
İkinci bölümle karşınızdayım. Bakalım beğenecek misiniz? KİTAPTA GEÇEN OLAYLAR TAMAMEN HAYAL ÜRÜNÜDÜR.
Son olarak başlama tarihlerini alayım. Sonrasında bölüme devam edebilirsiniz.
Ve seni, benim hayatıma
Uğratan kaderin de vardır bir bildiği…
&Özdemir Asaf
2023 Ocak
Selçuklu hükümdarı Alparslan Bizans ordusu üstüne yürümeden önce ordu ile beraber kıldığı Cuma namazından sonra ordusuna hitaben şu sözleri sarf etti.
“Ey Askerlerim! Eğer şehit olursam bu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır. Benden sonra Melikşah’ı tahta çıkarınız ve ona bağlı kalınız. Zaferi kazanırsak istikbal bizimdir. Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olurlarsa olsunlar, bütün Müslümanların minberlerde bizim için dua ettikleri şu saatte kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur, gayeme ulaşırım; ya şehit olarak cennete giderim. Sizlerden beni takip etmeyi tercih edenler takip etsin. Ayrılmayı tercih edenler gitsinler. Burada emreden sultan ve emredilen asker yoktur. Zira bugün ancak ben de sizlerden biriyim, sizlerle birlikte savaşan gaziyim. Beni takip edenler ve nefislerini Allah'a adayanlardan şehit olanlar cennete, sağ kalanlar ise ganimete kavuşacaklardır.” Ardından kararlılıkla zırhını kuşandı ve en az kendisi kadar heybetli atına bindi. Bu savaşta en önde kılıç sallayacaktı.
Adanmış bir yüreği dünya üzerinde durdurabilecek hiçbir Allah kulu yoktur. Büyük hükümdarlar kendilerini gayelerine öylesine adamışlardır ki yollarına bent olan ne var ise yıkıp geçerler. Mühim olan kendileri değil ulaşmak istedikleri gayeleridir, öyle ki onlar öldükten sonra neler olacağını bile kalem kalem hesap ederler.
Sultan Alparslan kendi ordusunun üç katı büyüklüğünde bir orduya kafa tutarken de, Sultan Mehmet üç kat surlarla çevrili Konstantinapol’ü atalarının hezimetine rağmen İslambol yapmaya ant içerek cenk ederken de , Sultan Selim fetih uğruna çölleri üç günde aşarken de aynı adanmışlığa sahipti. Adanmış bir ruha ve kana susamış bir Türk’ün lügatinde imkansız diye bir kelime yoktur. Gerekirse canlarından geçer ama gayelerinden asla vazgeçmezlerdi.
Büyük komutanlar, her daim büyük düşünür ve her türlü imkansızlığa rağmen büyük işler başarırdı.
Telefonuma gelen mesajın sesiyle daldığım kitaptan başımı kaldırdım. Güz döneminin son final sınavından bir saat önce çıkmıştım ve okul kütüphanesinden ödünç aldığım kitabı okumakla meşguldüm çünkü bugün iade etmem gerekiyordu. Heyecanla kitabımı okurken dikkatim dağılmıştı. Kaldığım sayfaya ayracımı yerleştirdikten sonra gelen mesaja baktım. Mesaj atan kişi bölüm başkanı aynı zamanda da laboratuar derslerimize giren Tarık hocaydı. Mezun olduktan sonra beni asistanı olarak görmek istediğini defalarca kez dile getirmişti, beni ikna etmek için bana asistanı gibi davranıyordu son zamanlarda.
Beni yanına çağırıyordu. Oflayarak ayağa kalktım. Ankara’da yaşadığımı bilmeseydi, memlekete dönmek için otobüse bindiğimi söyleyebilirdim ama maalesef ki biliyordu. Üniversitenin kafeteryası finaller bittiği için her zamanki kalabalığından yoksundu bu yüzden kitap okumak için burayı seçmiştim ama Tarık hoca yüzünden kitabı bitiremeyecektim. Boş kağıt bardağı çöpe attıktan sonra bölüm binasına yöneldim.
Tarık hocanın üçüncü kattaki odasının kapısının önüne gelince istemsizce duraksadım. Tarık hocanın dengesiz ruh halini ve davranışlarını çekmek işkence gibiydi. Bölüm başkanımız biraz değişikti, kelimenin tam anlamıyla değişik bir insandı. Bir günü diğerini tutmayan , tepki ve davranışları tutarsız biriydi. Onunla nasıl konuşacağını şaşırırdı insan. Bir gün yüzümüze gülerken diğer gün bize tiksinti dolu bir ifadeyle bakarak yanımızdan geçip gidiyordu. Kendisine asistan dayanmadığı için geçen sene beni gözüne kestirmişti, sürekli bir takım işler veriyordu. Açıkçası ilk zamanlar belki akademik alanda ilerlerim diye düşünerek kabul etmiştim ama şimdi başıma bela almışım gibi hissediyordum. Isınamadığım bir alanda yükselmek benim için ekstra bir eziyet olacaktı.
Az sonra yaşanacaklar için kendime sabır diledikten sonra kapıyı tıklatıp içeri girdim. Tarık hoca odada değildi ama masasının önünde birbirine bakan koltuklarda bana sırtı dönük bir şekilde oturan bir adam vardı. Adam kapının açılma sesini hiç duymamış gibi istifini bozmadan telefonuna bakmaya devam ediyordu. İçeri girip girmemek arasına bocalarken Tarık hocanın sesini duydum. Ben adamın karşısındaki boş koltuğa oturduğumda o da içeri girip koltuğuna yayıldı.
O başıma saracağı işlerin güzellemesini yapmaya başladığı sırada kafasını telefonundan kaldıran adamı gördüm. Adamla göz göze geldiğim anda sanki dünya dönmeyi bıraktı ve ben o anda takılı kaldım. Ben bu adamla aylar önce de göz göze gelmiştim. Sedyede oturmuş kablolara bağlıyken açılan kapı yüzünden yüz yüze gelmiştik. Onu yeniden görmek aklımın ucundan bile geçmezken şimdi tam karşımda oturuyordu. Aynı bakışlarıyla karşımdaydı. Bakışlarını unutmamamın en temel nedeni ara sıra baktığım resmiydi. Onun resmini neden çizdiğimi ve neden sürekli baktığımı açıklayacak tek bir mantıklı cümlem yoktu, sadece içimdeki bu isteğe karşı koyamamıştım. Benim için sıradan biri olmaktan öteye geçemeyecek birini çizmemem gerekiyordu ama yapmıştım.
Bendeki anlamı neydi? Neden onun resmine sürekli bakıyordum? Aklımda bu sorular varken karşımda o vardı. Aradan geçen birkaç aylık zamanda pek değişmemişti. İlk gördüğümde kısa olan saçları biraz uzamış ,çok belirgin olmasa da sakal bırakmıştı. Şakaklarından çenesine doğru uzanan sivilceleri ise azalmıştı, varla yok arasıydı. Siması ve bakışları ise aynıydı. Aylarlar öncesinde olduğu gibi gözlerini hiç ayırmadan bakıyordu. Bu benim paniklememe sebep olsa da belli etmeden put gibi duruyordum. Asker olsaydı bakışları bile teröristleri öldürmeye yeterdi. Bu karşılaşmaya fazla tepki verdiğimin farkında olsam da kendime engel olamıyordum. Bir taraftan da Tarık hocaya belli etmemek için çaba gösteriyordum.
Bedenimi saran aşağılık duygusuyla boğuşmaya çalışırken bana öyle bakması işimi zorlaştırıyordu sadece. Herkesten sakladığım sırrım onun gözleri önüne serilmişti , bundan daha büyük bir utanç olamazdı. Bu duygudan kurtuluşum yoktu ; okuduğum kitaplar , terapiler , eğitimler , danışmanlıklar anlaşılan hepsi sadece üstünü örtmüştü ama o örtü şimdi kalkmıştı. Geçti sandığım duygular açılan barajdan akan hırçın sular gibi doldu yüreğime. Bir kez daha anlamış oldum ki geçmiş hiç geçmemişti.
Tarık hocanın ismimi ikinci kez söylediğini fark edince bakışlarımı ondan çekip Tarık hocaya döndüm.
"Şüheda lab 8'in yedek anahtarı sendeydi. Bu arkadaşımıza eşlik et , bozuk bilgisayarlara bakacak." Dedi nazik bir şekilde. Beni asistanı gibi kullanmaya devam ettiğine göre ultra iyi günündeydi herhalde. Söylediklerini idrak ettiğimde iş işten geçmişti. Sınıf temsilcisi olmak zor işti. Temsilci olmak için elimi kaldırdığım güne de lanet ettim içimden. Bu saçmalığa en başından beri dur demediğim için ve angarya işleri kabul ettiğim için çok pişmandım ama şu an elimden bir şey gelmezdi.
"Hocam servisten geleceklerdi ama." Söyledikten sonra dilimi ısırmam fayda etmedi. Hazır iyi gününe denk gelmişim dilimi neden tutamıyorum ki? Hem servisten gelip yapamamışlardı. Hoca da belli ki tekrar yazı işleriyle uğraşmak yerine konferansa gelen birine hallettirip kurtulmak istiyordu. Bugün okulda farklı üniversitelerden öğrencilerin de katılacağı bir yazılım konferansı düzenlenmişti. O da muhtemelen konferans için gelmişti, okulda çok fazla öğrenci olmasına rağmen burada okuyor olsaydı en azından bir kere görmüş olurdum.
Tarık hocanın gözlüğünü burnuna indirip alttan bir bakış atması geri adım atmam için yeterli oldu. "Siz ne diyorsanız o , ben eşlik ederim." Diyerek önceki söylediğimi telafi etmeye çalıştım. Üniversite dik başlı hallerimi eğmek için elinden geleni yapıyordu. Gayet de başarılıydı bu konuda.
Onun bakışlarını üstümde hissettim ama o tarafa dönmedim. Beni hatırlıyor olma ihtimali var mıydı? Hadi benim o halde gördü diye aklımda kalmıştı ama onun beni hatırlamak için bir nedeni yoktu. Zihnimde beliren yersiz düşünceleri uzaklaştırdım. Kısa bir bakış attım. Üstünde lacivert bir kazak vardı ve kabanını sırt çantasını tuttuğu koluna atmıştı. Kazağın içinden görünen gömleği ve kravatı ile ilk gördüğüm halinden daha ciddi duruyordu. Daha ne kadar ciddi olabilirse tabi.
Tarık hoca "Alparslan bilgisayarlar bizim için gerçekten önemli." Diyerek cevap beklemeden ayağa kalkınca bizde mecburen ayaklandık. Şu adamın birilerine anında iş kitlemesine hayranım, büyük başarıydı gerçekten, ben yapamazdım.
Tarık hoca bizi bakışlarıyla odasından kovunca dışarı çıktık. Gerçekten değişik bir adamdı. Üç kere evlenmesine şaşmamalı. “Asansörler ileride.” Dedikten sonra ona arkamı dönüp önden yürüdüm.
Demek adı Alparslan'dı. Tarık hocanın mesaj attığı sırada okuduğum kitabı hatırladım. Büyük hükümdarlar için adanmış bir ruh söylemi kitapta çok fazla zikredildiği için aklımda yer edinmişti ayrıca kitaplarla gerçek hayatı ayırt edemediğim zamanlarım da oluyordu. Normalde isimlere çok değişik olmadığı sürece takılmayan biriydim ama Ceyda sağ olsun isimle karakter analizine falan kafayı taktığı için bende de birtakım etkileri olmuştu. İnsanların isimlerinin karakterlerine etki ettiğine inananlardandı, sevgilisinin ismini bile oturup kalem kalem analiz etmişti. Demir adını ben element ve güçlü kuvvetli anlamı hariç tasvir edemezdim ama o karakterine kadar detaylandırmıştı. Boş işlerle uğraşıyordu.
Arkamdan yürüdüğünü ayakkabılarının çıkardığı sesten anlayabiliyordum. Aklımdan bir taraftan da beni hatırlayıp hatırlamadığını tartıyordum. Benim gergin halimin aksime arkamdan sakin adımlarla geliyordu. Ortada panik yapacak bir şey yoktu ama yıllar önceki o an aklımdan çıkmıyordu. Birkaç dakikalık olay bugünümü mahvetmişti resmen. Kafamda beni hatırlarsa ve o zaman ile ilgili konuşursa nasıl karşılık veririm diye senaryolar geliştirmeye bile başlamıştım. Bunları düşünmeyi bir kenara bıraktım çünkü şu an hiçbir faydası yoktu bana. Çoktan unutmuştur diye teselli ettim kendimi, onun için önemsiz bir an olmalıydı.
Binaya girdiğimizde direkt merdivenlere yöneldim. "Laboratuvarlar -2. katta." Gökyüzüne bakmayı seven bana yerin altındaki laboratuvarda saatler geçirmek işkence gibi geliyordu , sanırım laboratuvarda çalışmanın tek kötü yanı buydu. Bir gün olurda kendi laboratuvarımı kurarsam en üst katta olacağı kesindi.
Gideceğimiz yere yaklaştığımızda çantamı laboratuvarın anahtarı için karıştırmaya başladım. Geçen hafta son derste ben kilitlemiştim ve çantama koymuştum, o günden beridir de çantamdan hiç çıkarmamıştım. Aradığımı bulunca kapının önüne yürüdüm.
Bu iş bir an evvel bitmeliydi , bu şekilde onun yanında olmak rahatsız ediciydi. Aylar önceki karşılaşmamızı hatırlayıp hatırlamadığı bile bilememek de rahatsız ediyordu. Hayatım boyunca belirsizliklerden nefret etmiş biri olarak kendimi sürekli bir belirsizliğin içinde buluyordum. Her şey net olmalıydı kafa karışıklığı ya da duygu belirsizliği baş düşmanlarımdı ama insanın nefret tohumları ayağının dibinde bitermiş , yakamı belirsizliklerden kurtaramamıştım bir türlü.
İçeriye girdiğimizde bizi karşılayan ağır kimyasal kokusuyla midem bulandı. Muhtemelen o da bundan rahatsızdı. Sanki deney yapmamışlar da ceset yok etmişler gibiydi. İnsan vücudunun tamamen hangi kimyasallarla yok olacağını biliyorduk ama kullanmak gibi bir düşüncem yoktu. Hemen burnumu kapatarak havalandırmayı ve dışarı görülmese de pencereleri açtım. Muhtemelen bizden sonra laboratuvarı kullananların eseriydi bu koku. "Bir süre dışarıda bekleyelim istersen." Ben sözümü bitirmeden burnunu tutarak koşar adım dışarı çıkmıştı bile. Alışkın değildi tabi. Hemen peşimden koşup yanına gittim. Koskoca adam olsa da bana zimmetli sayılırdı, zehirlenmesi hiç işime gelmezdi. Eve gitmeyi planlarken başıma yeni bir sorun daha çıkmamalıydı.
"İyi misin?" Soruma cevap verecek durumda görünmüyordu , çürük yumurta ve çöp kokusuna benzeyen karışımı ilk kez bu kadar yoğun hissetmiş olmalıydı. Çantamdan açık kraker paketini çıkarıp iki üç tane eline tutuşturdum. Şu an yapabileceğim en iyi müdahale buydu.
"İyiyim de içerisi neydi öyle." Şaşırmıştı, biz bunlarla tanışalı yıllar oluyor aslanım dememek için kendimi zor tuttum. Henüz o kadar samimi değildik, şahsen samimi olmaya niyetli de değildim. Hele ki ilk tanışmamızı unutmak için can atıyorken. "Öğrencilerin ihmali yüzünden oluyor. Havalandırmayı açmadan gidiyorlar sonuç bu." Şu an nereye düştüm ben diye hayatı sorguladığına emindim, onunda en büyük hatası benim gibi Tarık hocaya yakalanmak olmuştu. Bir süre ceza alıp kapının önünde bekletilen öğrenciler gibi bekleyip içeri girdik.
Bizi ortada üç tane uzun çalışma masası karşılıyordu. Masaların üstü her zaman boş dururdu , deney yaptıktan sonra mikroskopları , ölçüm cihazlarını ve deney tüplerini tozlanmamaları için dolaplara kaldırıyorduk. Arka taraftaki kısımda ise malzemeleri koyduğumuz büyük dolaplar vardı ,dolapların bitişiğindeki küçük odada derin dondurucular ve buzluklar vardı bazı kimyasalları saklamak için. O odaya sadece hocalar üniversite kartlarını okutarak girebiliyorlardı. Pencerelerin olduğu köşede bilgisayarlar ve bazı dosyaların olduğu raflar vardı.
"Bilgisayarlar burada. Şifreleri sana söylemiştir hoca." Dedim. Bilgisayarları kullanmamız yasaktı zaten yeteri kadar bilgisayar da yoktu.
"İçlerinde ne var?" İlk bilgisayarı açmaya çalışırken sorduğu soruyla şaşırdım. Tuhaf tuhaf ona bakıp "Anlamadım?" dedim.
"Yani bilgisayarlarda hangi dosyaların yüklü olduğunu biliyor musun? Virüs bulaşmış olabilir." Ben ne ara anlama yetimi kaybetmiştim ya? Sınav çıkışlarında kafam allak bullak oluyordu, bir de üstüne yıllar öncesinin yarası olunca iyice dağılmıştım.
"Yeni makaleler yüklenmişti diye biliyorum." Yüksek lisans öğrencileri için güncel makalelerin çevirileri yükleniyordu düzenli olarak.
Sırt çantasını ve siyah kabanını masanın üstüne bırakıp çantasının fermuarını açtı ve tablete benzer bir cihaz çıkarttı, kablolarla bilgisayara bağlayıp bir şeyler yapmaya başladı. Ciddiyetle ekrana bakıyordu. Onu izlediğimin farkına vardım ve ilgilenecek başka şeyler bulma amacıyla etrafıma bakındım. Dolapların üstündeki dağınık dosyaları gördüğüme hiç bu kadar sevinmemiştim. Ondan biraz uzaktaki masaya dosyaları bırakıp düzenlemeye başladım. Normalde asla böyle bir şey yapmazdım ama şu an oyalanacak biri işe ihtiyacım vardı.
Ara sıra ona kaçamak bakışlar atıyordum. Dünyayı kurtaracak çok önemli bir iş yapıyor gibi bir hali vardı. Ciddiyetine ciddiyet eklenmişti adeta. Ben oflayıp şikayet etmesini beklemiştim, sonuçta yapmak zorunda değildi ve muhtemelen Tarık hocanın ısrarıyla gelmişti. Ama o halinden memnun görünüyordu. Dayanamayarak konuştum. "Tarık hoca seni nasıl ikna etti?" Gerekenin haricinde ilk kez konuşacaktık. Bakışlarını uğraştığı bilgisayarlardan çekmeden cevap verdi. "Emrivaki yaptı desek daha doğru olur. Problem değil yapacak önemli bir işim yoktu." Konuşması bittiğinde ilk bilgisayarı halletmiş olacak ki sandalyesinden kalkıp diğerine geçti. Onun önemli bir işi olmayabilir ama benim uyumak gibi çok önemli bir işim vardı. Beş gündür geceleri doğru düzgün uyuyamamıştım. Hızlıca halletmesini umarak dosyalara geri döndüm.
"Tüm bilgisayarların aynı anda bozulması çok garip." Kendi kendine mi konuşuyordu yoksa bana mı söylüyordu anlayamasam da cevap verme ihtiyacı hissettim.
"Makalelerle ilgili bir sıkıntı olabilir. Zaten biz kullanmıyoruz, asistanlar kullanıyor." Asistanların kullandığı bilgisayarların bozulmasından bizi sorumlu tuttuklarını hatırladım. Yaptıkları akıl karı bir iş değildi.
"Virüs bulaşmış düzeltmesi biraz zaman alacak gibi duruyor." Son söylediğiyle beni kalbimden vurdu. Eve gitmek için can atıyordum oysa. Yeni dönen başlayana kadar okulun yakınlarından bile geçmemeyi planlıyorken mükemmel bir son dakika golü yemiştim. Hocalarla fazla samimi olmanın sonu buydu.
Dosyaları bıraktım, zaten beni ilgilendirmezdi. Telefonumu çıkarttım, çekmese de oyun oynayabilirdim.
Oyalanacak hiçbir şey yoktu. Bir süre sonra oyundan da sıkılıp telefonu bıraktım, o üçüncü bilgisayarla uğraşıyordu. Hala ciddiyetle çalışmaya devam ediyordu. Bu sefer konuşmayı başlatan o oldu. "Son sınıf mısın?"
"Evet, sonunda bitiyor." Bıyık altından güldü. Asıl eğlence mezuniyetten sonra başlayacaktı. Yaz tatilim olmayacaktı en basitinden ama öğrencilik hayatım sona ereceği için mutluydum. On altı yıl eğitim için yeterli bir süreydi ve ben daha fazlasını kesinlikle istemiyordum. "Sen mezun oldun diye düşünüyorum." Benden büyük durduğu için böyle bir tahmin yürütmüştüm.
"Mezun oldum da yazılım mühendisliğinden değil. THK üniversitesi uçak mühendisliğinden mezun oldum." Allah'ım olay neye döndü. Bölüm başkanımız sırf konferansa geldi diye bilgisayarları yapması için tutup kolundan uçak mühendisini getirmiş. Bu adam beni her seferinde daha fazla şaşırtıyordu.
"Uçaklarda da artık yazılım kullanıldığı için anlıyorum bu işlerden." Soracağım soruyu tahmin edip cevap vermişti.
Üçüncü bilgisayarın başından kalkıp dördüncüsüne geçti. "Bu arada virüs DNA işlenmesiyle ilgili makaleden bulaşmış sen iletirsin." Asistanların ihmaliydi besbelli. Kabak bizim başımıza patlamasa iyiydi. O hiçbir zorunluluğu olmadığı halde bunu yaparken şikayet etmek de içimden gelmiyordu.
"Tarık hocaya numaranı verme gafletinde bulunmadın inşallah." Elini verse kolunu kurtaramazdı. Şimdiden uyarmak en iyisi gibi düşündüm. Ben temsilci olduğumdan mecburen numaram vardı ama elimde olsaydı sınıf temsilcisi olduğum günü değiştirmek isterdim.
"Yok, vermedim de neden öyle dedin anlamadım?" Yaptığı işi bırakıp nedenini sorgular biçimde bana baktı. Tarık hocayı gerçekten tanımıyordu ve tanımaması onun için daha hayırlıydı. "Bilgisayarlarda en ufak bir sıkıntı çıkarsa sürekli arayıp başını ağrıtırdı." Tarık hoca dengesiz olduğu kadar mükemmeliyetçi biriydi. Her şey muntazam olmalı ve çalışmalıydı.
"Ucuz yırtmışım desene. Neyse sen daha fazla sıkılmadan çıkalım , hallettim ben." Sıkıldığımı o kadar mı belli etmiştim? Hemen durumu toparlamaya çalıştım. "Sıkılmak değil de sınavdan çıktım fazlasıyla yorgunum ondan." Laboratuarı kilitledim ve beraber dışarı çıktık. Üniversitede gördüklerimin aksine gayet düzgün ve nasıl konuşacağını bilen terbiyeli biriyle karşılaşmak hoşuma gitmişti. Son zamanlarda sık rastlanmıyordu böyle insanlara.
Muhtemelen arabasız gelmişti ve yollarımız burada ayrılacaktı. Bana döndüğünde durdum. "Hocan isimleri söyledi ama tam tanışamadık. Adım Alparslan." Uzattığı elini tutup "Şüheda , tanıştığıma memnun oldum." dedim. O çıkışa doğru yürürken ben otoparka ilerledim. Bir daha onu nerede göreceğimin bilinmezliği içinde evin yolunu tuttum. Kütüphaneye iade etmem gereken kitabı bile çoktan unutmuştum.
*************
Elindeki bilmem kaçıncı gömleği ütüleyip askıya astıktan sonra derin bir of çekti. Oda ütünün buharından dolayı aşırı bunaltıcı bir hal almıştı. Nefes alamayacak boyuta gelmişti. Ama ona nefes aldırmayan sadece ütü buharı değildi. Keşke gitmeseydim o konferansa diye geçirdi içinden. Keşke o hoca ile hiç konuşmasaydım demek kalbini ferahlatmıyordu. Olan olmuştu. İçinde adını koyamadığı bir duygu belirmişti. Geçen tek şeyin zaman olduğunu hissettiren bir duyguydu.
O yaralıydı her ne kadar kabuk bağladı zannetse de o yaralar ilk günkü gibi tazeydi. O kız bu yaranın kabuğunun hiç oluşmadığını hatırlatmıştı. Aylar önce olduğu gibi kaçmak istediği geçmişe dönüp dolaşıp geri geleceğini bağırıyordu sanki. Acı vericiydi.
Yıllarca susmuş, hesap sormamış, ağlamamış, yok saymaya çalışmıştı ama bugün görüyordu ki yaptığı her şey boşunaydı. İnsanın kaçmak istediği şey hiç beklemediği bir anda hiç beklemediği birinde karşısına yeniden dikiliveriyordu. Daha önce hiç görmediği birinin onda bu duyguları uyandırmasına anlam veremiyordu.
Alparslan kendini başarıya adamış ancak bu şekilde huzur bulmuştu. Hayatta tutunacağı kimse kalmayınca başarısına tutunmuştu. Ama şimdi sadece kendini avuttuğunu bir kez daha anlıyordu. Anlamadığı tek şey Şüheda'yı her gördüğünde yok saydığı geçmişin aklına neden geldiğiydi. Babasını kaybettiği zaman hissettiği kimsesizliği neden onu görünce yeniden canlanmıştı? Anlam veremiyordu bir türlü. Kimsesizliğin yanı sıra içinde yeşeren bir umut da vardı. Belli belirsiz ama içini kasıp kavuran minicik bir umut.
Şüheda’yı ilk kez sedyede oturmuş endişeli bir şekilde beklerken görmüştü, öyle zannediyordu. Vücudundan çıkan kablolara kısa bir an baktığında o utancı da görmüştü birkaç dakikalık bu an onu geçmişin en karanlık odalarına götürmeye yetmişti. Yaralıydılar, ikisi de çocukluklarında beri hiç iyileşmeyeceğini sandıkları yaralar almışlardı.
Üstünden aylarlar geçtikten sonra Şüheda’yı yeniden görmek iyi gelmemişti. Şüheda’yı görmeyi hiç beklemiyordu, belli etmemeye çalışmıştı hatta ikisi de daha önce birbirlerini gördükleri gerçeğini yok saymışlardı. Adını koyamadığı bir yakınlık hissediyordu , sadece iki kez gördüğü yabancıya karşı. Babamın sene-i devriyesi ile üst üste geldiği için böyle hissediyordum diye kendi teselli etmeye çalıştı ama böyle olmadığının pekala farkındaydı. Birkaç gün önce Sivas’tan gelmişti, duyguları hala doruklarlayken bir kez de Şüheda gerçeği ile sarsılmıştı. Yıllardır bahar gelmeyen yüreği dondurucu soğuğun etkisindeydi. O soğuğu iliklerine kadar hissediyordu.
Elindeki askıyı yatağının üzerine bıraktı, dik duran omuzları çöktü. Kabullenmek istemediği gerçek dört bir yanını sarmıştı. Başarsa bile iyi hissetmeyecekti, boğazında düğümlenip kalan hevesleri gerçekleşmeyecekti. İntikam arzusu dinmeyecekti ve en önemlisi artık kendini kandıracak hiçbir şeyi kalmayacaktı. Geçen zaman ilaç olmak yerine zehir olup yayılmıştı iliklerine kadar. Bu gerçeği kabullenmek zor geliyordu şimdi. İlk kez korktu, başardıktan sonra düşeceği boşluk hissinden deli gibi korktu.
Düşüncelerinden sıyrılmak adına kafasını kaldırıp perdesi açık pencereden dışarıya baktı. Gökyüzüne. Babası bir keresinde ona eğer beni özlersen göğe bak ve saymaya başla, ben nerede olursam olayım sen bine kadar saymayı bitirmeden gelirim demişti. Yıllar öncesiydi, Alparslan henüz beş yaşında minicik bir çocuktu babası bunu söylediğinde. Saymayı bırakalı çok olmuştu. Alparslan yıllarca saymıştı, bıkmadan usanmadan sabahlara kadar saymıştı ama artık kabullenmişti. Babası gittiği görevde şehit olmuştu ve bu dünyada onu bir daha kanlı canlı görmesi mümkün değildi. İçi yana yana bu gerçeği kabullenmişti.
Güneşin batacağının habercisi olan kızıllık olağanca mükemmelliğiyle gözünün önündeydi. Yaşadıkları ev en üst kattaydı. Diğer binalardan daha yüksekte kaldığından uçsuz bucaksız gökyüzü daha çok görünüyordu. Bir süre izledikten sonra kuzenine seslendi. Yoksa düşüncelerinde boğulacaktı.
"Demir... Demir..." Karşıdan cevap gelmedi. "DEMİİİRRR!" Diye bağırdı en sonunda. Konferanstan geldiğinden beri içinde dizginleyemediği bir sinir peyda olmuştu. Ne zaman içinde çözemediği şeyler olsa sinirinin ya da umursamazlığının arkasına gizlerdi.
Demir eliyle telefonun hoparlörünü kapatmış telaşlı bir şekilde odaya girdi. "Alparslan ne oluyor? Ya Ceyda’yla konuşuyorum iki dakika beklesen ölür müsün?" Karşısında Alparslan'ın dik bakışlarını görünce ‘Aşkım ben seni sonra ararım’ diyerek hemen kapattı telefonu.
"Yemeği hazırladın mı? Ütü bitti sayılır." Sesini daha da alçaltıp sordu bu kez. Siniri anında tepesine zıplayıp anında geçiyordu.
Demir telefonu elinden bırakmış askıdaki gömlekleri inceleme koyulmuştu. "Sağ ol kardeşim , eline sağlık. Yemeği dışarıdan söyledim gelir birazdan. Bak çift çizgi yapmadın değil mi? Yarın çok önemli bir toplantım var." Birkaç saat önce ütüyü yapması için yalvarmamış gibi yaptığı işi denetlemeye kalkmıştı. İşte bu gerçekten Alparslan'ı zıvanadan çıkaracak bir hareketti. O yaptığı her işi mükemmel ve kusursuz yapardı. İçine işleyen mükemmeliyetçilik çoğu zaman ayak bağı oluyordu ama bu huyundan asla vazgeçmiyordu.
"LAN İT. Ben senin hizmetçin miyim? Yemek de hazırlamamışsın zaten." Sakin kalmaya çalıştıkça kuzeni onun sabrını sınıyordu.
Demir hemen kendisini savunmaya geçti. Mesleki deformasyonunu çoğu zaman hayatına yansıtırdı. "Dolap tam takır kardeşim. Dün konferanstan sonra alışveriş yap diye liste bile verdim ama yapmamışsın." Hesap soramıyordu çünkü ona muhtaçtı , yeni aldığı dosyada ona ihtiyacı vardı.
"Unuttum. Sen hayırdır , bana hesap mı soruyorsun?" Geçmeye başlayan siniri yeniden alevlenmeye hazır bekliyordu.
Demir kısa bir süre onu süzdü. "Yok da senin dün eve geldiğinden beri aklın yine bir karış havada. Gerçekten iyi misin? Hem ne bu hal tavır? Senin ağzına hiç yakışmıyor bilmiş ol." Bir sıkıntısı vardı , pek belli etmese de Demir anlardı.
Yıllarını Alparslan’la beraber geçmişti her anına tanıklık etmişti, her zaman yanında durarak ona destek olmuştu. Bugünkü siniri normal değildi. Bir şeyleri bastırmak için kullanıyordu. Başkaları anlamazdı ama Demir Alparslan’ın iç bunalımını gözünden anlardı.
"İyiyim." Sesi olduğundan kısık çıktı çünkü yalan söylüyordu. İyi değildi, neden iyi olmadığını da bilmiyordu. Kötü olması için görünen bir sebep yokken neden bu halde olduğunu çözemiyordu. Verdiği kısa cevaptan sonra yatağın üstünden yeni bir buruşuk gömlek aldı ve ütülemeye başladı. Demir'e yakalanmış olması hiç iyi olmamıştı.
Aldığı cevap ise Demir’i hiç tatmin etmemişti. Ütünün fişini prizden çekti ve pencerenin pervazına yaslanıp kollarını bağladı. "Dökül hadi. Burada konuşulan burada kalacak." Alparslan’ın derdini dinlemeden odadan çıkmayacaktı. Yine bir şeyleri içine atmasına izin vermeyecekti.
Alparslan’ın sesi az öncekinden katbekat ciddiydi. "Yok bir şey." Gerçekten anlatacağı bir şey yoktu. Sadece içinde tuhaf bir his vardı. Kendisi bile o hissi anlamamışken nasıl anlatacaktı?
Demir ısrar etti. Kuzenini tanıyordu, bu halinin kesinlikle bir sebebi vardı. "Herkesi inandırırsın da ben senin ciğerini bilirim, var bir şey. Ağzını da bozduğuna göre ciddi bir konu."
Alparslan tek sırdaşına içini dökme isteğiyle doluydu ama bu Demir'in anlayabileceği türden bir şey değildi. Tıpkı yıllar önce onun ailesiz kaldığını anlamadığı gibi. Hep onun ailesi olduklarından bahsetmişti ama ailede anne ve baba olurdu onun yoktu. Hem bu duygular kolaylıkla diline dökülmüyordu. Ütü masasından uzaklaşıp yatağına oturdu.
"Hiç tanımadığın birini görünce geçmişten bir anıyı hatırladığın oldu mu hiç?" Söyledikten sonra iç çekerek dışarıyı izlemeye başladı. Bakışlarını olabildiğince Demir’den uzak tutmaya çalışıyordu. Demir’in vereceği akıla ilk kez bu denli ihtiyacı olduğunu hissediyordu ama duyacaklarından da korkuyordu.
Demir ise beklemediği soru karşısında afallamıştı, açıkçası Alparslan’ın hayatında biri olduğunu zannetmişti. “Daha spesifik ol. Bu biri kız mıydı erkek miydi mesela?” Diyerek şansını denedi.
Kız olduğunu söyleyemeyeceği için soruyu geçiştirdi. “Orasını karıştırma ,sen soruma cevap ver yeter.”
Alparslan’ın dönen sandalyesine oturup kollarını birbirine bağladı. Mevzu beklediğinden daha derin görünüyordu, vereceği her cevap çok önemliydi. Demir Alparslan’ın odağını dağıtma yolunu seçti, onun çok düşünmesini gerçekten istemiyordu. “Ya geçen gün adliye çıkışı otoparkta bir adam gördüm , aynı bizim sümüklü Neco. Sima olarak benzemiyor ama sanki karşımda o var, üstünden kaç yıl geçmiş yine de hatırladım. Belki öyle bir şeydir.” Okulda sümüklü diye anılan Necdet denen çocuğa bunca yıl geçmesine rağmen hala kin güdüyordu. Demir kendisine ve Alparslan’a yapılanları kolay kolay unutmazdı. Konu Alparslan ise asla unutmazdı.
Önce Neco kim diye düşündü , hatırladığı anı ile bıyık altından güldü. “Biz ortaokuldayken seni çöp kovasına oturtan mı?” Demir’in yüzü düşerken sırıtmaya devam etti. Çocuk olmayı özlüyordu en çok da dokuz yaşını.
Bu detay Demir’in hiç hoşuna gitmemişti, o olaydan sonra tüm sınıf ona güldüğü için bir hafta okula gitmemişti, insanların ne düşündüğünü o zaman bile fazla önemseyen bir çocuktu. “Şimdi öyle söyleyince hiş hoş olmadı, ben annem olay çıkarma dediği için bir şey yapmadım yoksa haşatını çıkarırdım o sümüklünün.”
“Seninki travma bence.”
Alparslan’ın öylesine söylediği söze Demir’in verdiği karşılık yüzünden odanın içinde aniden bir ölüm sessizliği oluştu. “Alparslan seninki de travma. Belki de o adamı bir şehit cenazesinde gördün, başka açıklaması olamaz.” Alparslan yıllardır her şehit cenazesine gitmeye çalışıyordu. Farklı şehirde olsa bile gitmeyi ,son görevi yerine getirmeyi kendine borç biliyordu. Hayatında deprem yaratan o ana geri dönmek için yapıyordu bunu belki de. Ona göre yerine getirilmesi gereken son görevin altında aslında bilmediği derin yaralar vardı.
Demir’in bilmediği şey ise Alparslan’ın gördüğü kişinin bir kadın olduğu ve aralarındaki ilişkinin yıllar öncesine dayandığıydı.
“Bilmiyorum ama kötü hissettirmedi. Sanki daha önce tanıyormuşum gibi bir his doğdu, beni o günlere götürüyor, sanki annem neyse…” Tıpkı annesinin hayatındaki yeri gibi annesiyle ilişkisi de varla yok arasındaydı.
Alparslan’ın durgunluğunu gören Demir olaya en saçma şekilde el attı. “Olur öyle ya! Çok büyütme bence.” Alparslan’ın bu olayı didikleyerek daha çok üzülmesine engel olmaya çabalıyordu ama artık büyümüşlerdi, Alparslan’ı eskisi gibi kanatlarının altına alıp herkesten sakınamıyordu.
“Sana dert yanan da kabahat.” Yatağının üstüne bıraktığı gömleklerden ütülenmeyenleri aldı eline ve ayağa kalktı.
Demir işe sürekli takım elbise ile gittiği için çok fazla gömleği vardı. Açık mavi olanı askıdan çıkarıp ütü masasına yerleştirdi. Konuşmanın burada bittiğini anlayan Demir prizden çektiği fişi yeniden taktı. Fokurdayan ütüyü bir kez gömleğin üstünde gezdirdiğinde tüm kırışıklıklar yok olmuştu.
Alparslan gömleği askıya asana kadar hipnotize olmuş bir şekilde onu izleyen Demir bir anda kendini savunma ihtiyacı hissetmişti. “Kardeşim ben psikolog değilim ,kendi dertlerim var benim ya!” İnsan büyüyünce dertleri de büyüyordu.
Bu açıklama Alparslan’ı tatmin etmedi, daha fazlasını beklemişti. Kaçıncı olduğunu unuttuğu beyaz gömleği aynı titizlikle serdi ütü masasına. Mükemmeliyetçiliğini her alanda belli ediyordu. “Derdin tanışma yıl dönümünde ne hediye alacağın mı gerçekten? Senin derdini… anladın sen.” Dedi az önceki telefon konuşmasına ithafen.
“Senin sevgilin yok boş keseden sallıyorsun valla. Ha olmasını istersen Ceyda’nın arkadaşıyla görüştürürüz seni.” Ceyda ile bir süredir bu çöpçatanlık üstüne çalışıyorlardı ama henüz bir ilerleme kaydedememişlerdi. Alparslan da Ceyda’nın arkadaşı da fazlasıyla inatçıydı ve bu konuda işleri zordu ama onların pes etmeye hiç niyeti yoktu.
“Yok kalsın.”
Demir haddini aşarak ısrarına devam etti. Asıl amacı Alparslan’ın kafasını dağıtmaktı ama biraz daha ileri giderse dağılan kendi kafası olacaktı. “Yengeme kızın fotoğraflarını atayım mı? Ya oğlum hemen hayır deme, ne güzel hep beraber takılırız.”
Alparslan annesinin bahsi geçince derin bir nefes alarak kuzenine döndü. "Demir Rize’de bir söz vardır bilir misin?" Dişlerini sıkarak konuşmaya başlamıştı ve bu birazdan sinirini ondan çıkaracağının habercisiydi. Bunu yapmak istemiyordu.
Demir Alparslan’ın sinirinden gram etkilenmeden alayla karşılık verdi. "Söyle kardeşim. Sizin oraların özlü insanları hangi özlü sözü söylemiş?" Alparslan'ın annesi Rizeliydi. Onda da bir Karadeniz damarı olduğu belliydi. Hatta Demir'e göre bu damar sinirlenince iki kaşının arasından alnına doğru uzanan damardı. O damar kalp atışına eş şekilde atıyordu.
"Ya yağlı yedun dilin gayayi ya da mermiden hızlı goşaysun." Demir anlık Alparslan'ın silahı olup olmadığı düşündü yoktu ama onu daha fazla sinirlendirmeye de hiç niyeti yoktu. Bu kadar eğlence yeterliydi.
"Mesaj alındı. Yemekler gelir birazdan ben bi bakıp geleyim." Ağzını fermuar gibi kapattıktan sonra ellerini teslim olur gibi havaya kaldırdı. Kaçarcasına odadan çıkarken Alparslan’ın fırlattığı terlik kapanan kapıya çarptı, son anda kurtulmuştu.
"Bak sakın bu saçmalıklarını senaryolaştırıp anneme anlatma , sakın." Demir'in arkasından tehdit edercesine seslendi. Annesinin öğrenmesi işleri daha da karıştırırdı. Şu an gerçekten onunla uğraşamazdı. Annesiyle muhatap olmamak için kırk takla atarken gelin mevzusunun açılmaması gerekiyordu. Tek derdim aşk olsa diye iç geçirdi.
Demir çıkınca yatağının kenarına çöktü. İçinde patlamaya hazır duran öfke yerini sessiz bir hüzne bıraktı tekrardan. Bir yolu olmalıydı , geçmişi unutmanın bir yolu olmalıydı. Onun yaşadığını yaşayan binlerce çocuk vardı ve sanki tek o yaşıyormuş gibi etkisinden yıllardır kurtulamaması çok saçmaydı. Bunu yaşayan herkes mi aynı durumdaydı? İçlerinde zamanın küllendirdiği ama sönmeyen bir ateş var mıydı onlarında?
Hala sevinçle eve koşup annesinin feryadıyla öylece kalakalan o çocuktu Alparslan. Hep o anda takılı kalmıştı. Yıllar geçmişti ama o hiç büyüyememişti. Belki verdiği sözü tutarsa bu işkenceden kurtulurdu. Hayır kurtulamayacaktı. O feryat hep kulaklarında çınlayacaktı , top oynayan çocukları görünce hep o an aklına gelecekti. Derin bir iç çekti.
Komodinin çekmecesinden çıkardığı fotoğrafa kısa bir bakış attı. Fotoğrafı çerçeveden çıkarıp arkasını çevirdiğinde ezbere bildiği o yazıyı bir kez daha gördü. Süleyman Şahin’in muntazam bir şekilde yazdığı eğik el yazısına baktı.
16 Aralık 2007
Sevgili oğlum Alparslan'a
VATAN; uğruna feda edilen canlar, yarlar, analar, babalardır. Benim kanımda vatan toprağını suladığında dik dur oğul. Sana yüreği yanan anneni, her şeyden habersiz kardeşini, bir ömür sırtında kambur olacak babasızlığı ve içinde yeşertmeyi başardığım vatan sevdasını bırakıyorum. Şehadet şerbetini içmek nasip olursa eğer ailenin erkeği sensin ve onları bir arada tutmak senin görevin. Allah'a emanet ol aslan oğlum.
Fotoğrafın arkasına yazılmış bu yazıda onu ayrı kahrediyordu. Babası sanki şehit olacağını ve ailesinin dağılacağını hissetmişti de bunları yazmıştı. Süleyman Şahin şehit olmuş, ailesi de dağılmıştı. Bunun içinde kendini suçluyordu ama o zamanlar dokuz yaşında bir çocuktu ne yapabilirdi ki? Kimse onu dinlememişti , fikri sorulmamıştı , büyükler bildiğini okumuştu her zamanki gibi. Alparslan'ın çocukluğunu mahvettiklerinin farkında bile değillerdi. Zaten çocuklar iki güne unuturdu onlara göre.
16 Aralık 2007
Süleyman izninin son günü ailesini çarşıya götürdü. Bayram öncesi bir haftalığına izne gelmişti ve yarın birliğine geri dönmesi gerekiyordu. Bugün eşi ve çocuklarıyla geçireceği son günüydü. Gerçekten son günleri olacağını nereden bilebilirdi!
Alparslan üstünde bayramlıklarıyla babasının elinden tutmuş gerine gerine yürüyordu. Kendince mahalledeki çocuklara babasıyla nispet yapıyordu. Babasının diğer elinden de kardeşi Cihangir tutmuştu. Hava soğuktu ama ne Alparslan’ın ne de Cihangir’in umurundaydı. Babası sıcacık ve kocaman eliyle onu ısıtıyordu, hayatının en mutlu günlerinden birini yaşayacağından emindi. Annesi Seher örgü yapan kadınların yanına uğrayıp gelecekti, o yüzden oğulları ve kocasının yanında değildi. Seher kocası için kalın bir kazak örmek istiyordu kaç zamandır, ördüğü kazağın kol kısımlarını nasıl birleştireceğini sorup gelecekti. Süleyman bir sonraki gelişinde kazağı bitirmiş olmak istiyordu.
Girecekleri fotoğrafçı dükkanının önüne geldiklerinde Süleyman oğullarının elini bırakıp bu havada bile dükkanın önüne attıkları taburelerde oturan adamlarla sohbete başladı. Dostlarıyla adam akıllı iki kelam etmeyeli aylar olmuştu, özlemişti. Cihangir ile Alparslan da yoldan geçenleri seyrediyordu. İkisi de çok mutluydu çünkü beş aydır görmedikleri babaları izne gelmişti. Beş ay çocukların dünyası için çok büyük bir zaman dilimiydi ama askeri operasyonlar için kısıtlı bir süreydi.
Yolda bir hafta önce yağan kardan kalan sulu çamurlar vardı. O sırada annesinin köşeyi dönüp onlara doğru geldiğini gördü Cihangir. Hemen babasının paçasına yapışıp annesinin geldiğini göstermeye çalıştı. Anne babasını yan yana görmek için kendini paralıyordu adeta. Alparslan'ın gözleri ise annesinin aldığı elma şekerlerindeydi. Çok severdi elma şekerini, satıcı her gün geçse her gün alıp yerdi ama annesi çok fazla yemelerine izin vermiyordu. Annesi yanlarına gelince fotoğraf çekindikten sonra yiyin dediğinde ikisi de itirazsız kabul etti. Seher’in sözünden hiç çıkmazlardı, onu üzmemek için her dediğini yapıyorlardı. Alparslan annesi üzülmesin diye Cihangir’in tüm yaramazlıklarını bile sineye çekiyordu.
Hep beraber içeri geçtiler. Süleyman’ın üstünde yeni aldığı kahverengi ceketi ona uygun giydiği farklı tondaki kahverengi kumaş pantolonu ve karısının seçerek ona verdiği muntazam bağlanmış kravatı ile dimdik duruyordu. Seher’in ise üstünde açık mavi renkteki dizlerinin altında biten bir elbise vardı, elbise aldığı kilolardan dolayı çıktığını zannettiği göbeğini tam anlamıyla gizlemiyordu ama yine de giyinmişti. Dimdik duran kocasının yanında asaletle objektife bakıyordu. Karı kocanın hemen önünde duran iki taburede de Alparslan ve Cihangir oturuyordu. Alparslan’ın üstünde beyaz gömlek ve babasına özenerek aldırdığı siyah ceketi varken Cihangir bordo bir kazak giymişti. Hepsi fotoğraf makinesine bakıp içten bir şekilde gülümsediğinde Fotoğrafçı Naim, Şahin ailesinin bir aradaki son halini ölümsüzleştirdi. Süleyman fotoğraftan dört tane çıkarttırdı. Herkese birer tane düşüyordu. Fotoğrafçıdan hep beraber çıktılar.
Seher elindeki poşetleri eve çıkarmak için kocası ve oğullarının yanından ayrıldı. Yaşadıkları aile binasının az ilerisindeki boş arazide herkes kar oynuyordu günlerdir. Süleyman oğullarını önceki günlerde olduğu gibi bugün de oraya götürdü. Oğullarıyla doyasıya kartopu oynadı. Nişancılıkta üstüne yoktu ama söz konusu oğulları olunca attığı hiçbir kartopu hedefine ulaşmadı. Eve döndüklerinde hepsi üstlerine denk gelen karlar yüzünden ıpıslak olmuştu. Alparslan soğuktan kızaran yanakları ve burnuna rağmen gülümsüyordu. Babası ile geçirdiği her bir günü hayatının sonuna kadar unutamayacaktı. “Anneniz bu halde bizi eve alırsa şanslıyız.”
Cihangir “Baba, annem sana hiç kısmas ki!” diye sevinçle bağırdı. Cihangir’in sözlerinin ardından Süleyman onu kucağına aldı, Alparslan’ın da elinden sımsıkı tutuyordu, hiç bırakmayacakmış gibi tutuyordu. Beraber avluya girdiklerinde Seher’i evin balkonundan onları izlerken buldular. Cihangir haklı çıkmıştı, Seher her zamanki gibi onlara kıyamamıştı. “Sıcak salep isteyenler eve koşsun hemen.” Diye seslendi aşağı doğru. Ne kirlenen kıyafetler ne de dağılan ev umurundaydı Seher’in. Mutlu oldukları sürece gerisinin hiçbir önemi yoktu.
Sıcak saleplerini içerken hiçbiri bilemedi. Bir ay bile geçmeden acı haberin ocaklarını söndüreceğini bilemediler.
Çekmeceyi açıp fotoğrafı aldığı yere koydu. Çekmecesinden çok fazla çıkarmıyordu, sır gibi saklıyordu mutlu günlerini. Sonrada hiç bir şey olmamış gibi odadan çıkıp Demir ile beraber yemek yedi. Acılarını bir çekmecenin içine sığdırmayı öğrenmişti, hayat bunu Alparslan’a öğretmişti. Acısını paylaştığında sevinecekler vardı. Askeri şehit eden teröristleri koruyan hatta savunanlar vardı bu ülkede. Toprağı sıksan şehit kanı çıkacak ülkede nasıl bu kadar kansız türemişti?
***************
2 hafta sonra
Esenboğa'da uçağın saatinin gelmesini bekliyorduk. Saat daha altı olmamıştı ve ben bir kez daha sabah uçuşlarından nefret ettiğim konusunda karar kıldım. İngiltere'deki bir bilim kongresine katılmaya hak kazanmıştım. Aralık ayında kızlarla beraber başvuru yaptığımız kongreye ben ve Aylin katılma hakkı kazanmıştık ama Aylin’in vizesinde bir sıkıntı çıktığı için tek başıma gidiyordum. Gelişen ve sürekli ilerleme kaydeden bir alanda çalışacaktım ve dünyanın dört bir yanından gelen bilim insanlarının yaptıkları çalışmaları dinleme fırsatım her zaman olmayabilirdi. Bu kongre kendimi geliştirmek ve başvuracağım staj programına kabul edilmemde bana faydalı olacaktı. İngiltere’ye gitmemin hayallerimi gerçekleştirmek için bir dönüm noktası olacağını hissediyorum.
Tüm aile gelmişti benimle. İlk defa yurtdışına çıkmıyordum ama gideceğim zaman hepsi yolcu etmeye gelirdi. Annem hala ne işin var elin dış devletlerinde adlı konuşmasını yapmaya devam ediyordu. Elinden gelse her yere benimle gelecek , her şeyden beni koruyacaktı. Eğer babam olmasaydı annem beni bir cam fanusun içinde fasulye gibi yetiştirirdi. Kaderin önüne geçilmeyeceğini annem de çok iyi biliyordu ama korumacı davranışını bırakamıyordu bir türlü.
Yolcuların uçağa geçmesi için anons yapıldığında hepsine sarıldım. Sıraya doğru giderken arkamı dönüp baktığımda içimi sanki uzun bir ayrılığın eşiğindeymişiz hissi kapladı. Ailemin abartması olduğunu düşündüm. Daha doğrusu buna inanmak istedim. On günlüğüne gidip gelecektim sadece.
Yolculuk boyunca kongreye gelecek profesörlerin yazdıkları makaleleri okudum. Uçak Londra Şehir havalimanına iniş yaptığında saat öğleye geliyordu. Taksiye binip katılımcılara tahsis edilen otele giriş yaptım. Aktarmalı uçtuğum için fazlasıyla yorucu geçmişti ve sürekli uykum bölünmüştü. Yatağa uzanırken çantamdan telefonumu çıkarıp açtım. Anında mesaj yağmaya başladı. Sınıf grubundan gelenleri es geçip arkadaş grubuma göz gezdirdim. Benden daha heyecanlılardı.
Gülerek okumaya başlamışken tüm neşem soldu. Son mesajdan sonra cevap vermeye bile tenezzül etmeden telefonu yatağın üzerine bırakıp eşyalarımı yerleştirmeye başladım. Anlamıyorlardı. Eğitim almak için her yere giderdim ama kendi ülkemden başka bir yerde çalışmazdım. Kendi ülkemi geliştirmek ve daha ileriye götürmek için çabalamak istiyordum ama bazıları için yurtdışındaki teklifleri reddedip geldiğim için enayi konumundan ileri gidemeyecektim.
Bunu anlamak bu kadar zor olmamalıydı ya da en azından düşünceme saygı duymak. Şimdi bu benim moralimi bozmamalıydı çünkü bunları yıllardır duyuyordum ama arkadaşım dediğim kişilerle düşüncelerimizin apayrı olması can sıkıcıydı. Sadece Ceyda anlıyordu beni onunla tanıştığım için çok şanslıyım. Bu konunun üstünde çok durmadım sonuçta birbirimizi hiç anlamayacaktık , hiç kalkmadan kendimi uykunun kollarına bıraktım.
Birkaç gün önceden gelmiştim saat farkına ve iklime alışabilmek açısından. Sabah erkenden uyandım tüm öğleden sonrayı uyuyarak geçirdiğim için. Yerleştirme işini bitirdikten sonra Londra'da yaşayan mektup arkadaşım daha doğrusu mailleştiğim arkadaşıma mail attım. Biraz geç davranmıştım sanırım , ailesinin yanına Almanya'ya gitmişti. Ama gitmemi tavsiye ettiği yerleri ve gideceğim yere hangi ulaşım araçlarıyla varacağımı yazdı. Zaten uzun metro hattı sayesinde çoğu yere sadece metro kullanarak gidilebiliyordu.
Acıkana kadar biraz oyalanmaya karar verdiğim için masanın başına geçtim. Konuşmamız bittikten sonra bilim dergilerinin arasına koyup getirdiğim resim kağıdını çıkarttım. Bükmek zorunda kalmıştım ama sıkıntı değildi. Yanımda boya getirmediğim için şimdi taslağı yapıp sonra boyamaya karar verdim. Zaten buradan almak istediğim boyalar vardı. Ne mi çizecektim? Gelecekte neler yapmak istediğimi, daha doğrusu seçtiğimi ve vazgeçtiğimi…
Birine laboratuvarda deney yaparken çekilen fotoğrafımı referans alarak hücrelerle dolu bir laboratuvarda harıl harıl çalışan kendimi diğerine ise berrak gökyüzünde süzülen uçaklar onları yerden bir kullanan kendimi çizdim. İmkansızı mümkün kılma yollarını ararken insansız uçaklar hakkında epeyce bilgi edinmiştim.
Havacılığa çocukluğumdan beri meraklıydım. Her ne kadar havacılık ile ilgili bir bölüm okumamış olsam da bu tutkumdan hiç vazgeçememiştim. Vazgeçtiğimi zannettiğim zamanlar olmuştu, havacılık ile ilgili her şeyi çöpe attım, dilim lal oldu tek kelime etmedim, unutmak için derslerime odaklandım ama tutkum söneceğine daha da harlandı. Çeşitli kurs ve eğitim programlarına katılarak uçuş eğitimleri alma isteğime karşı koyamamıştım en sonunda. Kendimi bu şekilde avutma yolunu seçmiştim. Gökyüzüne çıkamayacak olsam da yeni geliştirilen insansız uçakların pilotu olabilecek yetkinlikteydim. Şu anlık o yoldan ilerleyip ilerlemeyeceğimi bilmiyordum. Aklım ve kalbim arasında sıkışıp kalmıştım. Okuduğum alanla ilgili bir kongreye katılmak için İngiltere’ye kadar gelmişken burada havacılık ile ilgili resimler çizecek kadar araftaydım.
***********
Saat öğleye yaklaşıyordu otelden ancak hazırlanıp çıkabilmiştim. Londra'ya geleli iki gün olmuştu ve kongre yarın başlayacaktı. Bende kongre öncesi biraz gezmek istemiştim, iki gündür geziyordum, bu özgürlük bana gerçekten iyi geliyordu.
Gökyüzü gri bulutlarla kaplıydı , sabah hafif yağmur atıştırdığı için yerler ıslaktı. Yağmur durmuştu ama hava iç karartıcılığından bir şey kaybetmemişti. Hava çok soğuk sayılmazdı ya da Ankara ayazına alışkın olduğum için bana öyle gelmişti. Kaldığım otel ana cadde üzerinde olduğundan kısa bir yürüyüşün ardından metro istasyonuna ulaştım.
Gişede sıra vardı ayrıca çok kalabalık görünüyordu. Daha da yaklaştığımda kalabalığın ellerindeki pankartları gördüm. Yazılardan olayı pek anlamamıştım ama diğer insanların tavrına bakılırsa çok önemli bir olay değildi. İngiltere’de her ay yapılan eylemlerden birisi olmalıydı. Geçiş için üç tane sıra vardı , en kısa olanına geçeceğim zaman çantasında bir şey arayan adam dikkatimi çekti. Sanırım kartını arıyordu ve arkasında bekleyenler bundan pek hoşnut görünmüyordu. Biraz sağa doğru döndüğünde tekrar karşılaşmanın eşiğinde olduğumuzu fark ettim.
Yollarımız yeniden kesişmişti ,üç dedim sessizce. Bu üçüncü karşılaşmamız. Bir şey üç kere tekrar etmişse o tesadüf değildir kesinlikle diyen Ceyda'nın sesi kulaklarımda yankılandı. Bu sözleri söylerken Demir ile nasıl tanıştıklarını bilmem kaçıncı kez anlatıyordu.
Tesadüf değil Şüheda dedim kendime. Tesadüf değil.
Bir şey üç kere tekrar ediyorsa bizce de tesadüf değil Şüheda'cığım. Sonraki bölümde aksiyona bodoslama dalıyoruz bilginize efendim. Şimdiden kemerlerinizi bağlasanız iyi edersiniz. Hadi bakalım ben kaçtım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |