14. Bölüm

Bölüm 5: Tayfun - Kısım 2

Destina
destinasyon

Selam! Uzatmayacağım direkt bölüme geçelim diye, Wattpad’de bölümler kısım şeklinde değil de tam bölüm halinde geliyor, isterseniz bir bölüm şeklinde oradan da okuyabilirsiniz 🤍 Bir de sosyal medyada bölümlerden parçalar ekliyorum erkenden, isterseniz oradan da takip edebilirsiniz 🤍

Sonda Lila’nın avuçlarından düşen mektup yazılı, babasına…

Yorumlarda ve yıldızcıklarda buluşalım, iyi okumalar 🤍💫

"Off... ayaklarım!" diyerek kendisini çimenliğe atan Özlem başını hızla tekrar kaldırdı bir çığlık atarak. "Ya burası ıslaak!" dese de yerinden kalkmamıştı. Onun bu hallerine gülerken yanına yerleştim ben de, "Olsun, birlikte çamurlanalım o zaman..." dediğimde kıkırdayarak gökyüzüne çıkardı bakışlarını.

"Ben de kendimi çok gezen sanırdım. Sen de asla yorulmuyorsun, kas mı bunların hepsi?" diyerek alayla bacağıma vurmuştu. Alayla söylediği şey doğruydu, "Evet," dediğimde gözlerini açıp bana döndü, "Ciddi misin?"

Başımı salladım, "Evet, babam sporuna çok dikkat eder. Benim de aynı şekil. Tabii Kaleli'ye geldikten sonra çok aksadı, hamlanmış hissediyorum."

"Bugün çözmüşüzdür biz onu." diyerek güldü. Bakışlarım oturduğumuz yerin ortasına kaydı, bir anıttı bu. Ayaklanırken, "Cumhuriyet Anıtı değil mi bu?" diye sordum. Başını salladı, "Evet, Savaş'ı temsil ediyor."

"Kurtuluş Savaşı'nı," diye düzelttim. "Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu temsil ediyor."

"İlgili misin tarihe? Bugün benim anlatmam gerekirken isimlerini söylediğim gibi açıklamasını yaptın."

"Tabii ki, hatta babam bazen öyle hikayeler anlatırdı ki ağlayacak olurdum. İzin vermezdi ağlamama orası ayrı..." Yattığı yerden doğruldu, "Babanın mesleği ne ki? Tarihçi mi?"

Gülümsedim, "Hayır," desem de ne diyeceğimi de bilemiyordum. Ben doktor ve öğretimci desem de ona ne iş yaptığını sorduğumda 'her şey' derdi. Her şeyi yapıyordu gerçekten, bana her şeyi öğretmişti. "Tek bir mesleği yok, çok şey yapıyor." En doğru cümle bu olurdu.

"Ha anladıım... serbest meslek misali," deyip ayaklandı, "Biliyor musun bu anıtı İtalyan bir mimar yapmış?" sorusuyla başımı salladım, "Pietro'ydu ismi sanırım." diye de ekledim.

"Duyunca çok şaşırmıştım. Bilmesem bir Türk yapmıştır derdim." O da benim gibi ayaklanıp baktı, yağmur çiselemeye başlamıştı. "Şu heybetlere bak, Türk askerleri olduğu nasıl belli!" Kıkırdadım, öyle gururla söylemişti ki. "Evet, öyle. Ama Mustafa Kemal Atatürk'ün arkasındaki iki asker," derken işaret ettim. "Sovyet Devrimi'nin generalleri."

"Harbi mi?" Başımı salladım, "Öyle. Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye'ye yapılan Sovyet yardımına duyulan minnettarlığı simgelemesi içinmiş."

"Bu kadar ayrıntı bilmiyordum, beni aşar..." dediğinde gök gürültüsü duyulmuştu. Bir anda bardaktan boşalırcasına yağan yağmurla başını yukarıya kaldırdı, "Ayy gel gel," diyerek elimi tuttu, "Kapalı bir yere gidelim." Acele ediyordu ama ben yavaştım. "Yağmuru sevmez misin?"

"Deli misin bayılırım?! Ama üstün ince, sen rahatsız olmaz mısın?"

Geri geri giderek daha açığa çıkarken gülümseyip kollarımı açtım. Başımı iki yana sallarken "Yağmuru kucaklamaya bayılırım!"

Kahkahası, etraftaki birkaç insan oradan oraya kaçışırken peşlerinden yankılanmıştı. İlk defa bahçemden uzakta, Tayfun abisiz sarılıyordum yağmura. Sıcak çikolatamı hazırlamayacaktı, hasta olmam olasıydı ama sırılsıklam aldığım derin nefesle genzime kaçan su yaşadığımı hissettirirken bunu önemsemedim.

Yüksek sesle bana söylendi Özlem, "Yağmur suyu saç boyasını hemen akıtır derler! Umarım hurafedir!" Gülerek söylediği cümlesine şaşırmıştım, etrafımda bir tur dönüp ona doğru döndüm. "Saçın boya mı?" Şiddetle yere çarpan damlaların sesi, sesimizi bastırıyordu, yüksek konuşuyorduk bu yüzden.

"Evet, belli değil mi?! Bir abime bak bir bana!"

Gülümsedim, "Bunu düşünmüştüm, o sarıyken sen siyah." Bir birikinti oluşmuştu birkaç adım ileride. Oraya yaklaştım. Bunu Tayfun abiye çok yapardım. Şu beş-altı saatlik vaktimizde ise Özlem'in bunu yaparsam sorun edeceğini sanmayacak kadar tanımıştım onu, çok mütevazı bir kızdı. Yıllardır mahrum kaldığım için üzüleceğim bir neden de kendi yaşıtım bir kızla vakit geçirememek olmuştu, onun sayesinde. "Özlem!"

"Ne oldu?" Saçlarını elleriyle tarayarak daha çok ıslanmasını sağlıyordu. "Baksana şuna," dediğimde yanıma geldi, "Şu üzerindekilere bak," kaşları havalandı, yukarıdan su birikintisine bakıyordu. "Ne var ki?"

Kıkırtımı tutmaya çalışarak birkaç adım gerileyip, birikintiye zıpladım. Ondan bir çığlık koparken ben kahkaha atıyordum. "Lila!" dese de gülmeye başlamıştı, "Bu benim abime tuzağımdı, nasıl kanarım!" deyip yanıma gelerek ayağıyla bana su atmaya çalıştı. Geri geri kaçtığımda takılıp çimenliğe doğru düştüm.

"Şu halimize bak!" dediğinde gülümsedim, "Sırılsıklamız hadi, hadi yürü." Elini uzattı kalkmam için. Tutarak ayağa kalktım. "Şurada bir yerde arkadaşımın kafesi vardı, oraya uğrayalım. Kurulanırız." dediğinde başımla onayladım, etrafında dönerek "Neredeydi?" diye kendi kendine sormuştu. Bir müddet sonra hatırlamış olacak ki "Aha, gel." dedi.

Küçük bir mekanın önüne gelmiştik, kapısı kapalıydı. İçeride birkaç insan vardı, cama tıklatıp kapıyı açarak içeri girdi Özlem. "Selam!Kolay gelsin, Sinan yok mu?" Tezgah arkasında olan birine seslenmişti. "Çağırıyorum..." diyerek içeri giden gençle iç kapıdan biri çıktı.

"Özlem?!" ismini öyle şaşkınca söylemişti ki... "Bu ne hal?" Kıkırdayarak el salladı Özlem, "Sana sırılsıklam aşkımı itiraf etmeye geldim Sinan!" dediğinde etrafta birkaç bakış bizi bulmuştu, Sinan gülerek "Kafayı sıyıracaksın bir gün," deyip cam kenarında bir yeri işaret etmişti. "Geçin geçin, ben size havlu getireyim." Özlem başıyla onaylayıp beni de yönlendirdi. Oturduğumuzda saçlarımızdan damla damla su akıyordu.

"Senin saçların da maşallah, çok gür. Zor kurur, hasta olmazsın umarım..." diyerek dudaklarını birbirine bastırdı. "Olmam olmam," dediğimde az önce tezgahın ardında olan çocuk iki kupa getirmişti. "Teşekkürler Koray."

Önüme konan nane limonla kokusunu almam ve yüzümü buruşturmam bir olmuştu. Bu halim Özlem'e komik gelmiş olacak ki kıkırdadı, "Sevmiyor musun?" Başımı iki yana salladım, "Hem de hiç."

"Belli belli." Gülerek devam etti, "Ne istersin? Başka bir şey söyleyelim." Omuz silktim, "Sıcak çikolata olabilir." Koray'a seslenerek bir çikolata istediğinde Sinan gözükmüştü. Elinde iki havlu buraya geldi, yanımıza bir sandalye çekip otururken havluları bize uzatmıştı. Özlem alıp saçını kurulamaya başlarken ben "Teşekkür ederiz." dedim.

"Rica ederim," diyerek gülümsediğinde üzerimizi işaret etti, "Hırkalarınızı verin biraz kurusun bari. Giderken üşümeyin." Üzerime baktım, anın coşkusuyla farkında değildim ama titriyordum. Özlem'in de benden aşağı kalır yanı yoktu. Üşüdüğümüz bariz belliydi. Çıkarıp ona uzattığımızda bir kız gelip ondan almıştı. Düşüncesizliğimiz ise ikimizin de üzeri beyazdı, içimizdeki siyah iç çamaşırları belli oluyordu. Neyse ki büstiyerdi.

"Hoş geldiniz diyemedim, anlat bakalım ne oluyor?" Sinan, Özlem'e sormuştu. "Ay yok, ne olacak? Her zamanki halim."

"Öyle öyle de birkaç hafta yokum, muafiyetim var diyordun. Bugün başlamamış mıydın?" Yakın olmalıydılar, herhangi biri için bu kadar detay bilmezlerdi sanırım. Akraba yahut aile dostluğu mu vardı ben ve Aral gibi? "Başlayacaktım da..." diyerek beni gösterdi, "Lila, abimin arkadaşı. Tabii bugünden sonra bence ben de diyebilirim arkadaşım diye, aynı sınava gireceğimiz için benden kaynak istemişti. Tanışalım falan derken İstanbul'da yeni olduğu için gezerek tanışmak istedik, sonra da buralara kadar geldik." kısa bir özet geçmişti. Yaptıklarımızı anlatsa sanırım gün yetmezdi.

Sinan bana döndü, elini uzatmıştı, "Lila, memnun oldum. Bu şehir büyüktür, kalabalıktır ama adım attıkça bağımlısı olursun. Hoş geldin." Karşılık verirken İstanbul'da yeni olmadığımı söylemek istemiştim ama Aral resmiyetten bahsetmişti. İkametimin taşındığı gözüküyorsa yadırgayabilirlerdi sanırım. Hem yeni de sayılırdım. Bunca yıl koca şehirde gördüğüm tek yer deniz, kayalıklar ve ormandı. İstanbul'da değil de uzak bir diyarda, bir kaledeymiş gibi...

"Neden bu kadar ıslandınız? Madem meydandasınız bastırınca yağmur gelsene buraya." Sinan da düşünceli birine benziyordu. İnsanlar dışarıya çıktığında kendi gibileriyle karşılaşıyorlarsa babamın sakındığı neydi? Derin bir nefes aldım, söz vermiştim, nedenlere ve sorgulara girmeyecektim babam gelene kadar, emirlerini uygulamaktan başka çarem yoktu.

Dikkatimi ortama verdim düşüncelere kapılmamak için. İçerisi sıcak olduğu için Sinan kısa kollu bedenini saran siyah bir tişört giymişti. Kollarında ise resimler, çizgiler vardı, amaçlarını anlayamamıştım bunların.

Kulağımı onlara verdim, daha fazla konudan bağımsız olmamak ve ayıp etmemek için. "Ben bir bakayım," demişti Sinan. Masadan kalkıp içeriye gitti. "Pişt, daldın?" Seslenen Özlem'di.

"Yakın mısınız onunla? Hakkında oldukça ayrıntı biliyor sanırım." Gülümserken başını yukarı doğru kaldırdı, "Yok ya, öyle ayrıntı bilmez. Nereden çıkardın ki?"

"Sınavların falan, sorunca..."

"Ha... yani normal arkadaşım. WhatsApp'tan bahsetmiştim ya sana, oradan muhabbet ediyoruz gruptan, özelden falan." Gün içinde bana sosyal medyadan da bahsetmişti Özlem. Ben daha önce telefon kullanmadığımı, bu yüzden fikrimin olmadığını söyleyince epey şaşırmıştı, sonrasında ise anlatmıştı neler olduğunu. İnsanlar çok fazla iletişim aracı üretmiş. "Anladım. Kollarında resimler gördüm, onlar ne?" dediğimde kıkırdadı. "Dövme," diyerek kendi kolunu sıyırdı, benzer şeyler onda da vardı. Şaşkınlıkla baktım, "Bende de var. İnsanlar vücutlarına beğendikleri nesneleri ya da yazıları çizdiriyor. Kalıcı ha, öyle kalemle çizilenler gibi değil."

Kolunu bana doğru uzatmıştı dokunmam için. Elimi üzerinde gezdirdim, kaşlarım havalandı, "Neden ki?" Omuz silkerek yanıt vermişti, "Zevk."

Sinan içeriden gelip tekrar yanımıza oturduğunda telefonum çalmıştı, titriyordu cebimde. Ekranda Öz'üm yazıyordu. "Kim?" diye soran Özlem'e ekranı çevirdim, "Özgür," dediğimde önce alt dudağını ısırmış sonra şaşırmıştı. "Öz'üm mü? Vay hırsız! Benden çalmış onu, çok fena ya! Neyse aç aç, ben sessizde unutmuşum telefonu, kesin beni aradı ulaşamadı."

Dediğini yaparak açıp hoparlöre aldım, "Mor Kız?" diyerek seslendiğinde Özlem kahkaha atmıştı, "Oha çok yaratıcı!"

"Hoparlörde miyim ben?" Gülümserken başımı salladım, "Evet,"

"Bak o telefonu alacağım senden göreceksin, iki saattir arıyorum ulaşamıyorum. Şu sesini kapatma Özlem." Biraz öncenin aksine gayet ciddi gelmişti sesi. "Tamam abi ya özür dilerim."

"Bitti mi işiniz, neredesiniz?"

"Evet bitti, arkadaşım Sinan var ya onun kafesindeyiz. Birazdan kalkarız."

"Kalkmayın, geliyorum on dakikaya. Mor Kız?" Bana seslendiğinde araya girdim. "Efendim?"

"Aral da birazdan orada olur,"

"Aral mı? Neden?"

"Bilmem, gelince konuşursunuz. Hadi görüşürüz." diyerek telefonu kapattı. Özlem masaya koyduğum telefonu kendine çevirmişti. "Bu Öz'üm var ya, ben kaydetmiştim ona kendimi öyle. Hain hemen çalmış. Değiştireyim mi?" diye sorduğunda "Fark etmez." deyip omuz silktim. "Beni öyle kaydedelim de ağlasın." diyerek sırıttı.

"Ay Mor Kız da çok iyiymiş, nasıl ona kaptırırım?" Telefonu bana uzatırken söyledi bunu. Sinan'a döndü, "Bu nane limon neden acı değil? Ne katıyorsun buna?" dedi kaşlarını ciddiyetsiz bir şekilde çatıp. Telefonuyla ilgilenen Sinan başını kaldırdı, Özlem'in sorusuyla. Gülümsemişti, "Bal, yumuşatması için."

"Mantıklı..." diyerek elindekinden bir yudum daha aldı. "Lila hiç sevmiyormuş, az önce önüne gelen kupadan aldığı kokuyla kızın yüzü bir asıldı bir asıldı,"

"Neden sevmiyorsun?"

"Bilmem, hoşuma gitmiyor. Ağır geliyor." dediğimde dudaklarını ıslattı Sinan, "Nane ağır bir baharat olduğu içindir. Kuru nane daha da ağırlaştırır. Taze naneyle dene bir gün ya da burada. Ben taze ile hazırlatıyorum." Başımı salladım gülümseyerek, şimdi istemiyordu canım. "Bir gün denerim o zaman."

"Yine de hemen alışacağını sanmam." Sıcak çikolatayı işaret etti, "Sanırım tatlı tercih ediyorsun içeceklerini. Böyleyse zor olur sevmen, keskin bir bitki çayı nane-limon."

"Evet, öyle. Siz aşçı mısınız? İlgilisiniz bunlara." Sorumla gülümsedi, "Senli konuşabilirsin," diye araya bir not bırakarak devam etti, "Aslında girişimciyim ama şefliğe de ilgim var. Aşçı diyemeyiz, hobi sadece." Başımı salladım anladığımı göstermek için.

"Siz aynı bölümde mi okuyorsunuz?" diyerek Özlem'le ikimize baktı. "Hayır," Özlem iktisat okuyordu. "Lila tıp fakültesinde. Hatta üniversite sınavı birincisi!" Sinan kaşlarını havaya kaldırarak şaşırdığını belli etse de o konuşmadan önce Özlem tekrar girdi araya, "Ben fena sıkıştım gidip geleyim." Sandalyesini kaydırarak hızlıca, içeriye geçen kapıya değil de bir araya yöneldi.

"Tebrik ederim, tıp fakültesi. Üstelik birincilikle... kaç yaşındasın? Mezuna kalmış olmalısın."

"On sekizim. Kalmamıştım." Omzumdaki havluyu biraz daha çekiştirdim. Uzun kollum bir türlü kurumuyordu ve soğuğu şimdi şimdi çıkıyordu. Oldukça üşütüyordu, saçlarımla birlikte. "Gerçekten güzel bir başarı. Sınava hazırlanırken tıp isteyerek mi hazırlandın yoksa,"

"Sinan abi!" İç kapıda bekleyen kız seslendiğinde yarım kalmıştı cümlesi. Arkasını döndüğünde dış kapı da açılmıştı. Gözüm istemsizce oraya çarptı, içeriye giren kişiyle göz göze geldik. Gelen de zaten Aral'dı. Bugün hiç görüşmemiştik.

"Bakar mısın bir dakika?" Sinan bana döndü, "Kusura bakma, bakayım ben bir..." diyerek ayağı kalkıp oraya yöneldiğinde Aral da bana doğru geliyordu.

Ne diyeceğimi bilemiyordum, ağzımdan bir "Hoş geldin," çıktı. Ama pek hoş gelmişe benzemiyordu. Beni gördüğünde kaşları çatılmıştı. "Yağmurda mı kaldın?"

Üzerime bakarken dudaklarımı bastırdım, "Sayılır." derken ben, o yeni bir sandalye çekmişti yanıma. "Üzerine bir şey almadın mı?"

"Aldım da o da ıslandı," Eli üzerindeki kapüşonluya gitti ben cümleme devam ederken, "Kuruması için Sinan'a vermiştik." Kapüşonluyu çıkartırken ne yaptığını anlamaya çalışıyordum, altında kısa kol bir tişört vardı. Elindekini bana uzattı, beyaz uzun kollumu işaret etti, "Üzerinde kurumasın, çıkar bunu giy."

"Ama sen,"

"Arabada ceket var." İtiraz edemedim çünkü üşüyordum ve üşümeyi sevmiyordum. "Teşekkür ederim." diyerek Özlem'in peşinden lavaboya gittim. Girdiğimde kimse gözükmüyordu, geri döndüğünü düşünsem yolda karşılaşırdık. Meraklansam da bir an önce üzerimi değiştirmek için üzerimdekini çıkardım, lavabonun üzerine bırakıp Aral'ın kapüşonlusunu giydim. Anında saran acı kahve kokusu kalbimi sıkıştırmıştı, geçmişte nasıl rahatsız olmuştum da şimdi böyle hissettiriyordu bu koku merak ediyordum. Ayrıntıyı babama sormalıydım çünkü garip bir histi bu. Acı kahveden nefret ettiğim bariz belliydi. Neyse ki rahatsız edici sertlikte değildi. Babamın parfümü kadar sert değildi en azından.

Gülümsedim. Düşüncelerim ne kadar da basitti. Kendimi kaybetmesem de âna kapılmak gerçekten etkiliyordu insanı ama bu iyi bir şeydi, her an sual içinde olmak yorucu olurdu. Bazen de buna gerek vardı.

Lavabodan çıkıp oturduğumuz yere ilerlediğimde masada Aral, Özlem ve Özgür'ü gördüm. Aral elinde hırkamı tutuyordu, beni görünce ayaklanmıştı. Yanlarına gittiğimde "Bize müsaade," dedi. Böylesi emrivaki olurdu Özlem'e, "Nereye gidiyoruz?"

"İşimiz var." dediğinde başımla onayladım. Özlem'e dönmüştüm, "Her şey için teşekkür ederim. Çok güzel bir gündü," derken ayaklanıp cümlem arasına girmişti, "Tekrarlarız. Ayrıca yarın kütüphaneye gideceğim, yarın başlayacaksan sen de gelsene?"

Gülümserken başımı salladım, "Olur," dediğimde bana doğru gelip sarıldı. Üzerinde ona büyük olan bir hırka vardı, sanırım Özgür'ündü. "Ulan Mor Kız biz bile bu aşamaya geçemedik, üzdün kırdın..." bu alaylı cümleler Özgür'e aitti. Özlem abisine yan bir bakış attı, "Sus hırsız, sen hak ediyorsun!"

Ellerini havaya diken Özgür, "Ne münasebet?" dedi. Aral kolundaki saatine bakmıştı, "Hadi."

"Görüşürüz." Bu aralar sıkça söylediğim bu kelime öncesinde sadece Tayfun abiyle paylaştığım bir vedalaşmaydı. Şimdi ise yarınım sadece bir kişiyle değil birçok kişiyleydi.

Arabaya geçtiğimizde orada sormadığım soruyu burada devam ettirdim, "İşimiz ne?"

"Kemerin," diyen Aral birkaç şeyle uğraşıyordu. Dediğini ise sonradan anlamıştım, sorumu yanıtlamadan önce ikazda bulunmuştu. Emniyet kemerimi taktım. Islak olan pantolonum dizlerimi üşütürken araç ısınmaya başladı. "Tayfun abi... geldi." Duyduğum cümle duraksamama neden oldu. Kötü anlamda değil, şaşkınlıktandı.

Bugün yaşadığım en güzel günlerdenken bir de devamının gelmesi beni gülümsetirken dudaklarım aralandı, "Gerçekten mi?!" Bu kadar mutluluk ve heyecan dinç tutuyordu sanırım insanı, üzerimdeki üşümekten oluşan kırıklık yok olmuştu.

Aral gülmemek için dudaklarını bastırıp bana baktı, "Gerçekten." Pekâlâ, şaşırdığımda bu kelimeyi kullanmayı bırakmalıydım, insanların bana yalan borcu yoktu.

"Gelmiş mi? Geliyor mu?" Arabayı yola çıkardığında sorduğum soruların boşluğuna bakmadan cevapladı beni. "Geldi, eşyaların için. Görüşmek istediğin için bekliyor." Benim aksime durgun bir ses tonu olsa da önemsemedim. Üzerinde vedalaşmanın burukluğu olabilirdi, sabah Erten Bey'leri uğurlamıştı.

"Onunla konuşayım, umarım numarası vardır. Özlem bir uygulamadan bahsetmişti, her gün mesajlaşıyormuş tanıdıklarıyla. Ona da anlatırım," desem de durdum. Benim anlatmam için onun bilmemesi gerekirdi. Bir video ve çizgi film vakasından sonra bilmediklerini düşünmek aptallık olur muydu? Umut kırıntısıydı. Cümlemi devam ettirmeme de gerek yoktu, bu düşüncelerimi içimde tutsam daha doğru olacaktı, her düşüncemi duymak karşıdaki için rahatsız edici olabilirdi.

Yolu izledim, malikaneye varana kadar. Saçlarım biraz biraz kurumuştu. Pantolonumun nemi rahatsız etse de Tayfun abi önceliğimdi. Arabadan inip avluda göz gezdirdim, "Nerede?" diye sorsam da sorumu es geçip pantolonumu işaret etti Aral. "Üzerini değiştir."

"Gerek yok, kurur." derken etrafta gezdiriyordum gözlerimi. "Gerek var," dedi. Uyarıcı bir ses tonuydu ilettiği, "İşi bitene kadar değiştir, gel." Daha fazla sabırsız olmamak için kabul ettim, hızla değiştirip geldiğimde o da burada olurdu belki.

Adımlarımı kendimce büyük tutarak odama çıktığımda eşyalarımın geldiğini gördüm. Kıyafetlerim yerleştiriliyordu. "Kolay gelsin," diyerek duraksamasını sağladım Reyhan Hanım'ın. "Ben halledebilirim, lütfen zahmet etmeyin." dediğimde gözlerinde itiraz gördüğüm için devam ettim. "Kendim yerleştirmek istiyorum, bu yüzden sorun olmaz, lütfen."

"Nasıl isterseniz Lila Hanım." diyerek başını sallayıp odadan çıktı. İçlerinden bir kot pantolon seçip altımı değiştirdim. Daha fazla zaman kaybetmemek adına aşağı inerken Dağkan Bey'le karşılaşmıştım. Beni süzerken bakışları üzerimde kaldı, gözlerini yüzüme çıkartıp "Sadece on dakika, Lila." dedi.

Bu dediğini anlamamıştım. Tayfun abiyle konuşmam için süre tanıması hoş ve olur değildi. Yine de başımı salladım, itiraz istemeyen bir duruşu vardı. Durulsam da kapıdan çıktığımda avluda gördüğüm kişiyle gözlerimin parladığını hissediyordum. Heyecan tekrar beni bulmuştu, "Tayfun abi!"

Sesimi kontrol edememem avluda yankılanmasına neden oldu. Kalbim titrerken ona doğru koşturdum, gözleri beni buldu. El salladım ona, gülümsememe ek.

Kaç gün olmuştu ki görmeyeli bu kadar yaşlanmıştı? Sakallarındaki aklar çoğalmış, karışıklıkları artmıştı. Yorgun gözüküyordu. Oysa ben de yoktum, koşturmuyordu birinin peşinden. Neden yorulmuştu?

Birkaç adım attığımda gözlerindeki doluluğu fark ettim. Tayfun abinin gözleri buğulanmıştı. Onu ilk defa böyle görüyordum, beni gördüğü için mi hüzünlenmişti? Özlem yaşartıyor muydu gözleri?

Koşar adım yanına giderek kollarımı beline sardım. "Seni çok özledim Tayfun abi!" Yaşaran gözlerini görünce dolmuştu gözlerim ama ağlamamam gerekirdi, üzmemem gerekirdi bu yaşlı adamı. Elleri omuzlarımı buldu. O hep böyle sarılırdı, ellerini omuzlarıma koyarak sarılmış sayardı bunu.

Geri çekildim, heyecanlanmıştım onu gördüğüme. Ne söyleyeceğimi bilemez haldeydim. "Nasılsın Tayfun abi? Kitaplarımı mı getirdin? Sadece ders kitapları mı?" Başıyla onayladı. "Olsun burada da bir sürü kitap var, ayrıca internet diye bir şey çıkmış."

Umut kırıntısı sevdiğin insanı görünce birikerek bir dağa dönüşüyordu. Olumlu belkiler, hakkındaki olumsuzlukların yerini alıyordu, kesinliğe dönüştürüyordu. "Her şey var, tamamen her şey. Neler öğrendim bir bilsen!"

Onunla da paylaşmalıydım, bilse bu kadar özlem duymadan önce iletişime geçerdi benimle, gözlerinden belliydi. "Aral, Dağkan Bey'in oğlu, bana her şeyi öğretiyor. Ayda bir kere dışarı çıkardık ya," onun yanında yalnızlığın getirdiği oturaklı olgunluk kayboluyordu, sekiz yaşıma geri dönüyordum. Çokça konuşuyordum, "Şimdi neredeyse her gün çıkıyorum ve bir sürü yer görme şansım oluyor. Seninle de gidelim babam döndüğünde. Sahi, evdesin değil mi? Babam aradı mı hiç?"

Ellerini arkasında birleştirip yüzümü inceledi, o da benim büyüdüğümü düşünüyor muydu? Birkaç gün de olsa, yaşla alakasız, yaşananlar insanın köklerini sulayıp büyütüyordu çünkü, "Hayır, biliyorsun telefon bulmak çok zor."

Zor değildi, yalandı. Ya da yalan değildi, bilmiyordu, bilmiyordu işte, bir umut, kırıntı ve dağ...

"Cep telefonları çıkmış Tayfun abi, her yerde çekiyor ve gittiğin yerlere götürüyorsun," Rol mü yapıyordum? Onu deniyor muydum dediklerinin doğruluğunu ölçmek için? Buna hakkım var mıydı ya da bu kadar mı güvenmiyordum? Kardan adamın bana benzemediğini öğrendiğimden beri miydi bu güvensizliğim?

"Yanında taşıyorsun. Babama bunu söylemeliyiz, geldiğinde ona da bir tane alalım. Sana da öğretebilirim. Habersiz kalmayız birbirimizden." Bu sözlerimin altında yatan sorguyu görebiliyor muydu? Sesim aptalcaydı, heyecanla karışık saflık içeriyordu, anlayabilir miydi bu gizde doğruyu?

"Kağıt kalem var mı yanında? Benim de var cep telefonum, babam ararsa evi, ona numaramı ver. Beni de arasın." dediğimde ceketinin iç cebine attı elini. Bir minik defter ve kalem çıkardı. Gerçekten habersizse bunlardan haksızlığıma kırılmaz mıydı? Ya da habersizse bir kağıt uzatmak yerine neden bahsettiğimi sormaz mıydı?

Ne düşünmem gerektiğini ya da neyin doğru olduğunu bilmiyordum. Elindeki kağıdı almadım, "Sonra versem? Ezberimde değil. Biliyor musun bilmiyorum ama okula başladım, sınavım için kütüphaneye gidiyorum artık. Çıkışlarda yanıma uğrasan her zaman?" Elinde kağıtla duraksarken gözleri kısıldı, "Buraya da gelebilirsin? Dağkan Bey'den rica edebilirim. Babam belli ki bir müddet gelmeyecek, yalnız bırakmazsın beni." Onay vermesi için söylemiştim bunu, olur dese hafifleyecektim. Rol kesmeyi bırakmalıydım.

"Üzgünüm Küçük Hanım," hayır anlamında mıydı bu? "İyi de neden?.."

"Böyle olması gerek." İtirazının nedeni için yüzüne bakıyordum, bir mimik dahi olmaması ürkütüyordu beni. "Pekâlâ," kabullenmemiştim ama itirazı sadece buna mı diye merak etmiştim. Cebimdeki mektubu çıkardım, "Bunu, bunu babama iletmeliyiz. Yeşil zarflar sende Tayfun abi, bunu iletelim bari?.." Elimdeki kağıda ve bana baktı, omzumun üzerinden arkamda takılı kaldı gözleri. Düşünüyor muydu?

"Yapamam." Yine itiraz. Yapamam? Kaşlarım indi, "Neden?"

"Görevim değil." Sesi içimi titretti. Karşımda gördüğüm adam Tayfun abiydi, başkası değil, yabancı gibi konuşamazdı. Bunca yıl görevi diye mi benimleydi? Nefesim sıklaşmıştı, kağıdı daha sıkı tutmak istediğim için avucumda buruştu.

Öfke miydi hissettiğim, hüzün müydü titreten?

Yoksa bu iki duygunun harmanı içimde alevlenecek bir kıvılcım mı çıkarıyordu?

"Ne zaman istersen yazabilirsin Lila, bu yeşil zarfları babana ulaştıracağım."

Bir soru daha Lila, belki... "Sözlerini hatırlamıyor olamazsın?" Aklımdan geçen geçmişi ona da duyurmak içindi bu sorum, duyarsa hatırlar, hatırlarsa itiraz etmezdi bana. Çenesi kasıldı, "Hatırlıyorsun." dediğimde. "Yalan mıydı onlar?!" İstemeden yükselmişti sesim, ona böyle konuşmazdım ben. Hiç konuşmamıştım ben.

Belki yanlışlıkla çıkmıştı itirazı, yeniden, "Bu kağıt yeşil zarfsız mı kalacak şimdi Tayfun abi?" Acizce miydi sorum? Sesim titrerken onun da gözleri titredi, "Gitmem gerekiyor Küçük Hanım, iyi günler."

Bunu yapmamalıydı, benimle bu kadar soğuk bir sesle konuşmamalıydı. Çok üşüdüğümü, üşüyünce sinirlendiğimi biliyordu. Ne kadar sıksam da kelimelerimi mantıklı seçemiyordum, "Ben hep endişe içinde olacağım o zaman değil mi?" Geçmişte verdiği sözeydi bu isyanım, o soru olarak algılayabilirdi. "Yalnız değilsin Lila. Baban yokken ben olacağım her baktığın yerde, endişe duyma, ben varım." Şimdiyse yokum diyordu. Tüm dedikleri mi yalandı?

"Pekâlâ yine bulamadım seni Küçük Hanım, gidip çikolatayı hazırlıyorum!" Yalandı. Üşüyen burnumu çektim, "Sıcak çikolatamı kendim yapacağım..."

"Gitmem gerekiyor Küçük Hanım." Gereken tek şey babam ve oydu. Babam yoktu, o gidiyordu.

Ben sinirlenmezdim. Ben öfkelenmezdim. Yani pek görmemiştim bu hallerimi, o da bilmezdi. Şimdiyse içimde hissettiğim sindirimsizlik kaynatıyordu beni, öfkemi kontrol edemiyordum. "Ömrüm yettiğince bu tepede dondurma yiyeceğiz." Sesimi yakınımda olsa da yükselttim, duyması için değil de anlaması için. "Dondurmalarım eriyecek?!" Başını iki yana salladı, yanımızdaki arabanın neden açık olduğunu anlamadığım kapısını kapatarak birkaç adım geriledi. Omuzlarımdan geriye baktı tekrar, yüzüme bakamadığı için miydi bu? "İyi günler." Arkasını dönerek çıkışa ilerlemeye başladı.

Veda sözcüğüydü ama görüşürüz gibi yinelenecek bir veda sözcüğü değil, sadece iyi günler. Yapmamalıydı bunu, durmalıydı, "Biliyor musun tek eriyen dondurmalarım da olmayacak Tayfun Yereli!" Sesim benden uzakta olduğu için oldukça gür ve yüksek çıkmıştı, neredeyse bağırmıştım.

Gözlerim dolsa da düşürmemeye çalışıyordum, belki durdurabilirdim ve itirazlarıyla bana bunca sözlerinin yalan olduğunu söylediği gerçeğini değiştirebilirdim.

Acıtırsa durup doğruları verirdi belki, "Olaf'ım çoktan eridi. Bir yalandan ibaret olduğunu öğrendiğim an kış, kardan adamı terk etti!" Sözleri yalansa terk etmişti anılarımı. Yalandı hepsi. "Sen de aynı şeyi yap çünkü ben artık sarılmayı sevmeyeceğim!" Yanıyordum bu soğukta. Üşümek yerine içim yanıyordu, dilime kalbim engel olmuyordu, "Seni de..." çok acıtır mıydı? Beni dilime vurmadan acıtmıştı. Duraksasam da tutamadım, "Seni de affetmeyeceğim!"

Adımları çıkışa daha çok yaklaşmıştı. Avucumdaki acıyla elimi gevşettiğimde mektup kayıp yere çarptı. Islanırsa okunmazdı, buruşan kağıda baktım. Rüzgar öne doğru savurduğunda bir adım atsam da eğilip almadım. Önüme gelen saçlarımı geriye iterek süzülüşünü izledim mektubun.

Bir Tayfun iletiyordu mektuplarımı. O gitmişti. Şimdiyse ardından esen yel, avuçlarımdan alan kağıdı tayfun olup ulaştırırdı belki gideceği yere...

Babacığım... merhaba,

Bana öğrettiğin şu mektup yazma işini hâlâ kavrayamamam seninle ilgili değil, tamamen ben ve duygularımdan ibaret. Başlangıcı bir türlü oturtamıyorum, bir anda yoğunlaşıyor duygularım ve kelimelerim düşüncelerimde birbirine dolanıyor bu yüzden giriş paragrafım sarsıntılı oluyor. Ama diğerleri gibi bunu da zamanla öğreneceğime eminim.

Diğerleri demişken, verdiğin emrin ilk günlerindeyim. Bahsettiğin kişi, Dağkan Kaleli; beni Mizan Malikanesinden, Kaleli'ye davet etti. Şu an bu mektubu Kaleli'den yazıyorum. Bilmiyorum biliyor musun bu yeri? Çok, çok yakın dostunmuş. Öyle ki Tayfun abinin dahi yerine geçerek beni emanet ettiğin biri.

Burada nedenler sormayacağım, yüz yüze konuşulacak konular için mürekkebimi harcamamamı söylerdin. Bunlardan bahsetsem de bu mektubun karşılığını vereceğin kağıtta eminim ki cevapları olmayacak, neden sorularımda her zaman kavuşmayı beklersin çünkü.

Sana burada geçen ikinci gecemi anlatabilirim ya da ilk günümü... Dağkan Bey senin gibi mizacını yumuşatmaya çalışsa da altında yatan demiri görebiliyorum, yine de dile getirmiyorum, emanet edilene hissettirdikleri emanetçi için oldukça önemlidir.

Bir de oğlu var, biliyorsundur gerçi çünkü o seni biliyor. Yani, Dağkan Bey seni, kendisinin ona bahsettiğini söylese de Aral senden bahsederken gözünde gördüm, Liman Mizan'ı. Senin bana bahsetmediklerinden dolayı kırgınlığım oluşmasın diyeydi tavrı, büyükçe bir ihtimal. Aral dediğim için tanıyamamış da olabilirsin, Gurur Aral. Belki birini sana benzettiğim için kızacaksın bana ama misaliniz çok fazla. Bu da doğruluyor seni tanıdığını. Mizan duvarları çevrelese de yanımı yöremi, Mizan eğitimi geliştirdi farkındalık becerimi. Nereden ya da nasıl tanıştınız bilmiyorum, burada cevaplarını alamayacağım şeylere değinmeyeceğim, kalabalık etmeyeceğim, bunu söylemiştim.

Uyum sağlamaya çalışıyorum. Dışarıda neler var bir bilsen! Doğru ya... telefondan bahsedecektim sana. Cep telefonu. Her yerde, her an, herkese ulaşabilen bir iletişim aracıymış. Sadece ankesörlü telefonlarla ya da masaüstü telefonlarla değil, konumlandığın her yerde erişebileceğin bir araç. Bundan Tayfun Abi'ye de bahsedeceğim, belki sana bir tane ulaştırabiliriz ve tabii ona da. Belki de bunlar onda da, sende de vardır ve numaramı sizinle paylaşırım. Merak etme, merak etme girmeyeceğim nedenlere.

Tek bir soru soracağım babacığım. Biliyorum, net olsa ilettiğin o videoda -bu teknolojinin var olduğunu biliyorsan eminim ki telefondan da haberdarsındır- bahsederdin ama yine de senden maksimum bir süre alamaz mıyım? En fazla kaç ay, kaç yıl?..

 

Bölüm : 31.01.2025 14:15 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...