Bir hayattı, toprak. Bir zamandı, bayrak. Bir ölümdü, isimsizler...
Baktı genç çocuk. Önündeki bayrağa, takılıydı bakışları. İsimsizdi, bayrağının altında. İsimsizdi bastığı, toprağında. İsimsiz kalmıştı, kaderinde. Yutkundu, daracık kalan kalbindekini. Gözlerini güneşe inat kısmadı. Rüzgârın, yağmurun kendisine açtığı savaşa rağmen dalgalanan bayrağa bakmaya devam etti. Bir gün, dedi içindeki çocuk. Bir gün benimde kanım bu bayrağa değecek, o zaman hiç unutulmayacaktı.
Öyle olacağını umuyordu, biliyordu gerçeği. Kırk beş saniye sonunda silinen isim olacaktı geleceğinde. Bu dört duvar arasında kalan onlarca beden gibi. Kim ne yaptığını dahi bilmeden gözleri kapanacaktı. Belki bir asker, belki bir emekçi, belki de bir… Hain.
Kimse bilmeyecekti, uğurda nelerini feda ettiğini. Yanık kalbi mezarında sönecekti, o gün geldiğinde.
Ardından bir el omzuna bastırdı. “Karşıdaki evi görüyor musun? Yıkık dökük, harabe, diyor haberlerde. Anneye sorsan, yaşasınlar yeter, der. Ben bu harabe evde tüm ömrümü geçirmeye razıyım, der. Ana yüreği, acıyı çeker, susar sadece. Bizim içinde vatan anadır, acıyı çekeriz anamız için, bağrımıza basar, sonsuz uykumuza dalarız. Ama işte ev… Dört duvar bir çatıdan ibaret değil,” dedi ve yutkundu adam. “ Kimimizde.” Kurt bakışlarını, bayrağa eş hizada kalan derme çapma yapılmış eve baktı. “Tam üç oğlu var o evin. Üçü de asker… Yarın çıkacak haberlere, harabe evden şehit diyecekler o yürek yangının içinde. On saniye, okunmayacak. Sonra tekrar magazin denen zımbırtı.” Dedi ve yutkundu. “Bizim için ne kadar acı anlıyor musun? Can yoldaşım, tüm ömrünü harcarken, onların arkadaşıma verecek bir dakikaları bile yok.” dediğinde Kurt’tan çektiği bakışlarını bayrağa dikti, Muharrem Kılıç. “Bizde biliyoruz bu hayatın adil olmadığını. Ama yediremiyoruz şuraya.” Dedi ve ona bakmayan gence rağmen elini kalbine vurdu. Acısın istercesine sertti, yumruğu. “Ben yine iyi olan tarafım ana yok baba yok. Aile… Kalmadı, be evlat. İzin vermediler.” Diyerek tekrar uzakta kalan eve baktı. “Ardımda ağlayacak bir toprak. Kendi kendime doymayı biliyordum yeri gelince de aç yatmayı. Ama kardeşlerimin, can yoldaşlarımın... Ancak şehadet şerbeti içince gördüler,” dediğinde duraksadı. Kurt’un keskin yeşilleri adama değdi. Bilenmişti bile çehresi. “ Ya şahadet şerbeti içmeden ölseydi, görürler miydi o zaman diyorsun içinden içinden.” dediğinde cevabı biliyorlardı.
“İhtiyar!” dediğinde bayrağa ardından karşısında kalan bayrağa baktı. “Görünmezim. İsmim yok. Ben ölüyüm.” Dedi, Kurt. Hayır, düzelt; Demir Karan Kılıç.
Pes etmeyeceğini, onu bir kulvar da eğiten adama bir kez daha gösterdi.
Ve ardına bakmadan ilerledi. Sırtındaki çanta ile. Bir yandan eğitim alıyor, diğer yandan Kuleliye devam ediyordu. Durağa doğru ilerlemeye devam ettiğinde, sokak arasında gözüne çarpan gençlerin sözleri adımlarını kesti. Baktı, bir kez daha. Önünde yitip giden yaşıtlarına. Hepsi bir tozun esiri olmuştu. Zoru başarmakta kolaydı, dedi yalnızca. Eli değer miydi, onlara. Kirliydi. Ancak yine de dokunmadan da sarmayı öğrenmişti, bir kız çocuğundan.
Adımladı, ayağındaki siyah botlar topraktaki tozu savurdu.
“Hey,” dedi üç gence. Birinin elinde dört tane esrar paketi vardı. Gözlerini hiç çekmedi, şeffaf poşet torbalarından. Kaç hayattı, katran karasına dönen?
Ona dönen bakışlardan biri, “mallar satılık, başka zaman,” dediğinde kaşları havalandı. O kadar rahattı ki dile gelen çocuk. Kaç ailenin hayatını alacakaranlığa çevireceği umurunda bile değildi.
“ Yüzünüzü kazıdım, aklıma,” Dedi ani bir yükselişle. “Yerinizde olsam kaçmayı da, denemem.” Dediğinde elindeki telefonu kaldırarak bir fotoğraf karesini telefonunun hafızasına yerleştirerek, haberi olması gereken kişiyi bilgilendirmişti. Kiminin kaşları çatıldı, kiminin burun delikleri genişledi, kiminin adımları ona doğru ilerledi. Hiçbirinde korku belirmedi.
Derin bir soluk verdi. Yerinden oynamadı. Kendine gelen esmer çocuğun hamlesine izin verdi ve sağ yanağına bir kroşe yedi. Kafası sarsılmadı. Yeniden ona vuran çocuğa baktığında, bir hamle de bulunmadı. Ona böyle öğretiliyordu, yirmi dakika önce çıktığı mezarlıkta. Vatandaş, çizgin olacak Kurt. Çizgiyi aştığında, vatan için hiçten öteye geçemezsin, demişti ak saçlı bir adam. İsmi cismi nedir, sormamıştı bile. Kendi de söyleyerek zaman kaybetmemişti. Ona öğretileni uyguluyordu, tek bildiği buydu. Doğrusu da.
Çizgiyi gör, Kurt. Ölüme göz kapayacağını bilsen de kıyma toprağına. Bu gençlerin hepsi geleceğin kızıl toprağı, bayrağın yıldızı, vatanın ışığıydı. Dokunmaya, incitmeye hakkı yoktu. Başını dikti, devam edeceklerini bilmelerine rağmen kaçmadı. Oyalaması gerektiğini biliyordu ve yara alacağını da. Sadece yaranın vücuttaki derinliğini hesaplayamıyordu. Onu da kapanmayan yaraları ile görmeye fırsatı olmazdı. Birkaç kesikten kim ölmüştü ki kendi ölsün? Kalp yarasına rağmen nefes almayı becerebiliyorsa diğer her yaraya göğüs gererdi.
Diğer iki çocukta bir hızla geldiğinde, önce karnına ardından beline aldığı sert darbelere rağmen eliyle itelediğinde kısa bir an afallama yaşadılar. “ Zengin piçine bak, eli de oynadı.” Dediğinde birisi kulağındaki küpeye uzanacakken, sert bir hamle ile eli indirdi. Omzunun hizasından. “ Oğlum, telefonu ver, bas git. Küpe takmış, bir de bize kafa tutuyor.” Dedi esmer çocuk. Toz poşetlerini ani bir hızla ceketin cebinden alıp, yere döktü, ayağıyla üzerine bastı. Kaşınmıştı, tek bildiği buydu. “ Lan… LAN… Lan, piç.” Diyerek yerdeki dağılan toz tanelerine baktı ve ardından gözlerini Kurt’a çevirerek kafa attı, esmer çocuk. Kafasını ardındaki duvara sertçe çarptığında, eli kafasına gitti. Ardından gözlerine değen elleri kana bulanmıştı. Bakışları karşısındaki gençlere değdiğinde, ikisi korkuyordu biri ise henüz rahata ermemişti.
Sarışın kısa boylu çocuk, “Gidelim, Baha!” dedi, gözleri kararan çocuğun kolunu çekiştirerek. Ancak kolundaki eli sertçe iterek, arka cebindeki çakıyı çıkardı ve hiç düşünmedi. Ne olacaktı ki? En kötü ölecekti, ölümü tadan Kurt.
Karnına saplanmaması için manevra yaparak, geriye kaçtı ve ıskaladı çakı. Bir hamle daha. Başarısızdı.
Diğer iki gence doğru dönerek, bağırdı. “ Tutsanıza oğlum, şu sikiği!” dedi ve ikiletilmedi kelimeleri. Bir çakı deldi, bedenini yine de yığılmadı. İterek yere yığdıklarında, aralıksız karnına ve kafasına darbeler aldı. Gözlerini kapamadı.
İlk adımı atmıştı, Kurt. Farkında değildi. O bir nimet olacaktı, Teşkilat için.
Emir neydi, emir neydi, emir neydi?
Kulaklarından gelen kanlar şakağına kadar akmıştı. Ancak tek bir cümle çınlıyordu, zarında. Dokunmaması gerekti, sivil vatandaşlara. Ölümünü de gözleri görse. Bekledi, öylece.
Geriye çekildiklerinde, telefondaki resmi unutarak her biri farklı yere dağıldı. Kalkmaya çalıştı, karnındaki yaraya tutunarak. Sırtını duvara yasladı, kafasını göğe dikerek, derin bir nefes aldı. Başarmıştı, kimsenin canını yakmamıştı elleri. Annesi görmeliydi, bu anı.
Bir nefes daha soludu, burnuna o tanıdık koku girdi. Kafasını hafifçe sola çevirdiğinde, gördüğü beden ile gözleri afalladı. O buradaydı. Sanrı olup olmadığını anlamayacak kadar yitikti kafası. Ancak o buradaydı. Yanında.
Beyaz pantolonu, mavi gömleği ile umut gibiydi, yine. Gözleri alık, yorgundu bedeni. Aklı da kalbi de birdi ve yıllar sonra bir ilkti, bu. İnce kaşları altında siyah uzun gür kirpikleri kehribarlarını çevreleyen şaşkınlığın ışıltısını daha da gözler önüne seriyordu. Büyük biçimli dudaklarını üzerindeki beni, geçmişe gitmesine yetecek kadar etkiliydi, bünyesi için. Gözü önünde beliren yüzüne karşı kulaklarını dolduran kesik nefesleri, hiç hoşuna gitmemişti. Aklı ona gidiyordu ve ondan çıkmakta bilmiyordu. Üstelik Gül artık Kurt’tan korkuyordu. Bakışları ele veriyordu, onu. Yutkundu. Gözleri onu izlerken, o yerde dağılmış toz poşetlerine bakıyordu.
Tekrar ona çevirdi kız bakışlarını. Gözlerini kıstı. Duvardaki kan lekelerine yüz buruşturdu. Sırıttı, Kurt. Acısına, iğrenen kızaydı, yüzündeki acının sakladığı gülüş. Karnındaki elini belli belirsiz uzatmak istedi. Bilirdi ki o yarasını saracak tek kişi olmuştu. Ve olacaktı da, gözlerini kapayana kadar. Uzandı ona. Bir öksürük kaçtı, boğazından. Ağzından gelen kan ile devam etti gülmeye. Acısını görmesin diyeydi, çabası.
Eli kaydı, karnından. Avuç içini açtı, baktı kıza. Aralarındaki mesafe yakındı ama tutunamayacak kadar da uzaktı, Gül’e. Ellerindeki kan izlerine baktı, kız. Tutulmadı, ölüme yüz tutan elleri.
İzledi ve sırtını döndü, Kurt’a. Bir Gül dikeniydi, Kurt’un kalbini durduran.
“Git…Gitmesen…Gül…” dedi çıkmayan sesine dudakları oynamaktan öteye gitmedi. Sessizce yalvardı, ona.
İzledi kızın kendinden kaçışını. Eli boşta, gözü yasta kaldı. Kendine değil onaydı, yası. Gözleri yerdeki poşetlere kaymıştı. Bunun için buradaydı, o da. Gözünden dahi sakınmaktan kaçınmayacağı Gül, bir çukura koşuyordu. Haberi dahi yoktu. Gözlerinden gelen yaş, dikenlerine rağmen sarıldığı Gül’e olmuştu.
O gün Kurt yarasına değil, kalbindeki dikenin körelmesine ağladı.
Yanı başına çömelen bedene değdirmedi, gözlerini. Kağan, onu sarsarcasına uyandırdığında, “neredesin oğlum sen,” dedi.
“Neredeyim ben,” dediğinde ağrısı kalbindeydi, bıçağın açtığı kesikte değil.
Endişe naraları ekilmişti, Kağan’ın bedenine. Sevmese de can yoldaşı olacaklardı. Zamanla da ölüm arkadaşı. “Bana bak, Kurt! Kansa kan, cana can!” dedi anlık boşluğuyla. “ Sikerim belanı, benimle birlikte gitmezsen!” dedi ve yarasına bastırdı. Duvardaki kan izine kısa bir süre göz ilişse de yeniden elinin altındaki bedene çevirdi, bakışlarını. “Aç lan gözünü, rol çalıp duruyorsun ayar olmaya başladım,” Dese de çoktan salmıştı, kendini Kurt.
Kalbine batan dikenler ilk defa mıydı bilemedi ama acıtmıştı. Elini tutmayan kıza bir kez daha kırılmıştı, gizliden. Yine bir an olsun ondan vazgeçmek aklının ucuna dahi değmedi. Gözlerini açacak, gözünü çevirdiği her yerde onun yarasını saracaktı.
“… Yuvasız oluşundan. ” Demişti babam.
Kalbim tamamlamıştı, boşluğunu. Kimi zaman şefkat kimi zaman sevgi kimi zamanda nefret… Her duyguya açtı, bedenler. Ancak sevgi farklıydı. Bir bakıma hepimiz muhtaçtık, sevgiye. Kimden geldiğinin bir önemi var mıydı? Bir kız çocuğu için… Vardı. Baba sevgisi nedir sorusuna, yabancı kalan kız için önemliydi, işte. Görmezdin gerçeği. Güvenirdin önüne gelen ilklere. Anlamayacak kadar salaktın, gerçeği. Bilmezdin çünkü şefkatin sardığı kalbin sıcaklığını.
Anlamıyordum, içerideki sohbeti şen olan insanların ne hissettiklerini. Kalbime sığmıyordu, işte. Yabancı kalmak, ne kadar zordu en yakın bildiğin kalplere. Derin derin işlemek isterdim oysa kalbimin damarlarına. Neşeleriyle kendimi bulmak varken, ben kaybolmaktan öteye gidemiyordum. Baba, diyorlar... Yüreğime kurşun sıkıyorlardı. Hala geçmişi ablam gibi bir çırpıda silecek kadar cesur değildim. Başına buyruk, dediğim dedik tavrımın altında hep uzaklarda eli açıkta bekleyen bir kız yatıyordu.
Üzerimde bir bedenden düşen nefeslerin ağırlığını hissettim. “Göğe bak, Özgür- lüğün yanında zaten.” Dedi yanıma oturmuştu, yürüyen ego olarak tanımladığım asker. Ona çekildiğimi hissettiğimde anlarda beynimin uyarısını ciddiye alarak iki adım geriye kaçıyordum. Bir abiden ötesi olamazdı, benim için. Doğru olanda buydu. Yıllarca babamı yalın ayak sokak kaldırımında bekleyerek geçirmiştim ve yine yalın ayak birini bekleyemezdim. Gelmeyeceğini bilerek.
Yağmurun ıslattığı kaldırıma tıp ki benim gibi umursamayarak oturduğunda, kaşlarımı kaldırdım. “ Ne o?” dediğinde gözünü kırpmıştı. Yutkundum, isteğim dışıydı. Kendine gel, Petek. Bir Kazanova’nın yoluna düşmek için aklımı kaçırmış olmam gerekirdi.
“Alışığız bal yuvası, dağlarda çok yattık sert taşlarda. Asıl sen kendine bak! Bembeyaz etekle oturmuşsun,” dediğinde omzumu silkeledim. Ne diye gelmişti ki, zaten? Ne güzel kalbimin sesiyle, röportaj yapıyordum. Üzerindeki ceketi, omuzlarıma bıraktığında, yeniden havalandı kaşlarım. Kafasını iki yana sallayarak, derin bir soluk aldı. “ Dağdan inmiş olsak bile biliriz kadını gözümüzden sakınmasını.”
Burnumdan soluyarak, ceketine dokundum. Atmak istedim. “Benim kimsenin gözüne düşmeme ihtiyacım yok, tekrar tekrar söyletme!”
“Tamam...” dedi ellerini havaya kaldırarak. “ Bak, sana bakmıyorum ama ceketi atma üzerinden hava soğuk. Sen hasta olursan Turgut Başkan…” dedi bana bakmıyordu ancak gözünün ucu yine de değiyordu ara sıra. “ Sen varsın diye rahat.” Kafamı salladım, ellerimi omuzlarımdan indirdim. Haklıydı. Enişteme çok şey borçluydum. Beni öyle güzel benimsemişti ki… Bazen ablam bile o denli düşünmemişti, nelerin kalbimde yara açacağını. Bir kız çocuğu nasıl büyütülür, biliyordu dediği gibi. Baba, iyi ya da kötü olurdu. Yeri dolmazdı, hiçbir zaman. Çünkü bağın, kanla bilenmişti. Adını ağzına almak istemediğin bedenle. Başına bir şey gelse ilk sen koşardın yine. Çünkü bağın acıtıyordu, kalbini. Vicdan denen duygu göğsünü eziyordu, hak görüyordu uzattığın eli. Ardından. Babada yine koca boşluk oluyordun ve yerini dolduramadığın adam kırk saniyede yerinde hayat kuruyordu. Hakkın olan cenneti başkasına adıyordu, gözlerinin içine bakarak.
Tekrar göğe çevirdim bakışlarımı. Yağan yağmur sonrası buram buram toprak kokuyordu, Mardin. İlk geldiğim gün hoş şeyler yaşamasam bile insanlarını tanıdıkça sevmiş, ısınmıştım. Bir de hastaneye gelen eli dolu insanlar. Nimetti. “Haklısın, o artık bir baba değil mi?” dediğimde yersizce dakikalar sonrasında kalbim döküvermişti kendini.
Bir kısık gülme nidası doldu kulak kabuğuma. “ Baba,” dedi. Dört harf bir yıkımdı sesinde. “Ne demek?” dediğinde ona doğru döndüm. Ama benden kaçırdı bakışlarını. Aynı yerden mi yara almıştık yoksa? Bu yüzden miydi, eniştemin bana yerini bilmen gerek demesi. Bayrağı baba, toprağı anne bilen adam… Belki de çok daha derinlerdeydi, sızısı.
Yarası olan insanlar birbirini tanırdı. Daha da deşerdi nefretleri, yaralarını. “Gök gibi, düşün.” Dedim ve bende bakışlarımı karanlığın arasında açan yıldızlara çevirdim. “ Bazen bir başkaldırıp bakman yeter…” dedim ve yutkundum. “Bazen de…” beni sessiz sayılacak mırıldanmaları bölmüştü.
“Karanlığıyla ölmenin mümkün olduğu bir… Figür sadece.” Dediğinde sesi soğuktu ama bana değildi kendineydi. “ Ve hayatında hep ismi olacak dokunmadığın, o yabancı.” Bana döndüğünü hissettiğimde, bakışlarımı onun gibi kaçırmadım. Gözlerine çevirdim. Yaralarımız birdi ve kabuk bağlamamıştı. Deşmekten ve akan kanı izlemekten çekinmeyecek kadardık.
Ortaya saçma ama akıl dağıtacak bir soru attım. Çünkü bana değen gözlerdeki acıyı gizli değildi. Ve ben kendi yaramı saramazken bir başkasına dokunarak acısını katlayamazdım. “Lisede edebiyatın iyi miydi?”
Dudağının köşesi kıvrıldı. “ Ne o? Beni ders çalıştır abi mi diyeceksin?” dediğinde tenime işleyen soğuk ceketi nasıl aşmıştı?
Ona ayak uydurdum. “ Kız kardeşin gibi düşün. Ve cevap ver.” Dediğimde öncelere atıfta bulunduğumu anlamıştı. Bozuntuya vermese bile dudağındaki sinsi gülüş kaybolmuştu.
Ciddi bir ifade ile “ edebiyat ve felsefeden hep elli beş altmış alarak buralara geldim.” Beni cevaplamıştı. Şaka yapmama rağmen. “ Ben sayıların sarrafıyım.” Dediğinde omuzlarını dikleştirdi. “ Bir adam hangi mesafede kaşının arasından vu…” dediğinde bana değen gözleri ile duraksadı. “ Yara alır, hesaba katarım.” Dedi ve elini ensesine götürdü. “ Ve biliyor musun Petek, asla ıskalamam!” demişti gözlerimin içine bakarak.
Yüzümü buruşturdum. “ Egoist megolaman,” dediğimde, dudağımı büzdüm. “ Pardon, abilere böyle demek yakışık almaz bizim oralarda.”
“Bizim buralara gel, yakışık alsın aklında kalanlar.” Dediğinde içimdeki ses benim de Kazanova lakabıyla yüz göz olmaya itiyordu. Öksürerek, önüme döndüğümde, o da önündeki yola dönmüştü.
Mırıldandım;
“Artık eve girsek, iyi olacak sonra…”
“Sonra… Sen ve ben, yanlışlıkla biz olacak,” dediğinde ona dönemedim. Hiçbir sebep yoktu oysa. Daha üç hafta önce tanıdığım en fazla dört beş kez karşı karşıya geldiğim adamdan utanıyordum. Bazen de etkileniyordum. Bana sarf ettiği sözleri onlarca kadına sarf ettiğini bilerek. Sevgiye aç bir bedendim. Tutunacak bir dal gibi görüyordum, boşluklarımda. Ya da beni birisine karşı karşılıksız koruduğu içindi ona olan anlamını bilmediğim tuhaf sızılarım. Nefret etmek istesem de beni esir olduğum hayattan bir nebze de olsa çıkartmış gün ışığının anlamını öğretmişti. Farkında değildi ve hiçbir dilimde de olmaması gerekti. Aksi takdirde egosu ile baş edebilir miydim?
“Bal yuvası…” demişti, güç bela. “ Hani sana demiştim ya…” dediğinde bekledim devamını. O kadar fazla şey diyordu ki… Hangisiydi? “ Bana anlatmazsan, bulurum.” Dedi güç bela. Kızacağımı biliyordu ve bir çocuk gibi ürktüğünü hissettim koca cüssesinin. “Buldum.” Dediğinde hızla ayağa kalktım. Omzumdaki ceketi rüzgârıma rağmen düşmemişti. Gözleri sağ tarafı hafif kayan ceketine kaydı. Ve eli ile uzandığında, geriye gittim. Bana geldi, sıkı sıkı sardı ceketi yeniden. “ Diyorsundur şimdi, bu mal ne diye bana yardım ediyor?” dediğinde kaşlarımı daha da çattım.
İtiraz ettim;
“Öyle demedim ki…” Sesim niye bir çocuk gibi çıkmıştı?
Güldü, kısık nidayla;
“ Bende seni denedim, bana küfür ediyor musun diye.” Dediğinde gözlerimi devirdim. “ Yapma, onu.” Dediğinde başını önüne eğdi ve derin bir nefes aldı.
Umursamadım. “ Bir daha benim hayatıma müdahale etmeye kalkışma.” Diyerek işaret parmağımı ona doğrulttum. “ Hem…” dedim bir hızla. “Sen kim oluyorsun ki,” diyerek kafamı kaldırdım yine de boylarımızı eşitleyemedim. Bana bu denli yardım etmesi ona borçlu hissetmeme ve kendimi güçsüz biri gibi görmeme neden oluyordu? Öyle olmaması gerekti. O askerdi ve bana el vermesi alışagelmiş bir durum olmalıydı.
“Söyle hangi konuma koyarsan, oradayım ve elim senin elinde olsun. İster abi, istersen asker, istersen baba, istersen anne bile olurum.” Diyerek gözlerimden kaçmadı. “ İstersen sıradan biri de olurum.” Dediğinde zaten sıradan birisin demek için kendimle çeliştim.
Bağırmadım ancak dişlerimin arasından çıkan kelimelerim sertti. “Neden yapıyorsun?” diyerek diklendim.
Saçlarını karıştırdı, derin bir nefes aldı.“ Annelerin gözünün feri evladı ölünce sönermiş, seninki… Erkenden sönmüş, onun gibi.” Dediğinde annesini bana benzettiği için olduğunu dile getiremese de çabalamıştı.
“Benim gözlerim parlıyor, sen bakmasını bilmiyorsun.” Diyerek acısını görmezden gelmek istedim.
Durdu birkaç dakika. Kaşlarını kaldırdı. Ardından dudağının köşesi kıvrıldı. “Kaç yüz kişi içinde gördüğüm gözlerine…” dediğinde çenesini ovuşturdu. “Bakmasını bildiğim için dibindeyim.” Diyerek göğsünü kabarttı.
Homurdandım, ellerimi bel boşluğuma koyarak. “İstenmeyen ot gibisin.” Dediğimde dudağımı kıvırdım, saçlarımı geriye savurdum.
“Aşk olsun, bal yuvası. Benzetecek ottan başka bir şey yok muydu?” diyerek alaya vurdu, bana ayak uydurdu. “ Otlarda pahalı ama. Sende haklısın, değerli adamım.”
Şaşırmıştım. Ruh hali değişmişti. Az önce bana içini açan asker gitmiş, Kazanova gelmişti. “Şaka gibisin,” dedim başımı sallayarak.
“Ömür gibiyim, işte.” Dediğinde hayatındaki şenliğin altında kalmış minik kalbi görmüştüm bir kez. Ömür gibi. Onun ömrü hangi acılara boyun eğmişti? Bana neydi, bundan? Kaçıncı nüshasında olan bir kadına anlatırdı, bir zaman.
Burnumu kırıştırarak, binaya doğru adımladım. Ardımda kalan ona seslendim;
“Meyve tabakları rafta.” Dedim. Boyum yetişmez, gelsene diyemedim.
“Sana ben lazım,” diyerek koştu ve sol tarafımda eş oldu adımlarıma. Ellerini ceplerine koydu, ceketi ise hala bendeydi ve gün sonu da bende kalacaktı, biliyorduk.
Ona kaçamak bakışlar atarak, “teşekkür ederim” diye konuştum adımlarımızın arasında. Ekledim sonuna. “ Abi…”
Dilini ağzının içinde döndürdüğünde gülüşümü saklamak için dudağımı büzdüm. “ O zaman bir karargâh kahvesine ödeşiriz.” Dediğinde onu ciddiye almamıştım.
Benim yolum ne diye karargâha düşecekti ki?
*
Yalancı Herif; Yağmurun altında bekleme, soğuk alacaksın! (şimdi)
Hızlı adımlarla kapıdan içeriye girdim. Göğsümdeki heyecanın haddi hesabı yoktu. O kadar mutlu olmuştum ki beni aradığında, sabahın erken saatlerinde aklına ilk düşen bendim. Saat 12.30 olsa da izin günlerimde benim için erken bir saat dilimiydi. Apar topar hazırlanarak, çıkmıştım.
Koridorda üniformalı askerlere başımı eğerek selam vermeye devam ettim. Onun odası nerede olabilirdi? Birine sorsaydım, ne diyecektim. Kız arkadaşı desem erken olur muydu? Ya da flört ettiği biri… Tanıdığı diyebilirdim. Derin bir nefes aldığımda, kalbimin vücuduma bastırdığı sıcaklığı yok saymaya çalıştım. Ama mümkün değildi. Sabah onun sesiyle gözlerimi açmak, mest etmişti beni.
Başıboş bir şekilde odasına bakınırken, ardımdan bana seslenen asker, balkon için rica ettiğim askerlerden biriydi. Yakasında, güler yazıyordu. Ve farklıydı ifadesi. Şen bir ifadeye sahip değildi. Kaşları çatık, her an birini öldürmeye hazırlanıyormuş gibi keskindi gözleri. “Komutanım, sizi bekliyor!” dedi bana eliyle yol vererek.
Topuk seslerime eşlik eden postallar benden daha netti. Ve bu sinirimi bozmuştu. Beni kendi karşılasaydı, ne olurdu? Buraya kadar çağırmasının altında yatan bir papatya çayı değildi, yavaş yavaş anlıyordum. Bir halt da yememiştim. Sanırım. Onu ilgilendirecek bir halt yoktu.
Kapıyı açan asker ile derin bir nefes aldım. Adım attığımda beni takip eden o oldu, bu defa. Ardımda belirerek kapıyı kapadı. Asker ardımda ben önünde, onun bizi görmesini bekliyorduk. Yanımdan sıyrılarak, sandalyenin ucuna geçen asker ile bakışları bana döndü. Baştan aşağı süzdüğünde gözbebekleri büyümüştü. Umursamadım, sessiz mırıldanışının küfürden ibaret oluşunu.
Mırıldandım, sessizce. “Papatya çayıymış, kaba herif.” beni sorgu odasında papatya çayı içmeye davet etmemişti, herhalde. Boş sandalyenin karşısındaki adama baktım. Yüzü tanınmayacak kadar kan içinde kalmıştı. Ağır bir suç işlemişti ki bu hale gelmişti. Belki de düşmüştü bir yerlerden. Hayıflanmaya devam ettim, yüzümü buruşturarak. Odadaki bakışların odağıydım, artık. “Kendime söylüyorum, önünüze bakabilirsiniz,” dediğimde sorgu odasındaki herkeste göz gezdirdim. Bana doğru adımladığımda, “neden telefonunu açtıysam, zaten,” diyerek homurdandım.
Gergin çenesi bir an olsun gevşemedi. “Seni dışarı atmak zorunda bırakma beni, otur şuraya,” dediğinde sesinin aksine yanı başımdaki bedeni bana yalvarıyordu, görevini uygulattıracak bir muamelede bulunmamam için. Narsist kişiliğimi okşuyordu, gözlerime değen gözleri. Üzerime eğdiği bedeni ile “yavrum,” diye ekledi ardından. Ona sinirleneceğimi bildiğinden.
Ona doğru döndüğümde, derin bir solukta kokusunu içime çekerek, yüzü dağılmış adamın karşısındaki sandalyeye oturdum. Yanı başımda bodyguard gibi dikildi, hemen.
“Bu sikik herif…” dediğinde duraksadı. Ona döndüğümde, gözlerini kısmış bir vaziyette dizginlemeye çalışıyordu bedenini. “ Eğer o gözlerini bir salise daha ona değdir!” dediğinde masaya eğildi ve sert bir yumruk vurduğunda, yutkundum yalnızca. “ SİKERİM BELANI! EĞ BAŞINI!” dedi dört duvara arasında yankılanan keskin sesi hükmetmişti her bir bedene. Ben bile başımı eğmeyi düşünmüştüm.
Bana doğru döndü, dizleri üzerinde çömeldi. Üstten gözlerimi kırpıştırarak bakmaya devam ettim. Ani değişiyordu ruh hali. Ve ayak uydurmak da gecikiyordum. “ Söyle bana,” dediğinde ellerimi tutmak istese de yapamadı. Görev başındaydı. Doğru değildi. Eğilmesi bile. Zaten bu adamı tanıyor muydum, ondan bile emin değildim.
“Anlatmamı ister misin, Yazgı?” dedi o ses. Geçmişten gelen bir şarapnel göğsümdeki kabuğu delerek, ezmişti benliğimi. Nefes seslerim kulağıma yankı yaparken, elim ayağımın benimle olduğu konusunda şüpheliydim. Uzun zaman olmuştu bu sesi işitmeyeli. En son işittiğimde; Efe komada, Petek babasının yanında, ben… Olmamam gereken bir yerdeydim. Babamın gözlerinde.
Aniden ayağa kalktığımda, “çıkmak istiyorum, buradan.” Dedim. Ben varken anlasın istemiyordum, gözler bana dönecek muhtaçmışım gibi hissettireceklerdi. Ben, hiçbir şey istemiyordum geçmişe dair. Sende dahildin, içinde bulunduğum anda. Ayağa kalktığımda, önümde dikilmişti. “ Çıkmak istiyorum,” dedim içime kaçan sesim ile. “Çekil önümden!” dedim gözlerimi ona diktiğimde. Ancak kımıldamadı. Beni onunla yüz göz etmekten kaçınmadı.
“ Otur!” dedi yalnızca. Dinlemek istemiyordum. Kimseyi. “Otur şuraya, Gül” dedi yeniden. Kafamı salladım. Hayır demek istedim, yalnızca.
“Beni görünce annesini anımsadı herhalde.” Dedi iğneleyici sesi iğrendiriyordu bedenimi. Kaşlarını çatan adam, benden ayırmıyordu bakışlarını. Cevabı benden bekliyordu ancak ben bile kendime cevap verecek kadar cesur değildim. Ona nasıl bir şeyleri dökerdim? Ben katilim. Annemin boynuna dolanan ipin sebebiydim. İdam sehpasını bana ittirdiler, biliyor musun? Bilmiyordum. Onun odada olduğunu bilseydim açar mıydım kapıyı? Gözlerimin içine bakmaya devam ediyordu. Ona anlatmamı bekliyordu. Doğru olan bu değil miydi, zaten? Bir kadın ve bir adam yakınlaşır, ardından bir umut doğar ve sen o umuda anılarınla zehri damlatır geriye kaçarak izlerdin. Benden gelecek zehri bekliyordu, gözleri.
Ne diyecektim, ona? Annemi ellerim ile öldürdüm. Bak bana, hala nefes alabiliyorum. Gör beni, ben ittim o sandalyeyi. Senin elini tutmadığım anda ki gibi. Solardı yeşilleri. Düşerdi omuzları. Kaçardı adımları. Susmaya devam ettim. Ayakta bekleyerek, ardımda kalan adama lanet okudum. Her şey bitti demişti, Halit Alkan. Git, demişti. Gözümün görmediği, sesini işitemediğim yerlere. Bitmemiş işte. Geçmişimden ne kadar kaçsam da bir zincir gibi dolanmıştı boynuma. Sıkıyordu, nefesimi tıkıyordu.
“Bunu yapman gerek. ” Dedi daha sakin bir tonda. Hâkim olamadığı öfkesi kimeydi onu bile düşünemiyordum. “ Ben buradayım, ardında değil.” dediğinde başını büktü, çaresizce. Onu iten bendim, bu duruma. Elini kolunu bağlamıştım. “Elinin üzerinde elim. Buradayım, Gül.”
Omuzlarımdan tutarak, beni sandalyeye oturttuğunda, ona itiraz edecek kadar bilincim açık değildi. “ Akın Acar tarafından,” dedi beni içeriye çağıran asker. “ üç ekim iki bin sekiz, tarihinde herhangi bir alıkoyulma olayı yaşadınız mı? Çünkü o tarihlerde derslere tam katılım sağlayan siz, bir hafta boyunca hiçbir hukuk dersine gitmemişsiniz,” dediğinde asker bana değil piç gibi sırıtan Akın’a bakıyordu. Ve kendini zor tuttuğu aşikardı. “ Bu adamın içeriye girmesi için sizin cevabınız önemli!” Dediğinde Demir ardımdaydı ama ellerini kısa bir an saç tutamlarında hissettim. Sandalyeme değerek temasını gizlemeye çalışıyordu diğerlerinden, bana ise buradayım diyordu.
Bu adamdan fazlasıyla bir şeyler saklarken, bana dair bir şey saklamam doğru değildi. Er ya da geç bilmeliydi. Belki başlamadan biterdik. Ama beni bildiği için son bulurdu. Yalansız dolansız. Boğazımdaki düğümü iteleyecek gücüm yoktu. Ama denedim. “ 7 Haziran…” Nefes almaya çalıştım. Geçmiş öyle tuhaftı ki… Bir an bulutların üstüne çıkarırken saniyeler sonrasında sizi öldürecek o kurşunu sakınmıyordu gözlerinizden. Kurşunun değdiği kalp, kararıyordu kan ile. Saklıyordun sık solukların arasında, birikmişleri. Kimden sakındığın bile belli değildi. Ama elin ayağın titriyordu, öleceğini bildiğinden. Hazırdın oysa ölmeye. Ne diyeydi bu korku? Yaşanmamışlıklardı, her bitişin acısı.
Akın’ın ardındaki asker bir adım yaklaştı masaya. “Aynı sene içinde!” Diyerek onay istedi, asker.
Kafamı salladım. “ İdari hukuk dersimiz vardı ve okulumuza konferans…” Tamamlamam gerekti. Beni başkalarından duymamalıydı. “ Ve şirketinde staj yapmamın benim için avantaj olacağını düşündüm. Ama…” dediğimde takıntılı bir psikopat olduğunu bilmiyordum işte. Hayali ayakları yere basmak olan her genç gibi bir dal aradım. Hiçbir kayırma istemeden. Her kadın gibi muhtaç olmamak istedim. Başım dik, omuzlarım kalkık topuk seslerimden kaçsınlar istedim. Böylece kimse canımı yakamaz sanmıştım. Kan bağını hesaba katmamıştım. En büyük acılar, kanından çıkarmış aslında. Ve bunu anladığında bir baştan fazlası kalmazdı sana.
Demir’in eli saçlarımdaydı, rahatla Gül. O burada, yanında. “ Kendisinin tuhaf saplantıları olduğunu öğrendim, bir şekilde.” Dediğinde Demir’in sert soluklarını işitmemek mümkün değildi. Masasının önündeki o dosyada tüm hayatımın yazması gibi. Yersizce bana bakıp sırıtması gibi. Bir davette temas sınırlarını geçmesi gibi. O ana kadar hiçbir zarar görmemiştim, fiziksel olarak. Ancak davette onu reddettiğimde bir azap başlamıştı, hayatımda.
Önümdeki asker, öfkelenmişti. Ani bir hızla “buna rağmen şikâyetçi olmadınız ve başkalarının hayatını da mı karartmasını izlediniz?” Dediğinde bakışlarımı masadan ona doğru yönelttim. Kaşları çatılmış, burun delikleri genişlemiş benden cevap bekliyordu.
Haklı olmasına yutkunmaktan fazlasını yapamadım.“ YAVAŞ OL, LAN!” Dedi Demir, arkamdaki bedeni artık yanı başımdaydı.
Başını yere eğerek, “ özür dilerim, yenge.” Dedi asker. Gözlerim irice açıldığında, Demir’e döndüm. Üstten üstten gururla bana bakıyordu. Yenge, ben olduğum için miydi? “ Devam edin.” Dedi kendinden ödün vermeden.
Gözlerimi Akın’a değdiğinde başını yerden kaldırmıyordu. Şaşırtıcı bir şekilde, tek cümle ötesini geçmemişti. Yutkunarak, “ onu şikâyet etmek istediğim de en yakın arkadaşımdan, üç ay ondan haber alamadım.” Dediğimde kaşları çatılan askere “ Efe Önal,” deme ihtiyacı duydum. Sanki rahatlamış gibi solumuştu bir anda. Oysa ben bunları yaşarken, her gün ölmek ne demekti, yaşamıştım. “ Üç ay boyunca İstanbul’daki her hastanede her morgda onu aradım.” Dediğimde devamı vardı, biliyor musunuz üç yüz otuz iki ceset gördüm, onu bulmak için demek istedim. Bulamamıştım. Cesedine dahi muhtaç kalmıştım. “Beni buldu, gel dediğinde gittim.” Dedim. “ Evet, size belki manyakça bir hareket gibi gelebilir. Ama o an benim doğrum oydu. Ve ben bir yakınımın daha kül oluşunu izleyemezdim.” Dediğimde kuruyan dudağımı ıslattım.
“Ona el uzatmak istedin,” dedi Demir. Ona bakamadım. Yalnızca kafamı salladım. Neden böyle bir soruyu sorduğunu biliyordum çünkü. Ruhunu bedeninden alan biriyken, mümkün müydü onu anlayamamak? Efe’ye sıkı sıkı sarıldığımda, onu bir çukurda bir başına bırakmıştım.
“ Bir konak tarzı yerdi. Kapıdan içeriye adım attığımda…” dediğimde annem gelmişti gözümün önüne. Bir ip geçirmişlerdi boynuna. Sessizce beni gördüğü camdan izlemişti. Biliyordu, onun celladı olacağımı. Ben onu görseydim… Başa dönmek yok.
“ Mafya ayağı olduğu aşikârdı. Belki daha fazlası. Araştırmama izin vermediler.” Dediğimde derin nefesle burnumun ucuna gelen barut kokusu kalbime doldu. “ Kapıdan girdiğimde, benim gibi içeride kanlar içinde kalmış bir kız daha vardı. Şöminenin başında oturmuş arkasında da…” Önümdeki adam, vardı demek istesem de sendelemiştim. Ama anlamışlardı, beni.
“Petek Şahin…” dedi asker her bir harfte dilenmişti sanki. Kafamı salladım ama sorguladım. Nereden biliyorlardı, Petek’i? O güvende miydi? Bu adam burada kaç gündür tutuluyordu?
Demir, dişleri arasından “ o, güvende.” Dedi tok sesiyle. Zihnimdeki sorulara cevap oldu. “Sende, güvendesin.” Dediğinde bana biraz daha yaklaştı. Ellerinin teması hiç kesilmiyordu, saçlarımdan. Ama bana kızgındı da. Biliyordum, belki dargında olabilirdi. El uzatmadığım için.
“Onun ile sorunu benden daha farklıydı. Beni bir sır perdesi diyerek…” dedim, tıkanmıştım. “ Bir hafta boyunca…” dediğimde gücümü toplamam gerekti. O evden çıktığımızda, tırnaklarımız bile ateşte yanmıştı. Geçmişti ve perdeyi aralamak istemiyordum. “ bir şeyler yaşandı.” İki bedende üstelemedi, biliyorlardı sanki neler yaşadığımızı. Gözlerinde o ince bir tel gibi süzülen şefkat vardı. “ Bir kapı vardı. Bana anahtar verdi. Açmamı söyledi.” Dediğimde gözümden bir damla yaş aktı, katillerde ağlardı. “ Kapıyı açtım, bu ellerle.” Dediğimde gözlerim ellerime değdi. İğrendim, bir kez daha. “Sandalye düştü… Urgan ip gerildi. Annem öldü…” dediğimde sesim, buz kesiyordu. Oysa hüngür hüngür ağlamam gerekti. Ben annemi öldürmüştüm. Yapamadım. Öylece ellerimi izledim. Kimse çıt çıkarmıyordu. Neden susuyorlardı? Oysa ben o gün gürültü arasında boğulmuştum, gözyaşlarıma. Ne yaklaşmıştım anneme, ne de gidebilmiştim asılı cesedinden.
Devam etmem gerekti. Hiçbir şey gizli kalmamalıydı, Demir için.“ Babam buldu bizi. Askerdi o zamanlar. Şimdi hangi konumda bilmiyorum.” Desem de asker üniforması ile görmse bile Demir ile yan yana görmüştüm onu. Defterime kazımıştım, ikisi arasındaki anlamsız bağı. Şüphe artıyor, şüpheliler genişliyordu. Vazgeçmediğim bir davam vardı, hala. O kız çocuğu için belki daha fazlası…
Bakışlarım önümdeki adama değdi. Hala başını yerden kaldırmamıştı. “Bitti artık, gidin dedi ve boyun eğdik,” dediğimde sesim titremişti.Tek bir damladan fazlası olmamalıydı. Ağlayarak o girdaba girmeyecektim. Çıkamazdım.
Soğuk bir ses ile “katil siz değilsiniz!” Dedi Akın’ın ardındaki asker. “ Annenizin otopsi raporlarında bir kurşunla öldüğü yazıyor,” dediğinde sadece yutkundum. “Kendisi de itiraf etti, kurşunu.”
Yıllarca kendimden soyutlayan o el… Annem ölmüştü, ben onu yaşıyor bildiğim saatlerde. Belki geçmiştik birbirimiz için yine de sıkı sıkı sarmıştık bağımızı abim içindi. Dünyamda kalan son kalp oydu. Ve beni iteleyen babam, katil olmadığımı saklamıştı. Neden yapmıştı, sorgulamaya bile ürküyordum artık. Bu oyuna adım atmam için beni görmezden gelmeyi seçen babamdı. Oysa bir zamanlar annemi ne kadar sevdiğini anımsıyordum. Sevgiyi bilen adam kızını bilmemişti.
Gözlerim kayıyor gibiydi. Bedenimden ruhumun ayrıldığını hissediyordum. Ellerim sıkıca eteğimin uçlarına tutundu. Hiçbir şey geçmiyordu aklımdan. Ne kendime kızabiliyorum, ne başkasına. Mum sönmüştü, anlattılar bana. Yalancı olmuştu sır perdesi. Aralandı bir dar ağacı. Annemin morlaşan boğazıyla. Hayat beni anneme döndürmedi, ilk göz açtığım gün gibi. Geçmedi elimdeki leke.
“ Gül..” dedi içten bir ses. Ama kulağımda boğuklaşıyordu. Eğilmişti önümde, puslu bir görüntüydü gözlerimde. Ellerime tutundu, elleri. “ Geçti, meleğim…” dedi yeniden. Eksikti, her şey gibi. Tamamladı, tüm eksiğimi. “ Şans meleğim… Umutsun, bak bana.” Dedi ıslak ellerini yüzüme değdirdi. Okşadı usulca.
Ve ben daha fazla dayanamadım. Eğilerek, boynuna ellerimi sıkıca sardım. Ağladım, sessizce. Kokusunu içime çekerek. Kimsenin soluğu karışmadı soluklarımıza. Birlikteydik, dört duvar arasında. Ama güvendeydik. Saçlarımı okşadı, geçti dercesine. Kokumu içine çekti, meleğim dercesine.
Beni yargılamadı.
Beni üstelemedi.
Benden iğrenmedi.
Sadece sarıldı, tüm sıcaklığıyla.
Bu adam, banaydı.
“ Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim…” dedim tekrar tekrar zihnimde ondan gizlediklerim için.
Benden ayrıldı. Yanaklarım avuçları arasında poğaça gibi şişmiş, gözyaşlarım ellerine değiyordu. Kâkülümü düzenledi. Boynumu okşadı. Yeniden yanağıma değdi. “ Biz aştık. Birlikteyiz.” Dedi acıya sarılmış gözlerle. Aşmış mıydım? Ona acımı yükleyerek, neyi aşacaktım? Acıya sarılmış gözlerin yükü ağırken, kamburuna ben binemezdim.
“Özür dilerim,” dedim. Yeniden. Tekrar ettiğimde kamburunu görmeyeceğimi düşünmem akıl karı değildi.
“ Gülüm…” dedi gözlerimden akan yaşları siliyor, sildikçe yenileniyordu elini yakan yaşlar. “ Bak bana, senin için varım. Yaşın yaşım, kaderin kaderim. Ben sendeyken, sen de bende kal,” dediğinde bana ne olduğuna dair hiçbir soru sormuyordu hala. Biliyordum içi içini yiyordu belki. Ama yapmıyordu. Ona anlatacağım günü bekleyeceğini söylüyordu, gizli gizli. Burnu burnuma değdi, elleri yüzümü sardı, yaraya merhem oldu. “ Ve bil Gül, dikenlerini kalbime batıracağını biliyordum. Dikenine hasret kalan adamım. Yaramı saran ellerinden çıkan kurşunu mu çok göreceğim kamburuma?” Dedi netliğiyle yıllar sonra bir kez daha kendini bana adadı.
Dudağımı hıçkırığımın devamını getirmek istemezcesine büzüldü. Titriyordu, çenem.
“ Seni seviyorum, ben.” Dedim boynuna yeniden atıldım. Hıçkırdım gözyaşımı. “Ekim yağmurundan beri…” dediğimde boynuna gömdüğüm yüzümü sakladım, dünyadan. Ağladım, içim çıkana kadar.
Bir o bildi.
Bir o duydu.
Bir o hissetti.
Kapı çalındığında, benden ayrıldı ve ayağa kalktı. Az önceki adam gitmişti, bir anda.
Üzerine çeki düzen verdi, gözlerini bürüdü hüküm verircesine. “ komutanım,” dedi emir ile kapıyı açan asker, bana soru soran Güler’di. Bana baktığında, rahatlamış gibi bir ifade belirmişti yüzünde. Gözlerimdeki yaşı silerek, tebessüm ettim. Elindeki tepsiyi masaya koydu. “Papatya çayı, yenge.“ dediğinde gözlerim Demir’e değdi.
Asker, selam vererek dışarı çıktığında elleri cebinde bana bakıyordu. “ Hatun, baş tacı. Bizde söz eriyiz.” Dediğinde karşıdaki sandalyeye oturmadı. Masaya dayandı, kollarını birbirine bağlayarak. Beni dünyamdan soyutlamayı kafasına koymuştu. O beni benden çok mu seviyordu? Bu mümkün olabilir miydi? Zihnimdeki kıyıma iten düşünceler, elleri arasındaydı. Bunu biliyordu ve beni yaşatmak için harbe giriyordu.
Şişmiş gözlerim ile güldüğümde yüzümün gerginliği tuhaf hissettirmişti. “Biliyor musun” dedim kafamı kaldırmış gözlerini izlerken. Önceye nazaran daha sakindi yeşil gözleri. Savruk bir dal değildi mesela. Kaybolmak istediğim vatanımın uçsuz bucaksız dağları olmuştu yeniden. Tebessüm etmeye devam ettim, her şeye rağmen. O, buna layıktı. Çok daha fazlasına… “Tam evlenmelik adamsın. Yaşadı seni alan.” Dediğimde başını usulca salladığında, dudağının köşesi kıvrıldı.
“ Yaşayacaksın, o zaman. Çünkü…”Dediğinde çaya uzandı. Üflediğinde benim sıcak sevmediğimi unutmamıştı. İçimdeki gül daha da büyüdü, tomurcuğu açılmaya yüz tuttu. Senin sayendeydi, Demir. Ve bil diye söylüyorum, sen bana her daim fazla olacaktın. Çünkü ben sana hiçbir zaman layık olamayacaktım. Kırık döküktüm, ben. Keserdim, yaraları. Elin varmazdı sarmaya, acından. Kısılırdı gözlerin çaresizlikten, izlemekten öteye geçemezdik ikimizde. Bana uzattığı çayı aldığımda, göz kırptı. “Benim gözüm sende,” dedi tebessümünü genişleterek. Bana seriyordu, kalbini.
“Biliyorum ki zaten.” Dedim çayımdan bir yudum alarak. Kaş göz yaparak masadaki çayı gösterdim.“ Sende içsene…” dediğimde ikiletmedi beni. Eline aldığı bardağı ile bir yudumda o aldı.
Aralandı kalın dudakları, “karşımda sen olacaksan, her gün içerim bu şeyi.” Dediğinde kaşlarımı kaldırdım.
Cilveli bir bakış atmak istesem de yapamadım. Hala içimde ufak sızı vardı. “ Papatya çayı, şey değil! Siniri yatıştırır, vücudu gevşetir,” diyerek bir yudum daha aldım. “ Bu dört duvarda sık sık iç, iyi gelecektir.”
İçli bir soluk aldı. “ Bunları yapacak bir şeyler biliyorum da… Görev başındayız, hatun. Akşam sana geleyim, istersen…”
Açıkça yürüyordu, liseli ergen gibi. “ İlk günden eve mi atacağım, seni! Edep diyorduk, Yüzbaşı!” dediğimde birkaç hafta öncesine vurgu yapmaktan kaçınmadım. Özel ve güzel anlardı. Bizdik çünkü. Sen ve ben değildik.
Alaylı bir sırıtış belli belirsiz yer edindi, zihninde. “Edebi sikeyim,” Dediğinde ellerini masaya koydu ve bedenini üzerime eğmeye devam etti. Aşağıdan bakış atmaya devam ettiğimde, “bana içinde sen olan her şey mübah!” dediğinde duraksadı, kurumuş dudağını ıslattığında, “ne ilk günü ayrıca…” dediğinde geveledi ağzının içinde. Bozulmuş muydu, gerçekten. Onu kast etmek istememiştim oysa. “ Tanışmamızın üstünde sekiz yıl geçti,” dediğinde duraksadı, daldı boşluğa.
Öksürdüğümde, çayımın son yudumunu kafama diktim. “Demir, ben buradayken neye dalıyorsun?” Dediğimde gözleri bana değdi, kaşlarımı çattım.
“Sana.” Dedi ve zor da olsa benim için bitirdiği çayım bardağını masaya koydu. Önümde eğildi. Ellerime tutundu, avuçlarımı öptü. “ Sen buradasın ve gerçeğiz.” Dediğinde dudağının köşesi havalandı. “ Hiç bitmesin, böyle bir hismiş Gül,” dediğinde başımı eğerek, tebessüm ettim.
Utanmıştım. Tekrar ona çevirdim, gözlerimi. “ Sende de ne cevherler varmış?” dediğimde dudağımı büzdüm. “ Lise de hiç böyle değildin. Beni gördüğün anda rahat dur Gül, demekten başka bir şey bilmiyordun.”
Derin bir tebessüm yüzünü boyadı. “ Aklına da kazımışsın beni…” dediğinde bana doğru eğildi.“ Böyle izle her zaman beni.” Dedi gururlu bir bakışla. Burnumu kırıştırdım. Parmakları burnuma değdi.
Hoşnutsuz bir ifadeyle homurdandım. “Ama beni susturduğun zamanlarda izleyemiyordum. Bir tek konuştuğumda bakabiliyordum yüzüne.” Dediğimde alaylı bir gülüşe döndü tebessümü. Bunu içimden söyleseydim çok daha iyi olacaktı. Bunun egosuyla kırk yıl dilinden düşemezdim.
“Bana baktığın anlarda, seni gözümden sakınamazdım.” Neden böyle demişti? Bana aşık olduğu için zarar verdiğini mi düşünmüştü, bir zamanlar? Hayatındaki en büyük zarar ziyan ben olmuştum belki de. Ancak bu adam hala kendini suçluyordu bana toz kondurmuyordu. Aşk buydu. Kördün, sevdiğinden gelen her engele.
Doğruldu, masadan ayrılarak. Bende ayağa kalktığımda, gözleri kıyafetimde bir tur gezindi. Bluzumun göğüs dekoltesi kıpırdandığım için yok denecek kadar az bir biçime gelmişti. Kaşlarını çattığında, derin bir soluk aldı. Ellerim ile omuz kısımlarından çekiştirdiğimde, sağ ve sol yakamı bana göre daha nazik bir şekilde birleştirdi. “ Ruh sağlığım…” dedi başını hafifçe sol eğdiğinde, “etraftaki can sağlığı için önemli… Öyle bakma hiç!” dediğinde hala yakalarımdaydı, yeşilleri.
Anlık bir çıkışla, “nasıl bakıyorum ki ben?” dedim.
Kaşlarını kaldırdığımda, “ beni boğmak ister gibi.” Dediğinde işaret parmağı alt dudağının köşesini kaşıdı.
Oyun oynamayı severdim, giderayak onu da bu oyuna çekmekten kaçınmadım, Tehlikeli oyunlara alışkındım. Ama o beni öldürmeye nefes aldığım her saniyede bir soluk kadar yakındı. Dikenlerini gösteren Gül, batırmasını da bilmeliydi.Kafamı sallayarak. “Seni boğmak istiyorum,” dediğimde dilini ağzının içinde döndürdüğüne yemin edebilirdim. “ Senin tarzında.” Dediğimde beni anladığında, burnunu kaşıdı. Derin bir nefes aldı.
Onu ardımda bırakarak, kapı dışarı çıkmıştım bile. Çünkü her ne kadar dile getirsem de utanmıştım. Adımlarım hızlandı. Belki bir gün kaçmazdım. Ansızın ardında beliren ben olurdum. Koşar gibi karargâhtan çıktığımda, elim kalbimde derin bir nefes aldım. Buram buram yağmurun değdiği toprağın kokusu burnumdaydı. Bir paslı barut kokusu kadar beni cezbetmese de gideri vardı.
Arabaya bindiğimde, derin bir soluk alarak çalıştırdım. Aklıma gelenler ile tebessüm ettim. Acımı bana gömdürmemişti. Aksine gözlerim önüne serdirmiş ve yüzleştirmişti. Ve ardından yaramı sarmıştı.
Telefon sesi ile yanı başımdaki çantaya uzanıp açtığımda mesajın ondan olduğunu biliyordum. Elime alarak hızlı bir şekilde açmaya çalıştığımda tedirgin olmuştum. Geç kalırım diye.
Yalancı Herif; Biliyor musun?
Yazmıştı ve devamında birkaç dakika telefonda mesaj yazmasını yeni öğreniyormuş gibiydi, yazıyor yazısı ile karşı karşıya kalmıştım. Alık alık önümdeki telefonda onu izliyormuş gibiydim.
Yalancı Herif; Hatun dedim ama sinirlenmedin. Bence bu bir işaret. Kaderimiz düğümlensin diye herhalde ama…
Yalancı Herif; Sen bilirsin tabi.
Dedi ve bir bildirim sesi daha düştü.
Yalancı Herif; Hatun ne derse o.
Güldüm, dişlerimi göstererek. Başımı kaldırdım ve karşıda merdivenin en üst basamağında kolon köşesine yaslanmış buraya tebessümünü etraftan sakınan adamı gördüm. Kaşları düz, ifadesi donuk olsa da bir eli boynundan düşmüyordu.
Tekrar telefona döndüğümde bir an olsun söndürmedim, yüzümdeki gülüşü. Ona uğrunda değerdi, erken yaşlanmak.
Şans meleğim; Âşıksın oğlum.
Yazdığımda anında ekranını düşmüş olan mesaj ile gözleri arabanın ön camından bana değdi. Dilini ağzının içinde gezdirdi. Çenesini ovdu. Tüm bunlar bir tebessüm meselesiydi. Gizlemek için elinden geleni yapsa da ona göz kırptığımda, dudağının sol köşesi usul usul kıvrıldı. Bağımsızdı kalbi, bedeninden. Benim içindi, kalbi. Kalbim gibi.
Yalancı Herif; Yanmışsın yavrum.
Yazdığında burnumu kırıştırdım. Dil çıkardım. Ne yaptığımı algıladığımda imdadıma yetişen yanına yaklaşan askerin söyledikleri olmuştu. Kaşları çatıldı ve bana baktı kısa bir süre. Ardından dudakları düz çizgi haline döndü. Sırtını döndüğünde kısa bir an tekrar bana döndü, göz kırptı ve karargâha girdi.
*
Sert ve tok postal sesleri bir an olsun sekteye uğramadı. Odasına girdiğinde masasının önündeki sandalyeye kurulmuş adam ile göz göze geldi. Kapı kolundaki eli gerildikçe gerildi. Bakışları katran karasaydı, Gül’ün birkaç dakika öncesinde olduğu gibi.
Katran karasaydı, Gül’ü. Bir zamanlar. Bu adam yüzünden.
Ardında bir ses, “ Evlat, yol vermeyecek misin?” Dedi Muharrem Kılıç. Nefesi bıkkınca dışa vurduğunda içeriye adım attı ve adamın geçmesine müsaade etti.
İçeriye geçen adamda karşı sandalyeye kurulduğunda kapıyı örttü. Ve masasının başıma adımladı. Bu denli zahmete giren iki adam nutuk çekmekten ötesini yapmıyorlardı kimi zaman.
“Tek bir soru!” Dedi Demir dişleri arasından Halit Alkan’dan gözlerini bir saniye kaçırmadı. Buz kesen odada soluk almayı ihtiyaç görmek istemiyordu. “ Biliyor muydunuz!” Dedi. Gül’ün yıllarına serilmiş vicdan azabını… Gül’ü koparmaya çalışacaklarını… Biliyor muydu, babası?
Yalnızca kafasını salladı, adam. Hiçbir pişmanlık yoktu, Gül’ün kehribarları gibi gözlerinde. Renk benziyordu ama his değil. Gül’de cennetin baharı vardı, Halit Alkan’da cehennemin ateşi.
Ayağa kalktı aniden. Üzerine atılıp kafa göz dalmak istedi. Üzerindeki üniforma içinde bulunduğu oda engel oldu, her şeye. Durdu öylece, nasıl bastığını bilmediği ayaklarının üzerinde. Muharrem Kılıç,” sen…” dedi Halit Alkan’a dönerek. Bunu bilmiyordu. Bilseydi, söz verdiği evlada bunu yapmazdı. Elinde yetişen çocuğa döndü. Geçmişteki Kurt’tan farkı yoktu, yüzüne yerleşen ifadenin. Bitirmişti, kalbine yazılmış kaderine yapılanlar. Yeniden. Yüzü gerildi, Orgeneralin. Söz verdiği çocuğa eliyle mezar kazmıştı, farkında bile değildi.
“Harekete geçmemiz için bir adım şarttı.” Diyen adam ile ikisi de yutkundu. Gerilen adam, “ bu proje hayata geçtiyse, benim sayemde!” Dedi zerre pişmanlık yaşamayan adam. “ Şafak Çemberi’ ni kâğıda döken adım ona ait.”
Öfke dolu ifadesinden ödüm vermedi. “Son adım da ona aitti bir zaman!” Dedi Muharrem Kılıç. Demir’e baktığında bu sırrı bildiğini anladı. Nasıl öğrendiğini sorgulamak istedi. Ancak zerre sır verecek biri değildi. Biliyordu ki kendine bahsettiği projenin baştan başa değişmesinin tek sebebiydi; katran karasına bürünen Gül. Onun içindi bu adamın, gecesinin gündüzüne karışması. Onu yem olarak attırmayacağı açıkça belli etmişti ancak Halit Alkan ile karşıya karşıya kalacağı gerçekti. Adam, başka bir çıkışın olmadığını düşünüyordu. Onlarca can için kızını ortaya koyardı. Bir beden onlarca çocuğa ışık tutacaksa kızı da buna razıydı. Biliyordu.
Ancak hesaba katmadığı kader vardı. Demir, uğrunda yandığı Gülün yanışını izlemeyeceğine ant içmişti bir kere. Asker adamdı. Andın önemini en iyi bilenlerdendi. Baştan sona değiştirdiği projeyi sunmanın yeri ve zamanıydı.
Masaya eğildi, elini sertçe koyduğunda gözlerinden akan nefret, Kurt’a aitti. “Cehenneme de gitse kaderim.” Dediğinde Halit Alkan’dan bir an olsun ayırmadı bakışlarını. “Gerekirse peşinde sürünürüm!” Dediğinde diri diri yanarım, yakarım demekten daha fazlasıydı, gözlerindeki ifade. “ Umarım,” dedi kasları seğiriyordu. “ Dışarıda yüz göz olmayız!” Dediğinde altında yatan tehdit açıktı.
Kap ağzına geldiğinde, “o benim kanım!” Dedi Halit Alkan. En ufak yenilgi kabul edecek değildi. İlk ve son yenilgisi Sezen Hanım, olacaktı. Elleri arasında can veren karısı… Kızına benzeyen kalbi. “Senin neyin oluyor, Kurt!”
Tek bir kelime adama yetti;
“CANIM!” Dedi. Kaderim, vatanım, bayrağım ve toprağım… Derdi uzun uzun anlatacak bir olsaydı, karşısındaki adam… “ Bu savaştaki galibiyetim,” Diyerek eklediğinde zapt etmek kelimesindeki ile bu kadar içli dışlı olmayı ilk kez tatmıştı. Çünkü kapıdan çıkan adama duyduğu nefret… Kendine duyduğu nefretten de büyüktü, artık. Kendine kızana kıyan adam, vatana şifa olur muydu?
Üçü de odadan çıkarak toplantı salonuna girdiklerinde, Yıldırım Timi dağınık otururken bir anda toparlanarak, masa başında toplanarak emir komutaya geçtiler ve masa tam olarak dolmuştu, artık.
Özgür atıldı, “ Akın Acar, on beşin şu anki vasisi Ölüm’ün sol kolu olarak geçiyormuş ta ki Savcı Hanımın esir düştüğü tarihe kadar!” Dediğinde Halit Alkan, sert bir nefes verdiğinde dudaklarını aralamak istedi ve vazgeçti. “ Savcı Hanım, göründüğünden daha değerli olabilir bu örgüt içinde.” Dedi ve söylemekten korkuttuğu gerçeği söyleyen Halit Alkan’a çevrildi tüm bakışlar.
“ Belki de bir zaaf…” dedi masadaki dosyadan aldığı bakışları Demir’i buldu.
Demir’in çenesi gerilmiş damarları ortadaydı. Burun delikleri genişledi. Solukları sıklaştı, kaybetme korkusu ile yüzleşti, bir kez daha. Halit Alkan ile çekişmesi olsa da haklıydı. Ölüm’ ün zaafı olma olasılığı çok daha yüksekti.
Ve Muharrem Kılıç, yanında zihnini boğan Demir için tek bir cümle diyecekti. Fazlasını bilirse yükü ağır olur, Gül’ünü ezerdi gözlerinin içine bakarak. “ Ölüm!” Dedi. Halit Bey’e baktı. Artık işlerin rengi değişiyordu. Yıldırım Timi; ya yaşayacaktı ya da Şafak söktüğünde ölecekti. “ Ölüm, bu proje için feda edilen ilk kişi ve adımı atacak son kişi olacak. O, bir İstihbarat görevlisi!” Dediğinde Demir’e kaydı, bakışları. Kısa bir süre dengesi şaşmıştı. Ama toparlamıştı.
“Akın Acar’ın yerini söyleyen ve gerekli belgeleri bize ulaştıran adam, kendisi!” Dedi Halit Alkan, gurur duydu omuzları. Bir asker için.
“Sandığımızdan daha yakınız, on beşin sahibine.” Dedi Ülkü, sert bir mizaçla.
Muharrem Kılıç, “ daha uzağız, Ölüm’ ün attığı adım bizi bir ay sekteye uğratıyor şüphe çekmemek için ancak… Onu beklemek zorundayız!” Dediğinde sert bir soluğu doldurdu, ciğerine. “ Bizi bekleyen bir sır perdesi var.” Dedi ve çenesini ovdu. “ Bekir’den ve Rus kızdan ne çıktı?” Diyerek asıl konuya döndü. Gözler Kağan’a döndüğünde, boş boş baktı herkese. “ Kızın sorgusuna sen girdin herhalde, tanıyormuş seni,” dediğinde Demir boynunu bükerek Kağan’a baktı.
“Komutanım, aileler tanışıyor,” dedi Kağan başlamadan bitirin der gibiydi.
Özgür girdi araya, “ ailelerin tanışma evresine Turgut Başkan bile bu kadar çabuk geçmemişti, komutanım,” dediğinde Kağan, üstlerin olduğu masada bir şey diyemese de bakışları çöm şey anlattı Özgür’e detaylı detaylı.
Ülkü araya girerek, “ komutanım kadının ailesinin herhangi bir bağlantısı çıkmadı. Amaç esrar satışındaki sevkiyatı üstlenmekmiş. Ki kadın bunu bilmiyordu. Yalnızca tablo sevkiyatı için burada olduğunu sanıyor,” dediğinde Kağan’ı kurtardı Özgür’den.
Serdar devam etti ardından, “ Bekir’e gelecek olursak komutanım! Adam ayaklı bombanın vücut bulmuş hali. Mardin’de ne kadar on beş yaşına yaklaşan çocuk var hepsini tek tek tespit edip çetenin eline verecek oyun düzeneğini kuruyormuş” dediğinde Muharrem Bey ayağa kalktı.
“Bekir’in yerini doldurmuşlardır bile. Gerekirse tüm çocukları tek tek takip edeceksiniz!” Dediğinde tek tek göz gezdirdi masada. “ Tek bir çocuk, hayal kurmaktan vazgeçmeyecek!” Dedi ve ardından kapıya adımladığında Halit Alkan’dan ayağa kalktığında, Demir ile göz göze geldi. Çok sürmeden o da kapı dışarı attı kendini.
Özgür kısa bir öksürük ile gelecek olana hazırladı Timi. “ Komutanım bizim maaşlar katlandı mı diye soruyordu, Yeni Çocuk.” Dediğinde Gürkan’ın gözleri fal taşı gibi açıldı. Öyle bir şeyi aklından dahi geçirmemişti. İtiraz etmek istese de üstü olan adama yalancı diyemezdi.
Demir sert bir üslupla, “ Katlandı. Gürkan promosyon alacak sana da özel promosyonu Kağan hazırlayacak.” Dediğinde Özgür, Kağan’a baktı. Kağan, Özgür’e. İkisi de birkaç saniye göz gözeydiler.
“Komutanım, ben sizden promosyon almaya razıyım,” diyerek Demir’e döndü.
Turgut araya girdi;
“ Sana rızan var mı diye sorulmadı.” Dediğinde Özgür memnuniyetsiz bakışlarını Turgut’a çevirdi. Ama bir şey demedi. Vicdan azabı ile yeni tanışmıştı. Petek’e söz verdiği için sakladığı gerçek ile. Bir bilseydi, topuğuna sıkardı Turgut Başkan.
“Haklısın, Başkan,” dediğinde hepsi Özgür’e döndü. Bu denli onay vermesi müşkül bir durum yarattı, timde.
Turgut, “ iyi misin lan?” Dediğinde Özgür kısa bir süre bomboş baktı.
“ Tanıştığım ilk esmer kız beni evine çağırdığında bile bu kadar iyi hissetmiyordum,” diyerek sakladı içini ezen sırrı. Çünkü klasik Özgür diyerek üstelemeyeceklerdi. Ta ki komutanı ile göz göze gelene kadar. Demir’ gözlerini şüphe ile kısmıştı. Turgut’a söylememekte kararlı oluşuna şaşırdı. Ricasına kırmayacak bahsetmeyecekti kimseye, kadın güvendeydi çünkü.
Komutanları ayağa kalktığında hepsi ayaklanarak yavaş yavaş kapıya doğru ilerlediler. Yönleri farklıydı her birinin. Bir arada aileydiler, her şeye rağmen.
Demir, içindeki hesaplaşmaya bir ses aradı. Adımları arasında. Kapı dışında, bayrağın altında durdu. Ve izledi bayrağın dalgalanmasını. “Evlat…” dedi Huysuz İhtiyar’ı aratmayan şefkatli sesiyle. “ Nasılsın?”
“Nefesim tıkanıyor ama bunu canım bilmesin, İhtiyar.” Dediğinde elleri cebinde yine bayrağı izliyordu. Yanındaki adam ile. “ Aklımın içi de kalbimin içi de o dolmuş.” Dediğinde içini döktü yıllarını eline verdiği adama. Aksi takdirde Halit Alkan’ı öldürmek için birçok sebebe yol açacaktı, nefesi. “ Saçının teline bile dokunmaya kıyamadığım kadına neler yaptıklarını…” dediğinde duraksadı. Bu kulaklar duydu, bu kalp izledi, diyemedi. Gözünü kapatarak açtığında, “canına kıyılmasını izleyen, vatana sefa olur mu…” dediğinde Muharrem Kılıç’a döndü.
Başı gökte olan adam, yutkundu. Bakamadı yanı başındaki vatan evladına. “ Vatana gömülen canda cananda, sefasıdır bu bayrağın” dediğinde üzerini düzenleyerek, “Canı, cânânı, bütün varımı alsın da Hûda,” dedi ve Demir’e döndü. “ Şair yazmış bunu yıllar öncesinden. Biz bir şey desek de… El avuç, kalmaz.” Diyerek Demir’in omzuma dokundu. Sana inanıyorum, dedi elleri. Dudaklarından dökmedi, faydası yoktu sözlerin bu adama. “ Geç kalmadın hiçbir şeye. Git, canına cananına dört elle sarıl tıkanan solukların bir cevap bulur kendine.” Dediğinde ardına döndü ve ilerledi içinde kalmış geçmişiyle.
Bekledi öylece. Tekrar baktı al bayrağa. Bir dilek istedi, kendinden; beni ondan ayrı bırakma, dedi yeniden. Elleri ellerime, gözleri gözlerime denk düşsün, dedi. Bana mezar kazdırma, demek istiyordu. Dili varmıyordu.
“Komutanım,” dedi Kağan. “Çok bakmayın da nazar değmesin,” dediğinde Demir’in yanı başına adımlarını mıhlamıştı.
Kağan’a dönen bedeni ile belli bir süre tip tip baktı. “ Değse sana değerdi, lan!” Dedi ve bir kez daha Kağan’a bir emir verecekti. “ Paspal adamsın dedik, yıllarca, evimi temizledin sanki!” Dediğinde aklı sabah çorapla bastığı ıslak terlikte kalmıştı. Sadece Kağan, demesi bile Kağan’ın evde görünmez olmasına yetmişti.
“ Evlenin, komutanım.“ dedi hızla karşılık verdi. Başını salladı sağa sola salladı, Demir. “Götle don gibi kaç sene aynı havayı soluyoruz, değişiklik şart!”
Demir kısa bir süre düşündü ve sordu. “Bıktın mı lan, harbi?” Dediğinde yersizce kuruldu Kağan’a.
Kağan, sırıttı. Bayraktan aldı, gözlerini. “Komutanım bir an bana naz yapacaksınız, sandım! Ödüm bokuma karışmadı değil!” Diyerek Demir’e değdi gözleri. Omuzları inip kalktı. Tebessümünden. Kısa bir süre sonunda söndü tebessüm. Dudağı sadece kıvrılmıştı, artık. “ Ölüm ölüme dirim dirime,” dediğinde yıllardır birbiri için dile getirdikleri o sözü söyledi. Ya birlikte ya hiçti, onlar. İkisi kardeşti. Kan kardeşi de olmuşlardı, birbirinden öldüresiye nefret ettikleri yıllarda.
Demir omuzları dik devam etti, “ kansa kan, cana can!” Dediğinde omzuna değdi, Kağan’ın. Diğer eli işe burnunu kaşıdığında, alayı gizlemek istedi. Ama Kağan biliyordu, bir şeylerin geleceğini. “ Kadın, Rusya’ya deport edilmiş.” Dedi ve elini omzundan çekti. “ İstersen yıllık izin yazdırayım. Aramızda bir hatır meselesi var…” dediğinde Kağan’ın burum delikleri genişledi.
Dua et rütbelisin, diyordu bakışları Kağan’ın. Derin bir nefesi içine doldurdu. “ o kadar yitirmedik komutanım.” Dediğinde kast ettiği aşktı. Ona bakan adamı görmüştü. Nasıl günler geçirdiğini hala unutmamıştı. Sikik sikik acı çekmek yerine vatanıma dağlarım yüreğimi, demişti Kurt’un göğsündeki izi gördüğünde. Devam etti. “Aklı başında adamım, ne işim olur elkızı ile.” Dedi ve bitirdi. Ne aşk ona yanardı, ne de o aşka kanardı.
İkisi de sessizce çıktı karargâhtan. Adımları artan yağmur şiddetine rağmen yavaş yavaş lojmana doğru yol aldı.
“Sen git eve, gelirim ben,” dediğinde yağmur hızla yere düşüyordu. Kağan, nereye gideceğini bildiğinden sorgulamadan kafasını sallayarak adımlarını hızlandırdı.
Demir ise emin adımlarla Gül’e doğru ilerledi. Binanın önüne geldi ve durdu. Geç kalmayacaktı. Gül’e mesaj atmak için telefonu çıkardığında ekrana damlayan yağmur damlalarına ağzının içinde bir şeyler sayıkladı. Ekranındaki damlaların engel olduğu telefona dümdüz sövüyordu.
Evine gitseydi, daha arkadaşlarına bir şeyler söylemediği açıktı. Efe’nin şaşkınlığından. Rahatsız ederdi, onu. Yeniden ardını döndü. Parkın solundan dolanırken, diğer tarafta üzerinde - yağmur altında ağlarken minik bir çocuk ile gönderdiği- kendisinin olan ceket ile kafasını kaldırmış yağmura meydana okuyarak elindeki alışveriş poşetleri ile adım atmaya çalışan Gül’ü gördü. Büyümüş ama kalbindeki çocuğu dünyasından saklayan Gül… Bu kadın benim kaderim, dedi yeniden.
Kaderine düşen gonca Gül’ün ardından yaklaşarak, yanağına öpücük kondurduğunda, irkildi. Ellerindeki poşetler kayıp gidecekken, tuttu Demir.
Ani bir sinirle ne dediğini algılayamadı, Gül. “Bana bak, bir çarparım…” dediğinde yağmurdan gözlerini açamayan kadına hayretle baktı.
“Ne dedin?” Diyerek başını sola eğdi.
Panik bir halde, “ay!” Dedi ve tenine yapışan saçlarını iteledi. “Yanlış oldu, gerçekten!” Dese de laf ağzından çıkmıştı.
Demir, bir elindeki poşetler diğer eli ile saçlarını düzenledi. “İçinden bana dair neler geçiyor, daha çok ilgimi çekti.”
“Daha önce ilgini…” dediği an Demir etrafta göz gezdirdi hızla. Dudağına dudağını bastırdı, çok sürmeden lafını kesmeye yetti Gül’ün.
Geriye çekildiğinde, “ beni seninle sınama, kaybeden sen olursun.” Dediğinde Gül’ün yüzüne yerleşen mağrur ifadeye gözlerini verirdi.
“Ne yapıyorsun, ulu ortada yerde be adam, biri görünce ne der? ” dediğinde burnunu kırıştırdı ve yüzünde cilveli bir tebessüm açtı. “ Hem… Beni öptüğünde…” dediğinde bir adım attı önündeki adama. “Kaybedeceğimi düşündüren ne?”
Demir, dudağındaki yağmur damlalarına rağmen diliyle dudağını ıslattı. “ Kaybetmez misin? Sonuçta seni öpen benim.”
Alayla dudağının köşesini kıvırdığında, içli bir nefes aldı. “Uyanıklık yapma!” Dediğinde bir adım daha attı, Gül. Burun buruna denecek kadarlardı, artık. “ Beni öpsene dersen de öperim seni,” dediğinde sol yanağına sulu bir öpücük bıraktı. Onun naif öpüşünün aksine.
Derin bir soluk ile ciğerlerine yağmurun bile sökemediği nergisin kokusunu içine çekti. Dünyasına, kaderini ekledi yeniden. “ Gül…” dedi ve kehribarlara kenetlendi. Bakıyordu, aşk ile. Hissediyordu, bu defa. İntikam hariç her türlü duyguyu görmüştü onun gözünde. Sonsuz sürmesi için kendini ortaya koyacaktı, Gül’ün renginde aşk bulan adam.
“Hımm…” dedi cilveli cilveli. Bunu en son dediğinde neler olduğunu biliyorlardı. Ama Demir, kendini dizginledi. Çünkü geciktirmemesi gereken bir teklif vardı. İlk adımı atmadığı sürece ardı hiç gelmezdi.
Başını hızla toprağı delen damlalara doğru kaldırdı. “ Bir yağmur altındayız. Ekim ayında...” Dediğinde güldü, içten. Bir ekim ayında, yağmur altında aşık oldum ben sana. Gül’e döndüğünde tıp ki minik Gül gibi dilini çıkarmış yağmur damlalarını tadıyordu. Dünyasından sakındığı ruhu, Demir’e açmıştı.
Kendini izleyen adama döndü. Sessiz kalmıştı, devamını getirmemişti kelimelerinin. Birbirine değdi, gözleri. Birisi aşk ile bakıyor birisi alacağı cevap için sabırsızca kalbine sahip çıkmaya çalışıyordu.
Demir’in yağmur damlalarının çarptığı dudakları aralandı;
“ Benimle çıkar mısın?” Dedi en mutlu oldukları anı buldu;
“ Bir Ekim ayında, yağmur altında…”
Yutkunamadı, Gül. Ona anlattığı her cümleyi hafızasına kazıyan adama kendini fazla gördü. Gözleri bir an olsun ayrılmadı, yağmur damlaları altında akan yaşları görülmezdi, öğrenmişti bunu. Ama Demir onu da görecek kadar kalbineydi, ilmek ilmek işlenmişti benliğine. “Ben…” dedi dudaklarına çarpan gözler ile duraksadı. “Yetebilir miyim?” dedi.
Yeter miydi, adamın dünyasına?
“Beni sana hiçbir zaman çok görme.” Dedi kalın ve net sesi, dünyasından çıkardığı o ruhu okşuyordu. Kadın farkındaydı adamın haberi yoktu. Olsaydı yine dünyasını kadının elleri arasına koyardı. Kalbini koyduğu gibi. “Her gidişine alışırım, bunu sindiremem.” Dediğinde alnı alnına değdi. “Ben sende kalmışken, sen de bende kal Şans meleğim,” dedi.
Dudaklarındaki ıslaklığa değen, sıcağında kavrulduğu ten cevap olmuştu, Demir’e…
Okur Yorumları | Yorum Ekle |