
Ertesi gün, Deniz, Can’ı her zamanki yerinde bulduğunda, onun gözlerindeki yorgunluğu hemen fark etti. Can, başını masaya koymuş, defterine bir şeyler karalıyordu.
“Ne yazıyorsun?” diye sordu Deniz, her zamanki sıcaklığıyla.
Can bir an düşündü, sonra defteri Deniz’e uzattı. Sayfada tek bir cümle yazıyordu:
“Kırık olan şeyler, bazen daha çok şey anlatır.”
Deniz bir süre sessiz kaldı, sonra Can’a dönerek, “Haklısın,” dedi. “Ama kırıklar da iyileşebilir. Yeter ki onları birleştirecek bir yol bulalım.”
Can, Deniz’in bu iyimserliğine şaşırıyordu. Hayat bu kadar basit miydi? İnsan gerçekten bir şeyleri onarabilir miydi? Yoksa bu sadece Deniz’in dünyasında geçerli olan bir kural mıydı?
“Sence bir şeyi onarmak, onu eskisi gibi yapar mı?” diye sordu Can.
Deniz gülümsedi. “Hayır,” dedi. “Ama bu kötü bir şey değil. Çünkü eskisi gibi olması gerekmez. Yeni haliyle de güzel olabilir.”
Bu sözler Can’ı derinden etkiledi. Hayatının her parçasını, her kırılmayı düzeltmek için yıllarca çabalamıştı. Belki de sorun buydu. Her şeyin eskisi gibi olmasını bekliyordu. Oysa kırıklar, onların bıraktığı izler ve aralarındaki boşluk, kendi başına bir hikâye anlatıyordu.
Deniz, defteri geri verirken bir şey daha söyledi: “Bir Japon sanatı var, adı kintsugi. Kırık seramikleri altınla dolduruyorlar. Bu sayede o kırıklar, kusur değil; sanatın bir parçası haline geliyor. Belki de senin hikayen de böyle olmalı. Kırıklarını saklamak yerine, onları gururla taşımalısın.”
Can, Deniz’e baktı. Kintsugi… Kırıkları altınla doldurmak. Kendi kırıklarını düşünmeye başladı. Belki de Deniz haklıydı. Belki de kırıklarını gizlemek yerine, onları kabul etmek ve sevmek gerekiyordu.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |