecekken yanımızdaki çocuğa çarptı gözüm, geldiğinden beri samimi konuşuyorlardı. O da arkadaşları olması gerekti, çizgimi silmem sorun olmazdı sanırım. Ben cevap veremeden çocuk konuşmuştu, "Lan ben de amına koyayım! Benim kopili korkutuyorum hikayeleriyle. Piç geceleri beni uyutmuyordu, şimdi iyice uyutmuyor." diyerek yüzünü buruşturan çocuğun ensesine Özgür gülerek elini vurdu. "Kız yeni, senin dilini sikeyim, küfretme amcık hoşa-"

"Lan!" Söylediklerini anlamasam da Özgür küfrettiklerini söylediğinde geriye çekilmiş, kaşlarım havalanmış onları izlerken araya giren Aral'dı. "Oğlum arabayı hazırladın mı sen, ne duruyorsun burada?! Çocukların yanına gitsene." Gerildiği için dikleşerek oturuşunu toparlamıştı. "Abi anahtar sende, onu almaya geldim."

"Baştan desene amına ko-" cümlesini bitirmeden duraksayıp alt dudağını ısırdığında Özgür'den, kendisini gülmemek için sıkmış olacak ki bir 'kık' nidası döküldü. Aral da küfredecekti sanırım. Fazla argolu konuşuyorlardı ve bu git gide gözlerimin yerinden çıkmasına neden olacaktı resmen.

Serseri olabilirler miydi gerçekten? Tayfun Abi burada olsa hepsini kovmuş, benim de kulaklarımı tıkamıştı eminim ki. Gerçi Tayfun Abi'yle olsaydım burada değil evde olmuş olurdum, taş duvarlarla karşılıklı plak dinliyorduk ya da yara dikiyordum veya bana uzatılan darbe yastıklarını yumrukluyordum.

Aral çenesini kaşırken Özgür benimle konuşmaya devam etti. Yanındaki çocuğu işaret ederek, "Yiğit. Bizdendir kendisi ama çok konuşur," demişti. Yiğit sırıtarak ona döndü, "Kurban ol lan dilime, bu dille neler-"

"Hop!"

"Yav abicim öyle değil, ne işler döndürüyoruz anlamında şey edecektim ben." diyen Yiğit'e sabır dilercesine başını sağa sola sallayan Aral elini ceketinin iç cebine atarak telefonunu çıkarmıştı. Birkaç tıklayıştan sonra masaya koydu, "Alo Rıza,"

"Buyurun Gurur Bey?"

"Bugatti'nin anahtarı al," Yiğit'e çıkardı bakışlarını, "Sancak'a geç, Yiğit alacak senden." Yiğit başıyla onaylarken telefonda Rıza diye seslendiği adam, "Anlaşıldı Gurur Bey." diyerek onaylamıştı. Aramayı sonlandırarak Yiğit'e baktı, "Kız attığını duymayayım."

Sırıtarak dudaklarını ıslatan Yiğit, "Estağfirullah Gurur'um nerede görülmüş? Ben pezevenk miyim?" diyerek ardına yaslandı. Bir günde sözlükteki tüm argo kelimeleri kullanmışlardı resmen, ne dediklerini anlamıyor, şaşkınlıkla izliyordum onları. Aral kibrit kutusunu Yiğit'e fırlatırken Özgür yanını işaret etti, "Bak Mor Kız bu serseri işte," diyerek Yiğit'in sandalyesine hafifçe vurmuştu.

"Mor Kız mı? İsmin Mor Kız mı?" diye şaşıran Yiğit'in tepkisi komikti. Dudaklarımı ıslatarak birbirine bastırıp gülümserken iki yana salladım başımı, "Evet neden?" diyen Özgür'ün ardından gülerek "Hayır, ismim Lila." deyip Özgür'e döndüm ve "Ayrıca şunu yapmayı bırakır mısın?" dedim. Yiğit masaya geldiğinden beri ilk defa konuşmuştum. Özgür, "Hayır neden?" diyerek zıttını da söylese aynı ifadeyle taklit etmişti. Ben gülerken Yiğit dehşete düşmüş bir ifadeyle Özgür'e bakıyordu. "Lan koskoca adam çizgi film mi izliyorsun?"

"Ne alaka amına koyayım?"

"Ulan benim zibidi izleyip duruyor. Karlar Ülkesi mi Olaf mı ne açıp açıp izletiyor, yirmi beşimize basacağız çizgi film izliyoruz anasını satayım." Kaşları inik Yiğit'i dinleyen Özgür'e baktım, "Çizgi film mi?"

Ben soruyu mırıldanırken kulağımda bir fısıltı duydum, "Sonra anlatırım." Yan döndüğümde Aral'la göz göze geldim, tam ağzımı açmış yeniden soracakken önüne dönüp Yiğit'e "Başlayacağım küfrünüze, yürü git işine hadi abicim. Gece haberleşiriz." dedi. Yiğit ayaklanarak konuşmuştu, "Doğru doğru, daha bir ton işim var. Hadi kaçıyorum ben."

O giderken arkasından bakakalmıştım. Olaf demişti, Karlar Ülkesi demişti, çizgi film demişti. Aral'a baktım, sonra anlatırım demişti. Şimdi sormamı istemiyor demek oluyordu bu ama anlamamak sinir bozucuydu. Dirseklerimi masaya yaslayıp iki elimi birleştirmiş, şakağımı yaslayarak ona dönmüştüm yüzümü, "Şimdi sormayayım mı?" Soruma kaşlarını kaldırarak cevap vermişti. Çevirdiği kibrit kutusuna baktım, kale resmi vardı üzerinde. Kalelerle alıp veremedikleri neydi acaba, sırf soyadları Kaleli diye mi?

Bilmediklerimi öğreneceğim diye çıktığım evden, bilmediklerimi çoğaltarak mı dönecektim?

Derin bir nefes alıp başımı kaldırdım, Özgür yüzünü ekşitmiş bir yere bakıyordu. Bakışlarını takip ettiğimde yan tarafımızdan gelen az önceki hararetli bir şekilde bir şeyler anlatan sarı saçlı kız buraya geliyordu. "Dolu." diyerek yanındaki sandalyeye ayaklarını uzattı. Masamıza gelen kız "Ya üf, çek ya!" deyip sandalyeyi çekiştirdi. Özgür omuzlarını silkerek göz devirdiğinde kız ısrarcıydı. "Yemin ederim üzerine otururum çek bak!" dediğinde yüzünü buruşturan Özgür ayaklarını çekerek önüne, bana doğru döndü. "Yapar mı yaparsın, manyak."

Zafer kazanmışcasına sırıtan kız yerine geçerek Aral'a yandan bir bakış atmıştı. "Gurur sağ olsun, olduk biz de manyak." Aral'ı övmüş müydü, yermiş miydi ne demek istediğini anlayamamıştım. Aral'a baktığımda masada değildi gözleri, dış kapıda ve ortalarda geziniyordu. Kız elini bana uzatarak gülümsedi, "Selam, sen yeni misin okulda?" Uzattığı eline karşılık vererek onayladım. "Evet."

"Derin, Derin Sağlam." dediğinde, Özgür "Pek de sağlam sayılmaz." diye mırıldanmıştı. Ne dediğini anlamadığım için Derin'in tanışma adımına karşılık vererek "Lila Pozan." dedim. Bir kızla ilk tanışmam oluyordu. Özgür'e göz devirerek tekrar beni buldu bakışları, "Hangi fakülte, iktisat mı hukuk mu?"

Aral buraya sadece bu iki fakültenin öğrencilerinin geldiğinden bahsetmişti, bu yüzden sadece iki şık vermişti sanırım. "Sana ne?" diyerek araya giren Özgür'e şaşkınlıkla baktım, şu tanıştığımız birkaç saatte hiç bu kadar sert tepki verdiğini görmemiştim. Gerilen ortamdan dolayı ben de gerilmiştim, Aral dahil olup toparlasa iyi olurdu ama hiç buralarda gibi durmuyordu. Ne yapacağımı bilemezken sorusunu yanıtladım sadece. "Tıp Fakültesi."

"Tıp mı?" diyerek beklemediği yerden gelmiş gibi bir tepki verdi, kaşları havalanırken mavi gözleri de oldukça açılmıştı. Gerçekten güzel bir kızdı, kitaplarda geçen sırma saçlı deniz gözlü tabiri tam olarak karşımdaydı. "Sen şu üniversite sınavında birinci olan Lila Pozan'sın!" Şaşırma sırası sanırım bendeydi, "Nereden biliyorsun birinci olduğumu?"

"İnternette haber oluyor ya birinciler, gerçi sosyal medya kullanmıyorsunuz siz derece yapanlar. Sırrınız bu sanırım." diyerek sırıtmıştı. Ben ise ne dediğini anlamaya çalışıyordum. "Fakültede de bayağı konuşuluyorsun. Birincilikle bu üniversiteyi tercih etmen üniversitenin itibarını da katladı doğrusu. Sanırım bu yüzden buradasın," derken tek kaşını kaldırmış masada gezdirmişti gözünü. Dediklerinden sadece üniversitenin itibarını anlamıştım. "Hayır, onu istediğimiz için burada. Keşke herkes istendiği yerde olsa." diyen Özgür'dü.

Onları kendi hallerine bırakarak Aral'a yaklaştım. Gözü dışarıda, bir şeyler düşünüyor gibiydi, dalgındı. Elimi dudaklarımın önüne kapatarak kulağına fısıldadım, "İnternet ne?" Fısıldamamla bana dönen Aral'la bu kadar yakın olacağımı hesaplayamamıştım. Hesabımı yapamadığım için gözlerimi birkaç kere kırparken geriye çekildim. Kahve kokusu her daim üzerindeydi, babamın kendine yaptığı acı kahve kokularından daha sertti. Elinde çevirdiği kibrit kutusunu incelemeye başladığımda, "Eve geçince konuşuruz." demişti. Başımla onaylayarak kibrit kutusundaki kale desenini incelemeye çalıştım. Çevirmeyi durdurduğunda bana doğru uzatmıştı kutuyu.

"Sende mi kalıyor?" Sorusuyla ikimizde kaşları çatılmış, sorusuna benzer şekilde şaşkın bakışlar atan Derin'e döndük. "Yok ebende," diye mırıldanan Özgür'ün üzerine Aral, "Evet." dedi. Ben ise gözlerimi Aral'a ve kutuya çevirdiğimde, incelemem için uzattığını anlamam geç sürmemişti. Hâlâ bana doğru uzatılmış kutuyu elinden alarak beklediğimden daha ağır olan kutunun deseninde gezdirdim parmağımı.

Derin'in "Sevgili misiniz?" sorusuyla aniden başımı kaldırdım. Kaşlarımı çatmış ona bakarken "Hayır," demiştim. Bu kanıya direkt nereden varmıştı? Üstelik yabancı olduğu birine, yanındakiler tanıdık da olsa bu soruyu yöneltmesi yanlıştı. Ben tanımadığım birine böyle bir soru soramazdım. "Dağkan Bey babamın-"

"Aile dostumuz, üniversite için şehir değişikliği yaptı. Bir müddet bizimle." Araya girerek bunları söyleyen Aral’ın gözleri bendeydi, sanki bana anlatıyor gibiydi. Babam aile dostları olabilirdi ama ben şehir değişikliği yapmamıştım. Neden böyle bir yalan söylemişti?

"Ha, anladııım..." diye tepki veren Derin konuyu değiştirdi, "Arabayı mı değiştirdin? Neden buna geçtin ki? Akşam bununla mı yarışacaksın?"

"Konsept yarış."

"Doğru, sadece Bugatti'ler olacak. Pisti gördün mü? Sana haberi gelmiştir, gerçi bakmazsın sen. Hoş, böyle şeylere katılmazdın da..." Aral dahil olmuyordu konuşmaya, garipti. Başını sallamakla yetinirken Özgür cevapladı, "Eskide kaldı onlar." Her söze Özgür'ün girmesinden rahatsız oluyormuş gibi bir tavrı vardı Derin'in. "Sen gelecek misin akşam?" Sorusu banaydı.

"Evet."

"Hayır."

Aynı anda evet diyen Özgür, hayır diyen Aral'dı. Gerçekten birbirlerine zıtken nasıl dost olmuşlar acaba? Zor olsa gerek. "Sen onlara bakma. Hem şehre yeni geldiysen alışman da gerekir, bol arkadaşlıklar edinirsin böyle etkinliklerde." Nasıl bir etkinlikti ya da neyden bahsediyordu anlamadığım için belli bir cevap vermek istemedim ki bilsem de gidemezdim, Tayfun Abi yanımda değildi ve ben şu an iki kişiye bağlıydım: Dağkan Kaleli, Gurur Aral Kaleli.

"Aral bilir." diyerek omuz silktiğimde Derin gözlerini kırpıştırarak önüne dönerken Aral'ın gözleri beni buldu. Yanlış bir şey söylememiş olmayı umuyordum.

Elini ceketinin içine atarak bir kutu çıkardı, onun da üzerinde kale deseni vardı. Kapağını açtığında duraksamıştı. Gözleri bana doğru kayınca kapağını kapatarak tekrar geri koymuş ve elini uzatmıştı. İstediğinin kibrit kutusu olduğunu düşünerek ona uzattım. Elimden alıp ayaklandı, "Beş dakikaya geleceğim." diyerek masadan ayrıldığında Derin benimle konuşmaya devam etti. "Dağkan Bey'de mi kalıyorsun, Gurur'da mı?"

Anlamayan bakışlarım ardına Özgür araya girdi, "Aral'ın ayrı evi var, onu soruyor."

"Kaleli Malikanesi'nde." En doğru cevap bu olurdu, kimin evi olduğunu bilmiyordum. Gerçi Özgür ayrı dediğine göre şu an kaldığımız yer Dağkan Bey'indi. "Neden kendin ev tutmayı tercih etmedin?" Derin'in soruları benim de kendi içimde soru doğuruyordu. Aral neden yalan söylemişti, söylediği şeyi devam ettirmem mi gerekiyordu, bir yalanı nasıl devam ettirecektim, bizim yaşımızdakiler yalnız, ailelerinden ayrı yaşarlar mı?..

Son sorulara cevabım, okuduğum kitaplardaki yaşantıların var olup olmadığını sorduğumda 'gelecekte belki' cevabını alırken hayır olurdu. Şimdiyse bir günde değişmişti cevaplar.

Özgür, "Seni ilgilendirmez." dediğinde Derin "Seninle konuşmuyorum." diyerek bana bakmayı sürdürmüştü. "Ne tesadüf biz de seninle..." tartışıp duruyorlardı.

İnsanlar tartışıyordu. İnsanlar konuşuyordu. İnsanlar iletişim içerisindeydiler ve benim dünyamdan gayrı bir hayat vardı. Benim için yabancı olanlar benim sınavı birincilikle kazandığımı biliyorlardı; ben, birilerini geçtim, bu dünyaya dahi yabancıyken birileri beni tanıyordu.

Babama soracağım çok soru birikmişti. Yıllardan bahsediliyordu, gelmeyeceği yıllardan. Yıllar bunca birikimi kaldırabilecek miydi? Ben kaldırabilecek miydim?

"Şey, burada lavabo var mı?" Özgür ve Derin'de gezdirdim gözlerimi, midem ekşimişti. Soruma Derin atıldı, "Var, ben götürürüm!" diyerek ayaklandığında Özgür'e baktım. Birkaç dakikalık da olsa daha tanıdıktı.

Hah, içten içe kendime gülünecek haldeydim. Dakikayla güven ölçüyordum, ah baba... Tayfun Abi?

Özgür gözlerini kısmış Derin'e baktı, "Beş dakika. Götür," bana dönerek, "Dışarıya gel, çıktığın gibi görürsün." dedi. Aslında benimle onun gelmesini yeğlerdim ama itiraz etmedim, kime neyi itiraz edebilirdim? Lila Pozan, tıp fakültesi kazanmış, on sekizinde koca, akıllı kız. Tek başına tuvalete mi gidemiyor? Kocaman mıydım, tartışılır. Akıllı mıydım?.. o da tartışılır.

Sadece iki bilinmeyenli denklemleri öğrenmişken binlerce bilinmeyenle dolu bir denklem içerisindeydim; yeterince öğrenmiş değildim, bu akıllı olmadığımı gösterirdi. Lise bir müfredatıyla doktoraya girmeye çalışıyordum; yeterince büyümüş değildim, bu da kocaman olmadığımı gösterirdi.

Özgür de ayağı kalktığında ben de ayaklandım. "Gel canım, buradan." diyerek arkamı dönmemi sağlayıp koluma girerek ilerletti beni Derin. İnsanlar ne kadar da çabuk kaynaşıyordu hiç görmediği biriyle? Ben de buna dahildim sanırım, günü bitirmeden ne çok isim öğrenmiştim, yadırgamadan da yanlarında bulunuyordum. Bu kadar çabuk mu alışacaktım?

Kapısını açtığı yere girdiğimizde birkaç lavabonun peş peşe sıralandığını gördüm. İki kız yan yana ellerini yıkamıştı, durulayıp çıktılar. İlk defa evim dışı bir yerde lavaboya giriyordum, yabancılarla aynı anda içeride bulunmak garip gelmişti. Gerçi, benim için her yer garip, her yer ilkti.

"Neden Gurur'a Aral diyorsun?" Peçetelikten bir peçete çekip kopardı Derin. Dağkan Bey ve Aral'a yeni yeni alışıyorken bir başkasının sorgularına tutulmak yorucuydu. Alışılmadığa aniden, bu kadar maruz kalmak...

"İsmi değil mi?" Elindeki peçeteyi kıvırarak uğraşmaya başladı. "Evet ama ona herkes Aral diyemez. Ben bile," demiş ve aynaya dönmüştü. Bundan Özgür de bahsetmişti. Kıvırdığı peçetenin ince ucuyla dudak çevresini sildi. "Sevgilisiyken dahi diyemezdim. Sadece Özgür ve babası ona öyle sesleniyor. O mu istedi sana Aral demeni? Yakın mısınız?" Tek kaşını kaldırmış aynadan gözlerini gözlerime çıkarmıştı. Yüzünde hoşnutsuz bir ifade var gibiydi.

İstememişti. Yani sanırım. Babası ondan Aral diye bahsetmiş ve bana da öyle tanıtmıştı. Kendisi Gurur Aral demişti ama Aral dediğimde sorun olabileceğini de söylememişti. "Dağkan Bey tanıttı, Aral olarak." dediğimde bir şey daha takılmıştı aklıma. Sevgili demişti, sevgilisi miydi? Hani şu aşklar, sevginin yoğurduğu bağ ile yaşanan birliktelik. Sevgili. Kitaplarda hoş duran kelime, bir de babamın annemi anlatırken. O zaman neden otururken öyle bir soru yöneltmişti?

"Ha önceden tanışmıyorsunuz yani, daha yeni? Yanlış anlama," dudaklarını bastırarak birbirine sürtüp sürdüğü ruju yaymıştı. Bunu Serila da yapardı, bana da bir nemlendirici vermişti, aynı şekilde uyguladığımda dudaklarımın kuruluğunu alacağını söylemişti. "Bence Gurur demelisin. Birilerinin Aral demesinden hiç hoşlanmaz. Sadece sevgilisinden bir tavsiye canım." derken omuz silkti. Hoşlanmıyorsa bunu bana bildirmesi gerekirdi.

Sevgilileri her zaman kitaplarda okumuştum; sevgiler, aşklar, ilişkiler... sayfalardan ibaretti her şey, ama değildi. "Sevgili," derken kelimenin verdiği yoğunluk ve duygu sesime yansımıştı. "Seviyor musunuz birbirinizi? Kitaplardaki gibi?" Son soru öylece dökülmüştü ağzımdan, sorun olur muydu bir fikrim yoktu. Çevresindeki tüm arkadaşları biliyor muydu beni, bilmiyordum. Tek farkına vardığım şey herkesin ben gibi olmadığıydı, tutsak. Özgürlük gerçekti.

Yüzüme, anlamadığını belli edercesine bakıyordu. "Yani," sırıttı, "Böyle söyleyince de hoşmuş... her neyse, sen işini hallet canım, gelirim beş dakikaya." diyerek kapıya yöneldi. İşim sadece yüzüme su çarpmaktı. Düşünceler ardına solan beyaz tenim sıcak suyla buluştuğunda kızarmıştı. Ellerimi biraz daha suyun altında tutarak ısıtmaya çalıştım. Eylül de olsa üşüyordum, tişört üzerine giydiğim kazaklar yetmeyecekti sanırım. Dünden beri daha çok üşüyordum.

Ellerimi kağıt havluyla kurulayıp kazaklarımın kollarını çekiştirdim. Derin'i bekliyordum, tek başıma adım atmak huzursuz hissettiriyordu ama ortalıkta görünmüyordu. Çok karışık ya da çok koridorlu bir yer değildi aslında, çıktığımda dışarıda Aral'ı görsem yeterdi. Yani Gurur. O yüzden mi soğuk davranıyordu acaba, ona Aral dediğim için mi?

Ben beklerken içeriye biri girmişti. Derin değildi. Bakışlarını bende gezdirdiğinde yerimde kıpırdadım. Tekrar önüne dönüp ilerledi ve kapılardan birini açarak içeri girdi. Burada bu kadar kalmam doğru muydu, bir kuralı var mıydı? Özgür de sadece beş dakika demişti ve beş dakika dolmuştu. Bir yerlerde kaybolmak istemiyordum, yeterince bilinmezlik içerisindeydim zaten.

Koyu ahşap rengi kapıyı açarak dışarıya çıktım. Gelirken sağa dönüp şimdi önümde duran koridorda yürümüştük. Yine aynı yolu giderek sola döndüm, insanlar yerli yerindeydi. Gözlerimi gezdirdim içeride, Aral ya da Özgür belki içeriye girmiştir diye. Birkaç bakış bana dönerken onları görememiştim. Oturduğumuz masadan çektiğim bakışlarımı önüme alırken sert bir şeye çarparak yalpaladığımda düşmeden önce tutulduğumu hissettim. Baktığımda sert olan şeyin bir gövde olduğunu gördüm. Kolumu elleri arasından çekerken telaşımı belli etmemek adına kazağımın uçlarını sıktım. Durmadan birilerine çarpıyordum, yürümeyi yeni öğrenir gibi.

"Özür dilerim, kusura bakmayın." Sonbahar olmasına rağmen gözünde güneş gözlüğü olan çocuk söylediğim cümle üzerine sırıttı, "Sorun değil güzelim," kaşları inerken gözlüklerini kaydırıp alttan bakarak beni süzdü. "Sen yeni misin?"

Eskilerde kalmış bir yeniyim.

Başımı salladım, "Evet, tekrar kusura bakmayın." İnsanlar nasıl anlıyordu bir ortamda o kişinin yeni olduğunu? Ben çok mu belli ediyordum, çok mu yabancı duruyordum buralara yoksa ilk izlenimlerimin tepkisini fazla mı yansıtıyordum?

Sağına doğru yönelip geçecekken önümde durdu, "Okuldan mısın? Daha önce görmedim seni," gözlüklerini yüzünden tamamen çıkartarak ceketinin cebine asmıştı. "Esmer güzellerini kaçırmam."

Ben esmer değildim.

"Evet," ne diyeceğimi bilmiyordum. Böyle miydi sistem? İnsanlar karşılaşır, birbirlerini överler ve bir dostluk süreci başlar. Ya da onların da alışkanlığı burasıydı, sıradanlıklarında bir farklılık görünce sorguluyorlardı. "Yeni başladım, hazırlıktayım. Kusura bakmayın gitmem gerek," bekler diyecektim ama kimler? Arkadaş demişti Özgür, "Arkadaşlarım bekliyor, acele etmeliyim." İzlenimlerimden biri de insanlar dikkat etmiyordu üslubuna, direkt samimiyetle giriş yapıyordu. Ben de ağır olmaması için çabalıyordum konuşmamın. "Belli belli yeni olduğun, hangi fakülte? Hukuk gibi sanki?"

Neden sorguya tuttuğunu anlayamıyordum ama yanıtlamaktan da geri duramıyordum. Birini geçiştiremiyordum sanırım. "Hayır, tıp." dediğimde bunu beklemiyor gibiydi, yüz ifadesine oldukça yansıtmıştı. Yanımızdaki duvara dirseğini yaslayarak elini ensesine götürdü. "Tıp mı? Şimdi daha ilginç olmaya başladı, burada ne işin var?" Diğer eli cebindeyken çıkarıp bana doğru uzattı, "Ha bu arada, Atalay ben." Bu kadar uzatması hoş değildi, gitmeliydim artık. Parmak uçlarımı uzattım bir an önce bitirmek için konuşmayı, "Lila. Arkadaşımla gelmiştim,"

"Lila? Vay be, güzel isimmiş." Dikkatle bakıyordu; derin mi, delici mi anlayamadığım bakışları vardı. "Tıp fakültesi öğrencileri burada olmaz, şaşırdım." Gülerek doğruldu yaslandığı duvardan, "Belli ki acelen var Lila," diyerek elini cebine atıp telefonunu çıkardı, "Bir güzeli böyle bırakmak hoş olmaz, hem meraklandırdın beni. Tıp fakültesi... bunu sonra konuşmak isterim," elindeki telefonu uzattı tebessümle. "Bir de numaranı?"

Arkadaşım için burada olduğumu söylediğim halde neden meraklandığını anlayamamıştım. "Üzgünüm, ezberimde değil." Daha yeni öğrenmişken telefon kullanmayı, numaramın ne olduğunu bilemezdim. Üstelik herkesle paylaşmam doğru mu olurdu emin değilim. "Instagram? Kullanıyorsundur." Neyden bahsettiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. İngilizce bir terim de değildi. Başımı olumsuz anlamda salladım, kullanılan bir şey dediğine göre olumsuzunu söylemem yeterliydi. "Kullanmıyorum."

Gülerek dudaklarını ıslattı, "Şimdi daha çok takıldın radara bak," net çıkmamıştı sesi, mırıldanır gibiydi. "Tıp fakültesi meşakkatlidir, yeniysen hele ki. Benim üst sınıflardan bir arkadaş var. Şöyle yapalım," Aniden elini öne attı ve kazağımın cebinde duran telefonu aldı, izinsiz böyle bir şey yapması hoş değildi. "Ne yapıyorsun?"

"Numaram lazım olur, üniversitenin en lüzumlu numarasıdır. İşin düşerse çekinme," diyerek klavyede bir numara çevirip aramıştı. Şaşkınlıktan ona yetişemediğim için ne yapacağımı bilememiştim, telefonu geriye uzattı. Telefonu elinden alırken göz kırparak gözlüklerini tekrar taktığında biri daha gelmişti yanına. "Lan," diyerek gözlerini bana değdirmeden omzuna elini atıp yanımdan almıştı Atalay'ı. "Amına koyduğumun yavşağı, kız Kaleli'nin yanında..." derken benden uzaklaşmış ve çocuklarla dolu olan bir masaya ilerlemişlerdi.

İçeri girdiğimiz dış kapıya yürüdüm. Aral ve Özgür'ün görünürde olmasını umuyordum. Kapıyı açıp dışarıya çıktığımda solda, birkaç metre ileride onları gördüm. Özgür'ün arabasının arka kapısına yaslanmış elinde, Tayfun Abi gibi, bir dal tutuyordu Aral. Özgür'ün ise arkası dönüktü, bir şey anlatıyor gibiydi, Aral'ın kaşları çatıktı. İlerleyip ilerlememe konusunda tereddüt ettim. Tayfun Abi duman içindeyken yanıma yaklaşma derdi, Aral'ın da içiyor olması şaşırtmıştı.

Gözleri buraya kaydığında beni gördü, yerinde dikleşirken elindekini yere atarak iki parmağıyla yanlarına gitmem için işaret verdi. Yağmur yağacak gibiydi, havada bulutlar yoğundu. Hava da epey serinlemişti. "Nerede kaldın kız, vallahi kayboldun sanmadım değil." Bunu söyleyen Özgür'dü. Yanlarına adımladığımda o da elindekini söndürmüştü. "Üzgünüm, bekletmek istemezdim."

Aral'ın bakışları arkama kayıp tekrar beni bulurken Özgür elini omzuma atmıştı, "Ayıp ama, ne çok bekledik. Ağaç olduk." Bu kadar beklettiğimin farkında değildim, gerginlik saniyeleri çabuk çiğniyor ve farkına vardırmıyordu sanırım. "Özür dilerim..." diye mırıldanırken Aral dik bakışlarını Özgür'e çıkardı. "Uğraşma kızla."

Yüzüne sırıtışını ekleyen Özgür omzumdaki elini sırtıma kaydırarak göz kırptı, "Dalga geçiyorum Mor Kız. Bir şeyler yapmak ister misin? Yoksa dağılacağız."

Kaşlarım kalkarken soran gözlerimi Özgür ve Aral arasında gezdirdim. "Nasıl dağılacağız?" Gülen Özgür'e ek Aral sırıtmıştı, "Yani gideceğiz." Aral'ın açıklamasını başımla onayladım. Kelimelere bir sürü anlam yüklüyorlardı. Konuyu değiştirdim, "Şehir dışından geldiğimi söyledin, neden?"

"Herkesin her şeyi bilmesine gerek yok Prenses. Böyle bilinmesi en uygunu." Prenses demesi sinir bozucuydu. "Peki internet ne? O kız yani Derin, beni oradan duyduğunu söylemişti."

Bakışları tekrar arkama kayıp bana dönmüştü, "Evde konuşuruz." Az önce kaybolan Derin yanımızdaydı şimdi. Bu yüzden kapatmıştı konuyu. Derin önden aldığı birkaç tutam saçını arkada birleştirerek tokayla sabitlemişti. "Lila, kusura bakma, kızlar oyaladı da..." cümlesini devam ettirmeden önce tebessüm ederek başımı salladım, sorun değil maksadında. Sanki her zaman buradaymış gibi ortama bu kadar çabuk uyum sağlamam şaşırtıyordu beni. Çok okumanın faydasıydı sanırım, çok hayalperestliğin.

Eline telefonunu alıp ekranda gözlerini gezdiren Aral'a baktım, "Gidecek miyiz?" Sesim soru gibi değil de istekmişçesine çıkmıştı. Telefondaki bakışlarını bana kaydırıp "Evet." dedi. Araya giren Derin'di, "Kızlarla tanıştırsaydım seni Lila, tanışmak istediler. Az önce içeride yanına gelecektim fakat Atalay'a numaranı verirken gördüm, bölmek istemedim." Cümlesinin üzerine "Ne?" diyen Özgür'e ek Aral'ın kaşları çatılmıştı.

Numarayı ben vermemiştim, bir anda almıştı çocuk. Fakat kötü niyetli olduğunu düşünmüyordum, "Tıp fakültesinden arkadaşı varmış, bu yüzden iletişimde olmak istediğini söylemişti."

Aral yaslandığı arabadan bir anda doğrulduğunda üzerime geliyormuş gibi hissetmiştim. Bir adım gerilediğimde bayık bakışlarını Özgür'e doğrultup "Çoluk çocukla uğraşıyoruz." diye mırıldanmış, ilerideki arabasına adımlamıştı.

Sinirlenmişe benziyordu ama nedenini anlayamamıştım. Derin, dudaklarını ıslatırken Aral'ın arkasından bakıp bana döndü, "Sen ona bakma yükselir arada, ben hallederim, onunla gideyim." elini omzuma dokundurup bir çırpıda söylediği cümlelerle Aral'ın peşinden gitmişti.

Ne olduğunu anlayamamıştım, Özgür'e baktım. Kaşları çatık, yüzü buruşmuş Aral'ın arabasına binen Derin'in arkasından bakıyordu. "Çakal," diye mırıldandı. "Ne oldu?" Benim burada olduğumu unutmuş gibi kaldırdığı kaşlarıyla bana döndü. "Boş ver Mor Kız, zamanla kimin ne bok olduğunu öğrenirsin. Tek diyeceğim," bakışlarıyla sağ koltuğa geçen Derin'i işaret etmişti, "Şunun samimiyetine güvenerek yakınlaşma."

İnsanları anlamamak yorucuydu. Ya da insanları anlamlandırmaya çalışmak. Kimlerleydim, ne yapıyordum? "Atla hadi," diyerek kapıyı açtı. Ben binerken Aral arabasını çalıştırmış, yola çıkmıştı.

Özgür solda yerini aldığında bana döndü, "Lavukla nasıl tanıştın beş dakikada?"

"Kimle?"

"Çocuk... Atalay."

"Yanınıza gelirken birine çarptım, adının Atalay olduğunu söyledi. Birkaç sorusunu cevapladığımda tıp fakültesinde olduğumu duyunca cebimden telefonu alıp numarasını yazdı. Lazım olacağından falan bahsetti." Ben anlatırken o kemerini takmış arabayı çalıştırmıştı. "Yavşak herif, Kaleli'nin yanında geldiğini bilmiyordu kesin." diyerek arabada bulunan ekrana gitti eli. Arabalarda dahi bu ekranlardan vardı, her yerdeydi resmen.

Birkaç dokunuştan sonra ekranda 'Jr. Üssüm' yazısı belirmişti. Ardından Aral'ın sesi duyuldu. "Sancak'a geç, Derin'i bırakıp geliyorum." dedi ve çağrıyı sonlandırdı. "Ulan sorumu bekleseydin amına koyayım." diye mırıldanan Özgür'ün eli hâlâ ekrandaydı. Bir süre sonra bir melodi duyuldu. Bu bir müzikti. "Bu radyo mu?" Şaşkınlıkla ona döndüm, gözleri yoldaydı. "Sayılır. Telefon, radyo birleşimi olarak düşün."

"Daha neler düşüneceğim acaba?.." diye mırıldandığımda gülmüştü. Kazağımın uçlarını çekiştirip kollarımı kendime sardım. Bu soğukta cam açıktı, üstelik yağmur çiseliyordu. Üşümüyor muydu? "Camı kapatabilir miyiz?"

"Üşüdün mü?"

"Biraz." dediğimde yan bir bakış atıp güldü, "Kızım kıçın donmuş biraz diyorsun." diyerek camı kapatmıştı. Özgür çokça argo konuşmaya alışkındı sanırım. Camı kapadıktan sonra ortada bulunun birkaç düğmeyle uğraştı ve içerisi ısındı. "Çok çabuk üşüyorum da..."

"Onu anladım, kazağını çekiştirip duruyorsun. Niye bu kadar üşüyorsun?"

"Bir nedeni yok, ellerim hep soğuktur."

"Lim-" diyeceği şeyi yarıda kesip boğazını temizlemişti. "Çabuk alışıyorsun ortama, daha fazla zorlanacağını düşünmüştüm." Özgür'ün bildiğini söylemişti Aral, ne kadarını biliyordu? Şehir dışından gelmediğimi, babam gelene kadar burada olduğumu da biliyor muydu? "Her şeyi biliyor musun?" diye sorduğumda düzeltme ihtiyacı duydum sorumu. Rahatsız olduğumu düşünebilirdi sorunun şekli ile. "Yani ne kadarını biliyorsun? Aral biraz önce..."

"Evet, herkes her şeyi bilmemeli. Ama Aral ve ben herkes değiliz Mor Kız." Benim için kimse herkes değildi ki. Benim için herkes yabancıydı.

"Mor Kız nereden çıktı?" sesim eğlenir ve meraklı çıkmıştı, rahatsız olduğum için değildi sorgum. Önce yutkunsa da sırıtarak alttan bir bakış attı, "Yakıştı ama." Karşılığını gülümsemeyle verdim.

"Sen de mi bu üniversitede okuyorsun?"

"Hayır, okulu bebelere bıraktım çalışıyorum ben. Yaşlandık." Abartılı ve alaylı konuşmak onun mizacıydı, "En fazla yirmi beş değil misin?"

"Yuh kızım vur dedik öldürdün, yirmi birim."

"Gerçekten mi? Kusura bakma, fakülteye takım elbiseyle gelince..."

"Şaka yapıyorum, haklısın. Yıllar çökertti anasını satayım beyazımız çıktı, normaldir bir ayağı çukurda görmen." diyerek eğlenmişti. "Takım elbiseye gelince aile şirketinde çalışıyorum, şirkete sık sık uğradığım için takım giyerim. Buralara uğradığımda ceketi çıkarıyorum, manitalar da sen gibi bunak görmesin bizi."

"Özgür," sesim, yanlış anladın, der gibi çıkmıştı. "Gerçekten öyle durmuyorsun, ben sadece daha önce hiç yaş tahmini yapmadığım için yani hiç yaşıtlarımla bir arada bulunmadığım için, benim tecrübesizliğim..."

Mahcubiyetimi anlamış gibiydi, söylemek istediğim şeyi de anlamıştı. "Tecrübeleri dibine kadar yaşayacaksın, meraklanma Mor Kız. Gece yaşıtlarınla dolu olacak geleceğin yer."

"Aral gelmemi istemiyor gibiydi, hatta açıkça da belirtti." Radyodan açtığı müzik daha önce duymadığım bir tarz ve sesti. Babamla ya klasik müzik ya da Tanju Okan, Barış Manço, Cem Karaca gibi sanatçıların eserlerini dinlerdik. Bu çalanlar ise çok farklıydı. Sanatçının sesi derinlerde tanıdık gibi gelse de daha önce duymadığıma emindim.

"Sen gelmek istersen kendi isteğine bakmaz."

Bilmediğim bir şarkı da olsa mırıldanmayı severdim, "Dağ gibi adamdım," Bilerek mi açmıştı acaba, sevdiği bir müzik miydi? Babam pikapında tekrar tekrar dinlerdi sevdiklerini, bana da sevdirirdi. 'Kar düştü üstüme, yine de dayandım.'

"Kim söylüyor bunu? Daha önce duymadım." Camda olan bakışlarımı Özgür'e çektiğimde kaşlarını kaldırdı. Gözü önündeki ekrana değmişti, tekrar yola çekti bakışlarını. "Duymadın mı, cidden mi? YouTube'da," derken duraksadı. "Doğru... neyse, Perdenin Ardındakiler."

"Takma isim mi kullanıyor?"

"Evet. Yavaş yavaş bunları da öğrenirsin. İnternet illetini keşfettiğinde neler neler göreceksin." Aklına bir şey gelmiş gibi dudaklarını yalarken gülmemek için alt dudağını ısırmıştı yine de etki etmemişti, sırıtıyordu. "Aral'dan Çikita Muz eserini açmasını istemelisin."

"Sevdiği bir müzik mi?" Sorum kahkahasını peşinde getirmişti, "Çook," diyerek elini ekrana uzatıp şarkıyı değiştirdi. Önüme döndüğümde sağımda denizi gördüm. Aral, Sancak'a geç demişti. Gittiğimiz yer neresiydi de uzun sürmüştü böyle, her şeyi de sormak istemiyordum. Gidince göreceğim için sorgulamam gereken bir şey değildi bu. Zaten yeterince çok soru soruyordum, insanları da bilinmeyenlerimle sıkmak istemiyordum.

Çalan şarkı aracı titreten bir şarkıydı, baskılayıcı bir ritmi vardı. Ne çok çeşit vardı. Üstelik kaset değiştirmeden, plağı ters çevirmeden değişiyordu sıradaki parçalar. İnsanoğlu geliştirmiş olmalıydı radyoları. Ya da ben babamla geçmişte kalmış. O haberdar mıydı acaba bunlardan? Bir mektup yazmam gerekiyordu, en kısa zamanda iletişime geçmeliydik.

Gözüm ekrana çarptığında yazıyı okudum, 'Motive- PVG'. İlginç bir tarzı vardı Özgür'ün. 'Bak, hiçbi' şey kalmadı elimde başka.' Şarkının sonuna yaklaştığımızda tek kaşını kaldırmış bana dönmüştü. 'Para ve gözyaşından (başka). Para ve gözyaşından...' Araba ne zaman durmuştu farkında değildim, gökyüzüne baktığımda çiseleyen yağmur da durmuştu. Duraksayan şarkı, araba ve yağmur vardığımızın habercisi gibiydi. "Aşk olsun Mor Kız," dediğinde anlamazca baktım ona. "Elaleme numaranı dağıt bana gelince bunak Özgür."

Alaylı cümlesine gülerek karşılık verdim. "Özgür ya..." derken kazağımın cebindeki telefonu çıkartarak ona uzattım. "Ezberimde değil." Kafedeki çocuğa ithafen devam ettim, "O da kendisi yazdı. Lazım olurmuş diye." derken almıştı telefonu.

"O ibne elinden çekip yazdı değil mi?" Söylediği şey soru değil de kendi kendine söylenme gibiydi. "Görüp görebileceğin en lüzumsuz numara anasını satayım. Onunla kontak kurma. Tüm şehri elden geçirmiştir amcık hoşafı." Cümlesi bittiğinde duraksamıştı, sırıtarak göz devirdi. "Sen bana bakma, jargon biraz bozuk bende." Dudaklarımı birbirine bastırdım, "Anladım anladım, sorun değil." Sorundu aslında, babam olsa böyle ortamlarda bulunmamı istemezdi sanırım.

Sanar mısın gerçekten Lila? Şu an baban için buradasın.

Özgür telefonu uzattığında gözüm dışarıya çarptı. Aral bizden önce gelmişe benziyordu. Arabasına yaslanmış, gözleri kısık bir şey düşünüyor gibiydi. Elimdeki telefonu cebime koyup emniyet kemerimi çıkardım. Özgür arabada birkaç uğraş verirken inmem gerektiğini düşünüp kapımı açıp Aral'ın yanına adımladım. "Burası neresi?" Peşi sıra Özgür de gelmişti. "Sarı çiyanı da getireceksin diye çok korktum Hüsnü."

Özgür'ün aksine Aral'ın keyfi pek yerinde değildi. Alaylı cümlesine karşılık sert bakışlarını Özgür'e kaldırdı Aral. Konuşmasalar da gözleriyle anlaşmışlardı. Bana çevirdi siyahlarını. Kara bulutlar dağılmamıştı, biraz önce çiseleyen yağmur tekrar başlayacak gibiydi. Bu karartılı havada göz rengi daha bir koyuydu. Birkaç saniye üzerimde kalan bakışlarıyla sorumu yanıtladı, "Sancak, Kaleli garajı."

Önümüzde tek katlı bir bina vardı. Garaj diye bahsettiği yer bu olmalıydı. Eninin genişliği tek katlı olduğu içindi sanırım. "Daha yeni değiştirmedin mi oğlum, nereden çıktı şimdi?"

"Kıza sor." diyerek elindeki kumandaya basıp karşımızdaki kapının açılmasını sağlamıştı. Arabaya geçip içeri giren Aral'ın ardından gözlerimi etrafta gezdiriyordum. "Mor Kız?" Dejavu ve baş ağrısı. Özgür'ün seslenmesiyle gözüm ona değse de tekrar etrafta gezindi. "Efendim?"

"Buradaki kız ben olmayacağıma göre?"

"Arabasını mı değiştirecek?" Soruya soruyla karşılık vermek hoş değildi ama ben de anlamamıştım, bu yüzdendi geçiştirmem.

"Evet," sözünü bölen çalmaya başlayan melodiydi. Elini cebine atarak telefonunu çıkartıp birkaç adımla uzaklaştı. Adımlarını izlemeyi bırakıp ardımı döndüğümde Aral'ın farklı bir arabayla çıktığını gördüm, öncekinden daha büyüktü.

Araçtan inip yanıma geldiğinde eş zamanlı olarak Özgür de gelmişti. "Ben kaçar, şirkete geçmem gerek. Gece mi görüşürüz, öncesi mi?"

"Kızı bırakayım, bakarız." İsmimi bilmiyormuşçasına 'kız' demesi sinir bozucuydu. Ben burada yokmuşum gibi konuşuyordu. "Eyvallah." diyen Özgür bana da iki parmak selamıyla karşılık verip arabasına binerek uzaklaşmıştı.

"Gurur," seslenişimle gözleri bana değdi. Tek kaşımı kaldırmaya çalışarak tepkimi koydum. Rahatsız olmuştum, belirtmesem olmazdı. Devamlı tekrarlaması daha da sinir bozucu olabilirdi, tartışma konusu olmamalıydı. "Benim bir ismim var biliyorsun değil mi?" Bunu beklemediği belliydi, kaşları inerken araya giren melodiyle eli ceketinin iç cebine kaydı. Aramayı yanıtlayarak gözlerini bana çekmişti tekrar. "Sorun mu çıktı?"

İnsanlar telefonu sadece uzun zaman yokluğunda haberleşmek için değil, anlık bildirileri haber vermek için de kullanıyordu belli ki. Her anlarında telefon vardı. İstediklerinde çıkartıp konuşuyorlardı. "Olur," kısa cevaplarla karşısındakini yanıtlıyordu Aral. "Bakarız, siz geçin. Kızlayım."

Yine ismimi kullanmamıştı. Dinlemem hoş kaçmazdı onu ama yanımdan da uzaklaşmamıştı, duymam sorun olmuyordu belli ki. Yine de benden kız diye bahsettiği için dik dik bakan gözlerimi üzerinden çekip denize verdim.

Farklı bir yerdi, yükseltisi fazla değildi ama deniz birkaç metre aşağıda kalıyordu. Üstelik ıssız bir yere benziyordu, sadece bu garaj vardı etrafta. Tayfun abiyle dondurmalarımızı alıp denizi izleyebileceğim, sessiz bir yerdi. Bundan uzun süre mahrum olacağımı düşünmüyorum, Tayfun abiyle konuşup sık sık beni ziyarete gelmesi gerektiğini söylemeliydim. Bir dünyaya sokarken bir dünyadan almamalıydılar beni. Bilinenleri elimden alıp bilinmeyenler ortasında bırakmaktı bu.

Burnumun ucuna düşen bir damlayla istemsizce gözlerimi kırpıştırdım. Yağmur başlamıştı, Aral'a baktığımda gözleriyle arabayı işaret etti. Arabaya geçmem gerektiğini söylüyordu sanırım ama ben yağmuru severdim. Üşüsem de ıslanmak güzeldi, bulutların akıttığı yaşların hüzünden mi sevinçten mi olduklarını tartmak.

Telefondaki kişiyle konuşmasını bölen Aral bana tekrar işaret verdi, "Arabaya geç." Omuz silktim, birkaç dakika bekleyebilirdim. Tek gözünü kısıp karşı tarafı "Hayır, ben hallederim." diye yanıtlarken ceketinin bir kolunu çıkarmıştı. Telefonda konuşmaya devam ederek kulağı ve omzu arasına sıkıştırdığı telefonla diğer kolunu da çıkarıp bana doğru birkaç adımla yaklaştı. "Özgür şirkete gitti, söylerim bir bakar. Çok cozutmayın."

Elindeki ceketi omuzlarıma bıraktığında bir adım geriledim, gerek yok anlamında. Oysa omuzlarıma baskı uygulayarak kalsın diye vurgulamıştı. Gerek olmadığını ima etsem de aslında gerekliydi, üşüyordum. Kollarımı ceketin kollarından geçirerek üzerime tamamen giydim. "Tamamdır, birkaç saate görüşürüz." Hep bir yerlerdeydi, bu kadar mekan değişikliğini nasıl kaldırabiliyordu? "Kızı bırakıp geleceğim."

Kaşlarım çatılırken telefonu kapatmasını bekledim. Bilerek yaptığını düşünecektim artık, gerçekten sinir bozucu olmaya başlamıştı. Adım kız ya da prenses değildi. "Lila." Telefonu kapatmasıyla eş zamanlı ismimi söyledim. Yağmur bir anda hızlanmıştı, sakin olmam için omuzlarıma vuruyordu sanki damlaları.

Bende olan bakışlarını çekmemişti, tek kaşı kalkarken devam ettim, "Benim ismim kız değil, Lila. Liman'ın Li'si Lale'nin La'sı. Li-la!" Son kelimemi damlalar arasında sesimin duyulması için yükseltmiştim. Zifiri olan gözleri bakakaldı, şaşırmış gibiydi, yanlış bir şey de söylememiştim, yine de dediklerimi sindirmek ister gibi bakıyordu.

"Lila..."

 

Bölüm : 05.01.2025 12:45 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...