
Ucu yanıktı, resimlerin.
Yine sendeydi külleri.
Baktığın her yerdeydim,
Kör olan gözlerindi
Kamburumdaki kanların çiçeği.
İyi misin, diye sormuş gibi hissettirmişti. Sanırım, öyle bir histi. Gözlerine değen gözlerim hala yaş doluydu. Bedenimin çektiği acı ona tuhaf geliyordu sanki. Oysa bana tek bir merakını itelese de masallardaki çocuklar gibi saf bir edayla anlatırdım, her şeyimi.
Ne kadar küçüktü, besleyip büyüttüğüm duyguların nedeni. Yalan olur muydu, İzel? Ten, yürek ve göz; yalanların ışığıydı. Bunu anlayacak kadar ölümle yaşamış, hissedecek kadarda intihara itelemiştim bedenimi. Bazı zamanlarda böyle çok konuşuyordum işte. Kimsenin benimle vakit kaybetmemesi için. Kendimi zamanla kıyasladığımda da eksiktim. Çünkü… Aşamamıştım hala yarım kalanları. İki kelimeye sığınsam da fayda olmuyordu. Çünkü kendimleydi, savaşımda barışımda.
Acı bir kuvvetti, düşüncelerimin devamını getiren.
Tebessüm bahşetti, kalbim bana. Anlamsız olduğunu sanma, İzel. Burada olduğu içindi. Oturdum, yanı başında. Onu düşündüm, on yedi yaşımda. Başka yaşlarımda düşünecek kadar solur muydum, kokusunu? İstemiyordum, hasret kalsam da kokusuna. Ölü olarak zamanımı akıtmak, son tercihim olmazdı. Çünkü bedenimdeki kesiklerin izleri kabuk bağlamıyordu. Keskin bıçak kimi zaman körelse bile hırsıyla etimi parçaya ayırıyordu.
“ Şimdi… Bekle beni, burada.” Diyen Yaman’ın gözlerine halen bakıyordum. Onu izlediğimi bilmesine rağmen, baş belası gözün bende değil kendinde olsun dememişti. Sanırım bugün ona ayak bağı olmamam oldukça önem arz ediyordu ki bana bile sessizdi, gözleri. “ Hemen geleceğim,” diyerek onay isteyen yeşil gözlerine eş elime tutundu, bir eli. Emin olmadan gitmek istemiyordu. Gözlerimi kaçırarak, hıhı diyerek mırıldandım. Ve ona baktığımda, elimi ayırdım üzerimde kalan elinden. Elini sormamak için dudaklarımı kemiriyordum. Yine araba yolcuğunda elindeki yaraları sorduğumda, bana yerimi bildirdiği için aşmıyordum sınırı.
Arabadan hızla inerek, çöp kovasının oraya hızlı adımlarla ilerlediğinde ne yapacağını anlamaya çalıyordum. Gözleri yerde, aradığını bulmuş gibi durdu adımları. Ve etrafa bakarak, olduğu yerde beklemeye başladı. Onundan da elinden kan damlıyordu, ona zarar vermezler miydi? Birkaç dakika sonunda etraftaki birkaç kişiye selam vererek, arabaya doğru adımladı. Açtığı kapıyı yanıma oturarak kapattı. “ Sana zarar vermemelerini düşündüren ne?” diyerek ona bakmaya devam ettim. Üzerime attığı pansuman malzemeleri ile elini sarıyordum bir yandan. Farkında değil gibiydi. Olsaydı, izin vermeyebilirdi. “ Neden bana kızdın ardından sen damlattın kanını?” Sormaya devam ettim inatla.
Daldığı boşluktan çıktı ve “ bizi bulamasınlar diye.” Dediğinde elindeki elimi çekerek, sargı bezini poşete koydum.
“Neden ki, kanım kanına karışırsa…”
“ Yaşarsın.” Dedi aniden. Anlamadım, çattım kaşlarımı. Sorguladım dalgın gözlerini. “ Burası cehennem, baş belası.” Diye devam etti. “ Bir masaya yatar başın, beklersin celladını.” Anımsadığım bir sözdü. Ancak zihnimi zorlarsam, koca dünyada yine yük olacaktım yanımdakine. İleriye gitmedim, düşüncelerimde. Kaydedecektim, defterime.
Burnumdan aldığım soluğu yine burnumdan verdim. Gerilmiştim. “Şifreli şifreli konuşmaya ne zaman ara vereceğiz, FBİ ajanı olmaya niyetim yok!” diyerek ters bakışlar atmaya devam ettiğim sırada gözleri ardımda olan her ne ise ona ilişmişti.
“Sana mendili veren… O adamdı, değil mi?” diyerek gözüyle ardını işaret etti. Yavaş yavaş ardımda kalmış pencereye döndüm ve yabancı adamın etraftaki iki yaşlı adam ile oldukça koyu muhabbete daldığını gördüm. Tekrar Yaman’a dönerek, başımı salladığımda, içine çektiği nefes ile rahatlamış gibiydi Ondan çekinmiyordu, bana da kızmadığına göre kötü biri değildi yabancı. Yaramı dokunmadan sarabilen nadir kişi olarak da kazınmıştı, günceme.
Dudağımı büzdüğümde, sormak ve sormamak arasında kaldım. Merak ettiğim için kalbimi kırardı. Ancak sormasam da içimde ukde kalacaktı. “ Kanlı bir yerdeyiz, insanların ellerinde izler var. Neden onların arasında olmak zorundayız?” diye hızla sıraladım aklımdakileri.
Bana bakıyordu. Sanki ilk kez benim için çaba gösteriyordu, gözleri. Anlatabiliyor muydum, zerre fikrim yoktu. Ancak benim ruhuma elinin gölgesi düşmüştü. Burnumun direği ikinci kez sızladı. İkisi de yaşayamadıklarımaydı.
İlki…
Küçükken bir okul çıkışı Alkımların evine gitmiştim. Annemi güç bela ikna etmiştim, Nazlı Yengem sayesinde. O gün, eve girdiğimizde masanın önüne konulan poğaça ve havuçlu keki ilk kez tatmıştım. Televizyon karşısında çay saati yaparmış çocuklar okuldan geldiklerinde. Anneleri kıyamazmış. Elime tutuşturdukları o keki, kapından çıkartarak peçeteye koyup ezmiştim. Defterimin arasına koymuştum. Keşke günlük yazmaya daha erken başlasaydım, kilitlerdim. Bir gece vakti annemin uyuduğunu sanarak, açmıştım kitabımı. O kadar ufalanmışlardı ki… Avucuma almaya çalıştıkça parmaklarım arasından tekrar kitabıma dökülüyordu. Aniden yanan ışık ile elimdeki kekin tanelerine gözyaşımla ıslanmıştı. Nefret etmiştim, ıslak kekten. Annem ardımdan gelerek, çöpe atmıştı kitabımı. Beni ise banyoya kilitlemiş ve iki gün boyunca orada unutmuştu.
Bir masal gibi gelmişti çay saatleri, gözlerdeki şefkat... Çocuklara anlatılan pembe masallar… Oradaki prensesler bir çift göze teslim olurlardı. Âşık olurduk, izlerken. Ağızlarımız açık, gözlerimiz ışıl ışıl… Prensin, prensesi kurtarmasını beklerdik. Göz temaslarından anlardık, birbirilerine olan bağlarını. Pembe masalların olmadığı bir dünyada yaşarken, bir çift göze yenilmek minik İzel için tuhaf kaçardı. Hera, bu bakışla kendi masalını yazardı. “Kaçmak için yılana sarılmak gerek,” diyerek konuşan Yaman’ın ne dediğini algıladım kısa bir süre sonra. Yabancı, kötü bir adamdı aslında. Yalnızca çıkarları uyuşuyordu. Ve birbirleri ile ters düştükleri ilk anda silahın ucu kimi bulacaktı? Bir kurşun, onlarca bedeni öldürürdü aslında. İkisi de kurşunun hedefi olurdu, delip geçtiği görünmezdi. Her yaranın görülmediği gibi. Silah sana doğrultulmadığında yaşıyor sayılmazdın, zaten. Vardı her insanın bedeninde kurşun yarası; dalgın, yorgun ve eksikti onlar. Dikiş tutmayan yara, kusurdu. Kusurları meydanda olan nasıl kırgın olmazdı, dünyasına?
Yutkunduğumda, gözlerim elime değdi. “ Buradan dönemez miyiz, peki?” Gitmek istedim. Tutunmak için dağ bayır aştığımız dalın kırılacağını hissettim. “Yılanın zehri alınmadıkça tehlike hep yanında olmaz mı?”
Ona bakmadığım için tepkisini görmüyordum. Ancak benimle düz ses tonuyla konuşmaya devam etti. “ Yılanda yalnızca zehri ile öldürmez, amcasının yeğeni.” Dediğinde sesine alay karıştı. “Boynuna dolandığında kesilen nefesinle anlarsın hatanı.” Sanki görmüş geçirmiş anıları var gibi çıkmıştı sesi. Ona baktım, yeniden. Bana bakıyor olmalıydı ki gözlerimiz kesişti. “Sen zehri istersin o an. Boğularak ölmenin, ne kadar ıstırap olduğunu anlarsın çünkü…” Dudakları düz bir çizgi haline geldiğinde, “ Sen ve ben, dönüşümüz yok.” dedi devamında. “Cehennemden acıyı çekmeden çıkıldığını duydun mu?” Cehennem… Anlatamamaktı. Seninle susmayı öğrenen bana yabancı değildi ki.
Yine sana bir şeyleri anlatmayacağım, biliyor musun? Bak acıma sırt dayıyorum, işte. Görmüyorsun bile. Felsefi sözlerinle beni kandırmaya çalışıyorsun o kadar. Kanıyordum, sana. Bunu biliyordun, hinliğinle. Ama bu defa boynumdaki ipin ucu sana değecek gibiydi. Ellerini altımdaki sandalyeden çekmiştin çünkü. Sallanmıyordum, şu dakikalarda. Bana mı acıyordun yoksa? Korkuyordun belki de, karmanın seni bulmasından. Korkuyordun boğulmaktan.
Bak ip boynumda, sandalyem titriyor benim.
Sorun değildi, demeyeceğim.
Her şey sorundu.
Ben eksiktim çünkü.
Sanırım senin de bazen kimsen kalmıyordu yanında. Buydu, öfke kontrolsüzlüğünün altında yatan. Ben vardım, hep. Kimse bile olamadığım içindi hislerin. “ O zaman neden acıya razı geldin?”
Gözlerini birkaç kez kapatıp açtığında, ben artık aynı yere dönmekten yoruldum. Zihninde bir cümle belirdi. Nadir bir andı. Fotoğraflayabilseydim aklını düşünmezdim bile. Ancak bazı şeyleri artık kaldıramadığını beyni irdeleyerek kazıyordu, ona. Her insanın zihni azılı suçluydu. Hatta kimi zaman katil olurlardı. Aklımdan silinmişti sanırım. Ya da ona layık görememiştim, yenilgiyi. “ Bir yol olmalı. Cehennemdeki ateşte yanarken yaşamanın bir yolu olmalı.”
“Sen…” diyebildim. “ İyi misin?” Ona, bana layık görmediği soruyu kaçıngan ses tonu ile layık görmüştüm.
Bana bakmaya devam etse de tek bir cümle kurmadı, zihni de dudakları da. Özün, senin de kalbini kıran bir şeyler varmış…Duvara dönük ağlamayı bekleyen içimdeki çocuk, bununla neden yaşlarını itelemişti? Ben gibi hissetmesi ruhumu bağlamalıydı, zincire. “Kalptekiler söylenmez, baş belası. Bunu öğrenmediğin için gözün hep nemli.” Soğuk bir çekişle bitirmişti. Kırıldığımı, yıkıldığımı görüyordu. Ve buna rağmen zerre azap çekmeden üzerime yürüyordu elindeki bıçakla. Kan vardı, ucunda. Bana aitti. Görüyormuş aslında. Tekrar tekrar aynı yere saplamak, kendi yükünü mü hafifletiyordu yoksa? Her yaranı açan bıçak sanıyordun, kendini tanımadan. Belki de sen çekilmezdin, bundandır nedeni.
Dönüp kendime baktım. Fırsat bulduğum her an kendimi yeriyordum acımadan. Çünkü… Pek sevilmediğimdendi zihnimin karası. Benim gibi düşünen onlarca zihin olduğunu da biliyordum. Sahi onlar nasıl mücadele ediyorlardı? Neticede insandı, yaraların nedeni. Başkasına uzanmayan eller, çukurunu deşmeye yelteniyordu. Yersizdi merakım, kimsenin kimseyi görmediği bu dünyada.
“Ben sulu göz değilim… Sen… Sen öyle görmek istiyorsun, sadece.” Diyerek konuştuğumda kekelemiştim. Kelimeler curcuna yaratmıştı, harbimin en önemli dakikalarında.
Sustu, baktı ve görmek istediğini gördü. Kalbi…
Böyle bakmaya devam etme… İnkâr etsene... Senin gözyaşların da değerli desen... Akmasın öyle her önüne gelene der miydin bir gün benim için? Senin için diyorum ben, akmasın gözyaşların bana bile…
Mırıldandım, içimdeki şeytanın azmiyle;
“ Kalp kırıcısın.” Demiştim ona.
Alaydı, yüzünü daha da cezbedici hale getiren;
“Dokunabildiğimi söyledin, kalbine.” Dedi bir an bile düşünmediğini biliyordum. “Bulanacak aklın var mı, senin baş belası?” Görmek istediklerimiz ve gördüklerimiz neden zihnimize ayna tutarak yanıltmak zorundaydı kalplerimizi? Eğer yanıltmasaydı, bana katılığından ödün vermek için düşünürdü belki de. Kandırdım. Ups. Bir sır. Seni görse bile sana uzak kalırdı o. Çünkü mayası buydu. O İmparatorluk varisi, sen ise soysuz bir kız çocuğundan ibarettin, onun masalında. Yan karakterdin ve öyle de kalacaktın. Unutma, başrol olmadığın sürece ölmeye ya da katil edilmeye mahkûm kalırdın.
“ Nasıl?” dedim hızla ona doğru yaklaştım. “ Nasıl bu kadar kibirli, bencil, kalpsiz ve asalak olmayı beceriyorsun, hani ben hiçbir haltı beceremiyorum ya, öğretsen ya bana. Belki gün gelir bende birilerinin kalbine kıyarım Yaman!” dediğimde gözlerinde zerre bir titreme olmadı. Durağandı, haddinden fazla durağan… “ Ya da sen bana bir şey öğretmeye kalkma, göstersen yeter!” diye üzerimdeki pansuman eşyalarını fırlattım üzerine. “Maazallah abim gibi tiksinir de kendimi öldürmeye kalkarım!” dediğimde gözlerinde hala bir kırılma olmadı. Oysa abisi… Onun dünyasıydı. Bunu da sakınmıştı, benden. “ Senden nefret edeceğim, son nefesime kadar. Kör sağır dilsiz…” Duraksadım, tepki vermeyişi garipti çünkü bedenindeki en derin yarayı deşmiştim bana uzattığı bıçakla. Haklıydı o. Kalbini insanlara açarsan, ölmeye hak kazanırdın. “Pisliksin!” diyerek arabanın kapısını açtım ve dışarıya kendimi attığımda, neler dediğimi düşündükçe panik atak geçirmeye doğru son sürat gidiyordum. Ben neler demiştim? Her şey olabilirdi ancak birisinin kabuk bağlamış yarasını soymak sığar mıydı bir bedenin kalbine? Hata yaptığımı biliyordum ancak geriye dönüşüm yoktu. Kan akıyordu yarasından, sessizce bakıyordu o kabuğun altındaki et parçasına.
İzindeki mühre sen kıydın İzel. Neden sevecek şimdi seni? Bak gözlerine, aç yarayı, sapla bıçağı derine.
Durumu eşitlenmiştim yalnızca.
Suçum yoktu. Katildim, aslında. Suçum yoktu. Katildim, aslında.
Yara kabuk bağladığında kapanır mı sanıyordun, et parçası, bir ele bakardı iltihabın faciaya itelemesi. Bunu bana öğreten oydu.
“ Kuş gibi bakma, gir koluma!” demişti bana seslenerek. Farkında değildim hangi ara yanıma gelmişti. Hala bakmaya devam ederken, kolumu tutarak kendine yasladı ve onun adımlarına eş olmak zorunda kaldım.
Kalbimi yıkacak bir cümleyi geçmiştim, tek bir kelime çıkmıyordu kalın dudaklarından. Neden susuyordu ve ben kalbimi kırmadığı için dahi üzülüyordum? Özün, kan ağlıyor mu kalbin gözlerin de ele vermiyor seni. Merdiven basamaklarına geldiğimizde kolundaki elimi sıktım, “ Sana kızmadım diye mi, bu çaban prenses?” dedi naif bir sesle. Gözlerim irice açıldı ve başımı ani bir hızla ona doğru çevirdim. Bana bakmıyordu, dudağının köşesini kıvırmış çıktığımız merdiven basamaklarına pür dikkat kesilmişti. “Dikkat et, zemin kaygan.” Dedi ona bakmaya devam ederken. Önüne dön, demekti. Belki de… Sana zarar gelir demek istediyse? Kaç nefesi sığdıracaktım daha, belkilere? Öyle falan demek istemezdi, bana. Bu sefer kandırdım da demeyecektim, kalbime zihnime bedenime. Çünkü bir gerçekti ki bende o vardı, onda birisi hep olacaktı.
“Pişman değilim.” Dedim bir hızla bakışlarımı ondan çekerek. Nefeslerim sıklaşmıştı ve koluna daha sıkı sarılmıştım, bunları ağzımdan dökerken. Ona ihtiyacım vardı. “ Ben… Pişman da olmayacağım, bil bunu.” dedim devam ederek. Beni anlasın diye mi çabalıyordum yoksa bir kez olsun kalbiyle görmeye çalışsın diye miydi? Ben bile bilmiyorken, o nasıl bilecekti? Sevseydi hissederdi karmaşıklığımı, kalbimdeki harbin kanlarını görürdü.
Yürümeye devam ediyorduk, basamaklar ne kadar da uzunmuş… Yolumuz bitmiyordu ve ona tutunmaya devam ediyordum. “İkna oldum, zorlama kendini.” Dedi düz bir sesle. Bedeni gerilmişti, nedendi bu ürkekliği? “ Zaman denen kavram büyük, Prenses… Bir göz açıp kapamayla bittiği falan yok. Yalan söylüyorlar.” Diyerek sıraladı ardı ardına. Dönüp dolaşıp, kat edemediğimiz yolarda çırpınacaktık yine? “ Konuşurken, tart, ölç ve biç. Ayağına dolanmasın, başkasının ipi.” Dediğinde üstü kapalı tehditti. Susması, mümkün değildi zaten. Sadece yeri değildi. Bende sanmıştım, işte bir an. Kendini tartıya koymaya cesaret ettiğini. Oysa huy değişmezdi. Yine taklaya gelmiştim. İnsanlar olgunlaşır derlerdi, yaş almaktan öteye geçmezdi bedeneler. Ciltler kırışır, hastalıklar çoğalır, bel bükülür ama zihninde süregelen kopuk sahtelikler seninle yaşamaya devam ederdi. Buna huy derdi, insanoğlu. Saklı kalan yüzüm, diyemezdi dudaklar. Bilirlerdi ki hayat bile yadırgardı, dile gelenleri. Çünkü ikiyüzlü insan, barınamaz büyüyemez yaşayamazdı sevdiklerinin yanında. Bilmediği gerçekse, sevdim dediği bile ikiyüzlüydü aslında. Aşkın körlüğüne kan, bağnazlaş ve tepetaklak çakılarak boğuş sevdiğinin kanında.
Son muydu o zaman?
Böyle sonu kim isterdi?
Kim, sevdiğinin kanında boğulurdu ki hem?
Saçmalıktı. Bir acı bin feryat… Dağ taş bir arada kalır mıydı öyle bir anda? Mümkün değildi. Nasıl boğacaktı kan, insanı?
Yine dalıp gitmiştim. Kopmuştum gerçeklikten. Dünyadan İzel Hera’ya…
Gözlerim karşımdaki devasa denecek kadar büyük kapıdan ayaklarıma kaydı. Merdiven basamaklarını bitirmiştik ve duruyorduk öylece. Yaman’a doğru döndüğümde, benim gibi kapıya bakıyordu. “ Neye bakıyorsun?” dedim dudağımı büzerek.
Bana doğru döndüğünde, yeşil gözleri acıyla dalgalıydı. “ On dakikadır kestiğin kapıda seni cezbedenin ne olduğunu anlamaya çalışıyorum.” Dedi tane tane.
“ Neden ki,” diyerek sayıkladım kendime. Ona neydi? İstediğim yere dalıp gitmekte mi hakkım değildi, artık? Gözlerimi devirerek, huysuz bir homurtu ile yeniden kapıya döndüm. Altın işlemliydi ancak naif bir görüntüsü vardı. Dönem dizilerindeki o kapılar gibiydi… Etkileyiciydi.
Kısa bir duraksamanın ardından cevap vermek istedi. “Kapıyı parçalamak için bir sebep.” Diyerek geveledi. Anlamadım, kapıya baktığım için miydi düşüncesi? Düz bir kapıya da nefret besleyemezdi, benim yüzümden.
Ağzımı aralayamadan, bizi bölen Dağhan ve Devrim olmuştu. Neşeli sesleri ile yanımızda belirdiler aniden. “ Erkencisiniz,” diyen Dağhan’ın kinayesi kulaklarımızı yokladı.
Devrim girdi araya, elleri lacivert takım elbisesinin cebinde saçları dağılmıştı. Belliydi ki sigara içilmişti. Yaman, Dağhan ve Devrim, birlikte sigara içerlerken hep derin sohbetler konuşuyor havası verirlerdi uzaktan uzaktan ve üçü de bazen saçlarını dağıtırdı bazen de birbirilerinin kollarına yumruk atarlardı. Anlaşma stilleri buydu, sanırım. Göz aşinalığıydı, Yaman’dan.“ Biz gelirdik ayağınıza kadar, Bay ve Bayan Özün.” Dedi düz bir sesle.
“ Dağhan…” dedim tebessüm ederek, umursamadım bize söylediklerini. “ Afra’nın…” dediğimde Dağhan’ın nefesine karışan zihin uğultusunun kime ait olduğu aşikârdı; Sana ne oğlum, sana ne! “Korkak, aynen sana ne! ” Dedim bir hızla. Bunu içimden söylemem gerekti. Kendimle birlikte Afra’yı çekemezdim by bilinmezlik çukuruna. Üç şaşkın bakışta bana döndüğünde, daha da genişledi tebessümüm. Nasıl sıvayacaktım, hiçbir fikrim yoktu.
Çıkış yolum…
“ Bana diyor, ben yanındayken alışın oğlum artık.” O, olmuştu. “ Ara ara sayıklıyor böyle.” Dediğinde gözlerim onu buldu. Beni çekip aldı ancak elleri arasına sığdırdı kalbimi. Bakışlarımı ondan çekmedim, o ise bakmadı bana. Kalbimle oyun oynamak için neyi bekliyordu, tam sırasıydı. Al, kanat ve atışlarındaki seyrekliği izle. Zevk alırdın, Özün sen bundan hoşlanırdın çünkü o kalp nefretini körüklediğin benimdi.
“ Öyle! Yaman’ı görünce nutkum tutuluyor, aşkımdan kör oluyor kalbim.” Dediğimde hepsi ufak ufak sırıttı alayla. Dalga geçtiğimi düşündükleri içindi. Ben aşk duygusundan mahrumdum onlar için. O bile anlamadı. O bile. Hepsi yalanın sarıp sarmaladığı kelimelerden ibaret sandı. Oysa tek bir kelimeme bile o kanlı kucağını açamadı yalan.
Ağla. Yak. Tökezle.
İnsansın sen.
Ağlayamazsın. Yakmayı beceremezsin. Tökezleyemezsin.
Et parçasısın sen.
Devrim, çenesini kaşıyarak, “ külkedisi, buradan bakılınca seninle kör kütük kafayı bozan eleman Yaman gibi duruyor ama yine de sen bilirsin, kadın her daim haklıdır Afra’nın bana okuttuğu sözlükte.” Diyerek tebessüm etmeye devam eden Devrim’e karşı tebessüm sunmaya devam ettim.
Aralanmadı dudaklarım. Görevi onun üsteleneceğine eminken, yanıldım. “ Afra’nın ne bitmezmiş sayfaları anasını satayım, roman mı okuttu sana?” diyen Dağhan’dı. Merakına yenilmişti, bir an. Gözlerine çevirdim gözlerimi. Anlamam gerekti ki saniyesini bile Afra’ya aktarabileyim.
“Öyledir, benim süslü çiçeğim.” Dediğinde içten bir şekilde sahiplenişine boynumu eğdim. Afra’nın kalbine dokunurdu burada olsaydı. Her ne kadar vurdumduymaz görünse de duygularını içine atarak, büyümeye çalışanlardandı Afra. Birbirilerini kedi köpek gibi yeseler de sığınaklarıydı. Kan bağları tuhafa kaçsa da bunu umursamıyorlardı. Devrim’e aşılayan da Afra olmuştu. Zor bela dâhil olmayı başarmıştı, Devrim’in hayatına. Başlarda Devrim, babasının onunla konuştuğunu öğrenirse Afra’ya da kızacağını düşünmüştü, zihninde okumuştum. Ancak hiçbir zaman kendine yapılanlar yapılmamıştı, kız kardeşine. Üzülmüş gibi de değildi. Aksine buna tutunarak, bir daha ardında bırakmamıştı, kız kardeşini. Ancak babasına olan nefreti diriydi, nefes aldığı müddetçe. Bu gözlerinden dahi okunuyordu, saklamaya niyeti yoktu. Devrim Hanzadeoğlu, gün geldiğinde babasının yerine geçmek zorundaydı. Ve o an alacaktı, sürgün edildiği yılların intikamını. “ Herkese de okutmaz o romanı, değerli bir parçayım diyorum oğlum anlamıyorsunuz işte!” dediğinde Dağhan’ın omzuna koydu elini.
Yaman bakışlarını kapıdan alarak, Devrim’e çevirdiğinde hafifçe dudağını kıvırdığında erimiştim. Alıkça baktığımda, Dağhan konuşmuştu. “ Bende diyorum, bu kızın havalar nereden?” diyerek Devrim’e ters ters baktı. “ Onunla iki çift muhabbet edince işe yaramaz piç gibi hissetmemek mümkün değilmiş,” diyerek devam ettiğinde huysuzca homurdanıyordu. “ Sende niye öyle olmuyor lan, sen kendini övünce kahkahayı basasım geliyor amına koyayım.” Diyerek Devrim’in ters bakışlarına maruz kaldı.
Ardından hafifçe sırıttı. “Kardeşim diye demiyorum, harikulade insan yerer. Yeter ki nefret edeceği bir şeyler yap.” Diyerek Yaman’a baktığında, “ en çok nasibini alan, tam karşında. Artık dua gibi geliyordur Yaman’a orası ayrı.” Diye tamamladı.
Gözünü devirerek, nefes aldı Yaman. “ Öyle, Öyle. İlahi. Ruhumu okşuyor nefreti.” Dedi geçiştirir gibi. “ Hak ediyorum, ben.” Diye de ekledi. Devrim var diye Afra’ya bir şey demediğini düşünmüyordum. Onlar benden önce birbirlerini tanıyorlardı. Afra’yı parkta oynattıklarını bile duymuştum, küçükken. Benimle de oynamıştı, küçükken. Onun ben büyümeden önce kalbi vardı, bana. Her şey büyüdüğümde tepetaklak olmuştu. Büyümeseydim, hep kalsaydım beş yaşında. O zaman belki de hiç kıramazdı kalbimi.
Devrim bana seslendi. “İzel…” dedi devamını bekledim. “ Kıskanmış gibisin.” Diyerek beni yokluyorlardı.
Dudağımı alayla kıvırarak, “ siz erkek hegomanyasında popüler olsa gerek arkadaşınız övülünce kıskanmak. Bu yüzden soruyorsun herhalde.” Diyerek konuştuğumda, kaşı havalandı. “ Yine de bilin diye söylüyorum, Afra’yı en iyi ben överim. Hepinizden daha iyi tanıyorum onu.” Övündüm, omzumu silkeleyerek. Biz birbirimiz yerebilirdik aramızda ancak başkası yanında pençelerimizi çıkarırdık, karşımızdakilere. Yıllarınızı geçirdiğiniz birine ihanet etmek için kalbin yitirilmesi gerekti. Benim kalbim bana ait olmasa da birindeydi. Bedenim yitik olsa da kalbim diriydi onun için.
“Aman dikkat iki kadına arasına girme. Bir de aşk kuşkuysa… Hayatta kalamazsın.” Diyen Devrim’di. Ellerini havaya kaldırmış, teslim olur gibiydi.
Yaman’ın kolundaki elimi alnıma vurmak için çekmek istediğimde, müsaade etmedi. Bende diğer elimi alnıma götürerek, “ aşko kuşko, demek istedin.” Diyerek yanlışını düzelttim.
Devrim hatasını kabul etmek istemedi. “Ne fark eder?” diyerek burun kıvırdı.
“Çok fark eder. Bilemezsiniz siz.” Diyerek gözlerimi belerttim. “ Zaten anlasınız, sap olmazsınız.” Diyerek bende Dağhan’ı yoklamak istedim. Ne var ne yoktu, en son Yamanların bahçesinde bir kızla görmüştüm.
Dağhan ve Devrim, birbirilerine baktı. “ Sende sapsın. Biz laf ediyor muyuz, Külkedisi?” dediğinde elini saçına götürdü, Devrim.
Omzumu silkeleyerek, konuşacağımda araya giren Yaman oldu. “ Yeter bu kadar. Yürüyün artık.” Diyerek kapıyı işaret etti memnuniyetsizce. Husumetli gibi olmuştu kapıyla. Hepsi ben sevdiğim içindi. Sevdiklerim onun nefret ettikleri oluyordu.
Adımlarımız önümüzdeki bedenlerin ardındaydı. İçeriye girdiğimizde diğer elimle de koluna tutundum. Zihnimdeki sesler, çoğaldığı için ürpermiştim. Gözlerim ona değdiğinde kolunu sıkı sıkı sardığım ellerime bakıyordu. Kafamı kaldırdım biraz, göz göze geldim. “ Özür dilerim, refleks.” Dediğimde elimi indirmek istediğimde elimin üzerine koyduğu eli ile afalladım.
Dudaklarını araladığında, nefesi yüzüme çarptı. “Rahatlayana kadar kalsın, bırak.” Önüme döndüm, hızla. Elimin üzerinde çektiği eli ile üşüdüm. Gözlerim etrafta gezindiğinde kafamdaki seslerin uğultusu daha da artıyordu ve bana yabancı olan seslerden ürküyordum çünkü denekler, ölümler, kanlar, zehirler… Hepsinin tek bir amacı saf bedenlere acı çektirmekti. Biz neden böyle bir yerde bulunmak zorundaydık? Nefes almaya çalıştığımda, “ İzel, rahatla burada olmaz. Burada bayılırsan, kan kusarsan kıyımı başlatırsın.” Dedi kulağıma fısıldayarak. Ama benim zihnimdeki seslerin volümü git gide artıyordu sanki bunu bilerek yapıyor gibiydiler. “Pençelerini geçir, prenses.” Diyen Yaman’a döndü gözlerim. Kırpıştırdığım gözlerim, zihnimdeki acıdan bulanmıştı. “ Canım yanmaz, acını dök bana. Rahatla…” dediğinde ruhumu nasıl okşadığından haberi var mıydı? Dert tasa kalır mıydı, centilmenliğiyle? Tüm sesler kesilmişti, gerçekten. O, beni benden çalıyor dediğimde yalan söylemiyordum. Bak, seni bile susturdu işte. Bendeki etkisinin büyüklüğünü gör ve onu yermeyi kes bana. Zihnimeydi, sözlerim. Kanmıyordu kalbime. Biliyordu onun tekrar zihnime meydan okuyacağını.
Masanın üzerinde soyadları yazardı genelde ancak burada farklıydı. İsimlerimiz yazılıydı, ben kırmızı onlar siyah ile. Sandalyemi çeken Yaman ile beklemeden oturdum. Şaşırmayı sonraya saklayacaktım çünkü canım acıyordu biraz. Zihnimin acısı o konuştuğunda, dinmişti şimdi tekrar nüksediyordu. Sanki kafamın derisini canlı canlı yüzüyorlardı ve kafamı kesmeye çalışıyorlardı. İçindekileri merak eden hiç olmamıştı ve ben böyle hissediyordum utanmadan. Ellerimi masanın altına sakladım. Titreyeceğimden korkuyordum. Yanıma oturan Yaman’ın elleri örtünün altında ellerimi buldu. Sıkıca sardı, birbirine tutunmaya çalışan ellerimi. Üzerine siper olmuştu, farkındaydı. Sandalyesini yaklaştırdı bana doğru. Bir kolunu sandalyeme uzatarak boynumdan teğet geçti teması. Diğer eli hala sıcacıktı ellerimde. Bakışlarım ona kaydığında, etrafı süzerken, bir anda bana çevirdi kafasını. “ İşlemelere bak. Tavan özellikle, anıların yuvası gibi.” Diyerek soluklandığında, kafamı kaldırarak tavandaki kabartmalı işlemeleri gördüğümde gözlerimin ışıldadığına emindim. Çünkü çok güzeldi, çizimler. Bir meleğin kanatlarını açması, ardındaki kuşların çarpıcı kanatlarla oyun oynaması… Ve o gizemli el meleğe uzanmıştı ancak ardı dönüktü. Sırtıydı gözlerimize değen. O elin tutulacağına emindi ki dönmemişti sanki. Detaylar artıyordu, gözüm ileriye doğru gittikçe. Aksine meleği koruyordu, elini tutmasını istemiyordu çünkü karşısında elleri kılıç tutan tuhaf giyimli öfkeli gözler vardı. Meleğe siper olmuştu çünkü kanatlarına değeceklerdi. “Fotoğraflamamız gerekti, amcasının yeğeni.” Dedi ben tavanı incelemeye devam ederken. Kesinlikle hafızama kazımam gerekti. Belki bir portre çizerdim, belki başka yıllarda ona hediye edebilecek kadar ısınırdı aramız.
“Resme dökmek zor değil…” dedim ona doğru dönerek. Bana doğru döndüğünde, gözleri sakindi. “ Baksana, oldukça net bir kare.” Diyerek tekrar tavana döndüm.
Bana baktığını hissediyordum hala ancak kısa bir an göz ucuyla baktığımda gözleri tavanla yüz gözdü. Tekrar tavandaki kabartmaların detaylarına baktım. Bu defa gözlerini göremeyecek kadar çok kaldırmıştım, kafamı. O ise “bakıyorum… Güzel.Oldukça güzel eser.” Diyerek içtenlikle döktü, dilinin ucundakileri. Onun kulp bulmadan herhangi bir şeyi beğenmesi binde bir yaşanacak durumdu.
Hızla ona doğru dönerek, güldüm. “ Özün, beğenmek kelimesi ile tanışıyor muydun?” diyerek alaya aldım. Oysa düz ifadesinden ödün vermedi. Ne kızdı, ne alaya aldı ne de güldü. Gözlerinde ufak bir dalgalanma oldu, hepsi bu.
Bakışlarını tekrar tavana dikti. İşte o an doldu kulaklarıma kısık kahkahası. Gülmüştü ancak acı çeker gibiydi. Ona bakmaya gücüm yetmedi, kalbim acı çekiyordu çünkü. “ Baksana adamın eline. Yüzünü dönmeye cesareti yok.” dedi ansızın. Bak o uzatılan ele… “ O eli tutarsa ölecekler, tutmazsa boğulacak adam.” Diyerek devam etti, çekmedi bakışlarını aydınlık kabartmalardan. “ Beğendiğini anlarsa adam ölüyor, beğendiğini gizlemezse kadın boğuluyor prenses…” diyerek devam etti.
Gözlerim maviliklere kaydı. “ İlerideki ırmak taştı taşacak…” Oysa yanılıyordu ikisi de boğulurdu taşan Irmak’ta.
“ Hayır.” Dedi zihnimi keskin bıçak darbesiyle böldü. “ Yanılıyorsun… Adamı, kadının kanında boğacaklar.” Diyerek beni okuduğu bir başka andı. Ancak nasıl insan kanında boğulurdu birisi? “ Meşhur bir efsanenin çizimi…” diyerek anlatmaya devam ediyordu. O anlattıkça merakım artıyordu. “ Prens Vincent Ve Prenses Hera…” dediği an kaşlarım havalandı. “ Duymadın değil mi,” diyerek ona doğru dönen bana döndü. Bilmediğimi biliyordu ancak gözlerimde bir şeyler aramak istedi. Aradığı her ne ise bulamamış gibiydi. Gözleri yine dalgalandı. “ Bir gün, iki kitap yüzü aç ve aklı başında oku,” dedi sinirle.
Kaşlarımı çatarak, gözlerimi kıstım. “Gerçek dışı bir hikâyeyi bilmiyorum diye atar gider yapma bana!” Baktı. Öyle boş baktı ki… O boşlukta kaybolduğumu hissettim. Tekrar önüne döndü, hiçbir cümle kurmadan. Susmuştu öylece. “ Hey! Kavuşuyorlar mı, söylemedin…” diyerek elimi sardığı ellerimi kıpırdattım.
Ters bir bakış attı. Burnumu kırıştırarak, memnuniyetsizce baktım ona. Her masalın sonu olurdu. “ Yasak olanı barındırmamış halk. Prens, Prenses için imparatorluk inşa etmiş. Herkesi karşısına alarak[Mh1] . Aşkın gözü kördür, lafı İtalyanlarda buradan gelir, hatta. Hesaba katmaktan kaçındığı prensesin… ” diyerek konuştu istemsizce. Sonra dercesine kafamı salladığımda, alayla dudağı kıvrıldı. “ Sonrası…” dedi ve biraz eğildi üzerime. “ Oku ve öğren baş belası, öğretmenin değilim.”
Dizinin en heyecanlı yerinde araya giren reklamlar gibiydi. “Kamu spotu mu geçtin asalak,” diyerek gözlerimi devirdim. Bundan zevk almıştı. “ Zor değil, öğrenirim şimdi.” Dediğimde zor öğrenirsin der gibi bakıyordu.
“Efsanenin sonunu bilen yalnızca buranın en eski yerlileri. Onlardan son kalan, dedemin soyundanmış.” Diyerek sinirime dokunduğunda, “ dedem babamın soyuna bayılır. Git bir konuş karşısında, bir bedenin kalırsa duyarsın belki.” Ne yani koskoca efsanenin ana hatları var ama sonu yok muydu? Bu ne saçmalıktı, mümkün olamazdı böyle bir şey, olmamalıydı da. Kandırıyordu beni. Kandırsındı. Çünkü dedesinin çevresine iki metreden fazla yaklaşırsam bir an bile düşünmeden ölürdüm. Oysaki soyum Özün değildi, benim. Nazlı yengem babasından kaçarak, Türkiye’ye gelmişti. O ara yaşlı bunak her yerde yengemi aramış ve bulmuştu ancak hamile olduğunu öğrendiğinde yengemi, karnındaki bebeğin cinsiyetini öğrenene kadar bir bodrum katında tuttuğunu söylüyorlardı, annemler kendi aralarında. Erkek olacağını öğrendiğinde yengem ve amcama düğünü yapan da o bunak olmuştu. Kız olsaydı… Ölecekti. Bağnazlıkla dolu bu dünyada, bölge dil din ırk ayrımı yoktu. Kızsan eğer, yaşama daima eksi bir olarak atılıyordun. Bazen de doğmayı seçmiyordun ki ölmeyi tatmaktan kaçındığın için. “ Adresi istediğin zaman söyle, çekinme benden.” Dedi alaylı ifadesi ile.
Yüzümü buruşturdum. “ O kadar da merak etmiyorum,” diyerek geveledim. Oysa içimi kemiriyordum. Ne olmuştu, aşklarına? Adam cesur muydu o kanda boğulacak, kadın seviyor muydu adamı yaşatacak kadar?
“Ellerin ele veriyor, kalbindekileri.” Dedi ansızın aklıma düştü. Bakışlarım ondayken, kırpıştırdım panikle gözlerimi. Dudaklarımı araladığım an, uzaktan ama etkili bir ses duydum.
Merdivenin en üst basamağında eline mikrofon almış tanıştığım o yabancı yakışıklıydı. İngilizce aksanı oldukça hoş çıkmıştı, dudaklarından. “ Hala hayattayım,” dedi alay eder gibi. Etrafta göz gezdirdiğinde, bakışları Yaman’da kaldı. Sanki minnet duyuyordu ona. Yaman ise, istemese de saygı duyuyor gibiydi, yabancıya. Birbirilerine borçluydular belki. Ancak ne diye böyle tehlikeli bir adam borçlanacaktı ki? Kafam allak bullak oluyordu, yine. Elimdeki temasını belli etmek istercesine naifçe elimin üzerini okşadı. Gözlerim açılsa da ona dönmeden yabancıya pür dikkat bakmaya devam ettim. “ Benim uğrumda canlar alıp verdiğiniz duyumlarını sık sık alıyorum. Kıramadım ben de. Geldim.” Diyerek elindeki beyaz şarap kadehini havaya kaldırdığında, soğuk bir yel gibi gelmişti yüzlere. Zihinler sustu, adama. “ Bana eşlik etmenizi isterim,” dediğinde tehdit eder gibi dillendirdi.
Her biri yavaş yavaş kaldırdı kadehlerini. Elimi uzatmak istediğimde, Yaman bırakmadı. Ona doğru döndüm sinirle. “İlk kez içmeyeceğim, ben!” diye dile geldiğimde kaşları havalandı. “ Sen içtiysen ben de içmişimdir.” Dedim omzumu silkerek.
Dişleri arasından fısıldadı. “Ben on dokuz yaşındayım, İzel!”
Umursamazca dudağımı büzdüm. “Yani…” Ne olmuş oluyordu, ne değiştirirdi bu? “Kuralları çiğnemediğin bir zaman dilimi yokken bana neden vardı yapıcı kurallar? Erkek diye sineye çekilirken ben ezilmeye ne kadar devam edecektim?” diyerek yüzüne doğru tısladım. Sinirlenmiştim çünkü zihnimin susması için o kadehi içmek istiyordum. O kuralı bir kez çiğnediğimde, sabahında başımda tünemiş tavuk gibi beklemişti, gözümü açtığımda ise hiçbir şey demeden çıkıp gitmişti odamdan. Oysa cebinde bana ait olanı vermediğini biliyordum. Gümüş kırlangıç broşumu almıştı ve ben göz kapatmıştım. Benden ona kalsın, istemiştim. Zaten broşu veren sahildeki adamı tanımıyordum, ne kaybederim diyerek irdelememiştim.
“ Sana sineye çek diyen tek bir kişi dahi yokken dilsiz kesilen sensin, baş belası.” Dedi sesini yükselterek. Oldukça dingin çalan şarkı bastırmıştı sesini. “ Bedenine saplanan bıçağın sahibi sensin, beni itham etmekten vazgeç.” Diyerek gözlerini benden aldı, pes etmekten nefret eder gibi bir hale büründü. Küçük bir çocuk edasıyla yakındı bana. Gözlerini tekrar uzaktaki yabancıya çevirdi. O tarafa baktığımda, gözlerindeki memnuniyetle bizi izliyordu. Hem de başından beri.
Susarak, önüme döndüm ve sesli bir soluk sesi kabarttı kulaklarımı. Bahsettiği tam olarak buydu. “ Seninle konuşmak istemiyorum. Öfkende yan.” Dedim huysuzca. “ Tek bir kelimeme dahi değmeyecek kadar nefret ekiyorum sana.” Gözlerim kaçtı ondan. Diğer türlü de gördüğü falan yoktu beni. Bilseydi… Bilseydi de değişmeyecektik biz. Bana bakmaya çalışmaktansa kendini benden sakınmaya gayret ediyordu, sadece.
Elimdeki eli gevşer gibi olsa da kısa sürdü. Tekrar sıkıca tutundu, bana. Düşmesine engel olmuştum sanki. “ Büyürken solmasın, dikkat et.” Dedi benimle dalga geçiyordu. Ona dönmedim, dalga geçtiğini görmek istemiyordum. “ Acıtır, nefret. Kanatır kabuk bağlamış yaranı.”
Onun gibi göz ucuyla baktım. Burnumu kıvırdım. Sesimde hafif bir homurdanma vardı. “Yara benim, acı benim. Göğsümde saklamasını öğrenirim. Sana ne!” dedim nefes almadan.
“ Öyle olsun,” diyerek mırıldanmış mıydı o? Kafamı ona çevirdiğimde ileriden buraya doğru gelen Dağhan ve Devrim’e bakıyordu. Ancak önlerine çıkan yaşlı bir adam ile zihinlerinden küfür ederek, durdu ikisi de; sikeyim boktan şansımı diyen Devrim, şansıma sokayım, diyen de Dağhan’dı.
Sırıttım, istemsizce. Gözlerim ileride kalan yabancı ama tanıdık adam ile kesişti. Buraya doğru mu geliyordu o? Gözlerim Yaman’a tutundu. Ancak Yaman sardığı elimden tutarak ayağa kalktığında ona ayak uydurdum. Elini yabancı adama uzattı.
“Özün…” dedi içtenlikle.
“Kankılıç.” Dedi Yaman. Bu babam ve amcamın bahsettiği adamdı. Yer altı dünyası dedikleri kanlı ellerin sahibi olan adam… Yaman’ın elini tutuyordu. Bir adımla Yaman’ın omuz hizasından geriye kaçarak, ardında adımladım. Elini daha da sıktım.
Gözleri bende olan adam derin bir hayal kırkılığı yaşamış gibiydi. Oysa ondan çekinmem kadar olağan dışı bir durum yoktu. Yabancıydı ve tehlikeliydi. Omuzlarını dikleştirdi ve elini bana uzattı. “ Hera…” demişti bana. Ondan iğrenir gibi buruşturdum yüzümü. Nefret ediyordum bu isimden. Annem beni cemiyetin önüne ne zaman atsa Hera oluyordum ben. Babam bana ne zaman baksa Hera oluyordum ben. Yaman benden ne zaman tiksinse Hera oluyordum ben. Hera’nın sözlük anlamı bende farklıydı; güç değil hiçti Hera.
“ Hera değil mi?” diyerek yenileyen yabacıya baktım. Elinin üzerindeki dövmelere çarptı gözlerim. Tuhaf semboller vardı, karmakarışıktı.
Kaşlarımı kaldırarak, “ Sayın Yabancı, İzel Hera Özün… İzel Hera.”diyerek tekrar ettim.
Tebessüm etti hafifçe. “ İzel’i kullanıyorsun, anladığım kadarıyla.” Kalın kafalı biri değildi. Tekte anlaması hoşuma gitti. “ İzel, seni de Yaman ile birlikte görmek oldukça hoş.” Dedi memnun bir ifadeyle gözleri birbirini sıkıca saran ellerimize değdiğinde Yaman’ın teması arttı. Buradayım sakin ol demek istedi.
Uzattığı elini Yaman’dan aldığım destek ile sıktım. “ Adınız Kankılıç mı,” dedim merakıma yenik düştüm.
Dudağının köşesi yukarı kıvrıldı;
“Teoman Luca Kankılıç.”
Kaşlarım havalandı, mırıldandım öylesine. “İtalyan kanı var yani?”
“Baba yarı İtalyan Anne yarı Rus.” Dedi memnuniyetle cevapladı.
Devam ettim. “ Nasıl Türkçe öğrendiniz, peki?”
“Baba yarı Türk anne yarı Türk.” Kaşlarım havalandı şaşkınlıkla. Nasıl bir ailesi vardı, böyle? Benden bile tuhaftı. Benim en azından kimsem yoktu, kafam karışmıyordu. Onun kafası allak bullak olmuyor muydu, bu tuhaf soy ağacıyla?
Anladım, dercesine kafamı salladığımda hiçbiri şey anlamamıştım. Geçiştirdim, bir an önce gitsin diye. Tanıdık olan bu yabancı, ne olursa olsun elleri kanlı biriydi. Adı bile Kankılıç’tı. Ne bekliyordum? Karşımda karanlığı dahi kana bulayan birisi vardı. Duruşu, bakışı, bedenine kazılı izler bana yaklaşma diyordu. Bile bile ne diye peşinden gidecektik, onun?
“ Kankılıç,” dedi Yaman. Bir abi eklemedi. Yaman, abisini gömdüğünden beri kimseye abi eklememişti. “ İmzayı at.” Ne imzasıydı, bir sözleşme falan mıydı? Aralarında olan her ne ise bana söylememekte ısrarcıydılar.
“ İmzayı bahçede attım,” dediğinde gözleri elimdeki yaraya değdi. Mendili kalmıştı bende. Anımsadığım gerçek ile yüzüm buruştu. Sırtıma doğru sakladım elimi. “ Hera, seninle artık sık sık yüz yüze geleceğiz o yüzden hoş çakal deme gereği duymuyorum,” dedi ve sarsılmaz ifadesinden ödün vermeden kalabalığa karıştı.
Hızla Yaman’a döndüm elimdeki elini bıraktı. Adımları dışarıya doğruydu. Oysa soracak onlarca sorum vardı. Ne diye şimdi nefes almak istiyordu? Koşar adım ilerledim, ardından. Koş İzel Koş…Sakladığı bir şey var. Senden ilk kez özür diler gibi bir hali var. İnsan hata yaptığında özür dilerdi, ne yapmıştı bana uzanacak? Yine nasıl yakacaktı canımı?
“YAMAN!” dedim merdivenin en alt basamağındaydı ben ise en tepede. Elbisemi tutarak, ona seslenmiştim. Duraksamıştı. Ellerini saçına götürdü, öfkesiyle karıştırdı. Hızlı adımlarla koştum, yetişmek için. Oysa ben hep geç kalmıştım nefesime. Nasıl yetişebileceğimi düşünmüştüm ki? Devam etti, ilerlemeye. “ Lütfen… Bekle… Yaman…” dediğimde ayağımın dönmesi ile tökezlemektense toprak ile göz göze geldim.
Durmadı. Yara almıştım, ben. Durmadı.
“ Beni görmüyor musun?” Dediğimde sesim bana bile çok gördü kendini. Araba sesi yükseldi. Ardına bir kez olsun dönmedi ben ise kımıldayamadım yerimden.
Bendim. Feda ettikleri bendim.
Bu yüzdendi bugünkü şefkatli sevgisizliği.
Beni ortaya koymuşlardı. Ne içindi? Bir kız çocuğu olduğum için miydi hepsi? Ellerimle akan yaşlarımı kapattım. Çığlık çığlığa bağırmak için dudaklarımı araladım. Duraksadım.
Burnumun ucuna çöken bedene başkaldırdım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |