6. Bölüm

Bölüm 6: Azazil'e İlk Adım

Dilhan
dilhann

 

1 Hafta Önce, KızılKum

 

Asar, sarayın bahçesinde dolanırken ardından gelen sesleri dinliyordu. O kız atını götürdüğünden beri tek düşündüğü bunu yapabilmesindeki cüretindeydi. Ona birinin veya birilerinin destek verdiğinden emindi. Üzerindeki keten beyaz gömleğinin yakasında elini dolaştırdı. Günlerdir Avcı’nın geri dönmesini ya da bulunmasını bekliyordu. Kızı en son takip ettiğinden bu yana işlerin sadece kölelikten ibaret olmadığını anlamıştı. Neredeyse bütün orman alevlendirecek kadar güçlü bir büyüyle karşılaşmıştı. “Komutan Asar, onlara ne yapmamızı istiyorsunuz?”

“Konuşmuyorlar mı?” Karşısındaki asker aynı zamanda can dostuydu. İlk kılıç talimlerini beraber yaptıkları günden beri beraberlerdi. Elvin, bir büyücüydü. Babası, konseyde yer alan soylu bir büyücüydü. “Konuşmuyorlar ama pek bir şey bildiklerini düşünmüyorum. İkisi de şaşkın duruyor.”

“Elvin, o kızın yaptığı büyüleri gördün. Sıradan bir köle değil. Buradan kaçışı da alelade bir şekilde olamaz. Kim olursa olsun kapılardan çekip gitmek herkesin yapabileceği bir şey değil.” Elvin yeni çıkmaya başlayan sakallarının arasından çenesini kaşıdı. Elvin, Asar’a göre daha yapılıydı. Giydiği zırhın içini doldurduğunu belli eder bir yapısı vardı. O, hayatını büyü öğrenmeye değil savaş meydanında güç göstermeye yönelik devam ettirmişti. Büyü dersleri onun için her zaman daha sıkıcı kalırken Asar ikisinde de başarılı olmak isteyecek kadar hırslıydı. “Biliyorum ama bu insanlardan bir şey çıkacağını sanmıyorum.”

“Zeren onlarla konuştu mu?” Elvin’in dudaklarından alaycı bir kahkaha döküldü. “Onun yaptığına konuşmak mı diyorsun? Hepsinin canını okuyor.”

“Ölmelerini istemiyorum.” Elvin umursamazca omuz silkti. “O deliye derdini kendin anlat.”

“Yanlarında mı?” Elvin onu başıyla onayladığında beraber mahzene inmek için sarayın kapısından içeri girdiler. Asar’ın bahçede ısınan vücudu içerinin soğukluğuyla buluşunca irkilmişti. Annesi her zaman kalenin içini soğuk tutardı. Yetiştirdiği et yiyici bitkilerin hepsi soğuğu seven cinstendi ve her kat onlarla doluydu. Savaşa karşı sadece metalden yapılma silahları kullanmıyordu. Bitkilerde onun silahları haline gelmişti. Zindana girdiklerinde Sayina’nın ağlamaktan şişmiş gözleriyle ve sürekli sayıklamasıyla karşılaştı. “Yapmayın, bilmiyorum.” Sürekli olarak dudaklarından aynı kelimeler dökülürken Gencer daha dirayetli durmaya çalışıyordu. “Kaç gündür buradayız. Bilmiyoruz hiçbir şey!”

Zeren’in omzundan dökülen dalgalı kızıl saçları vardı. Ateşi andıran bir kızıllığa sahipti. Gözlerindeki sarılık onu her zaman daha ürkütücü kılarken erkeklerin onu çekici bulacağı kıvrımlara sahipti. “Siz mi geldiniz? Tam konuşacaklarını düşünüyordum.”

“Belli ki bir şey bilmiyorlar Zeren. Onları konuşturmanı isterken kendi yöntemlerini kullanmamanı söylemiştim.” Zeren, omzunun üzerinden Asar’a bakıp göz kırptı. “O zaman bunun eğlenceli bir yanı olmazdı.”

“Çözün onları.” Zeren güçlü bir cadıydı. Güçlerini iyi kullanabilen, onları düşmanının zayıf noktalarını belirleyerek onların zihinleriyle oynayan nadir cadılardandı. İnsanlara verdiği en büyük zarar bilinçaltlarındaki korkularıyla yüzleşmelerini sağlamaktı. Tıpkı Sayina ve Gencer’e yaptığı gibi. “Şu vicdanın bitmek bilmiyor.”

Zeren söylenerek Gencer ve Sayina’nın üzerindeki büyülü halatların çözülmesi için sağ elini onlara doğrultup büyülü sözleri söyleyerek parmaklarını içe doğru çekip elini yumruk yapmasıyla vücutlarını sıkıca saran ipler yere düşmüştü. Memnuniyetsizliği yüzündeki ifadeden belli olurken zindanın kapısından çıktı. Asar, zindana göz gezdirdiğinde zorlu günler geçirdiklerini anlamıştı. “Nereye gittiğini bilmediğinize eminim ama onun bir köleden ibaret olmadığını biliyorsunuz.”

“Yoruldum artık.” Sayina, Asar’la değil Gencer’le konuşuyordu. Vücudunu sıkan iplerin sızısı tıpkı bıçak kesiğini andırıyordu. Günlerdir etleri o iplerin arasında sıkışmıştı. Gencer başını iki yana salladı. “Biz nereye gittiğini, ne yaptığını veya neyden bahsettiğini bilmiyoruz. Bir at için bu kadar acı çektirmen adil mi?”

“Küçük hırsız arkadaşınız sadece Avcı’yı alıp kaçsaydı şimdi onu aramayı bırakabilirdim ama arkadaşınız ormanı ateşe verebilecek kadar güçlüyken bu onu merak etmeme neden oluyor.” Gencer, Yula’nın açığa çıkmış olmasını duyunca kalbi sıkışmıştı. Geçmişine dair sınırlı bilgilere sahip olsa bile onun burada yaşamasına göz yummayacakları ortadaydı. “Ne ateşi?”

“Lütfen Gencer, size karşı nazik olmaya çalışıyorum. Siz söylemeseniz bile ben onu bulacağım ve bu durumda sadece size yazık olmuş olacak.” Sayina’nın gözlerindeki korkuyu görmüştü Asar. Onun üzerine biraz daha giderse sorularına yanıt bulabilirdi. “Neden bize inanmıyorsun?”

“Zindanlar fazla karanlık değil mi? Şurada yanan birkaç meşale söndüğünde göz gözü görmeyecek karanlığa bürünürüz. Nedense bazı geceler zindanda meşaleler söndürülmesine rağmen Yula’nın odasından bir meşalelik ışık yayılırdı. İlk denk gelişimde unutulduğunu düşündüm, ikinci denk gelişimde Yula’nın istediğini düşündüm ama üçüncüsünde artık bir şeyler olduğuna emindim. Komutan buna izin vermezdi.” Asar konuşurken bir yandan etraflarında volta atıyordu. İkisi Asar’ın konuşmasını dikkatle dinleyip yutkundu. “Sonra bir gece buna sizin de eşlik ettiğini duydum. Gencer’in içeri çakmak taşı sokabileceğine ihtimal verip geçiştirdim. Sonuçta bir köle nasıl ateş yakabilirdi dimi Sayina?”

“Evet, yani. Başka ne olabilirdi ki?” Sayina konuşurken kekelemeye başlamıştı. Gencer çoktan olanların ortaya çıktığını anlasa bile sesini çıkarmadan bekliyordu. Önceliği buradan ikisinin de sağ olarak kurtulmasındaydı. “Benimde dalga mı geçiyorsunuz siz?” Asar’ın yükselen sesiyle Sayina irkildi. Gözlerinden süzülen birkaç damla yaşa engel olamamıştı. Gencer onun bu haline daha fazla dayanamadı. “Tamam söyleyeceğiz.”

“Neymiş söyleyeceğiniz şey?” Sayina’nın tereddütlü bakışları altında boğazını temizledi. “Yula’nın bir cadı olduğunu biliyorduk. Küçükken aileniz buraya hükmederken onun ailesi bu savaşta ölenler arasındaymış. Aileniz için savaşan kahraman bir ailenin küçük kız çocuğuymuş. Daha sonra onu bir aileye vermişler ve buradan uzakta büyümüş. Onun geçmişi hakkında bildiğimiz şeyler bunlardan ibaret.” Gencer’in sıraladığı cümlelerin ardından Asar sakallarının arasında elini dolaştırdı.

Gencer, söylediklerine inanması için gözlerinin içine bakmaya devam etti. Yula hakkında bildiği pek bir şey yoktu. Ailesinin öldüğünü ve bir cadı olduğunu biliyordu. Bundan kendisi için bir hikaye oluşturmuştu. Asar düşüncelerinin arasından sıyrılamazken buraya geldikleri günü hatırlayamayacak kadar küçük olmasının verdiği tereddütle savaşıyordu. Savaş esnasında çok kayıp verildiğini biliyordu. Yula’nın ailesi bunlardan biriyse neden bunu dile getirmediğini sorgulamaktan kendini alıkoyamamıştı. “Salın onları. İşlerinin başına geçsinler.”

“İkna oldun mu?” Asar omuz silkti. “Yalan söylüyorlarsa ve öğrenirsem kaçamayacaklarını biliyorlar.” Elvin dediğini yapıp zindanın kapısını açtı. Sayina ve Gencer günlerin verdiği açlık ve susuzluğun halsizliğiyle ağır hareketlerle kapıya doğru ilerlemeye başladı. Zindanın kapısından çıktıklarında Elvin sorgulayıcı ifadelerle ona bakıyordu. “Yalan söylediklerini biliyorum.”

“Nasıl?” Asar, ellerini belinde bağlayıp zindanın içinde adımlamaya başladı. “Söylediklerini başlarda sorguladım. Doğruluğu inandırıcı gelmeye başlamışken anlatılanlardan yola çıktım. Burası alındığında savaşta çok kayıp vermiştik ama seçilen askerlerin hepsi yetim veya bekarlardan oluşuyordu. Annem ordusunda bağlayıcılık sevmez Elvin. Geride bırakacaklarını düşünecek kimseyi savaşa göndermez.” Asar’ın sözleri Elvin’in orduyu düşünmesine sebep olmuştu. En yaşlı komutanları bile bir aileye sahip değildi. Hiçbirinin koruması gereken veya dönmesi gereken bir ailesi yoktu. Zaten kendisi de öyleydi. Ne bir aileye sahipti ne de bir eve. Her gece gözünü başka bir odada kapatıyordu.

“Bunca yıldır buna hiç dikkat etmemiştim. Gerçekten hiçbirimizin kimsesi yok.” Asar, arkadaşının vardığı farkındalığa burukça gülümsedi. “Hadi gidelim buradan.”

“Peki ne düşünüyorsun? Kızın kim olduğu hakkında yani.” Asar zindandan çıkarken derin bir nefes aldı. “Cadı olduğu kesin ama kimlerden olduğunu bilmiyorum. Belki de bilgi alması için aramıza gönderildi.”

“O zaman buradan bu kadar gürültüyle kaçması normal mi ya da içeridekilere cadı olduğunu açık etmesi?” Konuşma devam ettikçe zihnine yeni bir soru ekleniyordu Asar’ın bu yüzden odasına çıkana kadar bu konuyu düşünmek istemedi. Sessizliğini koruduğunda Elvin bu konuşmanın sonlandığını anlamıştı.

 

Günümüz, Saklı Köy

Artuk’un cansız bedeni köy meydanının ortasına serilmişti. Üzerine örtülen gri battaniyenin altında yatan bedenin üzerinde İynem’e ait göz yaşları vardı. Sevdiği birinin ölümüne üzülürken diğer yandan kimsesizliğine acıyordu. Kendi ailesi zaten yıllar önce göçüp gitmişti. Artuk onun için bir baba gibiydi. Kocasından sonra onu toprağa verecek olmak gönlündeki büyük bir yüktü. Omzuna dokunan elle oturduğu yerde arkasına döndü. Yula, ona üzgün bakışlarla bakıyordu. Kızgın değildi. Bu yaşananlar yıllardır süregelmiş bir döngünün getirisiydi. Yula’nın kayıplarına karşı onun da kendisinden bir farkı olmadığını geçirdikleri zamanda anlamıştı. “Kimsesiz kaldım.”

“Onların yerini tutamayız ama biz buradayız.” İynem gözünü bir an olsun Artuk’un bedeninden alamazken devam etti. “Yapacak çok işin var Yula. Bizim ise sahip çıkacak kimsemiz kalmadı. Benim babam gibiydi. Küçücük çocukla ne yapacağım ben?”

“Her zaman bir yol vardır. Şimdi Artuk’a karşı son görevimizi yerine getirelim.” Cansız bedeni etrafına dizilen tahtalarla ona bir ateş çukuru oluşturulmuştu. Yula,İynem,Laçin ve Artuk’un yakını olan birkaç köylü daha eline meşalelerini aldı. Önce diğerleri bıraktı meşaleleri tahtaların ucuna ardından Laçin bir meşaleyi daha bıraktı. İynem derin bir nefes alıp yükselen alevlerin yanına yaklaştı. “Her zaman babam olarak kalacaksın.” Sözleri ardından meşalesini bıraktı. Sıra Yula’ya geldiğinde derin bir nefes aldı.

“Yolunuzdan yürümeye devam edeceğim. Şimdi ve daima.” Meşalesini bıraktığında cansız beden alev almaya başlamıştı. Hepsi bir köşeye geçip, ateşin Artuk’tan kalan son şeyi de onlardan almasını izlediler. “Neden onu yaktık?” Laçin’in sorusuna Yula bakışlarını ateşten çevirmeden yanıt verdi.

“Ölü bir beden ancak bir lanetle can bulabilir. O laneti engellemenin tek yolu ise bedenin yeryüzünden silinmesinden geçiyor. Yanıltıcılığa karşı herkesin bedenini kurban etmesi Kızılkum’un en büyük gerçeği.” Laçin, Yula’nın orada yaşamamasına rağmen bildiklerini takdir ediyordu. “Buna hiç şahit olmamıştım. Tıpkı bir cadının öldürülmesi gibi.”

“Tıpkı bir cadının öldürülmesi gibi.” Yula sözleri tekrar ettiğinde oturduğu yerden kalktı. “Gitmemiz gerek.”

“Peki onlara ne olacak?” Ayşıl ve İynem’i göstermişti Laçin. Ayşıl, annesinin kolları arasında her şeyden habersiz uykusuna devam ediyordu. “Burayı kapatıp koruyucuların yanlarına gidecekler. Onları bu süre içinde idare edecek altın bırakacağız. Komutan Kongar’a haber sal ve onların güvenliğinden emin olmasını iste.”

“Emredersiniz.” Yula üzerindeki sersemliği atabilmek adına ayağa kalktı artık gitmeliydi. Doğu Krallığı onu bekliyordu. Eşyalarını bıraktığı Artuk’un atölyesinden almak için içeri girdi. Kısa zaman içinde ne kadar çok şey yaşamışlardı. Artuk’u kaybetmek daha çok geçmişini kaybetmek gibi hissettirmişti. Bir anısı silinmişti. Eşyalarını atın üzerine yüklediği sırada Laçin yerini almak için gelmişti. “Haber gönderdin mi?”

“Evet Efendim. Yakında burada olurlar. Altınları ise dediğiniz gibi mutfaktaki çekmeceye bırakıp İynem’e haber verdim.” İynem’le vedalaşmak istememişti. O henüz bir vedayı atlatmaya çalışırken bir yenisini omuzlarına yükleyip öyle gitme fikri acımasızca gelmişti. Avcı’nın üzerinde yerini alıp atını sınıra sürmeye başladı. Artık Saklı Köy onun kayıp yaşadığı ama birçok kazanç elde ettiği bir yer olarak var olacaktı.

Doğu sınırlarından içeri girecekleri esnada etraftaki kulelerden askerler önlerine çıktı. Giydikleri zırhları ve yüzlerini seçemeyeceği miğferleriyle önlerini kesmişlerdi. “Siz kimsiniz?”

“Saklı Köy’den geliyoruz. Ziyaretçiyiz.” Yula’nın sözlerine karşı asker miğferini çıkardı. “Kime ve ne için?”

“Lumark’a gideceğiz. Teyzem orada yaşıyor.” Lumark, karlı kesim kıyılarında olan bir kasabaydı. Artuk ölmeden önce birkaç cümle fısıldamıştı. Orada bulacağı bir kadındı. “Ziyaret için tuhaf bir saat seçimi.”

“Bir süre daha at süreceğiz, biz gidene kadar gün aydınlanmış olacak. İzninizle bayım.” Genel olarak girişlerde bu kadar soru sorulmazdı. Aralarındaki anlaşmadan dolayı karşılıklı olarak ziyaretler hoş görülürdü. Yula’nın şansına denk gelen asker biraz gevezeydi. “Görüşmek üzere genç bayan.”

Yula başıyla onaylayıp atını sürmeye devam etti. Geçen saatler sonunda karlık alana yaklaştılar. Hava iyice soğumuş, üzerlerine geçirdikleri kürklerden bile soğuğu hisseder olmuşlardı. Yula durduğunda Laçin’de onunla durmuştu. “Bir şeyler yemeliyiz ve biraz ısınmalıyız.”

“Tahminen birkaç saat daha yolda olacağız. Sonrasında sıcak bir yer bulacağımıza eminim.” Yula atın üzerinden indikten sonra İynem’in hazırladığı yollukları çıkardı. “Evet ama açlıktan halsiz düşmenin bir anlamı yok. Hem onların da dinlenmeye ihtiyacı var.” Sürdükleri atları işaret ederek konuştu. “Haklısınız, ben birkaç parça çalı toplayacağım.”

Laçin etrafta çalı bakarken Yula son kurak zeminlikte olduklarını fark etmişti. Üzerine oturabilecekleri kürkü yere serip bacaklarını dinlendirmek adına uzattı. Zırhın verdiği ağırlıkla at sürmek Yula’yı her zaman yormuştu. Laçin topladığı çalıları yere koyarken Yula’da etraftaki kuru yapraklardan ekledi. Etrafını birkaç taşla desteklediklerinde onları ısıtacak büyüklükte bir çukur elde etmişlerdi. Yula, işaret parmağını kaldırdı. Dairesel hareketlerle ateşin etrafında birkaç tur döndürdü. Tam ortasına parmağını getirip excandescunt** fısıldadı.Çalılar alev almaya başladığında yüzüne yayılan ısıyla gülümsedi Yula. Farkında olduğundan daha çok üşüdüğünü yeni anlamıştı. “Gel hadi bir şeyler yiyelim.”

“Ateşi yönlendirmek… Nasıl bir his?” Laçin sorusunu sorarken kendini durduramamıştı. Yula’yı alevlerin içinden canlı çıktığını gördüğünden beri hissettiği merak sonunda dile gelmişti. “Yaptığın büyüye göre değişiyor. Az önce yaktığım ateş karıncalanma gibi bir his bıraktı. Daha büyüğü ise bedeninden ve ruhundan bir parça göndermek gibi.”

“Merakımı mazur görün ancak bu acı verici bir tarif gibi.” Yula başını iki yana salladı. “Hayır, ateşe teslim olmak gibi. Sana verdiği güç bütün hücrelerine yayılacak kadar büyük bir etki bırakıyor. Büyü yapmaktan daha fazlası. Ben onunla bir bütünüm.” Yula’nın diğerlerinden en büyük farkı büyüye ihtiyaç duyamayacak kadar ateşe ait olmasıydı. Varis olduktan sonra hiçbir büyüye ihtiyaç duymadan aklından geçireceği her şey onun ateşine hükmetmesi demekti. Gücünün büyüklüğünün sınırlarını keşfetmemişti. Keşfetme fikri ise oldukça korkutucu geliyordu. Onun isterse bir şehri kül edebileceğini bütün efsaneler yazıyordu.

Babasının karşısına bu yüzden çıkmamıştı cadılar. Haince onu uykusunda öldürmüştü. Ardından ise bitmek bilmeyen bir savaş başlamıştı. Annesi sıradan bir cadıydı ve onlara karşı koyabilecek gücü bulamamıştı. Taht düşmüş, Krallık Buhara’nın eline geçmişti. “Babanız ateşle dans ediyor gibiydi. Çıktığı her talimde hepimiz imrenerek onu izlerdik. Kimi zaman küçük çocuklar için gövde gösterisi yapar, ateşe şekiller verirdi. Girdiği birkaç savaşa şahit olduğumda ise önünde durabilecek kimse olmadığına emindim. Haince öldürülmeseydi şimdi Buhara’ya ait kimse yaşamıyor olurdu.”

“Kimse yaşamayacak Laçin. Hepsi son nefesini ellerimde verene kadar pes etmeye niyetim yok.” Ellerindeki ekmekleri bitirdiklerinde tekrar yola koyulmak için atlarının sırtlarına bindiler. Hava artık aydınlanmıştı ve karlı kısımlara giriş yapmışlardı. Karlar yükselmeye başladığında kasabanın girişini görmüşlerdi. Atların sırtından inip, onlara daha fazla ağırlık yapmamak adına yürümeye başladılar. Kasabanın içeri girene kadar karın derinliği ayak bileklerine kadar gelmişti.

Kasabaya girdiklerinde insanların yavaş yavaş dışarı döküldüklerini gördü. Kimisi evinin camını yeni açıyor, kimisi tezgahını açmak için yola koyuluyor, kimisi ise çoktan işinin başına geçmişti. Taş evler arasında Artuk aradıklarını nasıl bulacağını tarif etmişti. Bir tek o evin kömür rengi bir çatıya sahip olduğunu söylemişti. Kasabada ilerlemeye devam ettiklerinde birkaç meraklı bakış üzerlerinde dolansa da durmadan devam ettiler. Küçük bir kasabaydı Lumark. Yaklaşık on beş ile yirmi hane vardı. Birkaç dükkân ve bir sokakta açılan tezgahlar vardı. İnsanlar geçimini genel olarak hayvan kürklerinden sağlıyorlardı. Avladıkları kalın kürklü vahşi hayvanların kürklerini gelen tüccarlara satıyor ve onlarla kasabanın ayakta durmasını sağlıyorlardı. “Şurası olmalı.”

“Gidelim.” Laçin’in gösterdiği eve doğru ilerlediklerinde taş evin bacasından çıkan duman içeride onları birinin beklediğinin habercisi olduğunun işaretiydi. Tahta kapıya yaklaşmadan önce atlarını evin yanındaki ağaca bağlamışlardı. İki katlı ev etrafta bulunan evler arasında lüks görünebilecek birkaç evden biriydi. Yula kapının tokmağıyla iki, üç defa kapıya vurdu. Aradan geçen saniyelerin ardından kapı aralanmıştı. Karşılarına çıkan kadın Yula’nın düşündüğünden çok daha farklıydı. “Hasina?”

“Ben de seni bekliyordum. Gelin içeri.” Yaşının getirisi gereği daha çökmüş birini beklerken karşısındaki kadın oldukça dinç görünüyordu. Hasina’nın yetmişli yaşlarının sonlarında olduğunu söylemişlerdi. Karşısındaki kadın ise beyaz örülü saçları omuzlarından dökülürken altına giydiği taba rengi pantolonu ve üzerindeki kırmızının ağırlıkta olduğu oduncu gömleğiyle yüzündeki kırışıklıklar görmezden gelindiğinde orta yaşlarda biriyle görüştüğünü düşünecek fiziğe sahipti. Evden içeri girdiklerinde burunlarına fırından yeni çıkmış portakallı kek kokusu dolmuştu. Yula istemsizce iç geçirdi. Yol boyunca üşümüş ve karnını yolda tepetaklak olmuş haşlanmış tavuk dolu ekmekle doyurmuştu. Bir dilim kek ve sıcak bir içecek bütün yorgunluğunu alabilirdi. “Nasıl hitap edeceğimi bilemiyorum.”

“Kasabadakiler bana genel olarak nene derler.” Yula bu söylenene gülmeden edememişti. “Komik olan nedir?”

“Üzgünüm ama benim sizden daha nene göründüğüme eminim.” Hasina, belini tutup gülmeye başladığında kahkahası evin içine dolmuştu. “Bu hoşuma gitti evlat. Kek yeni fırından çıktı bize birer çay ve kek getireceğim.” Laçin, Hasina’nın kalkmasına izin vermeden kendisi mutfağa ilerlemişti. Yula, şöminenin önündeki krem rengi yumuşak koltuğun üzerine kendini bıraktı. “Artuk nasıl? Onu görmeyeli uzun yıllar oldu.”

“Maalesef…” Yula sözlerinin devamını getirmek için birkaç saniye bekledi. “Artuk’u dün kaybettik.” Hasina’nın gözlerinde hüzün yer edinmişti. Artuk ile uzun yıllar bir arada aynı dava için çalışmışlardı. “Nasıl oldu?”

“Ben buraya yola çıkmak için hazırlandığımda evini ateşe vermişler. Onu bulmak için döndüğümde her şey çok geçti. Bedeninde bazı yanıklar vardı ama asıl ölme nedenini soluduğu duman olmalı.” Hasina üzüntüyle başını salladı. “Kurtuluşu görmek için sabırsızlanıyordu. Göremeden göçmüş olması çok üzücü.”

“Onunla nereden tanışıyorsunuz?” Laçin çayları ve kekleri önlerine koyduğunda Hasina şöminede yanan ateşi izlemeye koyuldu. “Kızılkum’dan buraya göç etmeden önce uzun süre insanları toplamak için beraber çalıştık. Babasının ardından sınırdaki görevi o devralırken ben buraya davamızı yaymak için göç ettim. Yanımda gelen insanlarla beraber Azazil’in birçok yerinde destek bulduk. Kimisi savaş sonrasında kaçan insanlardı kimisi ise haksızlığa sessiz kalmak istemeyenlerden oluştu. Halkımızı bir arada tutmak için çeşitli yerlere ayrıldık.”

“Buradan nasıl bir destekle ayrılacağımı bilmiyorum. Sarayda geçirdiğim dört sene onların kibirlerinden burunlarının ucunu göremez hale geldiklerini gösterdi. Yine de güçlü bir ordusu ve iyi bir savunması var. Kalenin içine girmek, surları aşmak çok zor.” Hasina çayından bir yudum alıp ayağa kalktı. “Gel benimle.”

Evin içindeki merdivenlerden çıktıklarında Hasina balkon kapısını açtı. Dışarı çıktığında kuvvetli bir ıslık öttürdü. Evlerinden veya dükkanlarından çıkan insanlar kasaba meydanına doğru ilerledi. Büyük bir kalabalık oluştuğunda Yula’yı öne doğru çağırdı. Onu gören halk elini kaldırdı ve hep bir ağızdan bağırdı. Ruptis lucis!** Gökyüzüne yayılan ışık dalgasıyla hepsi diz çöktü. Ellerini göğüslerine koyup, başlarını eğdi. “Bu köydeki herkes cadı Yula ve hepsi senin önünde diz çöküyor.”

“Beni, benden başka herkes tanıyor gibi hissediyorum.” Yula’nın şaşkınlıkla kurduğu cümleye Hasina gülümsedi. “Bu kasabadan içeri senden başka kimse giremedi Yula. Birini içeri aldığımızda bu kişinin Kraliçe olacağını herkes biliyordu.”

Yula, önünde diz çökmüş insanlara baktı. Çocuğundan yaşlısına kadar herkes önünde eğilmişti. Burası onu bekleyen insanlarla doluyken iki tarafta birbirinin umuduydu. Şimdi biliyordu ki gerçek bir ordu kurabilirdi. Yula, elini havaya kaldırdığında gözlerinin rengi kızıla çalmaya başlamıştı. Bütün vücuduna yayılan enerjiyi eline yönlendirdi. Gökyüzüne doğru alevden bir kılıç yükseldi. Ateşin varisi önünde herkes savaş nidaları atmaya başladı.

 

Bölüm : 30.06.2025 16:48 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...