
Pinhan gibi hissettiren fotoğraflar ve kitapta geçen tüm şarkılara ulaşmak için Instagram profilimde bulunan linklere gidebilirsiniz 🤍 Hepsi öne çıkanlarımda mevcut 💫

"Yeter ama artık Aral!" diye isyan edip kolumdaki saatin nabzını gösterdiğimde sırıtıp koşu bandını durdurmuştu. Saat, daha önce anlattığı akıllı saatlerdendi, spor yaparken takıyordu, bana da.
Elindeki havluyu bana uzattığında hemen kaparak boynumdaki damlaları sildim. Isınma adı altında beni bir dünya koşturmuştu. "Sırf sabahın köründe seninle koşuya gelmiyorum diye bu işkencen değil mi?" diyerek indim banttan. Bazı sabahlar ciddi anlamda sabahın köründe koşuya çıkıyordu, bazılarında da hâlâ eve gelmemiş oluyordu. Neden o zamanlar sabaha karşı geldiğini merak etsem de haddim olarak görmediğim için soramıyordum, o da mı çalışıyordu, işi vardı bilmiyordum.
"Ne sandın?" Önden ilerlerken tişörtünün ucundan çekiştirdim, "Saçın olsaydı saçından çekerdim..." dediğimde güldü. Birazdan onu pataklarken de gülecekti, beş on katım olduğu için yumruklarımı darbe niteliğinde görmüyordu. Artı olarak ben de tüm gücümü veremiyordum, kendisi de söylemişti bunu. Babam da söylüyordu. Tüm gücümle darbe yediremiyordum çünkü sevmiyordum vurdu kırdıyı, babam içindi. Hâlâ babam için.
Ardından ilerlerken hem onu takip ediyor hem de sırtını inceliyordum. Sağ dirseğinde bir iz takıldı gözüme, "Bu ne?" diye sorduğumda bana baktı. Koluna götürdüm elimi, sorduğum yeri işaretlemek adına, dikiş izine benziyordu. Bende de vardı böyle bir dikiş izi, sağ dizimdeydi. "Dikiş izi." diyen Aral'a göz devirdim. "Bazen gerçekten sağlam bir aparkat çekerek çeneni kırmak istiyorum A Plus! Görüyorum dikiş izi olduğunu,"
Burnundan verdiği nefesle bir sırıtış ekledi yüzüne, "O zaman sorularını doğru seç."
"Özlem'e birinin ismini sorduğumda tüm sicilini önüme döküyor biliyor musun? Soracağım sormayacağım her şeyi bir çırpıda döküyor, sen biraz Özlem'le mi takılsan?"
"Abisinin de aşağı kalır yanı yok." diye hayıflandığında bir kıkırtı kaçtı ağzımdan, ondan böyle bir isyan beklemiyordum. "Çok ayıp Gurur Aral..." diye alaya aldığımda sırıttı. "Nasıl oldu?" dediğimde ise sırıtışı donup kalmıştı. Doğru seçtiğim bir soruydu sanırım.
Bir nefes çekerek dirseğine baktı gözlerini kısıp, silik bir gülümseme vardı dudaklarında. "Şömine mermerine çarptı." Silik bir izdi, üzerinden oldukça geçmiş olmalıydı. "Çok eski gibi?"
"Evet, beş yaş." derken eğilip matarayı uzattı bana. Kendisi de alıp oturarak kafasına dikti.
"Yaramaz mıydın? Gerçi yirmi ikin kırk dört gibi, beş yaşında on yaş gibidir eminim ki."
Kaşlarını indirse de sırıtıyordu, "Kırk dört mü?" Küfür etmişim gibi söylenmişti.
Gülmemek için birkaç yudum aldım sudan. "Akıl olarak canım, ne münasebet ötesi?" Bandajları aldığında sol elime uzandı, karşısına bağdaş kurarak oturup sağdakini de boşa almak için matarayı yere bıraktım.
"Bu sefer sert olayım da gör gününü." dediğimde sesli bir şekilde güldü, "Her defasında şunu söylemekten sıkılmayacaksın değil mi?"
Kıkırdadım. Haklıydı. Her defasında aynı cümle, icraat de aynı. Kaşlarımı havaya kaldırarak başımı iki yana salladım. Saçlarımın ağırlığını toka daha fazla taşıyamamış olacak ki birkaç tutam dağıldı. "Şu tokayı değiştir demedim mi ben?"
Dudaklarımı büzerken yüzümü ekşittim, bağlayacaktım ama ısınmaya dalınca çıkmıştı aklımdan. Yinede sözünü dinletemediği zamanlar çok hoşuma gidiyordu… yani komik oluyordu. "Toka tokadır işte, niye değişeyim?" Palavra, az sonra değişecektim.
"Düştüğünde ya da bir benzer durum yaşandığında kırılırsa batabilir, seni de mi dikelim?"
"Sen benim yerime doktor da olsana ya?" derken sol elimi çekip sağ elimi uzattım bandajlaması için. Üzerini saran beyaz kısa kollu tişört ona yakışmıştı. Doktor önlüğü de yakışabilirdi. İlk üniversitesi tıp mıydı yoksa?! İstatiksel olarak da uyuyordu. Üniversiteyi on üç yaşında kazandığına göre beş senede bitirse şu an ikinci üniversitesi olabilirdi. "İlk üniversiten tıp mıydı yoksa?"
"Ha bir dikelimden utanmadan tabip yapacaksın beni yani?"
Gözlerimi kısarak dik dik baktım, "Uğraşma benimle valla bir elim hazır zaten, kroşemi yersin." diyerek yumruk yaptığım sol elimle yanağına dokunmuştum. Hafifçe yana eğerek yüzünü ekşitti, "Acıttı."
"Kıyamam..." Gülerek benimkileri bitirip ayağa kalkarak kendi ellerine geçince yere uzandım. Az sonra yığılacağım için ön hazırlık olmuştu. Zaten bu saatte spor mu olur? Sabah dersin, akşam dersin... "İkindi vakti spor mu olur?"
"Sınavın bittiğine göre sabaha çekebiliriz. Fakat ben olmayabilirim bazı günler," Evet, genel olarak böyleydi, o zamanlar da yapmıyordum. "Süreklilik istersen bir hoca ayarlamalıyız." İstemezdim, babam gelene kadar hamlanmasam yeterliydi.
"Hiiç gerek yok hocacığım, ben sizden de takviminizden de memnunum." dedi az önce hayıflanan Lila. Yalancı Lila. YaLilancı.
Tepeden gülümseyerek bana baktığında "Ne?" demişti.
"Ne ne?"
"Yine nasıl bir kelime türettin?"
Ben onu dışımdan mı söylemiştim? Yine derken?
"Yine derken?" Tepemden tepemden sırıtıyordu, "Öküzgür, domzu, şakama, yali?" Uzanırken insanın ağzı nasıl aralanabilirdi, duruşu nasıl olurdu sergiliyordum şu an. İlk kelimeyi Özgür'den duysun diyelim, diğerlerini içimden mırıldanıyordum. Ya da öyle sanıyordum...
"Ağzını kapat ağzını," Ağzıma damlayan birkaç suyla öksürürken ellerimi siper edince tüm yüzüme sıçrayan suyla kendime geldim.
O, bana tepeden su mu dökmüştü? Dikleşerek gözlerim kocaman olmuş yutkunmaya ve öksürmeye çalışırken şaşkınca ona bakmaya çalışıyordum. "A Plus!"
"Öküz müsün? Su mu döktün sen tepemden?!" Kahkahalarla gülüyordu. Şaşkın ifadem asla silinmiyordu, ayağa kalkarken bir tekme savurdum. Gülerken kaçmıştı, "Ya boğulsaydım!"
"Boğulmazdın," derken hâlâ gülüyordu. Göz devirerek yan yan baktım, "Haspam," dediğimde daha da gülmüştü.
"Sen onu nereden öğrendin?"
Gülüşü gülme isteği uyandırsa da tutmaya çalışarak elindeki şişeye uzandım. "Öğrenirim sana ne?" derken kolaylıkla almıştım matarayı. Ya da vermişti. Her neyse.
Suluktan üzerine doğru su sıçrattığımda gülerek uzandı bana doğru, bileğimden tutarken elimdeki matarayı almıştı. "Yeter bu kadar yaramazlık, dinlendiysen sahneye..."
"Tamam tamam," diye peş peşe söylerken oturdum. "Biraz daha oturayım, sonra."
"Soğumamalısın, kalk hadi."
"Off..." desem de kaldırması için uzattığım ellerim yerine kollarımdan tutarak kaldırdı.
Savunmada oldukça iyi olduğumu söylemişti, ben de biliyordum, babam da aynı şeyi söylerdi. Zaten en çok savunma pozisyonlarına ağırlık verirdi babam, vurmayı sevmediğim için. Yerimize geçtiğimizde "Neden tüm gücünü kullanarak vuramadığını biliyorsun değil mi?" diye sordu. "Kum torbasına bile."
"Evet, sevmiyorum."
"Sadece bu yüzden değil, karşındakini düşman olarak görmediğin için. Daha doğrusu," derken ellerine darbe yastıklarını geçirmişti. "Düşmanın ne olduğunu bilmediğinden. Yok sandığından. Nefreti ve kötülüğü görmediğinden." Çok fazla sebep sunmuştu.
"Sana nefret et, kötü ol, kinlen demiyorum. Bunlar aklını kullandırmaz insana, aksine uzak kal ama karşında bunlara sahip binlerce düşmanın olduğunu unutma. Böylesi akılsız çok insan var. Sen buna inanmıyorsun."
Pollyannacılık ve Lila, babamın hayıflandığı bir nokta.
"Aslında beni dışarı çıkardığın zamanlar karşılaştığımız şeyler ve anlattıkların bu inancımı törpülüyor. Özlem'le izlediğimiz dizi, filmlerde şaşkınlıkla izlediğim bazı insanların gerçekte de var olduğundan bahsetmesi falan... sadece nedenini çözemediğim için varlığından şüphe duyuyorum." Tıpkı babama olan sorularım gibi işte.
"Kötülüğün nedeni olamaz, bir neden sunsa da bu geçerli sayılamaz Lila. Babanın yanındayken bir zarar gelmiyordu ama artık kısıtlı değilsin. Evet, benim yanımdayken de bir zarar gelemez sana ama her zaman yanımda değilsin. Artık bir hayatın var, yalnızken karşılaşabileceğin öylesi durumlarda ne yapacağını bilmen önemli."
"Babam gelince öylesi durumlar da olmayacak."
"Baban yok Lila."
Bastıra bastıra, tek tek. Sindirmemi ister gibi gözlerime bakarak söylemişti bunu. Basitçe, kolay bir şekilde. Bende bırakacağı batmayı hesaba katmadan böyle açık bir cümle kurması hoş değildi. Evet yoktu, haklıydı. Haklı olması bu kadar net bir şekilde telaffuz etmesi hakkını verir miydi? Bilmiyorum. Babam geldiğinde de bu kadar keskin cümleler kullansa ya...
"Hadi, başla." diyerek darbe yastıklarıyla direkt ve kroşeler için yer belirledi. Yavaş yavaş başlamıştık. "Bazen," vuruşlarım arasında konuşmak duraksatıyordu, "Öyle keskin cümleler kuruyorsun ki," dediğimde sırıtmıştı. Komik bir şey söylemiyordum, hâlâ sindirememiştim cümleyi sadece.
"Arada hırçınlık yakışıyor," dediğinde yüzüne baktım yumruk atarken. Dikkatim ona kaydığı için isabetimi kaçırmış ve yüzüne çarpmıştı.
"Hi!" Aniden çıkan nidayla şok içinde Aral'a baktım. Ona yaklaşırken "İyi misin?!" diye de ekledim, "Bilerek olmadı, dikkatim dağılınca, yani yüzüne vurmak,"
"Lila... sorun yok," derken elmacık kemiğine giden elimi bileğimden yakaladı, "İyiyim de," diyerek uzaklaştırdığı elimle bir adım geri çıktı, "Ufak bir dokunuştu sadece." Dudağının bir kenarı kıvrıldığında ters ters baktım ona, "Çok komik, gıcık." Komik ve doğruydu, bilmesine gerek yoktu. Yüzünde hafif bir kızarıklık oluşmuştu sadece.
"Yine de kıyamamana rağmen bana taş çıkartır gibisin?" Kaldığımız yerden devam ederken söylemişti bunu. Sırıttım bir sol direkt atarken, "Ne sandın?" diyerek sağdan da bir atak yapmıştım. Aral'la bir şeyler yapmak keyifliydi, işini ciddiye alsa da bazen makara da katıyordu aralara.
Öğrettiği gibi avuç içim aşağı bakarken bir kroşe attım, hızlı olması için. Sonraysa o işaretlemeden bir aparkat vuracaktım çenesine fakat geriye çıksa da yakalamıştı hızımı. "Kum torbasında attırmadığın aparkatlara say." dediğimde güldü. "Kum torbasında bileğini güçlendirmek için çalıştık, bilek gücünü kontrol edemezken aparkat çalışmak tehlikeli," bir vuruş, "Yük bileğine ters açıyla geliyor. Aparkat için farklı torbalar var, sırası gelince ona da geçeriz." Bir vuruş daha.
"Ben başlangıç seviyesi değilim biliyorsun değil mi?"
"Bu yüzden hâlâ torbada değiliz."
"Ha öğrencilerimi torbadan zor geçiririm diyorsun..." dedim sol direkt alt vuruşu yaparken. "İlk ve tek."
"Ne?" desem de farklı konuya geçti. "Sık antrenmanların olmayacağı için bilek gücünü kaybetmemen adına torbaya dönüşler sağlayacağız."
"Sevindim, ona vurmak daha eğlenceli kılıyor." Cümlelerim de onu eğlendiriyor gibi genellikle hafifçe sırıtıyordu. "Neden bazen MMA eldivenleriyle bazen de bandajlarla çalışıyoruz?"
"Boks eldivenleri açık yumruk pozisyonuna alıştırır. MMA eldivenleri asıl yumruğa daha yakındır ve bandaj ise direkt yumruk pozisyonu aldırır. Konfor ve gerçeklik arası eşitlik için." Her cümlemiz arası duraksama ya da vuruş soluğu veriyorduk. Spor yaparken konuşmak ayrı yorucu ve efor sarf eden bir durumdu. "Bileklerini daha da güçlendirmeliyiz demiştin ilk gün. Sence ne kadar yol kat ettim?"
"Yanağımı kızartabilecek kadar." dediğinde gözüm yanağına kaydı, minik bir kızarıklık vardı. Sanırım bu çok demekti. Bazen yavaşlıyor bazen hızlanıyordu. Birkaç vuruş sonrası "Sen de bunadın galiba, benden de yavaş gibisin?" diye alaya aldım. Savunma değil saldırı pozisyonları çalıştığım için daha yavaştı, savunmada daha iyiydim.
Ancak bu alaylı cümlemden sonra beklemediğim bir anda gelen direktiyle geriye çekilmeye çalışırken dengemi yakalayamamıştım. Düşmeden önce belime sarılan kollarla ayakta kaldım. Ellerim omuzlarını bulurken, "Çok mu yavaşım?" demişti.
Gözlerim kocaman açılırken şaşkınca aralanan dudaklarımı gülmemek için kontrol etmeye çalışıyordum, isabet ettirmemek için pek de bana doğru savurmadığını anlamıştım, uzaktan geçmişti ama beklemediğim için irkilmiştim.
"Ya yeseydim o yumruğu? Allah'ıma kavuşturmayı mı planlıyordun beni?" dediğimde oldukça sesli bir gülüş sergilemişti. Yakından daha da sesli duyulmuştu. "Yiyemezdin."
Hâlâ belim eğik, düşecek gibiyken o da üzerime doğru eğik duruyordu. Onun ani hareketi gibi ben de aniden yere yığmak için bacağına doladığımda bacağımı, yerinden dahi kıpırdamamıştı. "İnsan ayıp olmasın diye bir adım geriler falan yani..."
Gülüşüne devam ederken "Yanlışı doğru göstermek olmaz," demiş ve yapmaya çalıştığım hareketi bende uygulamıştı. Sert düşmemem için elleriyle beni yumuşak bırakmıştı yere. "Tam diz kapağı altına." diye de eklemişti üzerimdeki bedenini yana atarken.
Onunla hiç saniyeler fazlası yakın durduğumu görmemiştim, anın farkındalığını kaybetmeyip aniden geri adım atıyordu her zaman. Hiç dalgınlığına gelmiyor gibiydi. Bana kalsa bir insanla dip dibe olduğumun şaşkınlığıyla saniyeler dakikaya gelene dek kalırdım. Ben alışkın olmadığım için böyleydim diye düşünmememin nedeni Atalay'la bunu birkaç sefer yaşadığımızda onun da benimle aynı şekilde kaldığını görmekti. Aral'ın farkındalığı yüksekti muhtemelen.
"Bugünlük yetse mi? Akşam işim var." dediğimde kaşları havalandı Aral'ın. Omuz silktim yerdeyken, "Hep senin mi işin olacak?" Cevapsız bir soruydu. Gülümsedi.
"Yetsin o zaman," deyip ayaklandı ve beni de doğrulttu. "Neymiş işin?" diye sorduğunda kaşlarını çatıp alt dudağını ısırdı. Böyle bir soru beklemiyordu gibi, bir anda mırıldanmıştı.
Ayağa kalkarken omuz silktim, "Özlem'e gideceğim." dediğimde ensesine giden elini duraklatıp başıyla onayladı.
"Ben giyinmeye gideyim." diyerek bağladığım saçımı açıp bir topuz yaptım hızlıca. "Tamamdır." diye geri dönüş yapıp mataraların yanına ilerleyen Aral'ın tersine gitmiştim.
Akşam işi var mıydı acaba?.. Çıkarken duraksayıp ona döndüğümde 'a' harfi öylece kalmıştı dudaklarımda.
Aral tişörtünü çıkarmış ve omzuna atmışken su içiyordu. Onu öylece izlemem yanlış mıydı? İzlemiyordum aslında. Sadece beklemiyordum, daha önce tişörtsüz görmemiştim onu. Yani, birini. Kimseyi. Sanal sahneler harici. Kadın ya da erkek, izinsiz gözetlemek, kötü bir davranış olabilirdi. Fakat, yine de, Gurur Aral'ın bu derece... şekli mi demeliydim, tabir bulamamıştım? Her neyse. Oldukça yapılıydı, yapılmış gibi, çizilmiş, Özlem’le izlediğimiz bir film sahnesi. Karşımda Özlem'in sadece filmlerde ve abisinde görebileceğimizi bahsettiği, sahnelerde özellikle durdurup belirttiği Yunan Tanrısı gibi biri vardı.
Kulağımda Özlem'in sesi çınladı. 'Bak Lila, önüne gelen ilk erkeğe atlama. Onlardan çok var, birlikte seçeriz, eleme taktiği, sorularında bir telefon uzaktayım.' Bunun şu anki durumla alakası neydi? Alışık olmadığım durumlarda saçma düşüncelere kapılmayı bırakmalıydım.
Gözlerimi kırpıştırıp kendime geldiğimde Aral beni görünce tişörtü üzerine geçirip bana doğru gelmişti. "Bir şey mi soracaksın?" diyerek.
Soracaktım ya da söyleyecektim. Ne diyeceğimi unutmuştum, saçmalamak da istemiyordum. Susarak başımı iki yana sallayıp önüme döndüm. Bir an önce uzaklaş.
Özlem, sadece filmlerde ve abisinde olduğunu düşünmemeliydi, onun deyişiyle baklavaları. Aral gördüğüm kadarıyla Özgür'den bir tık daha yapılı duruyordu dışarıda. Böyle bir kıyaslamayı ne için yaptığım hakkında da hiçbir fikrim yoktu, istemsizce kaşlarımı çattım kendi kendime. Yapmadığım şeyleri yapıyordum, bana göre olmamalıydı böyle şeyler.
"Duş alacağım, beş dakika bekler misin?" Ev dışında duş almayı sevmiyordum ama bir anda sessizleştiğim için bir şeyler söyleme gereği duymuştum. İlk aklıma gelen de buydu. Başıyla onayladı.
Soyunma odasından çıktığımda karşı duvarda Aral'ın beklediğini gördüm, onun da saçları ıslaktı. Asansör düğmesine bastığında beklemeden açılmıştı kapı, zemin altındaki otoparka inip arabaya bindiğimizde anında ısıtmıştı içini.
Su diptekileri yüzeye çıkartır gibi belirginleştiriyordu yorgunluğu ve mayıştırıyordu. Koltuğu geri yatırıp Aral'a doğru döndüm. "Dağkan Bey'in yemeğe katılmamaları sıklaştı. Bugün de mi yok?"
"Evet."
"Sen de bazen olmuyorsun."
"İşler yoğunlaşıyor." Hiç işten açılmamıştı konu bu zamana kadar. Ya da ben dikkat etmemiştim. Özlem'le bahsi geçen konuşmamız hâlâ tırmalıyordu düşüncelerimi, bugün gördüğüm not ise tırmıkları yarmıştı. Şüphe böyle bir duygu muydu, içinde bir yerlerde tırmaladığını hissettiğin?
"İşi ne ki Dağkan Bey'in?"
Sorumu beklemez gibi bir hali vardı, bana değen gözleri tekrar yola çevrildi. Bazen bir şeyler düşünürken gözlerini hafifçe kısıyordu, saniyeler sonra cevapladı, "Aslen emekli general." dediğinde dudaklarım aralandı. Uykum açılmıştı. Yerimde dikleşsem de pozisyonumu bozmamıştım. "Asker mi?"
"Evet."
"Gerçekten mi?" diye verdiğim tepkiyle yine gülüp "Gerçekten." demişti.
"Özlem soylu bir aileniz olduğundan bahsetmişti." derken ön camdan yola çevirdim bakışlarımı, "Ailen hakkında hiç konuşmamıştık, sanırım konu açılmadığı için." Ya da o şeyleri bilmediğimden merak etmem de imkansızdı, soru üretemiyordum. Yol yerine tekrar ona baktım, araba sürerken seyir zevki yüksek oluyordu yan profili.
"Sorduğun her soruyu cevaplarım." dedi.
"Soylu diye bahsetmesi mal varlığınızdan dolayı diye düşünmüştüm, asker olmanızı mı kastetmiş?"
"Ailede herkes asker değil, Cumhuriyet öncesinde de, sonrasından bu yana da askeri, siyasi, ekonomik birçok alanda devlete hizmet ediyor Kaleli'ler. Soylu denmesinin en büyük sebebi bu."
"Hiç bahsetmedin."
"Hiç sormadın."
"Doğru." Şimdi de sormak istediğim çok şey vardı gibi hissediyorum ama doğru soruları bulamıyorum. "Amcanlar asker mi?"
"Alpakan ve Dağhan amcam öyle. Dağhan amcam denizci."
"Denizci mi? Nasıl yani?"
"Amiral, Tuğamiral."
"Hepsi asker o zaman?" diye soru gibi yönelttiğim cümleyle bana bakıp tekrar önüne döndü. "Bayhan amcam hariç. Kendisi ticareti seçti. Dedemler zamanında birini askeriyeye birini ekonomiye yönelterek Kaleli hizmetini eşitlemek istemiş." Ailesi hakkında bu kadar bilgi sahibi olması şaşırtıcıydı. Ziyaretlerinde yakın olduklarını görsem de alışkın değildim insanların büyük aileleri olmasına, garip geliyordu. Babam bunlardan bahsetmezdi. Anneliğin dahi ne olduğunu bilmezken aile kelimesini anlamak zorlayıcıydı.
Tayfun abiyle Kaleli Malikanesi dışında buluşamaz mıydım? Bir kerelik de olsa Dağkan Bey'in emri dışına çıkamaz mıydı Tayfun abi? Ya da neden konuşmamıza izin vermiyordu Dağkan Bey? Benim de Aral'ın bahsettiği gibi bir amcam, dedem, ailem var mıydı? Babam beni bunlardan da uzak tutmuş olabilir miydi? Bunu yapacak biri değildi babam, olamazdı.
Derin ve sesli bir iç çektim, yerimde toparlanırken. Sorulara kapılma, babanı bekle.
'Babana ne oldu Lila Mizan?'
Dağkan Bey evde olmalıydı, uzadıkça sorularım karmaşık bir hale bürünüyordu.
Gözlerimi kapatıp ana dönmeye çalıştım, kafamı dağıtmam gerekiyordu. Beş kardeş olduklarını söylemişti babasının, "Dört etti, beş kardeşlerdi değil mi?"
"Evet. Beşinci Satı halam." Hep amcalarını saymıştı, sonuncuda da amcam diyeceğini düşünmüştüm. "Halan mı? En küçükleri mi?"
"Evet." diye onayladığında "En büyükleri Alpakan amcan sanırım." diye bir tahminde bulunmuştum. O günkü ziyaretlerinde böyle duruyordu. Başıyla onayladı, "İkinci ise Bayhan amcam, sonra babamlar."
"Satı ismi bende bir şey çağrıştırıyor,"
"Tarih? Satı Kadın, Hatı Çırpan." dediğinde aniden ona döndüm, "Doğru!" diyerek. "Vay be, tarihle içli dışlı bir ailen var o zaman. Halan da mı asker, yoksa Satı Kadın gibi mebus mu o da?"
Soruma tebessümle karşılık verdi. "Dedem öyle olmasını istemiş ama halam büyükelçi."
"Büyükelçi mi? O ne?"
"Cumhurbaşkanlığınca dış ülkelerde veya uluslararası kuruluşlar nezdinde özel temsilci görevlendiriliyor. Bu temsilcilere büyükelçi deniyor."
"Bunu bilmiyordum. Gerçi temel meslekler dışında pek bir meslekten haberim yok, babam yirmi beş yirmi altımızda iş hayatına atıldığımızı söyler ve temel meslekleri anlatırdı." Devlet için çalıştığımızı, çocukların evinde bunlar için eğitildiğini ve o yaşa gelince saha çalışmasıyla geliştirildiklerini. Babamın anlattığı sistemi yanlış buluyordum, çocuklar birbirlerinden uzak büyüyordu. Bazen de belki sadece belli kesimin böyle olduğunu düşünüyordum, belki geçmiş tarih gibi savaşan ve dışarıda yaşayan çocuklar vardı diye hayal ediyordum. -dum. Artık eminim, görüyorum.
"Akşam işin var mı?" dediğimde arabanın içerisinde telefon melodisi çaldı. Ekrana baktığımda 'Asi Yurdalan K.' yazıyordu. Asi ilk hafta tanıştırdığı kızdı sanırım, kulüpteki esmer kız. "Şimdi anlarız." dedi, soruma karşılık. Ekranı yanıtlayıp aramayı telefonuna çekmişti. Karşı tarafı duymamam için yapmış olabilir miydi bunu?
Bir süre sessizlikten sonra dudağının bir kenarı kıvrılırken "Güzel," dedi. "Neredesin?" Karşı tarafı dinleyip tekrar yanıtladı. "Tamamdır," Devamı olacağını sanırken telefonu kapatıp bana döndü, arabayı durdurarak. "Kaç gibi?"
"Boşver. Sanırım işin var." diyerek omuz silktim. Eve de gelmiştik, yağmur da hızlanmıştı, Dağkan Bey de yoktu.
"Lila..." diyerek indirdi kaşlarını, "İşim olmasa ne yapacaktık?"
"Gerçekten boşver. Bir şey yapmayacaktık, akşam Özlem'e gideceğim zaten."
"Kaçta?" diye sorduğunda telefonun ekranını açtım. Saat yediye geliyordu. "Dokuz on gibi olabilir, daha konuşmadık Özlem'le." Başıyla onayladı. "Şimdi mi gidiyorsun?"
"Evet, gitmem gerek."
"Gelmene gerek yok, Rıza abi bırakır beni."
"Dokuzda burada olacağım." dedi itiraz kabul etmezcesine. Göz devirip kapıyı açtım, bazen tavırlarını anlayamıyordum. Rıza abinin şemsiyeyle beklediğini gördüm arabadan indiğimde. "Teşekkür ederim." diyerek girişe ilerledim, kapıda Reyhan Hanım vardı. "Hoş geldiniz Lila Hanım. Masa hazır, dilerseniz direkt yemeğe geçin."
On iki kişilikte ikiyken üçe çıkmıştı, şimdiyse tek kişi. Komik. "Aç değilim, teşekkür ederim." diyerek salona ilerledim. Soldaki yemek masasına çarptı gözüm, iki kişilik servis açılmıştı. Bu görüntü babamlayken vardı her zaman.
Neden böyle hissediyordum? Benim babam her zaman giden biriydi, her zaman aylarca dönmeyen. Yine gitmişti, üç aya yaklaşıyordu dönmeyişi, pekâlâ yıllar denmişti ama gidişleri bundan farklıydı. Bu gidişi farklıydı. Üç ay değil de sanki seneleri devirmiş gibiydim onu görmeyeli, sesini duymayalı. Madem böylesi uzun gidecekti gitmeden önce bana izah etmesi gerekirdi. Aptal değildim, anlayabiliyordum, sorularıma cevapları verebileceğimi o da biliyor ama ben onun vermesini istiyorum.
Özlem ve öfke aynı kefede olamazdı, olmamalıydı. Tutup sarılmak istediğin insanı aynı zamanda sarsarak itmek isteyemezdin, hayat bu kadar karmaşık olamazdı. Şimdi gelse, karşımda dursa ne yapacaktım?
Baba, diyecektim. Binlerce soru barındırıyordu içinde. Neden, niye, ne için? Binlerce duygu. Hasret, hiddet, sevgi. Anlarsa bir baba deyişimden, küçük bir not kağıdı göndersem ya... sadece baba yazsam, anlaşılır mıydı?
Ben anlamadım. 'Babana ne oldu?' sorusundan anlatmak istediklerini anlayamadım. Mizan da demişti notta.
'Sadece üç kişi Lila.'
Aral'ın cümlesi kulaklarımda çınladığında yanmayan şöminenin yanına oturmuş öylece izleyen gözlerimi bir anda salonun ortasına çevirdim. Çantama elimi attığımda notu aldım. Lila Mizan yazıyordu. Mizan. Bunu sadece Dağkan Bey, Özgür ve Aral biliyordu. Aral'ın söylediğine göre kayıtlarda Pozan'dım. Özlem dahi Pozan biliyordu beni. Tayfun abi! O biliyordu beni, o mu göndermişti bunu? Çantama ne zaman koymuş olacaktı ki? Babam desen... diyebilir miydim? Neden kendine ne olduğunu sorsun? Dağkan Bey... asker?
'Mafyatik işlerde olmasın?'
Dağkan Bey'e tekrar sormam gerektiğini söyleyen not, Tayfun abinin beni buraya getirirlerken sus pus köşesine çekilmesi, Aral'ın anlattığına göre ailesinin asker oluşu, Özlem'in onlar hakkında söylentiler olduğundan bahsetmesi, babamın asla böyle işlerde olmayacağı...
Yüzümü ellerim arasına aldım. Aklımı yitirecektim. Mizan Malikanesinde bilinmeyenlerle yaşadığımı sanırken oradan uzaklaştıkça bir dipsiz kuyuya çekiliyordum, bilinmeyenlerle dolu.
Derin bir iç çektim, Dağkan Bey gelmeliydi ve notu sormalıydım ona. Aral bilir miydi? Ben babamdan habersizken o babasından haberdar olabilir miydi? Ayağı kalktım, çelişki ve belirsizlikten başka hiçbir şey elde edemiyordum. Tek yapabildiğim ihtimalleri üretmekti. Odama çıkarken Özlem'in ismine tıkladım. "Lila! Hiç aramayacaksın sandım."
"Yeni geldim eve."
"N'aptınız ki?" Sorusuna omuz silktim, "Aynı, spor."
"Kaçta geleceksin bana? On bire doğru geçeriz mekana."
"Dokuz buçuk, on olur mu?"
"Olur olur, uyar. Bekle," deyip birkaç saniye sonra "Telefonu kulağından çek!" dedi. Kaşlarım inik ne demek istediğine bakarken aramayı görüntülü sohbete aldığını gördüm, bu sırada odadan içeri girmiştim. "Beni mi özledin?" diye dalgaya aldım.
"Tabii efendim..." diyerek devam etti. "Kıyafet seçelim sana. Olmadı gel benden giyin."
"Bana attığın tarzda parçalarım var, bence beğeneceksin." diyerek Özlem'i, beni görebileceği bir yere sabitlerken dolabı açtım. Bir saat sonunda saçım kendi kendine kurumuş, kıyafetleri de seçebilmiştik. Seçtiğim şort etek ve deri ceketi kenara ayırıp çekmecelerden siyah ince bir çorap aramaya başladım. "Bende kalın topuk siyah bot var, çok iyi olur sana. Gelince onu giy. Saçlarını düzleştir, önüne ben maşayla şekil veririm."
"Düzleştiriciyle şekillendirsem?"
"Oha onu yapabiliyor musun?"
"Evet." Serila bu konuda çok yetenekliydi ve bana da öğretirdi.
"Ay ben yapamıyorum kız! Oysa çok pratik duruyor, bana da öğret!" derken üstten bir arama bildirimi düştü. "Tamam, Aral arıyor,"
"Tamam tamam, kapat, ay bak sakın Nova'ya gittiğimizi kaçırma ağzından. Evde takılacağız falan de. Abimin baskınına uğramak istemiyorum, hadi öptüm bye..." diyerek öpücük atmıştı. "Tamaam... ben de, görüşürüz." deyip üstteki aramayı cevapladım. "Aral,"
"Lila."
"N'oldu?"
"Yemek yedin mi?" Yemedim desem telefondan bana bir kroşe atacakmış gibi bir ses tonuyla söylemişti bunu. "Tabii, evet. Geldiğimde masa hazırdı,"
"YaLilancı…" diyerek sözümü bölmüştü. Komik gelse de hem saçma sapan uydurduğum kelimelerin hem de yalanımın yakalanmasına utanmıştım. "Haberin geldi, neden yemedin?"
"Aç değildim."
"O kadar enerji harcadıktan sonra mı?"
"Yani, çok değildim diyelim. Birazdan yerim, işim vardı da.” Topu ona çevirdim, “Sen yedin mi?"
"Hayır, gelince yerim." Karşımda olsaydı göz devirdiğimi gözüne gözüne sokardım şu an. "Göz devirdiğimi hissediyor musun? Bana sorana bak." dediğimde güldüğünü işittim. "Bir saate gelirim,"
"Tamam tamam, kapat hadi, hazırlanıyorum." diyerek sözünü böldüğümde birkaç saniye ses gelmemişti. Sessiz bir yerde olmalıydı, sustuğunda hiç ses gelmiyordu, dışarıda değildi demek ki. "Şu an geçiştiriliyorum değil mi?"
Bir kıkırtı kaçtı dudaklarımdan, "Haşa..." dediğimde gülmüştü. "Görüşürüz Lila, yemek ye."
"Görüşürüüz." diye sonunu uzatarak kapattım telefonu. Üzerimi giyip saçımı hallettikten sonra Özlem'e fotoğraf atarak seçtiği büstiyerin üzerine bir kazak giymem gerektiğini söylemiştim, kendisi ayarladığını söylemişti. Oraya kadar deri ceketle idare edecektim. Gittiğimiz yerde sıcaklayacağımı söylese de kendimi biliyordum, tüm gece bununla donardım.
Aşağı inip mutfağa girdiğimde Neslim Hanım içerideydi. "Kolay gelsin!"
"Sağ ol Lila kızım, hoş geldin." derken beni süzdü, "Ne kadar güzel olmuşsun."
"Beğendin mi? Tokalar nasıl? Kendim yaptım." diyerek tel tokanın ucuna kurdele takıp saçıma sabitlediğim yerleri işaret ettim. "Çok tatlı maşallah, aç mısın? Geldiğinde hiç yemedin, hazırlatayım masayı."
"Masaya hiç gerek yok Neslim Hanım, burada yerim."
"Olur mu hiç öyle?"
"Olur olur, lütfen." diyerek orta tezgaha geçtim. "Peki madem," diye onaylayıp bir tabak hazırlamaya koyulmuştu.
"Çok sessiz bir ev değil mi?" Düşüncelerimi onunla paylaşmak istedim. Her zaman bu evdeydi.
"Bakma böyle sessiz durduğuna aslında burası tüm ailenin toplandığı yerdir."
"Gerçekten mi?"
"Tabii. Kaleli'lerin asıl evidir. Ondan avluda kale sütunu da var ya..." Doğru, bu da bir göstergesiydi. "O zaman neden sadece Dağkan Bey ve Aral kalıyor?"
"Babaları kalırdı vefat etmeden önce. Sonrasında kimse dokunmak istemedi, herkesin işi gücü, şehir farklılığı. Dağkan Bey de birkaç yıldır burada, Gurur Bey normalde kendi evinde kalıyor."
"Ben geldiğimden beri birkaç defa dışında hiç görmedim gittiğini, Dağkan Bey emrettiği için mi burada kalıyor?" Önüme hazırladığı tabağı sunarken gülümsedi, "Bilmem ki kızım, ben mutfağı bilirim bi'. Bana de ki hangisi ne yemeği sever, söyleyeyim ama bunlar aşar."
"Haklısınız, öyle boşboğazlık yaptım. Gerçekten herkesin sevdiği yemekleri biliyor musunuz?"
"Onca sene, bilmez miyim?" Yaşımın iki katı kadar Kaleli'lerle çalıştığından bahsetmişti bir gün, bilmemesi imkansızdı doğal olarak. Farklı hayatlar vardı şuncacık dünyada, farklı yaşantılar. Kim bilir eşelesek ne hikayeler dökülürdü...
Önüme açılan servisle teşekkür ettim Neslim Hanım'a. Ben yemeğe başladığımda içeriye Reyhan Hanım da girmişti. Yeğeniydi Neslim Hanım'ın, biraz küskün ve durgundu kendisi. Ailesini kaybettikten sonra okulu bırakıp teyzesinin yanına gelmiş. Beni görünce duraksasa da çok takılmadan devam etmişti, birkaç kere burada gördüğü için alışıyordu herhalde.
Evdeyken bile üşüyordu belim burkum, bir de böyle dışarı çıkacaktık. Beni üşütmeye çalıştığını düşünmüyor değildim ama hoş da olmuştu, değiştirmek istemiyordum üzerimi. Isınmak için bir çay içip Neslim Hanım'la sohbet ederken Aral'ın geldiği haberini almıştım. Odasına gittiği için göremesem de ben de hızla odama çıktım. Yanıma küçük bir çanta alıp koridora çıktığımda Aral da kendi odasından çıkıyordu. Başını kaldırıp bana baktıktan sonra bakışlarını kapıya çekip kapatırken duraksamış ve tekrar bana bakmıştı. Saçlarımda, yüzümde, üzerimde ve tekrar yüzümde gezinen gözleriyle kaşlarını indirdi. "Üşümeyecek misin böyle?"
Omuz silktim ona doğru yaklaşırken, "Özlem üşümezsin dedi, zaten evde olacağız." derken içim pek rahat değildi. İşaret parmağımla boynumu kaşırken tırnağımın ucu kolyeme takıldığında düzeltme ihtiyacı duydum. Ne zamandır yalan söylüyordum? Ki yaptıklarımı Aral'la paylaşmakta bir sakınca görmüyordum, sadece Özlem Aral'ın haberi olursa abisinin de haberi olacağını söylediği içindi bu aksiyonum. Bence söylemezdi, bunu daha basit bir konuda denemek lazımdı. Kaşları havalanırken "İyi bakalım," diyerek merdivenlere yöneldi, bakışlarını indiği yere çekip "Güzel olmuşsun." diye de eklemişti. İltifat etmeyi bilmiyordu herhalde.
"Teşekkürler! Yemek yedin mi?" diyerek yanına yetiştim. İnerken adımlarını izliyordu, "Hayır, acelen varsa hemen çıkalım?" Başımı olumsuz anlamda salladım, "Yok, yemek ye sonra çıkalım. Ben mutfakta yedim, sana da tavsiye ederim, pratik." dediğimde nefes vererek kısa bir gülüş verdi. Mutfağa yöneldiğimizde Neslim Hanım çoktan mutfaktaki yemek masasına servis açmıştı. Aral oturduğunda ben de karşısına geçtim. "Beni bıraktıktan sonra dönecek misin tekrar?"
"Hayır, birkaç işim var."
"Okulu dondurdun mu?" Bir anlık sorumla elindeki çatalla duraksamıştı, yüzü eğik olduğu için kaşlarını kaldırarak alttan bakmıştı. "Hayır, o nereden çıktı?"
"Derin'le konuştuk da bugün, öyle bir söylenti varmış."
"İşlerim yüzünden uğrayamıyorum."
"Biliyorum. Ya bir şeylerle meşgul oluyorsun ya da ben meşgul ediyorum."
"Sen işim değilsin."
"Tamam tamam, girmeyeceğim oralara." Konu hep onun benimle uğraşmasına ve benim mahcubiyet duygumla teşekkür faslına geçiyordu, o ise bunu kabul etmiyordu. Bu yüzden aynı döngüler oluşmaması için girmiyordum o taraflara. "Pazar yine yarış var mı?" Bir yemeğe başlayamamıştı, sohbet ederken de yiyebilirdi. Başlamazsa devam etmeyecektim konuşmaya. "Evet ama,"
"Yok yok, gelebilir miyim diye sormayacağım."
"Gelebileceğin zamanlar kabul ediyorum, biliyorsun."
"Biliyorum."
"Bazen yarış sonlarında acil işler oluyor. Bu yüzden,"
"Biliyoruum... zaten bu hafta çok yoruldum, öyle bir yer çekemem." diyerek sonlandırdım konuşmayı bir an önce başlaması için. O yemeğe başlarken ben de Özlem'in mesajlarına döndüm. Ben telefonda oyalanırken kendisi hızlıca bitirmişti önündekileri. "Yemeği çok hızlı yiyorsun?"
Sırıtarak "Mesleki deformasyon." dediğinde göz devirdim. Arada böyle söylüyordu, esprisini anlamamak bazen sinir bozucuydu ama anlamayıp sormak da utanç verici olurdu. Geçiştiriyordum hemen.
Ayağı kalktığında ayaklandım onunla birlikte. Kendisine uzatılan ceketi alıp dışarı çıktığında hemen peşinden gittim, "Bana ne hediye alacaksın? Muafiyeti geçeceğim." diyerek.
Şehrin içinden daha soğuktu burası, artı olarak esiyordu. Bir titreme girmişti vücuduma. Arabanın sağ kapısını açarak bana döndü. "Hayda... asıl ödüllendirilmesi gereken kişi ben değil miyim?" Haklıydı aslında, güzel öğretmenlik yapmıştı.
Gülmemek için dudaklarımı ısırırken omuz silktim, "Sen misin prenses ben mi?" diyerek açtığı kapıdan yerime geçtiğimde sesli bir gülüş verdi. Kapıyı kapatıp kendi yerine geçmişti.
Avludan çıktığında gözlerini bana değdirdi, "Kaçta alayım seni?" İstemsizce alt dudağımı dişlerim arasına alıp elimdeki telefona baktım, hiçbir fikrim yoktu. On bir, on iki gibi gitsek bir iki saat mi sürerdi? Özlem'e geçmemiz ikiyi üçü bulur muydu? Bu saatlerde sadece Aral'la dışarıda olurdum, o da birkaç kereden ibaretti. Özlem, onunla kalmamı istemişti, geç saatlere kalırsam Aral'ı da uğraştırabilirdim. "Özlem onda kalmamı istemişti aslında..."
"Tahmin ettim, hazır değilsindir diye sormadım."
"Evet, bilmiyorum. Dağkan Bey'e de söylemedim."
"Ben konuşurum, ama istemezsen saat kaç olursa olsun ara." diye tembihlediğinde başımla onayladım.
Geceleri buradaki yollar çok karanlık oluyordu. Şehrin dışındaymış gibi ama çok da yakındı. Aral'a baktığımda radyoya uzanmamıştı, bu da demek oluyordu ki telefonundan bir şeyler açabilirim. Özgür'ün dediği gibi, interneti keşfettiğimde çok şey görmüş ve öğrenmiştim. Hatta kendisi müzik listesini atmıştı bana pek uymasa da. Ama oldukça büyük, derin bir mecraydı ve kişiye göre şekilleniyordu önüne çıkanlar.
Ortaya koyduğu telefonu alıp ekranı açtım, daha öncesinde izinle alırken sormana gerek yok demişti. Direkt uygulamaya girdim, özel bir şey varsa görmemek için. Kısık bir şeyler açıp başımı geriye yaslayarak Aral'a döndüm.
Sorularımın sırasını beklerken kaçırıyor olabilir miydim? Hoşlanmadığım bir davranışımdı ama zamanı olduğuna inanıyordum her şeyin, zamanı gelince en doğru şekilde geldiğini.
Bakışlarımı ondan alıp ön cama çevirdiğimde bir "Lila," yankısı duydum. "Efendim?" Ona çevirdim yüzümü, tokamı, saçlarımı, kolyemi ve beni süzdü. Bir nefes çekti, "Yarın üç gibi işim biter, spordan sonra müsait misin?" Sanki soracağı soru bu değildi de son anda değiştirmişti.
"Aslında... Derin beni bir eğlenceye davet etti," dediğimde şaşırmış bir ifadeyle bana baktı bir saniye kadar. Ardından yeniden çevirmişti önüne bakışlarını. "Kendi düzenliyormuş. Özlem SSK mı ne demişti? Son sınıflar düzenliyormuş kendi aralarında."
"Aynen."
Şaşkınlığına açıklık getirmek için, "Evet, ben son sınıf değilim ama birincilikle okulu kazanmam falan, bir de arada karşılaşınca selamımız oluyor bu yüzden davet etmek istemiş." dediğimde açıkça olmasa da ismini geçirdiği için davetini iletmek istedim ya da tepkisini merak ettim, bilmiyorum ama bahsetmek istedim, bu yüzden devam ettim. Özlem istemeyeceğinden bahsetmişti. "Yani bir arkadaşınla ya da Gurur'la gelebilirsin demişti." diyerek onu süzdüm. "Hatta Özlem'le gidecektik ama işi olduğu için gelemeyecek."
"İstiyorsan gidebiliriz." Yandan bir bakış attığında Özlem'in mırıldandığı kelime çınladı kulaklarımda, siktir.
Ben böyle bir teklifle geleceğini tahmin etmemiş, sadece tepkisini görmek istemiştim. "Şey," başkasına sözüm var.
Onu geri çevirmek hoş hissettirmiyordu bana çünkü her zaman bir şekilde benim isteklerimi kabul ediyordu. Bunu görebiliyordum, kör değildim. Ama Atalay'a söz vermişken yapmak zorundaydım. "Atalay'la gideceğiz." Bende olan bakışları cevabımdan önce yola çekilirken söylediğim cümleyle tekrar beni buldu. Onu hep şaşırtıyor gibiydim, iyi taraftan olmasını umuyordum.
Bir şey söylemezken devam etmişti aynı şekilde yolu izlemeye, bir süre sonra gözleri kısıldı. Düşünürken bazen fark etmeden yapıyordu bunu.
Ortamda bir gerginlik hissettim, tamam arkadaşımla bir yerlere gitmem gayet doğaldı ama hoşlanmadığı birinin ismini geçirdiğim için rahat hissetmiyordum. Atalay'layken de onlardan pek bahsetmiyordum. Havayı dağıtmak için ilk cümlesine çektim konuyu, "Ne yapacağız ki spordan sonra? Yani ne yapacaktık?"
"Sonra gideriz." Acaba sinir mi olmuştu bana? Özlem bana birilerini anlatırken yakın arkadaşların aynı kişilerden hoşlanmayacağını söylerdi. Hatta bunun şart olması gerektiğini vurgulardı. Bence yanlış gelmişti ve bunu onunla paylaştığımda gerçek bir dostun olunca görürsün demişti. O benim için birkaç haftada ilk ve gerçek bir dost olmuştu ama hâlâ fikrim değişmemişti. İki kişi arasında nedensiz bir hoşnutsuzluk varsa sorunu birine yıkmak olmazdı, ortada bir sorun olmadığı için. Sorun olup olmadığını bilmiyordum gerçi, Özlem bahsedecekti en son.
"Nereye?"
"Sınav hediyesi, sürpriz söylenmez." dediğinde bir gülümseme buldu yüzümü. Problem yoktu ki sürprizden bahsediyordu.
Telefon ekranında gezindi gözlerim, "Yirmi beşinde açıklanacak, bugün yirmi iki eylül. Daha belli değil ama..."
"Ama eminiz."
"Anlaştık."
Anın verdiği his özlem oluşturmuştu. Babam da beni ödüllendirirdi bir başarımda. Erken gelirdi işinden, sürprizle uyandırırdı. Fotoğraf çektirmeyi çok severdim, haberdar da değildim küçük makinelerden. Ödüldü benim için koca makineleri eve getirtip bir kare almak mesela. Tayfun abiyle bu yüzden hiç yoktu bir karem. Annemle de yoktu, aslında vardı, sadece içeride olduğum için görünmüyordum, bir şişlikten ibarettim.
Babam haberdar olsa bu dünyadan, beni bunlardan mahrum bırakır mıydı? Bak işte, şüpheyle sorulan soru mu bu? Güvenle, bırakmaz dercesine bir öbek mi?
'Yaşarken aklım neredeydi?'
Arkada çalan müzik sessizliği dindiriyordu. Başımı tekrar geri yasladım, ekrana takıldı gözüm. 'Paptircem, Olsa Bi' Yolu.' Ön cama kaydırdım, kayan yolu izledim.
'Olsa bi' yolu anlamanın,
Bitmeden önce farketmenin.'
Özlem'in evinin önünde durduğumuzda ona döndüm, tam konuşmak için araladığımda dudaklarımı bir anda melodi girdi araya. Birkaç seferdir değişen şarkılar gibi değil, telefon melodisiydi bu. 'Asi Yurdalan K.' yazıyordu yine. Beni eve bırakırken aradığında hoparlörden telefona almıştı aramayı, özeldi sanırım konuşmaları. O gece kulüpte de kulağına fısıldamıştı kız, arkadaştan da yakın olabilirler miydi? Özlem'le izlediğimiz filmlerde genelde... her neyse Lila, filmde değilsin.
"Siparişler tamam." Aral telefonu açtığında Asi direkt konuya girmişti.
"Eksik var mı?" O da arkadaşlarıyla buluşacaktı sanırım, gece geç saatlere kadar kalacaktı ki arayabilirsin demişti. Aral'ın sorusuyla bir dakika kadar sessizlik olmuştu, sonrasında bir cevap geldi Asi'den. "Sadece sen." Ya da sadece arkadaşıyla. Duyduğum cevap yüzünden göz ucuyla Aral'a baktım. Böyle bir cevap beklemiyordum. O ise saatine bakıp "Bir saate gelirim." diyerek kapatmıştı.
Hâlâ yandan bakarken "Kulüpteki kız mı?" dedim.
"Evet, Asi."
Tek kaşımı kaldırdım, "İsmi gibi birine benzemiyor." Kesin gerçek düşüncendir Lila! Bazen tavırlarıma anlam yükleyemiyordum.
Dudağının bir kenarı varla yok arası kıvrılırken "Yani..." demişti. Yine öyle bir kulübe mi gidiyordu, bu saatte ne işi olacaktı başka?
"Onun yanına mı gidiyorsun?" diye bir soru döküldü. Alt dudağımı ısırdım. Bu günlerde böyle sorularım çoğalmıştı, bu haddi haftalardır beraber olduğumuz için buluyordum aslında, bana sorsa hiç düşünmeden ve rahatsız olmadan cevaplayacağım için bazen kaçırıyordum ben de sorularımı.
"Evet, Poyraz'la da tanışmıştın, birkaç kişi daha dahil. Ufak bir işimiz var." diyerek buluşma değil de öyle bir iş için toplanma olduğunu belirtmiş oldu. Çekinmem gereksizdi. O da bir sınır çizmiyordu sorularıma, aksine cevaplarını apaçık veriyordu hep. Seni ilgilendirmez diyerek bana bir el gibi hissettirmek yerine el üstünde hissettiriyordu.
Gülümsedim, "Erken mi biter? Uyursan rahatsız etmek istemiyorum."
Tek kaşını kaldırarak "Anlaştığımızı sanıyordum?" dedi. Canıma minnet. "Tamam tamam... Görüşürüz." diyerek emniyet kemerimi çıkarttım. Bu veda kelimesi alışkanlık yapmıştı dilime, babam geldiğinde ona da alıştırmalıydım, sık sık görüşmeyi şart koşan bir kelime gibiydi. "Görüşürüz." diye karşılık verdiğinde ben kapıyı açarken o da açmıştı. Benimle birlikte indiğinde apartmana girene kadar izlenmiştim.
Özlem açtığı kapıda beni bekliyordu. "Ayy, çok güzel olmuşsun!.." diyerek yerinde zıplıyordu, ona yaklaştım. "Selam,"
"Hoş geldin! Hadi gir içeri."
"Evet, dondum!" diyerek güldüm. "Bu havada bana etek giydirdiğine inanamıyorum..."
"Güzellik için değer canım," derken o, botlarımı çıkarıyordum. Kendisi henüz tam hazırlanmamıştı. "Kaçta çıkacağız?"
"Hazırlanayım, çıkarız." diyerek direkt odasına yönlendirmişti beni. Şaşkınlıkla bakakaldım, "Özlem n'oldu buraya?" Resmen tüm dolabı, yatakta ve yerdeydi, bu görüntüyü beklemiyordum. Sorumla yüzüne bir sırıtış ekledi, "Her zamanki halim aşkım ya..." Alaya alsa da hâlâ şaşkındım. İnanamazca baktım, "Ya karar verirken azıcık saçmış olabilirim."
"Azıcık?"
"Tabii... neyse geç otur, sana da biraz makyaj yapalım. Sadece allıkla olmaz." deyip pufa oturttu beni. Kendisi karmaşa içinde birkaç bluz seçip bana gösterdiğinde vişne çürüğünde karar kılmıştık. "Çağlar gelmiyor," dedi laf arasında.
"Neden?" Üzerini giyerken boğuk çıkmıştı sesi, "Günübirlik şehir dışına çıkacaktı, yetişemeyecek. Daha doğrusu geç kalacak, bir saat falan." Bu onu üzmüş müydü anlayamamış, sormak istemiştim. Omuz silktim, "Olsun, sorun değil diyeceğim de senin için öyle mi?"
Üzerini giyip aynaya baktı. "Saçmalama kızım! Biz zaten neredeyse her gün birlikteyiz. Seninle en azından kız kıza bir saat geçiririz." Aynada gördüğü görüntü hoşuna gitmemiş olacak ki dudaklarını büzdü, kıyafetler arasında bir elbise aldı, "Sence elbise mi üzerimdeki mi?" Kahve tonlarında bir elbiseydi, hoş duruyordu. "Değiştirmek istiyorsan kesinlikle elbise."
"Ben de öyle düşündüm." Üzerini çekinmeden değiştirebiliyordu yanımda, ben ise pek alışkın değildim. "Aral'ı arayayım mı? İstersen o bizi bıraksın." diye sorduğumda gülerek yanıma geldi, "Taksiyi her defasında unutuyorsun." derken aklına gelen şeyle gözleri açıldı, "Ayrıca söyledin mi?!"
"Hayır, söylemedim. Neden abine haber vermiyorsun ki? Özgür bunu sorun yapacak birine benzemiyor."
"Yapmıyor zaten. Ama ya kendisi takılıyor peşime ya da birilerini buluyor gözetletecek. Çağlar gelecek, sorun çıkmasını istemiyorum."
"Her zaman soruyorum ama garip geliyor, bu yüzden. İyisiniz değil mi?" Makyaj masasından birkaç şey alarak çenemden tutup yüzümü kendisine doğru kaldırdı ve gözlerimi kapatmamı istedi. "Evet, çok çok iyiyiz. Sen de tanıdın az çok, farklı ama çok düşünceli biri."
"Öyle ama Çağlar abi dememek için zor tutuyorum kendimi, yirmi altı yaşında olması ve sevgilin olması şaşırtıcı, yedi yaş var aranızda."
"Annem ve babam arasında da dokuz yaş var ona bakarsan ama çok aşıklar hâlâ." Özlem annesinden bahsederken garip hissediyordum. Bahsettiği konu hakkında hiçbir fikrim yoktu çünkü. Hiç anne olan bir evde bulunmamıştım, Aral'a da sormaya cesaretim yoktu, benim var mıydı ki diğerine nerede diye sorma hakkım olsun.
"Sen aşık mısın? Yani Çağlar'a. İlk aşkından bahsetmiştin, lisedeydi değil mi?" güldüğünü işittim. Diğer göz kapağıma geçmişti. "Evet. İkisine de evet. Daha önce sorduğunda net bir cevap verememiştim ama onunla zaman geçirdikçe anlıyorum bunu, dışarıdan baktığında soğuk ve sert biri gibi görünüyor."
"Yanında öyle değil."
"De mi?" derken duraksamıştı, gözlerimi açıp ona baktım, gülümsüyordu. "Sen de fark ettin mi? Yanımda bambaşka oluyor. Hatta senin yanında da o soğuk mizacına geri döndüğü için onu uyarmıştım. Lila'nın yanında dikkat et diye, ne de olsa insanlara yeni yeni alışıyorsun."
Gülümseyerek karşılık verdim, "Sorun değil, anlayabiliyorum." dediğimde derin bir iç çekmişti, "Farklı biri, böyle yanında çekinirim sanıyorsun ama bana öyle açık ki o sanrıyı yıkıp geçiyor."
"Aral da öyle," dediğimde ne dediğimin farkına varsam da çok geçti... "Ne?!" diye aniden çıkıştı Özlem. "Kim öyle kim öyle?"
"Kim öyle?" diye tereddütle sorduğumda sırıtarak bakıyordu bana, "Evet, ben de onu soruyorum, kim öyle?"
"O anlamda değil," desem de "Aynen, tabii..." diye araya girmişti. Gözlerini kıstı, "Aklın karışmasın diye girmiyordum bu konulara ama yakalandın. Dökül."
"Olan bir şey yok, yani insanlığına öyle dedim."
"Ayy Lila..." derken uzatmıştı. "Aynı evde kalıyorsunuz, babalarınız arkadaş diye böyle yakınsınız deyip geçiştirmeye çalıştım ama nah canım."
"Gerçekten Özlem." İnandırıcı mıydım, ben de bilmiyordum. Öyle olabilirdi çünkü daha önce arkadaşım olmadığı için bunun ne olduğunu çözümleyemiyordum. Bir yandan da düşünüyordum, onu gidenlerin yerine koyduğum için böyle hissettiğimi.
"Abimle de yakınsınız." diye araya girdiğinde ne ilgisi olduğunu çözememiştim. "Ne alaka?"
"Pek arkadaşlık kurmadığın için duygularını çözemiyor olabilirsin Lila. Ben bile kaç sevgili yaptım ama bazen hâlâ karışık hissediyorum. Sen daha da karman çormansındır kafanda. Bu yüzden kıyaslama yapmalısın. Abim de arkadaşın,"
"İyi de Aral'la yakın olduğumuz kadar değiliz ki."
"Neden değilsiniz? Abim de herkese çok açık olmaz, hatta kimine sorsan şeytan der. Ama nedense aklına Gurur abi geliyor direkt."
"Her zaman birlikteyiz çünkü."
"Her zaman mı yoksa günde birkaç saat mi? Hatta bazen hiç karşılaşmadığınız da oluyor, eve geç geldiğinden bahsediyordun."
"Evet ama,"
"Tamam şu da var, Atalay?"
"Ne?"
"Atalay işte, onun hakkında ne düşünüyorsun? Onunla da sohbetiniz var." Bir de çarpışıp durmamız, "Evet, kibar çocuk."
"Sadece bu kadar mı? Çapkın biridir, bunu uzaktan görsen de anlarsın ama senin yanında pek öyle gözükmüyor. Sana nasıl baktığını fark ettin mi?"
"Saçmalama."
"İşte bundan bahsediyorum. Neden sadece birinin farkında olursun? Çünkü senin de ilgin o kişidedir." Bunu inkar edemiyordum, doğru. Yine de uzatmak istemedim, tekrar gözümü kapattığımda devam etti fırçayı dokundurmaya. "Özgür'ün... hava lisesi miydi? Askerî liseye gittiğinden bahsetmiştin."
"Konuyu değiştirdiğini anlamıyorum sanma. Neyse, evet, gidiyordu ama yarım kaldı." Dudaklarımı birbirine bastırdım, "Nedenini sormak istiyorum ama Özgür'ün özeli. Sana sormam doğru olmaz."
"Abimin sana anlatmamdan rahatsız olacağını sanmıyorum ama hoş olmayan bir geçmiş, şimdi anlatırsam keyfimiz hiç kalmaz. Döndüğümüzde anlatırım, bende kalacaksın değil mi?" Yüzüme sürdüğü fırçayı çektiğinde bittiğini anlamıştım. Yerimden kalktığımda kendisi otururken masanın üzerindeki bir ruju da bana uzatmıştı. Kırmızı tonlardaydı, Serila genelde bana şeftali tonlarında nemlendiriciler verirdi. Yine de reddetmeyip sürdüm.
"Bilmiyorum, Aral saat kaç olursa olsun arayabileceğimi söyledi."
"O zaman döndüğümüzde bakarız."
"Olur."

| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 1.96k Okunma |
264 Oy |
0 Takip |
32 Bölümlü Kitap |