
Yıldızcıklarda ve yorumlarda buluşalım, iyi okumalar… 🤍💫
‘Ben daha on sekizim,
Ya hepsi ya da hiçbiriyim.’
PİNHAN
BÖLÜM 6: YEŞİL YALAN
===
‘Okyanusa açılan deniz, geleceğine benziyor Lila.’
Böyle söylemişti yalancı, anılarımda bir yerde. Tek doğrusu olabilir miydi söylediklerinde?
Çünkü şimdi anlıyordum ne demek istediğini; deniz okyanusa döküldüğü an karışıyordu tüm canlılar, cansızlar, barındırdığı tüm maddeler. Onda bulunanların kimini kaybediyor kimini ise yeni yeni keşfediyordu. Ben de öyleydim, hayata adımladığım an kalabalığa karıştım ve kimini kaybederken kimini yeni yeni keşfetmeye başladım.
Lakin keşfederken kaybettiklerim yolumu aydınlatanlar değil miydi? Karanlıkta önümü göremezken nereye adımlayacaktım?
Bir yalancıydı. Her ne kadar düşünce kıyılarında dolaşsam da belkiler dalgalara karışıp boğulmamı engelliyordu ama bugünkü sözsüz itirafı beni yutmuştu.
Hayır. Çoğul eki getirmeliydim, yalancılar. İki yalancı. Her ne kadar içimde aklamaya çalışsam da aptal değildim, bariz belliydi. Babam da...
Bariz belliyken belkilerle büyüdüm.
Ahenk, 'b'. Her biri 'b' ile başlıyorken sonucu babama mı çıkıyordu? 'B' ile başlıyordu.
Belki de bilmiyor.
Al işte, yine.
Bunu neden yaptığımı biliyordum. Şuncacık ömrüm iki kişiyle bağlıydı ve ben bu bağın zedelenmemesi için üretiyordum belkileri. Çözülürse uçurumun dipsiz boşluğuna sürüklenmekten korkuyordum. İçimde boşluk oluşmasından, amaçsız adımlamaktan, kimsesizlikten. Yalanlardan korkuyordum. Yalancılardan korkuyordum. Benden gizlenenleri görebilsem de kılıf uydurabiliyordum gizlere, sırlar ortaya çıkmak için oluşurdu. Yalanların ise bir amacı yoktu. Yalanlar tüm anıları çöp ederdi.
Tayfun abi bu düşüncelerimi ezbere biliyor ve, ‘ve'si yok, biliyor iken neden? İşte, yine bir bilinmeyen!
Her sorumun cevabı, bilmiyorum. Bildiğim tek şey cevabın nedeni, Mizan Malikanesi. Babam. Tayfun Yereli de suçlanamazdı. Dediği gibi, göreviydi.
Bu. Buydum ben onun için. Görev.
Ne kadar basit. Bir insanın hayatına girip çıkmak herkes için ne kadar basit!.. Herkes diyorum... benim için herkes de kimse de onlar çünkü, on sekiz yılda sadece iki insan. Kalan ise bir.
Matematiğimi bu yüzden mi ilerletmişti babam? Çıkarma işlemini kolay yapmam için.
Dişlerim ağrıyordu, çenem ağrıyordu, başım daha da çok... ağlamamak içindi. Sıktığım dişlerim tuzun akmaması içindi çünkü tuz sevmezdim. Geri teptim her bir damlayı, yalnız olsam da. Odada olsam da. Odamda olsam da.
Saatlerdir buradaydım. Akşam yemeği saati dahi gelip geçmişti, saygısızlığa ise Dağkan Bey'in tahammülü yoktu ama tolerans tanımıştı sanırım.
Sanırım. Her cümlemin sonuna sanırım ekliyordum, tanımıyordum çünkü bu dış dünyayı, tahminlerce sürükleniyordum. Sanarak ilerliyordum, kendim gibi sanıyordum belki de her baktığımı.
Yalnızdım. Değildim. Babam hâlâ bir yerlerdeydi ama yoktu. Olmadığı için yalnızdım. Babam yalnız bırakmamıştı, Tayfun Yereli'ydi bunu yapan. Yalancıydı.
Yalancıydı ama doğru muydu öfke duyduğum kişi? Belki de babamdı yalancı, Yereli ise şıracı.
Havuza düşen yağmur damlası. İzliyordum. Taşmıyordu, neden taşmıyordu havuz? Bunca yağmur damlası birikip evi sular altında bırakmıyordu? Gideğeni vardı, gözlerimin yoktu, olmalıydı.
Pencere önü koltuğu.
Sığınma pozisyonu, kendini sarmalama.
Bir kalede kahraman bekleyen kız.
Kız çocuklarının kahramanı babası olur.
Rapunzel gibi bir cadı kaleye hapsetmemişti beni, uzun saçlarım da yoktu; Bella gibi babam tutsak edilmemişti, yerine ben alınmamıştım. Kimse değildi, affetmeyeceğim dediğim adama bu kadar öfkelenmemeliydim. Babam esarete bağlamıştı beni, taş duvarlar arasında büyütmüştü. Babamdı, farkındaydım ama kime olmalıydı öfkem, kime olmalıydı isyanım? Babamdan başka kimim vardı? Babamdan başka kimim yoktu? Bir yandan sığındığım, bir yandan boğulduğum limanımdı.
Yorgundum, babam gelmeliydi. Bu suallerim arasında emirlerini yemin edip nasıl yerine getirecektim, hiç düşünmemiş miydi?
Bir, iki, üç.
Kapı tıklatıldı. Eskiden çok yakındık, şimdi uzak, neden anlasam keşke...
Keşke.
Bu, o şarkı gibi ritimli değildi. Ben de Elsa değildim, kapıdaki Anna. Olaf yalandı.
Saatlerdir oturduğum için karıncalanan bacaklarımın ve kararan gözlerimin birkaç saniye kendine gelmesi için duvara tutunup bekledim. Tuzlu su içine akınca midesini bulandırıyordu insanın. Anatomi biliyordum. Gözler mideye ulaşmazdı.
Kapı kilitli değildi yine de gelen kişi benim açmamı bekliyor gibiydi. Aralamadan tamamen açtım, gizleniyor, saklanıyor gibi görünmemek adına. Karşımdaki Aral'dı, elinde bir tepsi ve içinde bir kase çorba, bir dilim ekmek, limon dilimi, ıhlamur, su. "Yemek yemelisin," diyerek içeriye adımladı. Koltuğun yanındaki çalışma masasına bıraktı elindekini.
Aç hissetmiyordum ama saatlerdir bir şey yememem kan şekerimi düşürmüştü, halsizliğime tek neden bu olmasa da etkendi.
Peşinden ilerleyip "Teşekkür ederim, pek aç değilim." dedim. Şımarıklık değildi bu yaptığım, babam olsa böyle derdi. Doğru da olurdu çünkü konu o zaman bambaşka olurdu ama şimdi şımarıklık değildi. "Yemek sadece acıkınca yenmez." demiş, koltuğuma oturmuştu. Sahiplik eki getiriyordum çünkü evimden uzaklaştığımda sahip olduğum tek şanslı konunun pencere önü koltuğum olduğunu düşünüyordum.
"Doğru," diyerek sandalyeyi çekip oturdum. Evimde değildim, Tayfun Yereli yoktu, çocukluk edemezdim. Sudan birkaç yudum alıp boğazımı ıslattım, susamıştım. Okyanusa karışan denizin bol suyu vardı, susamazdı.
"Üzgünüm, yemeğe inemedim,"
"Bu benimle konuşacağın bir konu değil." Bu da doğru. Dağkan Bey'di muhatabım. Bu bile belliydi, ben seçememiştim. Duvarları yetmiyor gibi içine çizdiklerimi de silmiş ve yeniden şekillendirmişti babam. Tayfun'u almış Dağkan'ı koymuştu. Kendi çizdiği yolda ilerletiyordu beni. Bunca yıl da böyleydi aslında, sadece güven vardı, güven aptallaştırmıştı. Sorgu sual yok, güven var. Şimdiyse şüphe, her şeye.
Yemek yiyeceğim ve uzun geldiği için kapüşonlunun kollarını katladım. Üzerimi değiştirmek de aklımdan çıkmıştı, hâlâ Aral'ın verdiği kazaklaydım. Çorbamın içine dilim ekmeği parçalar halinde koparıp attığımda Aral, kollarını göğsünde birleştirmiş, başını duvara yaslamış yaptığımı izliyordu. Ben yemek yerken yanımda bekleyecek miydi? Bu rahatsız ediciydi.
"Sıcak çikolatayı çorba gibi içiyorsun ama çorbayı yemek gibi yiyorsun," hafif kıvrılmıştı dudağı, eğlenir tondaydı sesi. Omuz silktim, "Böyle daha güzel. Nasıl sen salatayla domatesi aynı anda yemeyi seviyorsun, aynı şey." Bunu kahvaltıda fark etmiştim. Ben domates hiç sevmezdim, o ise üzerine üstlük salatalıkla birlikte yiyordu.
Kaşları havalanırken dudaklarını bastırdı, anladım dercesine başını sallarken. Ya da ben anladığını varsayarak baş sallamasını bu yönde almıştım. Öyle olsun da demiş olabilirdi, hı hı kesin aynı şey de. Ben olsam öyle derdim çünkü aynı şey değildi, bir şey bulamadığım için kılıf uydurmuştum.
Gergin olduğum sesime yansıyor muydu? Sanmıyordum çünkü oldukça net tutuyordum sesimi. Üstelik biri varken yanımda gerginliğim azalıyordu, yalnızken kendimle baş başa kalışım dramalar yaratıyordu ve kasvete boğuluyordum, ürettikçe üretiyordum.
Kasem bittiğinde ıhlamura uzandım, içindeki tahta kaşığı bir tur çevirerek balı iyice yedirdim ki tadını alabileyim. Bir yudum aldığımda limon tadını hissetmek yüzümün buruşmasına neden oldu, limonu hasta olmadıkça bitki çaylarında sevmiyordum. Düşüncelerimi okumuş gibi, "Mecbur içeceksin, Neslim Hanım hiç hoşlanmaz yarım bırakılan çaylardan. Üstelik kendisi yaptıysa bu çarpı iki."
"Limon şekerini azaltıyor," diye hayıflansam da birkaç yudum daha aldım. "Şekersiz sevmiyorum."
"Biliyorum." Onu süzdüm, biraz önce demiştim; şüphe, her şeye. "Nereden?" Babamla tanıştıklarını itiraf etmeliydi, yani, bence öyle. "Her şeye şeker katıyorsun, tahmin etmek zor değil Prenses." Ve yine doğruydu, doğru konuşuyordu.
Tek bir şey hariç, "Bana prenses deyip durma."
Gülmemek için dudaklarını yaladığı belliydi, bazen gıcık birine dönüşüyordu. "Neden, külkedisi misin yoksa?"
Söylediği şeye göz devirsem de kaşlarımı kaldırıp "Bak o daha olur." dedim. Güldü. Sesli bir gülüş değildi, nefesini duydum sadece. Hep böyle gülüyordu. Saniyelik.
Bardağı yarılarken dudaklarımdan, "Yalnız kaldığımda daha dramatik oluyorum nedense..." diye mırıltı çıkmıştı. Onunla bir şeyleri paylaşmayı huy edinmemeliydim, rahatsız olabilirdi. Tayfun Yereli değildi.
"Tanıdığım biri, bir bebek," dedi, "Yalnız kaldığında ya da uyurken yanında birinin varlığını hissetmezse ağlamaya başlardı," Neden bahsettiğini anlamamıştım. Cümlemi ona duyurmak için söylememiştim ama duyduysa pek bir ilgisi yoktu söylediğiyle. Bir bebek ve ben aynı olamazdık, bir bebekti sonuçta. Cümlesinin devamını getirmedi, omuzlarımdan geriye baktı ve sustu. Kaşlarım çatık arkama baktığımda açık olan kapı tıklatıldı, "Lila Hanım," diyen kişi Zahit Bey'di.
Aral, ardıma bakmış ve susmuştu, orada birini gördüğü için.
‘Sadece on dakika.’
Dağkan Bey.
Sustuğu için kendi yanıtlarımı doğru kabul eden ben Tayfun abiyi yalancı olarak tanımlamıştım. Her defasında omuzlarımdan geriye bakan o ise cümlesini yutmuştu. Ben çıkmadan önce Dağkan Bey on dakika vermişti, Tayfun abi de gitmek için acele etmişti. Ona da mı sadece on dakikamız olduğunu söylemişti? Bu yüzden mi susup uzatmadan gitmişti?
Güven ve şüphe. Hangisini kime karşı kullanmalıydım?
Aral'ın telefonu girdi sessizliğin ve düşüncelerimin arasına. Ona baktım, göz göze geldik. Pantolonunun cebinden çıkarttığı telefonla ayaklanıp kapıya doğru gittiğinde ben de arkasından kalkıp Zahit Bey'e bir cevap vermem gerektiğini hatırladım. Aceleyle, "Zahit Bey, buyurun?" dedim. Elinde birkaç kitap vardı, "İstediğiniz kitaplar," dediğinde ona doğru ilerledim. Elinden almama izin vermedi, "Siz belirtin, istediğiniz yere yerleştirelim." Çoğul konuşuyordu ama sadece kendisiydi.
"Masamın üzerine bırakabilirsiniz," cümlemle masaya doğru ilerleyip köşeye konumlandırdı. "Teşekkür ederim."
"Rica ederim." diyerek odadan çıktı. Aral da gözükmüyordu. Sanırım hâlâ telefonla konuşuyordu.
Tepsiyi alıp mutfağa indirdiğimde Neslim Hanım'ı görememiştim. Salona ilerledim. Dağkan Bey'le konuşmalıydım. Bakındığımda tekli koltukta, her zamanki yerinde buldum onu. Bacak bacak üstüne atmış kahvesini yudumlarken elindeki kağıtları inceliyordu. Bu sırada yanında bulunan Zahit Bey çıkmıştı. Beni girişte görünce toparlanıp "Gel," dedi. Daha soğuk bir sesti diğer günler aksine.
Çaprazındaki üçlü koltuğa adımladım. Karşısına geçip oturduğumda benim konuşmam gerekirken öncesinde bakışları kapüşonluda kalmıştı, söze girdi, "İzin istemeden yemeğe inmemeni bu seferlik mazur görüyorum Lila." Sesi pürüzsüz ve ayıplar nitelikteydi. Babama benzettiğim için özür dilemekte geç mi kalmıştım?
"Üzgünüm, pek iyi hissetmiyordum."
"Hastalandığını görmüyorum." Hastayım demedim, iyi hissetmiyorum dedim. İkisi arasındaki farkı anlayabilirdi. Yine de alttan almalıydım, kendi evimde değildim. Misafirsin Lila. "Kusura bakmayın, tekrarlanmayacağından emin olabilirsiniz."
"Ondan eminim," diyerek araya girdi, "Tekrarlanamaz. Değinmek istediğim fark-" konuyu değiştirmemeliydi, benim de sorularım vardı. "Tayfun abiye de mi on dakikamız olduğunu söylediniz?"
Kaşları havalandı, "Anlamadım?" Lafını böldüğüm için mi yoksa gerçekten anlamadığı için miydi bu çıkışı? Ben de anlamamıştım. Daha açık oldum, "On dakikan var, demiştiniz. Tayfun abi ise benimle konuşurken geriye baktıkça duraksıyordu. Siz mi engel oldunuz?" Gereğinden fazla açıktı sorum.
Kaşlarını çattı, yüzü gerilmişti. Öncesinde hiç gergin değilmiş gibi... "Sen beni suale mi tutuyorsun?!" Sorusu soru gibi değil de uyarı gibiydi. Uzaktan bakılınca yüzünde pek kırışıklık göremezdim ama şimdi yakınındayken ve kaşlarını çatmışken alnında çizgiler oluşmuştu. "Sadece anlamaya çalışıyorum efendim. Tayfun abi öyle biri değil,"
"Tayfun Yereli yok Lila. Bugünkü kısa görüşmenizi kabul etmiş olabilirim fakat o yok. Sen bu evde yaşıyorsun ve benim himayem altındasın. Hareketlerini ve sözlerini buna göre seç." İlk gün de bunu yapmıştı. Tayfun abiyi kabul etmemişti, sonrasında farklı soylara çalışanlardan bahsedip geçiştirmişti, şimdi ise açıkça yok diyordu. "Ben bu evde misafirim, kalıcı değil Dağkan Bey. Tayfun abiyi hayatımda yok sayamazsınız,"
"Bu evde bir yatağın var ise misafir değilsindir. Baban seni bana emanet etti," bunu öne sürüyordu her zaman, can sıkıcıydı. Sözünü böldüm tekrar. "Sırf bu yüzden hayatıma böylesine müdahale edemezsiniz." Gözlerim salonda gezindi, onu da ikna etmek ister gibi iki yana sallandı başım. "Üstelik hayatım o kişiden ibaretse, buna karışamazsınız." Sadece iki kişi, dört duvar arası ve iki kişi.
"Böyle mi öğretti baban sana?" Çıkışı sertti. Bir anda. Ne dediğini anlamak için ona baktım, yüzünü ekşitmişti. "Bu musun sen?" Tepkisi şaşırtmıştı beni, böylesi bir çıkış beklemiyordum. Haksız rekabet vardı. Onun evindeydik ve bana istediği dozajda cümleler kurarken ben saygımı koruyordum.
"Liman Mizan'ın yetiştirdiği bu mu?" Dostunu mu aşağılıyordu yoksa beni mi? Her ikisini de yapamazdı. Kaşlarım indi, dediğine tepkimin sert olduğunu anlaması için yaptım bunu. Misafir değilsem ve aramızdaki cümlelerin ağırlığı önemsizse, himayem babamdan ona geçtiyse karşısında Mizan'ı görürdü. Yine de durdum, birkaç sabır daha... "Böyle konuşamazsınız."
"Bana nasıl konuşacağımı öğretecek olan sen misin Küçük Hanım?" Bilerek yapıyordu, isteyerek. Sesimin seviyesi istemsizce yükseldi, birkaç sabır sadece bire düşmüştü. Ayağa kalktım, "Bana böyle seslenmeyin!"
Devamını dinlemeden araya girdi, ses yarışı yapar gibi benim seviyemin üstüne çıkarmıştı sesini. "Benimle konuşurken ses tonuna dikkat et! Hadsizliğin lüzumu yok Lila Mizan!" Ayağa kalktı, karşıma dikildi. "Baban burada olsaydı şu haline kaç ceza verirdi?!"
Cezalarımı nereden biliyordu? Babam her şeyini mi paylaşıyordu? Benim hakkımda olanları paylaşırken bana sorması gerekirken eksiksiz anlatıyor muydu evimizi?
Şaşkınlığımla arama girdi, "Bu agresif tavırların hiçbir yararı yok. Sana böyle öğretilmedi. Liman Mizan'ın kızına yaraşır davranmak zorundasın. Geldiğinde yüzünü mü eğdireceksin adamın?!" Git gide ağırlaşıyordu cümleleri, duraksamıyordu. Dişlerim arasından "Ben öyle bir şey yapmadım." diye söylendim.
"Acizlerden ve acizlikten nefret eder. Şu haline bak, birinin gidişiyle sualler içinde sarsılacaksan acizin ta kendisisin. Liman nefret eder."
Benim babamı bana anlatıyordu. Gözlerimi kapadım, sakin ol, öfke akıl kaybettirir, derdi babam. Sakin ol. "Babamı sizden iyi tanıyorum." Bu deyişime ben bile inanmamıştım ya, neyse... İnandırıcı ve dik durmam yaraşırdı bana.
"Madem öyle, ona göre davran. Baban, Tayfun Yereli'nin senin için doğru olduğunu düşünseydi şu an burada olmazdın. O da seni cevapsız bırakıp gitmezdi." Karşımdaki yara almasın diye böylesi ağırlaştırmazdım cümlelerimi. O ise bunu umursar bir kişiliğe benzemiyordu. "Bu son anlayışlı cümlelerim sana. Bir daha böyle bir durum yaşanmayacak. Şımarıklığa tahammülüm yoktur, karşımda Mizan gibi ol. Misafir değil bu evin bir parçasısın, davranışların buna göre şekillensin. Şimdi," yerine geçti, eliyle işaret verdi. "Odana gidebilirsin."
Kendi alanı terk etmek yerine bana komut vererek üstünlüğünü gösteriyordu. Burada oturamazdım ama dediğini yaparsam da üstlüğünü kabul etmiş sayılacaktım. Babam bana ondan başka üstümün olmadığını söylerdi, bunu kabul etmeyecektim. "Dışarı çıkacağım," dedim. Gözleri beni buldu, yaptığım şeyin amacını anlıyor gibi bakıyordu.
"Tabii," dedi. İzin vermiyordu itirazıma. "Zahit'e haber verelim," diyerek onu çağıracakken araya girdim. "Ben halledebilirim," desem ve her ne kadar üstünlüğünü reddetsem de büyüğümdü karşımdaki, "İzninizle."
Salondan çıkıp avluya geçtiğimde Zahit Bey gelmişti yanıma. "Lila Hanım, buyurun?" Ona baktım ama ne diyeceğimi de bilmiyordum. Nereye gidecektim? Bildiğim bir yer yoktu. Aral da yoktu ki babasıyla hoşnut olmayan bir konuşmadan sonra oğluyla iletişime geçmek pek cazip gelmiyordu. Üstelik kim götürecekti beni, tek mi gidecektim? Yolları bilmezken. Özlem taksinin varlığından bahsetmiş ve bir yerlere gideceğimiz sırada o ulaşım aracını kullanmıştı ama bu saatte olabilir miydi bilmiyordum. Telefon da odada kalmıştı.
"Saat kaç?" Zahit Bey'in söyleyeceğim şeyin bu olmamasını bekler gibi bir hali vardı. "Dokuz buçuk Lila Hanım, dışarı çıkacaksanız Rıza'ya haber verelim? Aracı hazırlasın." Bu da bir seçenekti ve daha olurdu sanırım. Başımı salladım.
Zahit Bey holden içeriye seslendi. "Reyhan, Lila Hanım'a bir ceket lütfen. Dışarıya çıkacak." diyerek güvenlik kulübesine ilerledi. İçeriye girdiğinde birkaç dakika sonra Rıza abiyle beraber çıktılar. Rıza abi farklı bir yöne giderken ardımdan Reyhan Hanım'ın sesi geldi. "Lila Hanım, buyurun." diyerek üzerime tuttuğunda teşekkür edip elinden aldım. İyi bir fikirdi yağmurluk. Hem üzerimdeki bol kapüşonluyu da içine sığdırır hem de yağmur yağacaksa koruyabilirdi.
Rıza abi arabayla önümde durup inerek bana doğru geldiğinde onu beklemeden açmıştım kapımı. İçeri girdiğimde ben de yapabileceğim halde ardımdan kapattı kapıyı. Tekrar yerine konumlanarak dikiz aynasından bana baktı, "Nereye gidiyoruz Lila Hanım?"
Cevabı olmayan sorular olur muydu? Elbet bir yerlerde, birindeydi cevaplar ama bana yöneltilen bu sorunun gerçekten de bir cevabı yoktu. Bilmiyordum. "İnsanlar evden çıkınca nereye gider Rıza abi?"
Cevaptan önce böyle bir soru beklemiyor olacaktı ki duraksadı. Önce önüne dönüp sorunun alakasını düşünsede bir cevap vermesi gerektiğini fark edip "Kafe, park, sahil, eğlence merkezleri... birçok yer Lila Hanım. Her zaman gittiğiniz bir mekan da olabilir." diye yanıtladı. Her zaman gittiğim bir mekan. Gitmezdim, hep oradaydım, Mizan Malikanesi. En fazla avlusuna ya da arka bahçesine çıkardım, mekan sayılır mıydı? "Ben gibiler nereye gider?"
Sorularım basitti ama ona saçma geliyor olacaktı ki duraksamasına neden oluyordu. Sorularımı sorguladığı yüzünden belliydi. "Sizin yaşıtlarınız genelde arkadaşlarıyla kafede ya da eğlence mekanlarında buluşur." Kalabalık olmayan ve sakin bir yer tercihim olmalıydı. Kütüphaneye bu saatte giriş yapılıyor muydu bunu keşke önceden sorsaydım Özlem'e. Eğlence mekanı diye bahsettiği yerler geçen gece Aral'ın beni götürdüğü yerlerden ise bunu düşünmeden elerdim. Özlem'le gittiğimiz yerlerden tek sakin olan yer arkadaşının kafesiydi. "Taksim Meydanını biliyor musun? Anıtın olduğu kısım. Oraya gidebilir miyiz?"
"Anlaşıldı Lila Hanım." diyerek sürmeye başladı. Avludan çıktığımızda telefonu çalmıştı, "Buyurun efendim," diyerek yanıtladı telefonu. "Evet, şimdi çıkış yaptım." Karşı tarafı dinleyip "Anlaşıldı efendim." diyerek kapatıp dikkatini hiç dağıtmadan yolu izledi. Birkaç dakika sonra yavaşladığında ileriden bize doğru gelen araç önümüze kırdı ve Rıza abi de durdu.
Bir sorun mu olduğunu soracakken karşımızdaki araçtan inen silüet tanıdıktı, Aral. Aynı zamanda Rıza abi de inerek kapımı açtığında inmem gerektiğini anladım. "Teşekkür ederim." derken inip Aral'a doğru adımladım. Evde değildi ve belli ki eve dönüyordu.
"Eve mi dönüyorsun? Ne zaman çıktın ki?" Sorularım saçmaydı, beni ilgilendirmeyecek sorulardı ama diyecek farklı bir şey de bulamamıştım. Onun öncelikli konuşmasını beklemem daha doğru olurdu bir anda atlamadan önce. "Telefon geldiğinde çıkmıştım," diyerek sağ kapıya doğru yöneldi. "Seninle mi geliyorum?"
"Belli ki dışarı çıkmak istemişsin."
"Yani," desem de açıklamasını yapamamıştım. Babasını şikayet eder gibi olurdum söyleyeceklerimle. "Nereye gidiyoruz?" diye sorarak geçtim yerime. Cevaplamadan önce kapımı kapatıp şoför koltuğuna geçti. "Nereye gidiyordun?"
"Özlem'le gittiğimiz bir kafe vardı ya, oraya." Komik geldi düşündüğüm şey, sessizce güldüm. "Tek bildiğim yer orası olunca..."
"Telefonun yanında değil, değil mi?" Karanlıkta pek bir şey göremesem de yolu izlerken duyduğum soruyla gözlerimi şaşırdığım için açarken ona döndüm, "Nereden bildin?"
Yoldaki bakışlarını bana çevirdiğinde birkaç saniye şaşkın bakışlarımı inceleyip tekrar yola bakarak dudaklarını birbirine bastırdı, "Aradım, ulaşamadım. Dışarı çıkacağın zaman, özellikle tek isen telefonunu almazlık yapma."
"Aklımdan çıkmış... bir sorun mu var, neden aradın?"
"Sen neden dışarı çıktıysan." Babasıyla olan tartışmayı duymuş olamazdı, telefon görüşmesi yaparken evden çıktığını söylemişti. "Canın mı sıkıldı?" diye sorduğumda güldü. "Sahile gitmek ister misin?" Sorumun cevabı olmasa da başımı salladım.
"Araba kullanırken başını salladığını göremem." dediğinde kaşlarım havalandı, "Görmüşsün ya işte." diye cevap verdiğimde umutsuz bir vakaya bakar gibi gülerek başını iki yana salladı. Birkaç saniye sessizlikten sonra eğlenir ama durgun bir sesle "Bir prenses için fazla vahşi, bir dünya için fazla prensessin Lila." dedi. Bana değil yola bakıyordu gözleri, dediğini ise pek çözememiştim. Önümdeki yola çevirdim bakışlarımı, sonra da sağ camdan dışarıya.
Yalnızken insan daha gürültülü oluyordu. Biraz önce aklımda tilkiler, kuyrukları birbirine dolanmış şekilde oradan oraya gezinmeye çalışırken şimdi durulmuştu. Yol ise bedenimi durgunlaştırmıştı, gecesinde doğru düzgün uyku çekemediğim için ve günün yorgunluğuyla uzayan yol da uykumu getirmişti.
Bir müddet sonra araba durduğunda derin bir nefes çekerek mayıştığım yerden toparlanıp Aral'a döndüm. "Geldik mi?"
"Hayır," diyerek kapıyı açtı, "Hemen geleceğim, bekle." Kapıyı kapattığında etrafıma baktım. Çevredeki mekanlar havayı da aydınlatıyordu. Aral'ın gittiği yöne baktığımdaysa onu görememiştim. Nereye, ne ara girdi diye bakınırken ben de çıkmak istedim. Elim kapının kulpuna gittiğinde kapı açılmamıştı. Birkaç kere daha denerken Aral elinde bir kese poşetle gelmişti. Ona döndüğümde içeri girip yerini alırken, "Kapı açılmadı, neden?" dediğimde dudaklarını ıslattı. "Kilitli olduğu için."
İnanamaz gözlerle baktım. "Üzerime kapı mı kilitledin?!" Sorum hiç de komik değildi ama o sırıtmayı tercih etmişti. "Üzerine değil,"
"Gayet üzerime,"
Hâlâ sırıtıyordu, "Hayır, dış mihraklara karşı."
"Dış mihrak mı?" Başını sallayıp tekrar etti, "Dış mihrak."
"O ne?" diye sorduğumda arabayı çalıştırdı. Tekrar yola koyuldu, "Hani sözlüğün vardı senin?"
"Var. Yani vardı, getirmemiş." Tayfun Yereli. Tayfun abi. Getirmemesindeki neden de internet denilen ağın varlığını öğrenip ihtiyaç duymayacak olmam mıydı, düşünmeden edemedim. Yokluğuna inandırırken beni, kendi haberdardı belli ki.
Yola bakarken "Telefondan bakabilirsin. Her şeye. Ama dikkat et, kirli bilgi çok olur." dedi. Başımla onayladım, bir nefesle güldü.
"Bu ne?" diyerek ortamıza koyduğu poşeti alıp içine baktım, iki karton bardak vardı. "Sıcak çikolata." dediğinde gözlerimin parladığına emindim. Şu an ihtiyacım dahilinde olacak şeydi. "Teşekkürler." deyip önüme döndüm. İçten bir teşekkürdü. Yolu izledim bir süre, "Kütüphanenin bulunduğu sahile mi gidiyoruz?"
"Hayır,"
"Başka nerede var?"
"Nerede istersen."
"Telefondaki haritadan bahsetmiştin, bir gün detaylı inceler miyiz?"
"Olur."
"Whatsapp'ın var mı senin de?"
Kaşları indi, "Evet," bana baktı, "O nereden çıktı?" diye sordu.
"Özlem bahsetti, bana da kurdu hatta." dedim. "Bugün birkaç yer gezdirdi bana, çok güzeldi." Birkaç dakika sonra aracı durdurdu. "Geldik mi?"
"Geldik." dediğinde kapıyı açarak onu beklemeden önce dışarı çıktım. Elimdeki paketi önümde tutarak ilerlediğimde yanımda Aral da belirmişti. Burası da kütüphanedeki gibi bir sahildi ama daha sessiz ve sakindi. Üstelik karanlığı aydınlatan köprünün ışıkları denizin dalgalarına yansıyan gölgelerini bir oraya bir buraya parlatıyordu. Metrelerce uzakta iki kişi vardı bir bankta oturan, birkaç metre ilerimizde ise bir sürü bank daha vardı boş olan. "Oturacağız değil mi?" diyemeden eli sırtımı bulan Aral çoktan banklara doğru ilerletmişti bizi.
Oturduğumuzda bugün aklımda olan bir soruyu dile getirdim, "Bugün Özlem'leyken ona birkaç şeyden bahsettim," diye söze girdiğimde elimdeki paketten karton bardağı çıkarıp ona uzattım. "Bu senin," dediğinde "İkisi de aynı değil mi?" diye sordum.
"Diğeri kahve," Şu an bile üzerimdeki kapüşonlusundan gelen kokuyla bardaktaki kahvenin acı olduğunu tahmin etmekte zorlanmazdım.
"Sen sıcak çikolata içmiyor musun?"
"Hayır." derken paketi kenara bırakmadan önce uzanıp içinden bir tatlı kaşığı çıkardı ve bana uzattı. "Çikolata yanındakiyle beraber içince asıl tadını veriyor bence. Tay-"
Yarım bıraktım cümlemi, belki de haksızlık ediyordum ama elimde değildi. Mektubumu yeşil zarfsız bırakmasını kabul edemiyordum, dondurmamızı eritmesini, kardan adamı tuz etmesini... "Özlem'e," bir önceki cümlemi devam ettirmek için öznesini tekrar ettim anlasın diye, "Daha önce hiç biriyle bir aktivitede bulunmadığımı, evden pek uzaklaşmadığımı söyledim. Sorun olur mu? Olacağını düşünmedim, sen yalan yok, sadece yazılıda olanlar deyince... Kendimdim."
Karşıda olan bakışlarını bana çevirdi, "Hayır, sorun yok. Dediğim gibi, sen hâlâ Lila'sın."
"Anladım zaten ben. Aptal olsam sınavı kazanamazdım öyle değil mi?" Sorumla tebessüm etti, bakışları boğaza kaydı. "Babama sorduğumda neden kimlikte soyadım farklı diye, kayıtlarda bu şekilde olduğunu söylemişti o da. Tabii ikinci nedene fırsat tanımadı hiç, kalem ve söz farkı için de sorun yaratmadım. Bu dünya ise bunu oldukça önemsiyor belli ki. Hayatımda değişen bir şey yok," vardı aslında. Kendi evimdeyken yoktu, evet ama şimdi oldukça değişkenliydi. Ben aynı ben, babam aynı babam olsa da Tayfun abim yoktu, duvarlarım yoktu, düzenim yoktu, eğitimlerim aksamıştı.
Alıştığım kısıtlamalar beni sardığı için özgürlüğe açılınca çırılçıplak hissediyordum.
Bir kaşık aldım bardaktan. "Sadece Tayfun abi. Onu da anlayamıyorum, neden? Saçma geliyor, benimle olmaması, cevapsız bırakması," ona çevirdim bakışlarımı aniden. Bu hareketimle o da bana baktı, "Sence neden?" Aydınlatmalar olsa da gözleri gizleniyordu. Sabah griye çalan renk şimdi simsiyahtı. "Babam istediği için," demesini beklemiyordum.
"Dağkan Kaleli, vesayetinde olan kişiyi kendi kontrolü altında tutmak ister. Senin Tayfun abiyle olan yakınlığının bunu engellediğini düşündüğü için bir müddet uzak kalmanı istiyor belli ki, Tayfun abinin bugün susmasında bir etken de Dağkan Kaleli'den emir almış olması." Bu kadar açık şekilde babasını ifşa edeceğini düşünmemiştim. Sorum onaydı evet ama bir anda sormuştum, meraktan. Yani Tayfun abiye haksızlık mı etmiştim?
"Yani bir yandan tartışmanızda haklıydın." Bunu bilmesi de ayrı şaşırtmıştı. "Sen,"
"Sorun değil,"
"Bu yüzden mi dönüyordun eve?" Telefonu çaldığında çıktıysa evden pek uzaklaşmamış demekti. Yarı yoldan döndüğü belliydi. "Evet. Bir daha yaşanacak bir durumda beni ara. Ne olursa olsun."
Derin bir nefes çektim içime, "Sen Tayfun abi değilsin. Babam da. Bakıcı gibi peşimde dolanmak zorunda da değilsin. Nasıl babam beni buna mecbur kıldıysa seni de baban kıldı, anlıyorum." Omuz silktim, "Dünyayı bilmiyor olabilirim ama insan psikolojisini biliyorum. Kitap okumak tüm varsayımları ve düşünceleri geliştiriyor. Belli ki bu dünyada geniş bir alanın var, arkadaşların, çevren... babanın mecbur kıldığı şey yüzünden yanımda bakıcı olmana gerek yok," cümlelerim arasına girdi, "Babamın mecbur kıldığı şey?"
Özlem'le gezerken benimle kendi hakkında çok şey paylaşmıştı. Arkadaşları, eğlenceleri... Aral'ın da böyle olduğuna emindim, beni götürdüğü yerlerden çıkarım yapabiliyordum.
"İşte bana üniversitede eşlik etmen, beni bir yerlere götürmen. Bu yüzden günlük hesap istemiyor mu zaten? Ne yaptırmışsın, ne öğretmişsin bana diye."
Çatılan kaşlarına ek gözleri kısıldı, ne düşündüğümü daha iyi anlamak ister gibi. "Lila," dedi, kulaklarım dalgalarda yankı yapmış gibi uğuldadı. Esen rüzgardandı sanırım. "Bulunduğumuz topraklardaki bu devlet harici, beni kimse bir şey yapmaya mecbur kılamaz. Bunu aklından çıkarma."
Başımı salladım. Haklıydı, kimse kimseye bir şeyi dayatamazdı, babam harici...
Önüme gelen perçemlerimi arkaya atıp dizlerimi kırdım ve ayaklarımı da banka yerleştirdim. Kollarımı bacaklarıma sardığımda kendimi ısıtma ve konfor alanıma geçtim. Onu Tayfun abinin yerine mi koyduğumu düşünüyordum, olasılığın çoğu bunu gösteriyordu, ikisinin de yanında dilim çözülüyordu.
Ben söze girmeden önce üzerindeki ceketi çıkarttı. Hava serinken sıcakladı mı diye düşünecektim ama o omuzlarıma bırakıp sırtımı biraz öne alarak arkamdan düşürmüştü. "Sen üşüyeceksin," itirazımı yarıda böldü, "Üşümem ben." dedi.
"Doğru, ilk gün de o soğukta kısa kolla bekliyordun... Zaten istisnalar harici araştırmalar dahilinde kadınlar erkeklerden daha çok üşür. Daha az kas kütlesine sahip olma eğilimi ve vücut ısılarının erkeklere nazaran daha yüksek olduğu için ısı değişimini daha çok hissediyorlar. Bilimsel bu bak, araştırılmış yani," Kolumu kaldırıp yumruk yaptım, "Babam boşuna bu kasları yaptırmış bana." Onun yanında benim kolum çalı süpürgesi gibi kaldığı için komik gelmişti, ben bu düşünceme gülerken onun neye güldüğünü çözümleyemedim ama eminim ki o da bu düşüncemle yakın bir düşünceye gülmüştü.
"Babamın verdiği emri yerine getiremiyor gibi hissediyorum bazen biliyor musun? Daha birkaç gün oldu abartma, diyecek olabilirsin sorun değil,"
"Sana ilk başta kendimi yanlış mı tanıttım?" diyerek bir anda araya girdi. Beklemiyordum.
"Nasıl?"
"Düşüncelerimin oldukça sert olabileceğini ima ediyorsun her defasında. Bir şey paylaşırken ona aksi bir yorum katabileceğimi," üst gövdesini bana doğru çevirip kolunu bankın sırtına yasladı. "İlk gün dengesiz olduğumu kabul edebilirim çünkü sindiremedim durumu, kendimi ne kadar hazırlamaya çalışsam da... ama bunu telafi ettiğimi düşünüyorum," devamı varmış gibi yarım bıraktı cümlesini ama devamını getirmedi. Haklıydı, ona karşı ilk izlenimim pek sıcak değildi.
Başımı salladım, "Galiba öyle oldu,"
"Ama?"
Alayla konuştum, "Aması yok, Tayfun abimin yerini çalamazsın." Dudaklarımı birbirine bastırıp olumsuz anlamda başımı salladığımda tebessüm etti. "Ama anlıyorum. Yani seni."
"Hani aması yoktu?"
Şaka'ma.
"Ne?" diye içimden dediğimi sandığım kelime üzerine anlamadığını belli eder bir tepki verdiğinde omuz silkerek "Hiç." dedim. Bazen kelimelerle uğraşmayı seviyordum, eğleniyordum. Bunu bilmesine gerek yoktu.
Sessizlik olduğunda bakışlarını takip ederek ben de dalgaları izledim. "Neden?" Sessizliği bozan oydu. "Ne neden?"
"Babanın emirlerini yerine getiremiyor gibi hissetmen."
"Her hareketim ha geldi ha gelecek diye çünkü. O gelsin diye adım atıyorum dışarıda yani. Bana öğren dedi ama ben sadece bir izleyen gibi davranıyorum, öyle hissediyorum. Odamda tek kaldığımda fark ettim bunu, yaşarken görmüyorum ama hep bir bunu yaparsam babam gelecek, bunu görürsem babam dönecek hissiyle adımlıyorum. Hissetmek istemiyorum, alışmak istemiyorum çünkü o döndüğünde bunlar elimden tekrar alınacak diye düşünüyorum, çünkü babam başından bana çizdi bir yol. Çalışma çağıma gelene kadar da birkaç metrekarede onunla olacağım. Benim olan hayata geri döneceğim,"
"Lila." diyerek durdurdu beni. "Kader senden önce planını çizer, o çizgiyi süsleyecek olan sensin ama sen bir şeylere bağlı ya da zorunda hissediyorsun." Bana baktı, "Baban... seni bir esarete bağlı kıldı," sesi dobraydı, "Kimsenin hakkı yok kimseyi esaret altına almaya, baban dahi olsa, bu normalleştirilemez ama çok geç, şu ana bakmalısın. Şimdi buradasın, esaretin bitti. Sen ise bu esarete öyle alışmış ve bağlı kalmışsın ki hâlâ altında kalmaya zorunda hissediyorsun. Bunun bir anda kırılmasını bekleyerek kendine haksızlık etme, zaman alacak elbette. Sadece unutmaman gereken şey, kendini bulmalısın, kimliğini. İster babanın emri gör bunu ister gerekli olan bir şart ama gör ve aklından çıkarma. Kendimi biliyorum diyeceksin belki ama bu dünya öyle bir oyun ki bunu dediğin an önüne bir aşama daha çekerek tüm anlam kazandırdıklarını yeni baştan yazdırır. Bunu söyleyeceğim için rahatsız olabilirsin ama sen bir yenidoğansın. Daha büyüyecek ve kimliğini bulacaksın. On sekizsin Lila, ne ergen ne yetişkin. Araftasın..."
Yıllar boyunca belki de en uzun dinleyişim olmuştu birini. Ne doğduğumda, ne çocukluğumda, ne ergenliğimdeydi böyle bir kulak veriş. Şimdiyse hem yenidoğandım, hem ergen, hem yetişkin ve anlık buluşmalarıyla birlikte uzun bir duyum tatmışlardı.
Üstelik bu ne özüm olan babamla, ne yoldaşım olan Tayfun abi ile ne de varisim olan Dağkan Bey'le idi. Öylesine biriyleydi, bir yabancı, Gurur Aral Kaleli.

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.96k Okunma |
264 Oy |
0 Takip |
32 Bölümlü Kitap |