
Can, Deniz’in sözlerini zihninde defalarca döndürüp durdu: “Sen kendini kabul etmelisin.” Bu sözler kulağa basit ve hatta klişe gibi gelse de, Can için bir bilmeceydi. Peki ya insan kendini nasıl kabul ederdi? Aynaya baktığında gördüğü silik yansımasını sevmiyordu; boş, küskün ve yorgun bir yüz. Ama asıl sorun, aynanın arkasındaki karanlıktı.
O gece, odasına çekildi. Sadece masa lambasının soluk ışığı odanın bir köşesini aydınlatıyordu. Elindeki kalemi defterin üzerine koydu. Yazmak onun için hep bir tür terapi olmuştu, fakat bu gece kelimeler bile ağır geliyordu.
Yazamadı. Bunun yerine odanın köşesinde duran eski aynasına döndü. Çatlamış çerçevesi ve tozla kaplı yüzeyi ona yıllardır bakmıyordu. Can bir an düşündü: Bu ayna onu hatırlıyor muydu? Bir zamanlar parlak gözlerle içine baktığı çocukluğu, bu aynanın derinliklerinde bir yerlerde gizli olabilir miydi?
Aynayı eline aldı, köşesindeki tozları silerek yüzüne baktı. “Bu kim?” diye sordu kendine. Gözlerinin derinliklerinde bir şeyler arıyordu, bir ipucu, bir hikâye. Ama gördüğü tek şey, kendi parçalanmış ruhunun bir yansımasıydı.
“Aynalar gerçeği söyler mi?” diye mırıldandı. Belki de bu yüzden Can aynalara bakmaktan hep kaçınmıştı. Çünkü gerçeği görmek, onun için dayanılmaz bir yüktü.
Bir an durdu ve içinden gelen dürtüyle aynayı duvara çarptı. Camlar yere saçıldı. Her biri, Can’ın ruhunun bir parçası gibi farklı yönlere savruldu. Bu anlık öfke, ardından boş bir sessizliği getirdi. Cam kırıklarına bakarak, “Parçalandıkça daha da çoğalıyoruz,” diye düşündü.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |