2. Bölüm

1.AYNI YER

Nur Şahin
dilhun

Düzenlemelerin ardından yeniden paylaşmaya başlıyorum. Okunma oranı hiç istediğim gibi değil ama yine de paylaşacağım. KİTAPTA GEÇEN OLAYLAR TAMAMEN HAYAL ÜRÜNÜDÜR.

Gökyüzü gibidir çocukluk , hiçbir yere gitmiyor.

&Edip Cansever

2008 Çocuk Acil önü

Bir mart sabahında çocuk acilin önü tıklım tıklım doluydu. Çocukların bağrış sesleri, molada birbiriyle sohbet eden hastane çalışanları ve hastane önünde balon satan yaşlı adamların işlerden yakınmaları... Ve en önemlisi her sabah hastanenin karşısında seyyar minibüsüyle ücretsiz çorba dağıtan Kudret Dayıydı. Herkes ona böyle hitap ederdi. Kızını yıllar önce bu hastanede kanserden kaybetmişti. Bir lokantası vardı , kızını kaybettiğinden beri her sabah burada onun hayrına çorba dağıtıyordu sonrasında dükkanını açıp rızkını kovalıyordu. Çünkü bilirdi içeride hastan varsa aç olsan bile bir yere gidip bir lokma yemeyi insanın canı istemezdi. Eli ayağı tutmazdı insanın. Yaşamak bile yük olurdu. Böyle zamanlarda bir bardak sıcak çorba ve derdini anlayan birinin olması iyi gelirdi insana.

Oturduğu yerden yolun karşısına park etmiş minibüsü izliyordu Alparslan. Dedesiyle amcasının konuşmasını dinlemekten sıkılmış kendine yeni bir uğraş arıyordu. Etrafı izlemekten başka yapabileceği bir şey yoktu. Zaten mutsuzdu bir de üstüne onu hiç bilmediği bir yere getirmişlerdi. Mutsuzdu çünkü annesi gitmişti , zaten bu yüzden onu Sivas'tan Ankara'ya dedesi ve amcası getirmişti. Gelmeyi hiç istememişti ama mecbur kalmıştı , ona fikrini soran olmamıştı , ya ben yokken annem ve Cihangir geri gelirse diye düşünmeden edemiyordu.

Bir an önce eve dönmeleri gerekiyordu. Dedesi ve amcası konuşmaya dalmışken ayrılsa yanlarından Sivas'ı bulabilir miydi acaba? Ama dedesi üzülürdü onu daha fazla üzemezdi. Şu hayatta üzülmesini istemediği tek kişi oydu.

Dedesi Musa son olaydan sonra daha da yaşlanmıştı sanki. Kır saçları artık bembeyazdı, yüzündeki çizgiler yaşadığı acıyı gömmek istercesine daha da derinleşmişti. İlk kalp krizini de haberi alınca geçirmişti. Evleri , ocakları dağılmıştı dik durmak kolay değildi. Bu vatana bir amca bir de evlat feda etmişti Musa. Süleyman’ı en büyük yürek yangınıydı artık.

Hastaneye gelmelerine ise Alparslan'ın üç aydır hiç konuşmaması sebep olmuştu. Kimse onun ne tek kelime konuştuğuna ne de ağladığına şahit olmuştu. Zaten konuşkan bir çocuk değilken annesinden sonra iyice içine kapanmıştı. Üç ay boyunca ruh gibiydi , yemek yemez ve uyumaz olmuştu. Yaşadıklarını atlatabilmiş miydi bunu henüz kimse bilmiyordu. Bu sessizliği yüzünden Sivas'ta da hastaneye götürmüşlerdi ama bir teşhis konulamayınca üniversite hastanesine gitmeleri söylenmişti. Görünürde hiçbir problem yoktu bu yüzden psikiyatriye yönlendirmişlerdi.

Musa da acısını yüreğine gömmüş, büyük oğlu İlyas'ı yanına alarak Ankara'nın yolunu tutmuştu. Hayat her şeye rağmen devam ediyordu. Oğlunun emanetine daha sıkı sarılmalıydı artık. Oğlundan sonra tutunabileceği tek dalıydı. Alparslan yaşamak için tek sebebiydi. Torun oğul balı derlerdi, Alparslan Musa için baldan daha öteydi.

On metre ötelerinde ise başka derdi olan bir aile vardı. Kızları doğuştan kalp hastasıydı ve yakında ikinci ameliyatını olacaktı. Doktorlar ameliyat başarılı geçse bile yaşama şansının düşük olduğunu söylemişti. Küçük kız için pek umut olduğu söylenemezdi. Ölüm acısını daha önce tadan anne ile baba şimdi de evlatlarıyla belki de onun acısıyla sınanacaktı. Evlat acısının tarifi olmaz derlerdi. Murat ve Aynur çiftinin üç çocukları olmuştu , ama Şüheda'ya daha düşkünlerdi onu daha farklı severlerdi ne var ki onun için yapacakları hiçbir şey yoktu Allah'a yalvarmak dışında. Sakınılan göze çöp batar derlerdi. Doğduğundan beri Şüheda'nın üstüne titremişti tüm aile çünkü yaşadıkları acıdan sonra gelen bir teselliydi. Kim bilebilirdi ki teselli diye bekledikleri Şüheda’nın içlerindeki en büyük yara olacağını.

Minik Şüheda sanki hissetmiş gibi eve gitmek ve kardeşlerini görmek için ağlayıp duruyordu. Belki de onları son kez görmek istiyordu. Ağlamaktan artık gözyaşları tükenen Aynur tüm gücünü toplayarak kızıyla bir kez daha konuşmayı deneyecekti. Allah'tan ümidini kesmiyordu ama dayanmak da çok zordu. Kızı günden güne gözlerinin önünde eriyordu. Vücudu açılan damar yollarından , yapılan iğnelerden dolayı delik deşik ve mosmordu. Onu böyle görmeye dayanamıyordu. Kızı ise yanan canına rağmen neşesini kaybetmiyor o tatlı diliyle herkesle konuşmak için can atıyordu. Çocukluğun verdiği o heyecanı kaybetmemeye ant içmişti adeta.

Şüheda ameliyat izini banyodayken görmüştü daha önce. Çığlık çığlığa yaygarayı koparmıştı ; bana ne oldu , ne yaptılar diye. Ameliyatı iyi geçip kurtulsa bile ileride onu daha zor günlerin bekleyeceği de bir gerçekti. Şüheda’nın ne ameliyat izleri ne de yaşadıklarının izleri silinecekti.

Bu da Aynur’u kahrediyordu.

Murat ise ne yapacağını şaşırmış durumdaydı. Aldıkları haber yetmezmiş gibi patronu da ikide birde arayıp duruyordu , işten çıkarmakla tehdit ediyordu. Evde bekleyen iki çocuğu daha vardı , ödeyemediği muayene ücretleri ve dahası. Elini yüzünü sıvazlayarak bir çıkar yol bulmaya çalışıyordu. Çaresizdi, ilahi kudrete boyun eğiyordu. Hastane bahçesinde elinde telefonla bir sağa bir sola dönüp duruyordu. Kayınpederinden de istemeye yüzü yoktu , aylardır evin market alışverişini o yapıyordu çocukların tüm masraflarıyla da ilgileniyordu. Karısının yüzüne bakmaya da cesaret edemez olmuştu artık. Otuzunu geçmişti ama yetimliğini iliklerine kadar hissediyordu.

Aynur kızının omuzlarına dökülen saçlarını sıvazladı. "Şühedam , test sonuçların çıksın doktor eve gönderecek zaten tamam mı? Şimdi poğaçanı ye , sabahtan beri hiçbir şey yemedin acıkmadın mı annem?" O sırada çam ağaçlarının dibinde dolaşan kediyi izlemekle meşguldü Şüheda. Çimenlerin arasındaki bembeyaz kediden gözlerini alamıyordu.

"Anne kedinin yanına gidebilir miyim? Söz poğaçamı yicem." Şüheda öyle tatlı söylemişti ki izin vermemek mümkün değildi. Annesi poğaçayı kediye vereceğini anlasa da bir şey demedi , en azından ağlamayacaktı , morali biraz olsun yerine gelecekti. Çantasından çıkarıp verdi kızının eline. "Ama çağırınca gel tamam mı?" Kafasını sallayıp kedinin yanına doğru ilerledi.

Dedesi ve amcasının konuşmasını artık dinlemek istemeyen Alparslan amcasının koluna dokundu eliyle kendini ve gideceği yeri işaret ederek izin istedi. Amcası tamam deyince onların yanından yavaşça uzaklaşarak ilerideki bir kızın yanına doğru ilerledi. Hemen normale dönmelerini hazmedemiyordu. Onun anne babası ve kardeşi kimsenin umurunda değildi. Oysa onların yürek yangını onunkine eş değerdi.

Kediyle konuşan kızın yanına geldiğinde onu uzun uzun süzdü.
Ağlamaktan gözleri kızarıp şişmişti. Keşke o da ağlayabilseydi. Ama onu avutacak kimsesi yoktu artık. Nazlanabileceği anne babası yoktu. Ağlasa kimse gözyaşlarını silmezdi. Sabahtan beri açtı , kahvaltı yapmamıştı. Annesi olsaydı aç mısın diye sürekli sorar bir şeyler yedirmeye çalışırdı. Ama artık Annesi yoktu , gitmişti , onu sevseydi gitmezdi ya da onu da götürürdü. Bunları düşünürken bile yumruklarını sıkmaya başlamıştı.

Yanına geldiğini fark eden kız ona doğru dönmüş "Sen kimsin? Seni de buraya zorla mı getirdiler? Senden de kan aldılar mı? Benim kolum çok acıdı seninki de acıdı mı?" diye merakla sorularını art arda sıralamaya başlamıştı. Burada kimseyle konuşamıyordu , gördüğü tüm çocuklar ağlıyordu. Arkadaş edinmeye çok hevesliydi. Tüm sorulara tek kelimeyle cevap verdi çocuk. "Evet." Aylar sonra söylediği ilk kelimeydi. Gömüldüğü sessizlikten onu kurtaran da bir çocuk olmuştu.

Evet konuşabiliyordu , sadece susmak istiyordu. Kendi dünyasına dalmak orada kalmak istiyordu. Bu onun acısını yaşayış şekliydi. Sessizliğe gömülürse her şey daha kolaylaşırdı. O içine içine ağlardı , dışarıya güçsüzlüğünü göstermezdi. Çünkü o artık kimsesizdi , çevren ne kadar geniş olursa olsun anne baban yoksa kimsen yoktur.

Eğer konuşursa herkes ona anne babasını soracaktı , büyükler nasihat verecekti , çoğu ona acıyarak bakacaktı. Belki konuşmazsa , söylemezse artık anne babasının olmadığını gerçek olmazdı. Hem konuşmadığından annesinin haberi olursa kardeşleriyle geri dönerdi. Annesi aslan oğlum diye severdi onu , kıyamazdı hiç ona. Öğrenirse suskunluğunu aslan oğluna geri dönerdi , bir daha bırakmazdı onu.

Kız yeni bir arkadaş bulmanın heyecanıyla yerinde duramıyordu , poğaçasını bölüp yarısını oğlana uzattı. "Anneme söz verdim yemem lazım ama hepsini yiyemem , yemezsem annem çok üzülüyor , ağlıyor. Bunu sen yer misin?" Gerçekten çok acıkmıştı , kızın uzattığı poğaçayı hemen aldı.

O an bütün yaşadıklarını unuttular ve sadece çocuk oldular. Sanki parkta oynarken karşılaşmış gibi oturdular. Hayatın onların omuzlarına yüklediği ağır yükü bir kenara bırakıp birkaç dakika çocuk oldular. Alparslan Şüheda ile konuştu, son üç ayda çocuk olmayı fazlasıyla özlemişti.

Şüheda ona sürekli bir şeyler soruyor , çoğuna cevap alamasa da bıkmadan sormaya devam ediyordu. Yine sorularını ardı ardına sıralarken Alparslan parmağıyla gökyüzünü işaret ederek onun susmasını sağladı. Şüheda gösterilen yere baktığında bir uçağın geçmekte olduğunu gördü. İkisi de uçağın içindekilerin onları gördüğüne inanarak el salladılar.

Bu anın bir fotoğraf karesine sığdırıldığını bilmeden...

Geçen ise bir yolcu uçağı değildi. Hakkari'ye askeri personel ve mühimmat taşıyan askeri bir uçaktı. Aralık ayında yapılan saldırının yaraları aylar geçmesine rağmen hala sarılamamıştı. Bölgede her geçen gün daha fazla şehit veriliyordu. Bunları bilmeden çocuk masumluğuyla uçak gözden kaybolana kadar ellerini indirmedi ikisi de.

Sonrasında Şüheda annesinin yanına geri döndü , böylelikle hemen eve gidebilirlerdi. Abisi ve kardeşiyle trencilik oynayabilirdi. Giderken arkasına dönüp baktı , oğlan dolu gözlerle ona bakıyordu. Biraz sonra ayların acısını gün yüzüne çıkarmanın ilk adımı olacak ilk gözyaşı süzüldü yanağından aşağıya.

Veda etmedi giderken çünkü o çocuğunda hastaneye tekrar geleceğinden emindi. Burada gördüğü çocukları hep tekrar görürdü.

İki çocukta kendi hayatlarına ve yaşayacakları daha kötü günlere geri dönmek üzere birbirlerinden ayrıldılar. Hayat onları tekrar bir araya getirecekti ama acının değirmeninde öğütülmüş iki kırık kalp olarak.

**************

2022 Temmuz

Ölümün ve doğumun, başlangıcın ve bitişin birlikte olduğu yerler vardır. Hastane koridorları gelir her zaman aklıma. Sevincin ve hüznün birbirine karıştığı koridorlarda yıllarca beklemiş biri olarak acı ve çaresizliği iliklerime kadar hissetmiştim. Ölümle defalarca burun buruna bile gelmiştim ama bu koridorlardan çıkmam mümkün olmadı. Ne sağlam adımlarla hastaneden çıkabilmiş ne de bir tabutun içinde sonsuzluğa uğurlanmıştım. Yıllar geçti, mevsimler değişti ama ben hep aynı yerde kalakaldım.

Pamuk ipliğine bağlı hayatıma tutunma çabalarıydı benimki. Kalbim defalarca atmayı bırakmıştı ama ben yaşamayı bırakmamıştım. Pamuk ipliğine sıkı sıkıya tutunup bırakmamıştım ama artık hepsi anlamsızdı. Yaşama amacını bulamazsan rüzgarın önündeki yaprak misali savururdu hayat. Ben savruluyordum , kimdim ben ve ne yapmak istiyordum? Yapmak istediklerim gerçekten benim isteklerim miydi? Ben bilinmezlik denizinde pusulasız kalmış bir garip balıkçıydım. Hayat amacımı bulamamış rüzgara göre ilerliyordum. İlerlemek istiyor muydum onu da bilmiyorum.

Ben Şüheda , anne ve babamın kayıplarından sonra gelen teselli. Onlara teselliden çok yara olan Şüheda. Ailenin el üstünde tutulan , yaşaması için mücadele verilen çocuğu. Ömrü hastane köşelerinde geçen , yaşamayı rahat nefes almak bilen ama sadece nefes alan bir ölü. Tüm acısını gözyaşlarına sığdıran ve dik duruşundan ödün vermeyen... Hayatın soğuk yüzüyle anne karnında tanışan , doktorların defalarca öldü demesine rağmen yaşam treninin vagonuna tutunan Şüheda.

Adımın anlamı Şehitler demekti. İnsanların ölü sanmasının aksine diri olan şehitler... Ölüme korkusuzca gülümseyerek gidenler... Vatan ve millet uğruna canından geçenler… Bense adının hakkını veremeyen biriydim, sadece yaşamaya çalışıyordum.

Adım çağrılınca daldığım düşünceleri bir kenara bıraktım ve kalkıp içeriye yöneldim. Nerede miydim? Yıllardır olduğum ve bir adım bile atamadığım yerde. Hastanenin kardiyoloji polikliniğindeydim. İçeri gireceğim sırada alışkanlıkla dönüp ardıma baktım , babam hemen arkamda olurdu bir elinde benim çantam diğer elinde dosyalarla peşimden gelirdi hep ama şimdi yanımda değildi. Bunu ben istemiştim ama yine de can sıkısıydı. Yetişkin bölümüne ilk defa gelmiştim. Etraftaki yaşlı insanların bakışlarını umursamamaya çalışıyordum ama sanki bana yıllar sonraki halim gösteriliyor gibiydi. Hastaların ben hariç hepsi altmışlı yaşlarda desteksiz yürüyemeyen kişilerdi. Bakışlarındaki acıma ucu ateşli oklar gibi saplanıyordu. Bu bakışlar bir zamanlar acınan kızdan hayranlık duyulan kıza dönüşme isteğimi perçinliyordu.

Kapıyı tıklatıp girdiğimde iki doktor karşıladı beni. Burnuma keskin hastane kokusu gelmeye başlamıştı bile, nedensizce bu koku ağlama isteği uyandırıyordu bende. Yılların geçmeyen psikolojik yansımaları diye düşündüm.

"Şüheda Kuzgun değil mi? Buyurun lütfen." Bana gösterilen yere oturdum. Temmuz ayının ortalarındaydık ve hava aşırı bunaltıcıydı. Oda çok geniş sayılmazdı, bir masa ve sedye vardı sadece ayrıca tavandan da basıktı bu da insanı daraltıyordu. Gözlerim klima aradı, kapının sağ tarafında vardı ama çalışmıyordu. Şimdiden terlemeye başladığımı hissedebiliyordum. Daha yaşlı duran doktor öğrencisi ya da asistanı olan doktora dosyam hakkında bir şeyler sormaya başladı.

Hepsine içimden tek tek cevap verdim ,bu soruları kaç defa duyduğumu ben bile saymayı bırakmıştım artık. Soru cevap faslı bittikten sonra yaşlı doktor bana doğru dönüp ezberlediğim rutin soruları sıralamaya başladı. Sorulara bu sefer yanımda çantamı tutacak babam olmadan cevap verecektim, genelde babam benden önce davranıp cevap verirdi daha doğrusu ben onun cevaplaması için beklerdim. Yaklaşık üç yıldır hastaneye yalnız geliyordum ve hala alışamamıştım. İnsanların bana bakışları da bu konuda hiç yardımcı olmuyordu. Tüm hastalar yaşlı iken ben onların arasında

kendimi boğuluyormuş gibi hissediyordum.

"Sigara veya alkol kullanıyor musunuz?" Düz bir sesle sormuştu. Bu soruyu ilk kez duymuyordum ama on sekiz yaşından küçük bir çocuğa sorulması garibime gitmişti. Neden önceleri sorarlardı ki? Bağımlılık yaşı düştüğü için tabi ki. Şu an takılabileceğim en saçma detaya takılmıştım.

"Hayır kullanmıyorum, daha öncede kullanmadım." Hemen arkasından gelecek soruyu tahmin ederek ona da cevap vermiştim.

"Son hastaneye gelişinizden bu yana hiç çarpıntınız oldu mu , olduysa kaç saniye sürdü?"

Bakışlarımı masanın üstündeki bilgisayardan çekmeden bu soruya da cevap verdim. "Olmadı."

"Herhangi bir şikayetiniz oldu mu peki?"

"Hayır."

Verdiğim kısa cevapları öğrencisi bilgisayara geçirirken beni efor odasına yönlendirdi. Muayene odasından geçişi olan ve dışarıdan ayrı bir kapısı olan bir odaydı efor odası. Muayene odasından daha küçüktü, bir sedye birkaç monitör ve küçük tekli bir dolaptan başka bir şey yoktu. Koyu bordo renkteki perdeler insanın ruhunu daralmak istercesine sıkı sıkıya kapatılmıştı.

Benim için en zor olan kısım şimdi başlıyordu. Kendimi iyi yönetmem ve heyecanımı kontrol altında tutmam lazımdı. Heyecanımı kontrol etmeyi yıllardır öğrenememiştim. Bakalım bu sefer neler olacaktı?

Öğrencisi olan doktor yanıma gelerek EKG elektrotlarını yapıştırdı vücuduma. Sarı, kırmızı, siyah ve yeşil. Gömleğimin ilk ve son iki düğmesini açmıştım. Yapıştırırken bayağı tereddütlüydü ve en sonunda yanlış yaptı. Yıllardır gide gele aklımda yer edinmişti, çoğu tetkiki ve anlamını bu sayede öğrenmiştim. Hocası gelmeden doğru yerleri gösterdim zaten sözlüden düşük alacaktı bir de üstüne bu eklenmemeliydi. Son olarak kalp pilinin olduğu bölgenin üzerine pil ile etkileşimli cihazı yerleştirdi ,kaymaması için elimle sabit tutunca o elini çekti. Benim mahkumiyetimin sembolü olan seslerde çıkmaya başlamıştı ,yavaştan da bir heyecan dalgası vücudumu etkisi altına almaya çalıştığına göre artık her şey tamamdı. Oturduğum yerde dikkatimi dağıtmak için etrafa göz gezdirmeye başladım.

Kapı oturduğum sedyenin tam karşısındaydı ve bir anda açılan kapı odanın dışında –koridorda- bekleyen adamla göz göze gelmeme sebep oldu. Karşı duvara yaslanmış elinde tuttuğu hırkayla bana bakıyordu.

İnsanlar içeride hasta varken girmemeyi bir türlü öğrenememişti. İçeri dalan ve doktora bir şeyler soran bir hasta yakını yüzünden bu anlamsız bakışma birkaç dakika daha sürdü. Bakışlarımı ondan kaçırmadım , onun ise keskin bakışları saniyelik vücudumda gezindi. İlk başta çok anlam veremesem de sonra nerede ve ne vaziyette olduğumun farkına vardım.

Birkaç dakika süren bu olayla beynimde şimşekler çaktı. Beni bu halde görmüştü , her tarafımdan kablolar çıkarken görmüştü. Hiç kimseye görünmek istemediğim bir halde görmüştü. Buna alışmam gerekiyordu ama ben şu an ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Odaya dalan hasta yakını dışarı çıkmıştı ama benim kapıyı açana sinirim hala bakiydi.

Öfkemi kontrol etmeye çabaladım ama yıllar öncesinde yaşanan olay aklıma gelince sakinleşmem pek mümkün olmadı. Yaşadıklarımı hala sindirebilmiş değildim.

Yaşlı doktorun gelmesiyle bu olayı bir süre unutmaya karar verdim zira duygularımı kontrol altına almalıydım. Gözyaşlarımın akmasına engel olmak adına tavana diktim gözlerimi. Sakin ol Şüheda , sakin ol. Nefes al ve ver , nefes al ve ver. Şimdi yeri ve zamanı değil değerlerimin iyi çıkması çok daha önemli diye dikte ettim kendime. Hastane işinin daha da uzamasına tek başıma katlanabilecek kadar güçlü değildim ve ağlayarak babamı aramak istemiyordum.

Doktor dosyamı inceledikten sonra önündeki bilgisayara benzeyen cihazın ekranına bir şeyler yazdı ve cihazı çalıştırdı. Derin bir nefes aldım. "Kalp atışını ben hızlandırıyorum, endişe etme." Bunu pilin uyarıları algılayıp ritmi normale döndürme süresini ve şiddetini ölçmek için yapıyordu. Ver coşkuyu hocam ortalık şenlensin biraz. Söylemesiyle kalbim göğüs kafesimi kırıp yerinden çıkacak gibi atmaya başladı. Kabına sığmıyordu adeta. İşte tam bu an yaşama dört elle sarılmak istediğim andı, ölümle pençeleşiyormuş gibi hissediyordum. Kalbimin sesi düşüncelerimi gerçek anlamda bastırıyordu tek istediğim normale dönmekti.

Sol köprücük kemiğimin altında hissettiğim keskin sızıyla birlikte göğüs kafesimde hissettiğim çarpmalar kesiliverdi. Pil devreye girerek kalbin ritmini normale döndürmüştü, şimdi gergin bekleyişim başlayacaktı. Öğrencisine bazı değerler söylemeye başladı , yıllardır gelsem de bu karışık değerlerin ne olduğunu öğrenememiştim. Öğrenmeyi istememiştim bile.

"Değerler gayet normal , bir sıkıntı görünmüyor. 6 ay sonra tekrar kontrole gelirsin. Çıkarken sekreterlikten sonraki randevunu al." Doktorun söyledikleriyle içim rahatlamıştı artık daha fazla hastanede kalmak istemiyordum. "Tekrar geçmiş olsun." Yaşlı doktor diyerek odadan çıktı. Bu kez umutla konuşmuştu, değerlerimin normal seyretmesi bile benim için bir umuttu. Gülümsedim.

Üstümü başımı düzelttikten sonra kendimi hastane bahçesine zor attığımda artık sadece eve gidebilmeyi istiyordum. Bu kadar sıcak temmuz ayı için bile gerçekten fazlaydı. Dışarı çıkar çıkmaz terlemeye başlamıştım bir de yetmezmiş gibi elektrotların bıraktığı yapışkanlık felaket bir kaşıma isteği uyandırıyordu.

Umursamayarak yokuşu çıkmaya başladım. Allah’tan arabayla gelmiştim ,bu sıcakta otobüs hiç çekilmezdi tabi yakın bir yerde park yeri bulabilseydim daha iyi olabilirdi.

Yokuş çıkarken arayan annemle sabrım bir kez daha sınandı. Sonuçların nasıl çıktığını soracaktı her zamanki gibi. Ona söyleyebileceğim fazladan bir şey yoktu, her şey aynıydı , ne düzelme ne de daha çok bozulma vardı. Önceden telefonu babam açar konuşurdu bu kez bunu da ben yapmak zorundaydım. Ama ben bırak buna cevap vermeyi komple tüm olayı hastaneden çıkar çıkmaz unutmak istiyordum gel gör ki bu pek mümkün olmuyordu. Derin bir nefes vererek telefonu cevapladım. İzahat verdikten sonra ondan babamı arayıp onun söylemesini istedim , tekrar aynı şeyleri konuşmaktan pek hazzetmezdim.

Buharlaşmadan arabaya binip klimayı açtım hemen. Dikiz aynasından kendime bakarken kapının açıldığı o an zihnimde yeniden oynamaya başladı. O an dikkat etmemiştim ama onun da kahverengi gözlerinde bir hüzün vardı. Tıpkı bendeki gibi…

Çocukluğu yarım kalanların acı çeken ruhunun yansımasıydı bu bakışlar. Büyüyemeyen çocuğun çırpınışlarını sadece gözler ele verirdi.

İnsanları yaralı görmekten vazgeç. Herkes senin gibi kötü bir çocukluk geçirmedi. Onlar senin aksine çok mutlu çocuklardı ve mutlu yetişkinler oldular. Başkalarının da acı çektiğini düşünüp kendini bununla teselli etmeyi bırak.

Sözler kulaklarımda çınlasa da aldırış etmedim. Emindim , gözler yalan söylemezdi. O da benim gibiydi. Yaralarımız aynı değildi belki ama hislerimiz aynıydı sanki. Neden bu kadar emin olduğumu bilmiyordum ama bakışların yüzlerce sayfalık yazılardan, yüzlerce kelamdan daha çok şey anlattığı ve hissettirdiği de bir gerçekti.

Yara izini görüp görmediğinden emin değildim. Yaralarımı kimseye göstermemeye gayret ederdim. Zihnimde oynamaya başlayan görüntüleri tamamen silmek için her şeyi yapabilirdim ama ne kadar istesem de olmuyordu.

Hastane odasındaki o birkaç dakikalık kısa zamanı hatırlamaya çalıştım. Hafızamı tekrar yokladım. Hatırlamıyordum , o anın şokuyla hiç dikkat etmemiştim.

Önce etrafı kontrol ettim kimse var mı diye , yoktu. Öğle saati birazdan başlayacağı için otopark bomboştu. Gömleğimin ilk iki düğmesini tekrar açtım, hastanedeki gibi sağ elimi pilin olduğu bölgenin üzerinde tuttum tekrardan. Dikiz aynasından bakmaya çalıştım önce ama yukarıda durduğu için göremedim. Dikiz aynasını icat eden bu yaptığımı görse aynanın işlevini kafama vurarak öğretirdi. Normalde böyle bir insan değilim, mantıklı düşünüp kararlar verirdim de hastaneye gelince tüm ayarlarım bozuluveriyordu. Telefonumun ön kamerasını açıp baktım. Neyse ki kolum tam denk gelmişti de iz hiçbir şekilde görünmüyordu. Kalp pili yaklaşık on bir yıl önce takıldığı için izi olması gerekenden daha büyüktü. Yaklaşık kibrit kutusu büyüklüğünde yanık izine benzer bir izdi.

Bu yaptığım çok saçma gelebilirdi kulağa , zaten o adamı tekrar nerede görecektim ki? Ama benim için önemliydi , insanlara böyle görünmek bana çok acizce hissettiriyordu. Yaralarımı herkesten saklamak benim için en iyisiydi. Yoksa bazı kötü sonuçları olabiliyordu. Bazı yaşanmışlıklar bana acı tecrübeler olarak geri dönmüştü.

Çalışan klimayla bir nebze rahatlayınca emniyet kemerimi takıp yola koyulmaya hazır hale geldiğim sırada telefonum çaldı. Bu sefer kime izahat verecektim acaba? Oflayarak çantamdan telefon ekranına baktığımda gördüğüm isimle derin bir nefes verdim. İşkence veren bir konuşma olmayacaktı neyse ki. Gülümsememi takınarak Ceyda'yı daha fazla bekletmeden açtım. Açmayınca, işi vardır ondan açmamıştır demek yerine ısrarla aramaya devam etmek gibi delilikleri vardı. Kendisi benim en iyi arkadaşımdı.

"Şühedam ne yapıyorsun?" Neşeli sesiyle hayat enerjisi veriyordu insana. Özellikle ruh halimin dibe vurduğu bugün buna çok ihtiyacım vardı.

"Abimin saçma sapan işleriyle uğraşıyorum. Sen ne yapıyorsun?" Yalan söylemek zorundaydım kendimce. Zira kendi özgür irademle , kimseye sağlığımla ilgili açıklama yapacak halim yoktu. Yaptığımın yanlış olduğunu bilerek devam ediyordum ve bu hiç hoşuma gitmiyordu.

Ceyda ile lisenin ilk yılından beri arkadaştık. Benim bu hastane süreçlerini az çok biliyordu ama benimle beraber yok saymayı tercih ediyordu. Her şeyimi en ince detayına kadar sorup öğrenen kız , ki bende söylemeye gayet hevesliydim , bu konuyla ilgili soru sormazdı. Aramızda süregelen bir anlaşma varmış gibi davranırdı. O bana ailesini anlatırdı ama ben ona kendimi açmayı bir türlü beceremezdim. Ona yalan söylerdim, bu kendimde değiştirmeyi istediğim özellikler sıralamasında başı çekerdi. Yalan iyi bir şey değildi zira alışkanlık yapabilecek kadar sinsi ve masum bir huydu.

"Kenan abi yine ne istedi senden?" Masumca ,yalanıma inanmıştı. Gerçi tam yalan sayılmazdı sonuç olarak buradan sonra abimin işleriyle uğraşacaktım.

"Arkadaşının kargosu bizim eve gelmiş, onu götüreceğim. Ay bi de tembihliyor sakın açma diye. Çok meraklıyım sanki." Arkadaşımın tek sorusuyla dert yanmaya başlamıştım bile.

"Bende serin parkın birinde tek başıma oturuyorum, size diye çıktım evden." Az önceki neşesi solmuştu. Yine evde bir takım olaylar yaşanmıştı anlaşılan.

Neler olduğunu anlamam uzun sürmedi. "Yine aynı konu mu diye sormuyorum. Keşke gelseydin bende yarım saate eve geçerim zaten." Normalde takmazdı yani takmamayı öğrenmişti , mutsuz olduğuna göre büyük bir olay yaşanmış olmalıydı. Ne olduğunu sormadım , isterse anlatırdı.

"Yok ya sürekli sizin evdeyim zaten. Biraz yalnız kalayım." Hayat dolu kızı her seferinde bu hale getiriyorlardı ve ben onun yıkılışını izliyordum sadece. Beni hayat bu hale getirmişti, onu ise ailem dediği insanlar.

"Ceyda her ne kadar verirsen ver, ben senin hep yanındayım biliyorsun." Verebileceğim tek tesellinin bu olması da ayrı can sıkıcıydı. Sorunlarımızı birbirimize tam olarak anlatmasak da hep destek oluyorduk.

"Biliyorum, neyse beni boş ver hep aynı terane. Senin sesin bir garip iyi olduğuna emin misin?"

‘Sence ben başkalarının acısından zevk mi alıyorum?’ Diyemedim ,dilini ısırıp söyleyeceklerimi yine yuttum. Az önce gördüğüm adam hakkındaki düşüncelerimden dolayı tuhaf bir rahatsızlık çöreklenmişti ama içime gömdüm. "İyiyim sadece yaz stajı falan yordu beni." Ben stajımı haziran ayında yapmıştım ama Ceyda ailesi yüzünden bu zamana kalmıştı. Ailesiyle yıllardır olduğu gibi yine sorunları vardı. Eylül ayında son sınıfa başlayacaktık ama anne babası Ceyda’dan tıp okumamasının öcünü almaya devam ediyordu. Ailesiyle olan sorunlarına rağmen okulunu asla aksatmıyordu ve hırsla çabalamaya devam ediyordu.

“Neyse ben sesini duymak için aradım, görüşürüz.” Telefonu kapatmaya meylettiğinde onu durdurdum. “İstersen yanına geleyim.” Sesi iyi gelmiyordu ama teklifimi geri çevirdi.

“Sağ ol Şüheda.”

Telefonu kapattığımda daha iyiydim. Her ne kadar kötü bir konuşma da olsa Ceyda ile konuşmak iyi gelmişti. En kötü gününde bile bana iyi geliyordu. Onunla arkadaş olduğumuz güne bir kez daha şükrettim.

Eve gelince günün yorgunluğuyla kendimi yatağa attım. Hastaneye gitmek bedenim kadar ruhumu da yoruyordu. İkindi vakti daldığım uykumdan uyandım. Sersemlemiştim ama uyumak iyi gelmişti. Kalkıp üstümü değiştirdikten sonra iki hafta önce tamamladığım stajımın defterini doldurmak üzere masa başına geçtim.

Üniversite sınavında hatırı sayılır bir puan aldıktan sonra bölüm seçmek konusunda büyük kararsızlıklar yaşamıştım. İnsan hayalinin gerçekleşmeyeceğini anlayınca gerisini çok umursayamıyordu. Benim için imkansız bir hayalin peşinden koştum yıllarca ama kendi gerçekliklerim yüzüme sert bir şekilde çarptığında vazgeçtim, vazgeçmek zorunda bırakıldım. Adıma yakışır biri olmak isterdim, liseye başladığımda yaşadıklarımı yok sayarak Harbiyeli olmayı kafama koymuştum ama olmadı. Benden önceki cümle şühedanın izinden gidecektim. Pilot teğmen Şüheda Kuzgun olmak bana çok yakışırdı ama olmadı. Kendimce imkansızı oldurmaya çalışmıştım , tabi sonuç koskoca bir hüsrandı. Benim içimde hayal olarak kalacaktı sonsuza kadar. Pilot Teğmen Şüheda Kuzgun…

Bilkent üniversitesinde Moleküler biyoloji ve genetik öğrencisiydim ama bir zamanlar peşinden koştuğum hayal halaiçimde ukdeydi ve ölene kadar da ukde olarak kalmaya devam edecekti. Son sınıfa geçmeme rağmen bu aşkı içimden söküp atamamıştım. Bazen keşke şartlar başka olsaydı diye geçiriyorum içimden. Hayallerine kavuşmuş biri olmak nasıl olurdu diye düşünmeden edemiyorum. Çok düşünmek zararlıydı ve ben kendime zarar verecek derecede çok düşünüyordum. Üç yıldır imkansız bir hayal ile kendi gerçeklerim arasında sıkışıp kalmıştım.

Staj defterimi zoraki bir şekilde doldurdum. Okuduğum bölümü seviyordum ama içimde bir yerlerde ısınamıyordum, hep bir zorlama vardı içimde. Üç yılı kendimi zorlama ile geçirmiştim. Bölümümle alakalı eğitimlere kongrelere bile katılmıştım, kısacası kendimi geliştirmek için her şeyi yapmıştım ama bu bölümüme tamamen bağlandığım anlamına gelmiyordu sadece kendime çizmek zorunda kaldığım yolda en iyisi olmak için uğraşıyordum. Küçüklüğümden beri yaptığım şeyde en iyisi olmakta kararlıydım. Zaten ben bu hayatta neyi kendi seçimime göre yaşamıştım ki?

Çalışma masama alnımı yaslamış düşünüyordum. Ne yapmalıydım? Bu sorunun cevabı bu kadar zor olmamalıydı. Bu şekilde olmuyordu ,yolumu kaybetmiş gibiydim. Kendimi hiçbir kalıba sokamıyordum, buraya ait değilmişim gibi geliyordu. Sanki sadece hastaneye gidip gelmek için yaşıyordum.

Staj defterini kaldırıp çizimlerimin olduğu çantamı çıkardım masanın üstüne. Yıllarca gerçeklerden kaçmak için elime kağıt kalem alıp çizim yapmıştım, sonunda da kendi yaptığım resimlerden oluşan bir tür resim günlüğüm oluşmuştu. Küçüklüğümden beri hep bir şeyler karalamayı sevmişimdir. Hastanede zaman ancak böyle geçiyordu. Babamda bunu bildiği için beni her görmeye geldiğinde çeşit çeşit boyalar , defterler getirirdi. O zamanlardaki tek eğlencem resim çizmekti. Resme yeteneğim var mıydı bilmiyorum tek bildiğim çizdiğim resimlerin içine girip özgür olduğumdu. O zamanlar özgürlüğümdü şimdi ise tam anlamıyla sanat. Bu yüzden hep parklar , bahçeler çizerdim bazen de çok gitmek istediğim için okul. Sadece anlamlı şeyler çizmeye ortaokulda karar vermiştim sanırım. Benimle dalga geçen kızları cadı şeklinde çizip kendimce eğlenmiştim. Herkes bakınca saçma sapan ve birbirinden alakasız şeyler görmüştü. Resmin anlamını ve resimdekileri yalnızca ben biliyordum. Ondan sonrada devam ettirdim. Hem zevkliydi hem de kimsenin okuması gibi bir riski yoktu.

Yeni bir sayfa çıkarıp yeni aldığım kalemlerden birini elime aldım. Birazdan yapacağım resmin hiçbir mantıklı açıklaması yoktu olamazdı da ama kendime karşı koyamamıştım. Ana hatları çizdikten sonra bakışlarım diğer çizimlerime kaydı ve onlara bakmaya başladım. Her resim anılarımı canlandırıyordu zihnimde.

Bölüm tercih edeceğim zaman çizdiğim resme denk gelince istemsizce gözlerim doldu. Kabullenmek çok zor olmuştu ama başarmıştım. Üç yıl önce yine bir temmuz gecesi moleküler biyoloji istediğime karar vermiştim ve o gecenin anısına yıldızlarla bezenmiş gökyüzünü çizmiştim. Derince bir iç çektim, bugünkü aklım olsa aynı şeyi yapabilir miydim bilmiyorum. Dolan gözlerimi elimin tersiyle silip camdan dışarı baktım. “Sen en doğru kararı verdin Şüheda!” Diye mırıldandım. Ben hep mırıldanırdım, sesim yüksek çıkmazdı, çıkamazdı. İçinde bulunduğum şartlar dahilinde en doğru kararı vermiştim.

Gerçek şuydu ki ben her ne kadar hayallerimden vazgeçmiş gibi görünsem de vazgeçememiştim. Şimdi de vazgeçemediğim hayallerimin yasını tutuyordum. Son ameliyatımdan bu yana uzattığım saçlarımın üstünde görünmez bir kara şal vardı ve ben etrafa gülücükler saçarken yas tutuyordum. Neden böyle olduğunu ya da bu durumdan nasıl kurtulacağımı bilemez bir haldeydim. Boğuluyordum, kendi isteklerimi gerçekleştirememek boğuyordu beni.

“Sen bu hayatta neyi istedin de yapabildin Şüheda?” Diye soruyordum kendi kendime. Cevabı sorudan daha çok canımı yakıyordu. Ben hep zorunda olduğum şeyleri yaşamıştım. Bu hayatta bir fikrim, bir kararım, bir seçimim ve seçimimden doğan sonuçlara katlandığım bir an yoktu. Bir tiyatro sahnesine hapsedilmiştim ve bana yazılan senaryoyu oynuyordum. İçimi soğutamıyordum çünkü suçlayabileceğim kimse yoktu. Bu hikayenin günah keçisi kimdi? Yıllardır hastane köşelerinde sürünen ben mi yoksa benimle birlikte hayatları tamamen değişen ama yine de beni mutlu etmek için çırpınıp duran ailem mi?

İçimdeki pişmanlık yahut adı her ne ise o duyguyu bastırabilmek için çeşitli eğitimler almıştım ve farklı yollar denemiştim ama bana yeterli gelmiyordu. Sanırım ben gerçekten fırtınalı havada pusulasını kaybetmiş bir denizciydim. Bir şeyler yapmak için çırpınıp duruyordum ama kendimi yormaktan başka bir işe yaramıyordu.

Resimlerime bakmaya devam ederken odanın kapısı tıklatıldı. Babam on dakika önce eve gelmişti, şimdi kapıyı tıklatan da o olmalıydı, ondan başka kimsenin kapı çalmak gibi bir huyu yoktu. Dönen sandalyemde ayaklarımı yerden kesip kapıya doğru döndüm.

Kapıyı açtığında gülümseyen gözlerini görünce benimde yüzüme bir gülümseme oturdu. Bu anlamsız bakışma sürerken elindeki poşeti havaya kaldırdı. “Annen görmeden hemen al.” Annem tatlıyı yemekten önce yememize kızıyordu ama babam sayesinde bu yasağı her defasında deliyorduk. İllegal bir iş yapıyormuş gibi sinsice odaya girip elindeki tatlının olduğu poşeti masaya bıraktı. Masanın üstünde duran çizimlere de göz attıktan sonra bana göz kırpıp odadan çıktı. Hangi resmi gördüğünü tam kestiremediğim için dönüp bakmaya korkuyordum zira görmesini istemediğim sadece bir resim vardı. O resmi gördüyse çok yanlış anlayabilir daha da kötüsü kıskançlık damarları kabarabilirdi. Korkarak dönüp resme baktığımda babamın resmini gördüm. Malum resim onun altındaydı, dolayısıyla babam görmemişti.

Resmin altındaki tarihe baktım. 26 ağustos 2019 , tercih sonuçlarının açıklandığı günün akşamında çizmiştim. O akşamı ve resmi çizmeye nasıl karar verdiğimi anımsadım. O gün de bu akşamki gibi babam tatlı almıştı. En sevdiğim tatlı olan damla sakızlı muhallebiyi gidip benim almam ve babamın alması arasında dağlar kadar fark vardı. Önemli olan bana tatlı alması değil benim sevdiğim şeyleri bilip beni düşünerek bana tatlı almasıydı. Bunun tadını hiçbir damla sakızı veremezdi. Babam da bunu biliyordu ve kızını şımartmak için bunu bir koz olarak kullanıyordu.

Sonuçları onlarla da paylaştıktan sonra salonda tatlımı yerken izleniyormuş hissiyle etrafıma bakmıştım. Babam kolunu koltuğa yaslayıp elini yüzüne koymuş bana gururla bakıyordu, o bakışları hala aklımdaydı. Sözlere dökülmese de gözleri her şeyi anlatıyordu. İnsanları bakışlarından tanıyabiliyordum. Kaşığı ağzıma götürdükten sonra ona gülümsemiştim.

Kim derdi ki eskiden ölüm haberini aldığı kızı yaşayacak ve en iyi üniversitelerden birini kazanacak. Gözünün önünde günden güne eriyen kızının artık başarılarına şahit olacaktı. Gözlerinin içi gülüyordu şimdi. Bana hep daha faklı bakardı , hastanedeyken gözlerinde acıma görürdüm, çektiğim acıyı onun gözlerinden bile hissederdim. Bugün gördüğüm gururu hiçbir şeye değişemezdim. Zoraki bir tercih olsa bile ailemi gururlandırmak hepsinin üstündeydi. Bu görüntüyü hafızama kazıdıktan sonra o gece uyumayıp saatlerce çizim yapmak içim masa başında oturmuştum.

Resmin altına yazdığım Picasso'nun sözünü de okudum. Derki "Resim yapmak, görme özürlü insanın uzmanlığıdır. O, gördüklerini değil; hissettiklerini ve yaşadıklarını resmeder." Hissederek çizerdim resimlerimi ve hepsi bir yaşanmışlık barındırırdı. Resme bakınca o zaman yaşadıklarım canlanırdı zihnimde. Altta duran kağıdı kaldırıp baktım bu kez. Kapının karşında duran adam... Resmin kabataslağını bitirmiştim yani en azından bakınca bir adam silüeti olduğu anlaşılıyordu.

Masanın üstündeki kalabalığı kaldırdıktan sonra boya kalemlerimin ucunu açıp özenle dizdim. Birkaç saatlik terapim birazdan başlayacaktı. Saatlerce masanın başından kalkmadan resmi tamamlamıştım. Hiçbir detayı atlamadan sanki bir fotoğrafmış gibi çizmiştim. Dimdik durmuş , sağ elinde tuttuğu hırkayı sıkıca kavramış tam karşıya yani bana bakan bir adam. Yirmili yaşlarda olmalıydı , kısa saç ve sivilcelerini daha da belirgin gösteren sinekkaydı tıraşı ve asker ya da polis olduğunu düşünmeme sebep olan ifadesiz bakışlarıyla çok gizemli görünüyordu. Üstündeki koyu yeşil tişört ve siyah pantolonu temmuz sıcağı için pek doğru bir tercih sayılmazdı. Genel olarak koyu tonlar kullandığım bir resim olmuştu ve fazla gerçekçi görünüyordu, bakışlarını şimdi bile üstümde hissedebiliyordum. Sıradan koyu kahverengi gözleri vardı ama onu asıl farklı kılan bakışlarıydı. Sağ kaşının kenarında da aşağı doğru uzanan minik bir dikiş izi vardı bu yüzden kaşının arasından jiletle çizik atılmış gibi görünüyordu. Çok belli olmuyordu ama yine de çizmiştim. Yüzünün her bir hattını ezber etmek istercesine kağıda dökmüştüm.

Kağıdın sağ alt köşesine yazdığım tek bir cümle resim için yazılacak sayfalarca yazıya bedeldi.

Utanç yaptıklarından dolayı duyulur ,hayatın sana yaptıklarından değil...

O esnada içeri giren kardeşimle resmi nasıl saklayacağımı şaşırdım. "Aman bakmam merak etme sır gibi sakladığın resimlerine. Bi beni çizmedin gitti." O konuşurken çoktan kaldırmıştım. Yerini biliyordu resimlerin ama çıkarıp bakmak cesaret isterdi ve bu evde bu cesareti bulan olmamıştı daha.

Sandalyeyi çekip ona doğru döndüm. "Eskiden Türkler yeni doğan çocuklarına bir kahramanlık yapınca isim verirlermiş , sende resminin çizilmesi için kayda değer bir şey yapmalısın." Onu çoktan çizdiğimi henüz bilmiyordu tabi. Birkaç ay daha sabredebilirse anlamlı bir doğum günü hediyesi alacaktı. Gerçek anlamını hiçbir zaman bilemeyeceği bir hediye.

"Ne yapmamı bekliyorsun abla? Kurtla boğuşup yenmemi falan mı?" Haklı isyanı karşısında dayanamayıp güldüm.

"Belki bir gün Büşra ama kesinlikle bugün değil.” Resim çantamı yerine koyduktan sonra banyoya girdim, ben odadan çıkarken Büşra hala söylenmeye devam ediyordu. Odaya girdiğimde yatağında telefon oynarken buldum. “Kapat şunu da yat.”

“Bir karışma abla ya! Zaten bir ay okulun yok.”

Uyarıcı bir tonda “Büşra!” dediğimde oflayarak telefonu kapatıp yatağına uzandı. Gerçekten çocuk gibiydi. Sözde üniversite sınavına çalışıyordu ama sorumluluk duygusu neredeyse sıfırdı.

Pencerenin üst kısmını açıp perdeyi çektikten sonra bende yattım. Geceleri yaz sıcaklarına bulabildiğimiz tek çözüm maalesef ki buydu. Tam uykuya dalacağım sırada hastanede yaşanan olay yeniden aklıma geldi. Günümü onu düşünerek tamamlamayı bende tahmin etmiyordum ama zihnimde dolaşıp duran düşünceleri yok edemiyordum. Keşke onun benim hakkımdaki ilk izlenimlerini öğrenme şansım olsaydı. Bana acıyıp acımadığını bile çok merak ediyordum. Cevaplayamadığım çok fazla soru vardı ama en çok kafamı karıştıran iki soru vardı.

Birincisi onun benim hakkımdaki düşünceleriyle neden bu denli ilgilendiğim ikincisi ona karşı kapıldığım hissiyatın doğruluk payıydı. Bu soruların cevabını onunla yeniden karşılaştığımda alacaktım muhtemelen.

****************

2022 Ekim

İnsan hayatta türlü acılarla sınanırdı. Kimilerinin sınavı çocuk yaşında başlardı. Alparslan hayatın soğuk yüzü ile çocuk yaşında tanışmıştı. Daha dokuz yaşında iken parçalanmış bir ailenin ortasında öylece kalakalmıştı, hayata yeniden tutunmak için güçlü bir sebebe ihtiyacı vardı ve Alparslan o sebebi on üç yaşında bulmuştu. O günden beri o sebebe sımsıkı tutunmuş ve hayatının merkezi haline getirmişti yoksa yaşayamazdı.

Alparslan intikam istiyordu ve o intikamı eninde sonunda alacaktı. Umutsuzluğa düştüğü zamanlar oluyordu, yorulduğu ve başaramayacağını hissettiği anlar oluyordu. Yirmi dört yaşında omuzlandığı yükü artık taşıyamayacağı anlarda ne uğruna savaştığını hatırlatıyordu kendine.

Avucunun içinde sıktığı flash belleğin eline battığını dakikalar sonra ancak hissedebildi. Saatlerdir kanepede oturmuş kapalı olan televizyona bakıyordu. Televizyon kapalıydı ama Alparslan’ın gözlerinin önünde haberler oynamaya devam ediyordu. Bu haberlerden hiçbiri sıra dışı değildi. Hepsi herkesin ömründe en azından bir kez kulağına çalınan haberlerdi. Herkesin saatler belki de dakikalar sonra unuttuğu ama kimilerinin zihnine kör bıçakla kazınan haberler… Silahlı saldırı, eski kocası tarafından vahşice katledilen kadınlar, akıl tutulması yaşatan dolandırıcılıklar, yol kavgasında çekilen silahlar… Bu haberler bir yana ülkesi için canından geçenlere ayrılan birkaç dakikalık haberler de vardı. Alparslan’ın içini yakan bu haberlerdi. Bir tarafta bir insanı kolayca öldürebilenler varken diğer tarafta yaşatmak için ölenler ve öldürenler vardı. Bu denli tezatlıklarla dolu bir ülkede çizgisinden çıkmadan amacına ulaşmaya çalışıyordu.

Yumruk yaptığı elini gevşettiğinde avucunun içine geçen tırnaklarını gördü ama umursamadı. Flash belleği diğer eline aldıktan sonra oturduğu kanepeden kalktı. Televizyonun arkasındaki USB girişine tek seferde taktı. Kumandayı eline alıp oturduğu kanepeye geri döndü.

İzlediği ilk günden beri her saniyesini ezbere bildiği bir haber programını izleyecekti. Spikerin ve konuklarının mimiklerine kadar ezberlemişti. Bu program yıllar öncesine aitti ve 2022 yılında bu programa ulaşabilmek artık imkansızdı çünkü tüm internet mecralarından silinmişti yıllar önce ama Alparslan ilk önce CD’ye kaydettiği görüntüleri çoktan flash belleğe aktarmıştı. Görüntü kalitesini bile yükseltmişti. O program kinini diri tutuyordu, pes etmesine izin verdirmiyordu.

“Kinini diri tut yiğidim, intikam günü çetin geçecek!”

Program gri kalem etek ve uzun bir ceket giyen sunucu kadının konuşmasıyla başladı. Alparslan televizyonun sesini yükseltti. Hala ilk günkü gibi pürdikkat izliyordu. Bu haberi tam tamına on yıl beş ay on altı gün önce okul çıkışı eve geldiğinde sevdiği filmi bulmak için kanallar arasında gezinirken görmüştü, o günden beri de hayatında hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı.

Zaman akmaya devam etti, programa konuk olan elli yaşlarındaki göbekli adamlar bıkmadan usanmadan konuşmaya devam etti. Ortada bir hata olduğunu kabul ediyorlardı ama en önemli detayı atlıyorlardı, dilleri o hatanın kime ait olduğunu söylemeye gelince lal oluyordu da tek kelime edemiyorlardı.

Kumandaya basıp görüntüleri durdurdu. “Hava sahanda kendi uçakların uçmazsa önce askerlerin şehit olur sonra o uçaklar halkının üstüne bomba yağdırır.” Halkı bombalamak gibi bir olay olmamıştı ama olmayacağı anlamına gelmiyordu. Sinirle soludu. Zoruna gidiyordu, Türk bayrağının gölgesinin düştüğü bir karış toprağın bile yabancıların gözetiminde olmasına tahammülü yoktu.

Sinirliydi ama aynı zamanda umutluydu. O iliklerini titreten günden bu güne çok şey değişmişti, şükür ki değişmişti. Ülkesi gelişiyordu, akşam haberlerinde kulaklarda yer edinen şehit haberleri hatırı sayılır derecede azalmaya başlamıştı. Ülke sınırlarının içindeki terörün kökü kazınmıştı hatta Türk ordusuna millet meclisinden sınır dışına tezkereler bile çıkmaya başlamıştı ama yetmezdi. Bu vatan için kanı dökülen her bir vatan evladının intikamı alınmadan kimsenin içi soğumazdı. En başta da Alparslan’ın.

Televizyonu kapatıp ayağa kalktı. Salondan odasına doğru ilerlerken dudaklarında her zamanki mırıltısı vardı. “Sen onca imkansızlığa rağmen pes etmeyip terörün kara bağrına hançerini saplamaya devam ettiysen bana ‘yapamıyorum’ demek yakışmaz babam.” Pes edemezdi, öyle bir lüksü yoktu hiçbir zaman da olmamıştı. Sadece tıkanmıştı ama şimdi motivasyonu yerindeydi.

Odasına girince ilk işi komodinin çekmecesine sakladığı çerçeveli fotoğrafı çıkarıp çalışma masasının üstüne koymak oldu. Çalışmaya başladıktan bir süre sonra dayanamayarak çerçeveyi ters çevirdi. Bu fotoğrafa hala rahatça bakamıyordu, parçalanan ailesinin son mutlu anlarına bakmaya yüzü yoktu. Fotoğrafa bir süre bakınca babasının isteğini yerine getirememiş olmanın vicdan yükü biniyordu sırtına.

Elleriyle yüzünü sıvazladıktan sonra kalemini eline alıp çevirmeye başladı. Çok fena tıkanmıştı, sanki o ana kadar zehir gibi işleyen zekası birdenbire yok olmuştu, beyninde muntazam bir şekilde dönen çarklardan birinin dişlisi koptuğu için hepsi durmuştu. İşin içinden çıkamadığında ne işin savaştığını hatırlatıyordu kendine, bunu yaptığı için mazoşist gibi hissediyordu ama sert motivasyonlar ona her daim iyi geliyordu. Kim olduğunu, ne uğruna mücadele ettiğini , eğer bunu yapmazsa sonuçlarının neler olacağını hatırlatıyordu.

Tıkandığı nokta motor kısmıydı, motor karmaşık enerjiye sahip güç kaynağı demekti. Motor başlı başına bir kompleks yapıyken bir de onu tasarladığı uçağın içine yerleştirecek pozisyona getirmek kuyruğuna kabak bağlanmış fareyi sığamadığı delikten geçirmeye eşdeğerdi. Hayalet uçaklar diğer uçaklara nazaran ince olduğu için tüm parçaları ona göre dizayn etmesi gerekiyordu. Olmasını istediği tüm özellikleri maddeler halinde sıraladıktan sonra o sayfayı kapattı. Bakış açısını değiştirmesi için bu kısmı bir süre demlenmeye bırakacaktı.

Sıra sıra dizdiği cetvellerden birini aldı eline. Kabataslak çizimlerin farklı açılarını çizmekle uğraşmaya koyuldu, çalışmayı bırakacak değildi, edilmiş bir yemini ve tutulacak bir sözü vardı. Yıllardır hayalini kurduğu ve üniversiteye başladığından beri tasarlamaya çalıştığı uçakta artık son noktaya yaklaşmıştı. Motor kısmı hariç çoğu sistemini tamamlamıştı. Yapımı için gerekli tüm bilgileri derlemişti, en ince ayrıntısına kadar kalem kalem yazmıştı. Resmen bir tarif listesi hazırlamıştı.

Alışılmışın dışında bir uçak olacaktı, bugün bir uçak yarın bin uçak olacaktı. Türkiye’nin ilk insansız hayalet uçağı olacaktı, Dünyada hayalet uçağı olan ülke sayısı bir elin parmağını geçmezdi ve Türkiye de bu ülkeler arasında yerini alacaktı. Kalemi yeniden parmaklarının arasına alıp çevirmeye başladı, gözleri de kağıtlardaki çizimlerdeydi. İlk çizimleri özellikle dijital olarak çizmemişti, anı kalsın istiyordu. Derin bir iç çekti. Şimdi kağıt parçalarında çizimlerden ibaret olan uçağı vakti geldiğinde mavi göğü kapkara bir kuş misali tavaf edecekti. Düşmanın üstüne karabasan gibi çökecekti. O günler çok uzakta değildi, birkaç yıla kalmadan ilk prototipini uçuracağından emindi.

“O gün geldiğinde bir ağacın gölgesine oturup keyifle seyredeceğim seni.” Dışarıdan bakınca masanın üstünde duran kağıtlarla konuşuyormuş gibi görünüyordu ama aslında henüz yapmadığı uçağınaydı bu sözler. Çok konuşan, derdini herkese döken bir adam değildi. Kendini kolaylıkla herkese açamazdı. Aynı evi paylaştığı kuzeni Demir ve yıllardır başını yaslayıp konuştuğu mezar taşı vardı sadece.

Şu anda bilmediği iki şey vardı, birincisi bir ağacın gölgesine oturup izleme isteğinin bilinçaltına çocukluktan işlenen ufak bir anı olduğu ikincisi ise uçağını izlerken yalnız olmayacağıydı. Bu yola yalnız çıkmıştı ama yalnız devam etmeyecekti. Bunu vakti gelene kadar ne kendisi ne de ortağı bilecekti.

İlk bölümü nasıl buldunuz bakalım?

Sonrasında neler olacak?

Alparslan ve Şüheda yeniden nasıl karşılaşacak sizce?

Bölüm : 14.12.2024 16:40 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
İçindekiler
Hikayeyi Paylaş
Loading...