
Bir sabah uyanıp, yağmur altında tutunduğum oyuncak bebeğim ile sırılsıklam olana kadar beklediğim o güne dönmüştüm. Umutlarımı saran yeşil sarmaşıklar, yağmur ile yıkanarak arınıyordu. Yine de meydan okuyordum, bana geleceğini hissederek göğe. Çünkü toprak kokardı, beklediğim. Çekerdi yağmur, bana doğru. Bunu bilerek kimi zaman pencereyi aralık bırakır, toprağın kokusunu burnuma çeker güven doldururdum kalbimi. Nefes bile almadan. Saatlerce benimle kalsın diyerek dilerdim, kimi alacakaranlıklarda. Öyle biri geçmişti, benim dünyamdan. Aslında kendimi kandırıyordum. İçinde büyüyememiş çocuk bırakan asılı bedenler gibi… O benden geçmemişti. Hatırlıyordum. Bana bir şekilde sevdiğim adam, Kurt’u anımsatıyordu. Bu ilk sefer de değildi. Göğsündeki iz… Asker yeşili gözleri… İçine çekildiğim dünyasında bana olan bakışları… Ve elime değen eli. Biliyor musun, Kurt? Sen gibi hissettiriyor bana. Elimi tutup, öylece bakan sen gibi. Bana kıyamayan kınalı asker yarısı, sen gibi. Altıncı hisler diyerek bana beyaz yalanlar söyleyen sana inanıyorum. Her daim. Ve yakılan ateşe itiyorum bu adamı, senin için.
Yeniden. Yeniden. Yeniden.
Kaderimin ağında debelenen sarmaşıklarım kalbime doğruydu. Hepsi bu adam sayesindeydi. Dudaklarındaki sıcak temasımı kestiğimde yağmur damlaları okşadı, benim yerimi ele geçirerek. Geriye kaçtığımda, elime sardı elini. Benden gitme dercesine. Tebessüm ettiğimde, yağmurun ıslattığı saçlarım alnımı açmıştı. Kâküllerimi hissetmiyordum ve onun çatık kaşlarının odağı alnımdaki ufak yaramdaydı. Annemden bana kalan bir parça. Hata demeliydim. Onlarca kez özür dilemişti annem. Onu affetmek zorundaydım. Çünkü ebeveynler her daim haklıdır, diyerek büyüdüm. Mesleğimde ise potansiyel suçları yüksek olan insanların katillerinin ebeveynler olduğunu öğrendim. Hiçbir şey göründüğü gibi değildi. Katildi, aileler. Gözlerinin feri sönmüş ruhların celladı… Hiçbir şey bize öğretilen doğrular gibi de olmayacaktı. Biz kendi doğrumuzu çizerek, hayatta kalmayı öğrenecektik. Katiller kervanına el değdirmemek için.
Başını eğerek, alnıma ıslak bir öpücük kondurdu. Yarama. Yüzümdeki tebessüm genişledi. Geriye kaçtığında, alık alık sırıtmaya devam ediyordu. “ Demir…” dedim nazlı nazlı.
Elimi sıkı sıkı tutarak, yağmur eşliğinde yürümeye başlamıştık bile. “ Söyle, yavrum,” dedi hiç bekletmeden. Bana geç kalmaktan korkarcasına, kendine daha da çekti, sardığı elimi. Parmaklarımı naifçe okşamaya devam ederken, sağ eli ise poşetleri sıkı sıkı tutuyordu ki ara ara hışırtı sesleri deliyordu yağmurun şiddetini.
“Sen ve ben…” dediğimde elimdeki parmakları duraksar gibi oldu ve tekrar devam etti.
İçli bir nefeste, “ biz, olduk.” Diyerek netlikle bana hissettirmek istedi. Ve başarmıştı. “Bak…” dedi birbirini ısıtan ellerimizi omuz hizama kadar kaldırarak. Ardından başını eğerek, elimin üzerini gözlerimin içine bakarak öptü. “ Başardım…” dediğinde yüzündeki egonun yoğunlaştığı gözlerime çarpıyordu ve bunu da sevmiştim ben. Mutluydu, oldukça. Mutluydum, mutluluğu ile. Her daim.
“Biz vallahi olduk,” diyerek onu destekledim. Gülüşüm gözlerine yansıyordu. Ve tebessümü büyüyordu. İlerlemeye devam ederken, sessizce mırıldanmaya devam ettim. Yağmuru pek sevmediğini biliyordum… Yine, yeniden beni yalnız bırakmak istememişti. “ Hasta olursan…” dediğimde bakışları yandan yandan beni bulmuştu. “ Beni suçlama.”
“Kalbimin yakıldığı günden beri hastayım, sana…” dediğinde bakışlarım postallarından gözlerine çıktı. Çünkü bu sözlüğümüzde nefes almaya çalıştığım anda bile seni düşünürüm ben… Ölürken bile, sensin kapanmasını dilediğim yaram. Tekabülü buydu. Yeşil gözlerinde. Elimi saran ellerinde.
Saçları dağılmış, gözleri yağmura kafa tutmuş bir şekilde beni izlemekten vazgeçmiyordu. Parmak uçlarımda yükselerek, dağınık kumral saçlarını düzenledim. Benden başkası böyle görmesindi. Ayaklarım yere değdiğinde, “ya ben hasta olursam…” dedim cilveyle.
Dudağı kıvrıldı. “ Beni dava et, meşgul olduğun anlardan seni görmek için bahanem olur,” dediği an burnumu kırıştırdım. Ellerimizi çözmeden burnuma dokunarak, tekrar aramızda yerini aldı, sarmaşık misali.
Adımlarımız bina önünde mıhladığımızda bedeni karşıma aldım. “İkinci kez yağmur altında sırılsıklam oldun.” Dediğimde benim yüzümden demek istiyordum, devamında.
Müsaade etmedi. Alnımı minik bir buse ile taçlandırdı. “ Dört...” dedi fısıldarcasına. Kaşlarım havalandı. “Dört oldu…” dedi içine doğru.
Başımı sola doğru eğerek, “ sen…” dediğimde içime kaçan titrek sesime yağmurda eşlik ediyordu. “ Hep benimleydin.” Diyerek tamamlamayı başardım. Uzaklarda bir yerlere dalan o çocuk bana siperdi. Ben ise mezar başında ona üstten bakan o kızdan fazlası olamamıştım. Bir dalım hep vardı, ben kırıp tırnaklarım ile toprağı kazıp gömmeye çalıştım. Hiçbir acı duygusunun yeşertmediği kalbim ile.
Özür dilemek istesem de bana fırsat vermeden, “ ben senden hiç gitmedim ki.” Dediğinde gözlerimin en derinine bakmaya çalışıyordu. Gör, bil, duy… Dercesine haykıran gözleri ayazda solmaya yüz arayan yapraklar gibiydi. Dalgalan acısını saklamak istemese de zorundaydı. Birinden giderken acını paylaşman gerekti. Ben onunla tüm acılarımı paylaşmıştım. Canını yakarak. Hiç azap çekmeden. O ise… Annesinin ittiği hiçlik çukurunu üstün körü görmeme rağmen elimden çekip almamıştı yanına. Ona onlarca fırsat doğurmuşken. Bana kıymaya razı gelmeyen kalbiydi. Kanunu buydu, bana olan hislerinin.
Belki de benden hiç gitmek istememişti. Belki de… Fazlaydı, onun gözlerinde. O benim her zerremi kabul etmeye gözleri bana değdiği her an gönüllüydü.
Parmak uçlarımda yükselerek boynuna atladım, bir hızla. Sıkıca sardım ellerimi. Şah damarını öperek, boynunda gizledim, gözlerimi. “ Yavrum, yol ortası yine bir Nebahat Hanım vakası yaşamayalım.” Dediğimde kaşlarımı çatarak, geriye çekilsem de boynumdaki ellerimi çözmedim.
“Ne o Sıla ile yedi düvel adını duymuşken havan hoştu.” Diyerek yüzünde gezdirdim, kısılan gözlerimi.
Bir eli anında belimi buldu. Biraz kendine doğru çekerek, aramızdaki mesafeden hoşlanmadığını pes etmeden bana göstermeye devam etti. “ Ben yedi düvele diyeceğimi dedim.” Dediğinde dudağımı büzerek, kafamı salladım. “ Benim beklediğim sensin. Bekleyeceğimde sensin.” Dediğinde üzerime eğildi. Dudakları arasından taşan soluğu burnumu sıyırıyordu. “ Sen benimsin.” Diyerek dudağımın üzerindeki beni öptü bir hızla. Alayla sırıtarak geriye kaçtığında arsızlığına kaşlarımı çatmaya devam ettim. Bana diyen adama baka! Yol ortasında beni öpüyordu. Arsız herif, diyerek homurdandığımda hoşuna gitmiş gibiydi ki çene gamzesini görmüştüm.
Dudaklarımı araladığımda bir kedi miyavlaması böldü. “ Bunu ben yapmadım,” diyerek bana bakmasına karşın bir açıklama yaptım. Etrafa bakındığımda görünürde bir şey olmasa da cılız bir ses miyavlamaya devam ediyordu. Ona doğru döndüğümde gözleri ardındaki bir noktada sabitti. Sanırım benim görmediğimi görmüştü. Asker olmasının artıları, çakma savcı olmamın eksileri.
Baktığı yere baktığımda bir ağacım dalında ürkek bakışlar ile bekleyen minik bir kedi hiç kesmediği miyavlamaları ile umut arıyordu. Oraya doğru adımladığında takip ederek, yanı başında durdum. “ Ağaca çıkamazsın,” dediğimde ona doğru döndüm. Bana tuhaf bir cümle kurmuşum gibi bakıyordu. Ağacın gövdesi ıslaktan kayabilirdi. Kedi de ürküp tehlikeli bir manevra yaparak, düşebilirdi.
“Hiç bakma öyle!” Dediğimde derin bir nefes çekti ciğerine. Üniforması gerildiğinde pazılarından kaçırmaya çalıştığım gözlerim ister istemez ilişmişti. Derin bir solukta ben göğsüme doldurduğumda, “ Omzuna binsem kediye uzanabilir miyim, acaba?” Diyerek gözlerimi kısarak aradaki mesafeyi kaba saba bir hesapla ölçmeye çalıştım. Daha önce omzuna bindiğim için beni taşıyacağını biliyordum.
Bacaklarıma değen elleri ile bir anda kendimi sağ omzunda bulmuştum. Ağzımdan kaçan küçük çığlığa engel olamadım. Ona üstten baktığımda, kediyi işaret etti, masumluğuyla.
Kediye uzandığımda, ağacın gövdesine doğru kaçarak, patilerini hızlı hızlı hareket ettirerek aşağıya indiğinde ilerlemeden bir tur ona bakan afallamış gözlerimize baktı ve ardına bir kez daha dönmeden gitmişti. Bizi kandırmıştı. Demir’in omuzları hareketlendiğinde güldüğünü anlamıştım.
Ben bir şey demeden, ardımızda yükselen sesler ile Demir’in omzuna değdi bir elim. Hala ayakları yerden kesikti. Ve en ufak yakınmada bulunmadan beni omzunda taşıyordu.
“Erkeekk ya…” diyen Efe ve Özgür’dü. Arkalarında beliren bir ekip vardı. Timi olmalıydı, Ülkü’den anladığım kadarıyla. Hepsi şaşkınca Demir’e bakarken aralarında birkaçı kaçamak bir şekilde sırıtmaya çalışıyordu. Onlar ile göz göze geldiğimizde Demir’in omzuna vursam da beni yere indirmeye niyetli değildi.
“İndir beni rezil rüsva oluyoruz el aleme?” Dediğim de herkes tanıdık bir yabancıydı içinde bulunduğumuz zaman diliminde.
Milim oynatmıyordu beni. “Elalem ne derse desin, sen benimsin yavrum.” Dediğinde kalçamı oynatmak için çabalasam da bacağımı sıkıca saran eli ile duraksamam gerektiğini anlamıştım. O da elinin yanlış yerlerde gezindiğini anlamış gibiydi ki usulca bedenini eğerek ayağımı toprak ile buluşturdu. Her ne kadar istemiyor gibi görünse de.
Efe’nin aniden ortaya girmesi ile herkesin odağı olmuştu. “ komutanıma ben haber verdim,” dediğinde gururla göğsünü kabartıyordu. “ Geçen gün… Gece yarısı bizim kızı arıyordu, zahmet olmasın dedim,” dediği an Demir’in çatık kaşları Efe ile yüz göz olmaktan gram memnun değildi ancak peste etmiyordu. Ben ise geçen günün detaylarını vermediği için şükrediyordum.
“ Gece gece komutanımı uykusundan etmişsin yenge,” dedi Özgür ima ile öksürerek. Ben anlamaya çalışsam da etraftaki insanlar bu imasının altında yatanı anlamış olacak ki gülmemek için direniyorlardı. Ülkü bile… “ Helal olsun, her baba yiğidin harcı değil,” diye de eklemişti. Daha sessizdi bu defa sözcükleri. Demir ile göz göze geldiğinde geleceklerini planlamaya başlamış gibi bir müddet bakışma içerisine girdiklerinde, öksürdüm.
Eğilerek, fısıldadım; “Onlar bana yenge diyorlar,” diyerek yan yan gözlerine baktığımda, “sen beni anlattın mı?”
Eğilerek eşlik etti; “ Sana olan bakışlarımı görmüyor musun, ele veriyorum kendimi.” Dedi çocukça bir masumlukla. Yanaklarını sıkmak, saçını okşayıp kokusunu göğsümde saklamak istiyordum şu anda.
Tekrar ciddi ifadesi ile karşıdaki bedenlere dönerek, “ ne geziyorsunuz gidin dinlenin diye izin verdik,” dediğinde Efe’de dâhil her bir beden sesini duyduğunda toparlanma gereği duymuştu.
Ülkü’ye bitişik olan adam, “ Komutanım…” dedi ve burnuna giden parmakları yüzünü gizlemeye yetmiyordu. “ arkanızdaki poşet…” dediği an gözlerim pembe renkli olan poşete basmasına ramak kalan postallardaydı.
Şu an tüm beyin fonksiyonlarım Demir’in postallarını yakmam gerektiğini söylüyordu. İçimi kemiren sinire karışık bir şekilde, “sakın kıpırdanma, aşkım!” diyerek koluna tutundum. O kupalar için tam iki ay beklemiştik, Umay ile. Kırılırsa Umay’dan önce ben kendimi affetmezdim. Kırılmış dahi olabilirdi, yere bırakıldığı için.
Demir’den heyecana karışık şaşkınlık nidası döküldü. “Aşkım…” diye tekrarlayarak bana yükselmeye niyetliydi.
Aynı saniyelerde eş zamanda, “aşkım…” diyerek şaşkınlık emarelerini gizleyemeyen karşımdaki askerlere kaydı, bakışlarım.
Bakışlarımız. Demir’in yüzünü işgal eden öfkeye karşı hepsine kal gelmişti. “Lan… Siz değil, benim aşkı.” Demir’deki bakışlarım hayıflanırcasına bir ifadeye büründüğünde, elimi tutarak, aramızdaki mesafeyi kapatmıştı.
İki dakika romantik olalım diye beklemiştim. Yine de adana damarlarını atamıyordu. Keko falandı ama banaydı, kalbi. “Söylemesen anlaşılmayacaktı, zaten… Dağ ayısı…” diyerek sessizce homurdandım.
Ülkü araya girerek, tebessümü ile “ komutanım… Siz de istirahat etseniz iyi olur gibi… Ama yine de siz bilirsiniz, tabii” dediğinde haklı dercesine başımı aşağı yukarı salladım.
Özgür araya bodoslama dalıverdi. “ Niye kız, komutanım aşkı olunmayacak adam mı?” diyerek Ülkü’nün koluna yavaşça kolunu değdirdiğinde muhabbetleri kendi aralarına sığdırmışlardı.
Aralarından en küçük olduğunu düşündüğüm çocuk, “ asker adamı kim sevmez, değil mi yenge,” dediğinde Ülkü’nün yanı başındaki asker derin bir solukla tüm sıkıntısını doldurmuş gibiydi, göğsüne.
Tüm bakışlar ona döndüğünde, “ yeni çocuk, hepimiz askeriz ya burada.” Dediğinde kaş göz yaparak komutanını gösteren aralarında en ciddi olan asker sonunda konuşmuştu. “Komutanım gibi askeri kim sevmez de bir dahaki sefere.” Diyerek dişleri arasından konuştu. Demir’in sabrı taşıyordu ki solukları sıklaşmış ve bakışları sinirle çevreleniyordu.
“ Görev yazılmadan biz ufaktan yol alalım,” diyen Efe’ye ani bir dönüş yaptığımda yüzümü buruşturdum. Kendini iyice aralarına sokmayı başarmıştı. Onlardan biri sanıyordu, kendini. Öyle olmak istediği anlar olduğunu biliyordum, yanımda olduğunda. Eski asker olması, belki de onlara daha da çekmişti.
Onlar yavaş yavaş ilerlemeye devam ettiğinde, yerdeki poşetleri almak için eğileceğim sırada Demir benden daha atik davranarak kavradığı poşetler ile bana doğru döndüğünde, bina kapısını gösterdi. “Kapıya kadar.” Dedi ve ilerlememi istedi. Önünde yürürken, ardımdan geldiğini bilmek güven hissini aşılıyordu bedenime. Buna ihtiyacım olmasa da bana değer veren biri olması hoş hissettiriyordu.
Üçüncü kata geldiğimizde anahtarları çantamdan çıkartarak, kapıyı açtığımda hızla ardımda döndüğümde, dudağına takılmış saç tutamlarımı çekerek, gülümsedim. “Papatya çayı içersen, gelebilirsin…” diyerek nazlı nazlı baktığımı düşünüyordum. Hasta olabilirdi çünkü benim için sırılsıklam olmayı göze almıştı. Ve kıyafetleri hala nemliyken gönlüm el vermiyordu. Papatya çayı içerken ekşiyen suratı gözümün önüne geldiğinde… Tekrar içmek gibi bir hata yapar mıydı, emin değildim ama bir şekilde sıcak içecek içmesi iyi gelirdi.
“O sikimsonik şeyi…” dediği an reddedecek diye korkmuştum. “ Bir tek sen için içerim” dediğinde geçmesi için yol açtığımda bana öncelik tanıyan oldu. Ayağımdaki topukluları çıkardığımda, o da poşetleri kenara bırakarak postallarını çıkardığında, içeriye girdim. Beni takip ederek, eline aldığı poşetler ile mutfağa kadar sessiz bir serüven gerçekleştirdik. Sandalyeyi çektiğimde, otur dercesine baktım. Elindeki poşetleri alarak. “ Bende anlarım çaydan falan.” Dediğinde ardımda kalan bedeni görmese de tebessüm ettim. Oturmak yerine yanı başımda beklemeyi tercih etti.
Cilveyle ona baktığımda, elim poşetten çıkardığım kupaya sarılıydı. “Başka nelerden anlarsın falan, anlatsan ya bana…”
Gülümsedi, içten bir şekilde. “Çiçekten, renkten, müzikten, danstan… Hepsi de sana çıkıyor, şansa bak ki…” dedi ve ona bakarken dudağımı büzdüm. Rengi şu anlık çözemesem de hepsinde beni hatırlaması, hatıralarına ilmek ilmek işlemesi kalbimde tatlı bir sızıya nedendi. Kendini beğenmişçesine sırıtmaya başladığında devam etti. “ En çokta senden.” Dediğinde eğilerek saçlarımı öptü uzun uzun.
“Sana çok tatlısın desem…” dediğim an kaşları hızla çatıldı. Kahkahamı tutamadım. Böyle dememden hoşlanmıyordu, nedensizce. Anımsadıklarım ile ani bir şekilde gözlerim daldı. Tebessümüm hüzne el sallıyordu, biliyordum.
Tuhaf bir tınıyla seslendi. “İstersen de… Sinirlenmedim.” Dedi telaşın beslediği belliydi sesini, ifadesini, bedenini. “ Gözlerin dalıyor,” dediğinde eli belime değdi. Naifti dokunuşu. Okşuyordu belimi yavaş yavaş. “Böyle dalma ben yanında değilken bile.” Ona bakmıyordum. Ancak daldığım her yerde onun yüzü vardı, benden. Yanımda değilken bile.
“Ama ben daldığımda da seni görüyorum ki zaten…” dediğimde kafamı sallayarak ona doğru döndüm. “Yani… “ diyerek elimdeki kupayı tezgâha koydum ve omzuna elimi usul usul çıkardım. “Benim için her yerde sen varsın, oğlum.” Dediğimde az önceki endişesi yavaş yavaş kaybolmuş yerini gamzesini belli edecek kadar içten bir tebessüme bırakmıştı.
“Gülüm, öyle dersen…” diyerek bana ayak uydurdu, çekinmeden. “ Gecemi gündüzüme katarak yanarım sana…” Dedi, bir elini tezgâha değdirdi diğer eli belimi okşamaya kararlıydı.
Göğsüme değen üniformasının nemli olmasını köşeye çekip atamadım. “ Yok, böyle olmayacak üzerini çıkar.” Dediğimde gözleri açıldı.
Kafasını sola doğru yatırarak, “ne?” demişti sorgularcasına.
“Ne demek ne?” dedim çattığım kaşlarım ile ellerimi bel boşluklarımla buluşturdum. “ Üzerini çıkar, hasta olacaksın, ben sana bir şeyler bulup geliyorum.” Kaşları havalanmış bir vaziyette bana bakmaya devam ediyordu ve belimdeki eli gerilmiş olsa da durmadı. “ Seni çıplak görmemişim gibi bakmayı keser misin?” dedim bir hızla bakışlarına karşı kendimi savunurcasına. Odasında çıplak bir vaziyette karşımda dikilen boylu poslu adama gittim, bir an. Karşımda olmasına rağmen.
“Gördün mü?” diyerek dudağının köşesini kıvırdığında, “ benimki de soru mu, görmüşsün ki unutamamışsın.” Diyerek üstten bir bakışla beni süzdüğünde gözlerimi devirdim.
Sert bir soluk aldığımda, halinden gayet memnundu. Ben utanmıştım ama. Aklıma gelen her şeyi dile dökmemem gerekti. Bunu öğrenmem gerekti. Bana bakmaya devam ediyordu. Değerli biriymişim gibi… Gözlerinin içine yansıyan sırrıydım, sanki. “Edep sınırı var, Yüzbaşı” diyerek homurdandım ve mutfak kapısına doğru ilerledim.
Soluk sesini işittim. Ardımdan, “ hatırla, yavrum.” Dediği an eridim. Bir daha desene. “Sınırları senin için sikip attım.” Dediği an hastanedeki durumsuz durumumuz zihnimde canlandığı an içimdeki sızı diz boyuydu, artık. Onda da öyle miydi? Yutkunduğumda, hızlı adımlarla odama girdiğimde derin bir nefes aldım. Kalbime değen titrek elim… Nefes almam gerekti. Liseli âşıklar gibiydim. Aşktan kadın misali nefesimi kesiyordum. Onun için. Zaman gelir belki yedi yirmi dört salya sümükte ağlardım. Canına can verirdim. Kalbimin orta yerinde hüküm kuran adama. Aşktandı. Zaten… Aşkın içinde mantık gezmezdi ki. Dudaktan dökülen kelimeler… Gözün gördüğü kelimleler... Kalbe dokunabilen kelimeler… Mantıksızlıkla dolup taşsa da ucunda aşkın kırıntısı vardı. Çekip saklardın yara bere içindeki göğsünde. Merhem misali sarardı belki de. Ya da kabuk bağlayan yaralarını kanatırdı, dökerdin bir damla gözyaşını kalbindeki hükümdara. Yine de vazgeçmezdin. Çünkü aşkın canına susamak için çıkmıştı bir defa bu yola.
Dolaba doğru adımladığımda, kapağı açtım. Üzerime siyah bir bluz, siyah bir eşofman giyerek kirli sepetine attığım kıyafetlerimin ardından onun için yeniden dolaba döndüm. Birkaç kazak vardı, erkek reyonundan aldığım. Sorgulamaya gerek yoktu. Erkeklere daha güzel kazaklar yapıyorlardı ve bunlarda benimde hakkım vardı. Elime geçen bordo kayık yaka kazağı elime aldığımda, içine sığacağını düşündüm. Oldukça boldu, elbise görevi görüyordu odamın içinde dolaşırken. Altına eşofman tarzı bir şey baksam da hiçbir şey bacağından geçmezdi. Tek bir bacağı, benim bacağımdan dört taneye tekabül edebilirdi. Yine de elime en uzun olan eşofmanımı alarak, kapıyı açtım. Mutfağa girdiğimde, kupaları yıkamış ve dizmiş ardından da çayları yaparak kupalara koymakla meşguldü. Ama sen böyle olursan ben sana daha da kalbimi adardım.
Sessizce kapıya yaslanmış onu izlemeye devam ettim. Evin içinde elimden tutan birileri… Arkadaştan öte olan kalp. Yabancı kalmıştı, bana. Ve tattığım his, iliklerime işliyordu, yenikçe. Garip gelmişti. Oysa arkadaşlarım hep elimden tutmuşlardı, dört duvarımda. Ne diye sekteye uğramıştım? Çünkü bu şefkate sarılan sevgi değildi. Bencilliğe gizlenen aşktı. Daha önceleri bana uğrayan sonu hüsran olan… Bu defa o kadar uzak değildik, sonumuza. Mutlu son olurdu, belki. Hayata tutunmuş kaderlerin ne getireceğini kim bilirdi? Açardın kapını, sabah saatlerinde. Alırdın içeriye külden doğmaya çalışanı. Sıkı sıkı sarardın yanacağını bilsen de. Buna kaderine sahip çıkmak derlerdi. Oysa yaşamaya çalışmaktan başka bir şey aklına gelmezdi, senin o an. Çünkü sardığın kül uçup giderse pencerenden, geriye bir ışığın kalmazdı nefeslerinde.
“ Bende seni istiyorum,” diyerek bana omzunun üzerinden baktığında kupaları eline alıyordu. Ona doğru adımlayarak ellerindeki kupaları almak istesem de havaya kaldırarak, izin vermedi. “Elin yanacak,” dediğinde kaşları çatıldı.
Yüzümü buruşturdum. “Çıtkırıldım değilim, ben. Bir şey olmaz.” dediğimde daha da ekşidi yüz ifadesi.
Bardakları mutfak masasına koyduğunda, omzuma attığım kıyafetlere bakış attığında, soluk aldı. “Çok şey olur, sözümün konusu sensin.” Dediğinde gözlerimi belertmemek için kendimi zapt ettim.
Omzuma attığım kıyafetleri alarak, eline tutuşurdum, sinirle. “ Sola dön ve benim odamda değiştir, üzerini.” Dediğimde dudağını ıslatarak, ilerledi. Ben ise çektiğim sandalyeye oturarak elimdeki sıcak çay ile onu bekledim. Soğumadan gelebilirdi, umarım.
Ancak on beş dakika olmasına rağmen gelmemesi kafamı karıştırmıştı. Ayağa kalkarak elime aldığım çaylar ile odamın kapısına geldiğimde, bardağı yavaşça kapıya çarparak ses çıkardığımda, “ olmadı,” dediğinde kapıyı açtım ve aralığından ona baktığımda yüzümdeki tebessümü gizlemek için odayı tavaf ettim. Kazak olmuştu ve bordo da yakışmıştı. Ancak elindeki eşofmana o kadar garip bakışlar atıyordu ki… Aralarında husumet var sanırdı görenler. Altında üniformasının pantolonu kalmıştı. Bana değen gözleri ile “sakın gülme,” dediği an benden kopan kahkahaya sert bir soluk çekmekten başka bir şey yapamadı.
Usulca içeriye girdiğimde, çayı uzattım ona doğru. “ Çayı içmekten kaçamazsınız, Yüzbaşım.” Dediğimde dilini ağzının içinde gezdirdiği belliydi. Eline aldığı çayı gözlerimin içine bakarak, shot atarcasına kafasına diktiğinde, gözlerim irice açıldı. Henüz soğumamıştı. Dili yanmıştı kesin. Yüzünü ekşiterek bana baktığında, yüzümü ekşiterek eşlik ettim.
“Dilin yandı mı,” diyerek elindeki bardağı aldığımda odamdaki masaya koydum.
Elinde sıkı sıkı tuttuğu eşofmanım ile bana bakmaya devam ediyordu. “Bilmiyorum, bakabilirsin.” Dediği an bir müddet bekledi. “ İstersen hissedebilirsin de. Orası sana kalmış.” Diyerek beni baştan aşağı süzdüğünde, içli bir nefesi göğsüne çekti ve bir adım yaklaştı. “ Çayını iç, soğutmadan. İkimizi de yakacağım, yoksa…” dediğinde bakışlarım yüzünde gezinerek bir adım da ben attım.
Çayı kafama dikeceğimi bilmişti. Elimden hızla aldığı bardak ile dudaklarıma değen ılık tenine göz yumdum. Yavaşça üst dudağımı emdiğimde, onun aksine ben ısırdım. Dudaklarımdan kaçmadan, ağzımın içine doğru konuştu. “ Yanan ben…” dediğinde her kelimesi ile dudakları dudaklarıma değiyordu ve bundan zevk alıyordum. “Senin yanmana izin verir miyim sanıyorsun?” Tebessüm ettiğimde dudaklarım aralandı ve hiç kaçınmadan, yeniden dudaklarını dudaklarıma bastırdı. Daha sert bir şekilde öpüyordu, bu defa. Ellerim nemli saçlarına giderek, sıkıca tutundu.
Dudaklarından ayrılmadan konuştum. “ Elini tutup o ateş çemberine girmek istiyorsam…” Sık solukları dudağımı yalıyordu ve bedenime nüfuz eden etkisine karşı diz çöküyordum. Sende benimsin, değil mi? Ben sana böyle yenikken… Sen benimsin, değil mi Demir?
Dudaklarında peydahlanan sinsi bir gülüş ile “yanlış sınırlar,” dedi ve elindeki çayı ardımda kalan masaya koydu, üzerime eğilerek.
“Ama sevgilinim, artık.” Diyerek dudaklarına değdirdim gözlerimi. “ Belki de hayatına eşlik edecek kadın olacağım.” Nefesim taşsa da asiliğimden ödün vermedim. Gelecekte mesleklerimizden dolayı çok büyük çatışmalar yaşayacağımızı biliyordum. Biliyordu. Çünkü ben inatçı, işimde bencil, başına buyruk, canını zerre düşünmeyen bir kızdan fazlası değildim. Rüzgârla savrulmayı, yağmurla hayata sarılmayı öğrenmiştim. Çok konuşarak tüm dertlerimi gömerdim, derinlerde sır gibi sakladığım enkazıma. Ben hayatta kalmayı benliğimi saklayarak öğrenmiştim.
Bir kız çocuğunun saklandığı bedenimi gören adam için çabalardım ama. Her şey için.
“Gerçekten olur musun?” dedi, gözlerinde beliren bir ışıltı kalbime değmişti. Gülümseyerek ona bakmaya devam ettim. Masaya koyduğu çayı alarak, dudaklarıma götürdü ve bekledi. Bir yudum için. Nazlı bir bebek gibi hissetmiştim. Çaydan aldığım yudum ile burnumu kırıştırdım, kâküllerimi düzenledim, boynumu kaşıdı.
“Gerçekten,” dedim geç kaldığım cümlesine karşı. “ Ne de benim sevgilimsin…” diyerek sardım kollarımı beline. Saçlarımın kokusunu içine çekti ve öptü. Oysa yağmurun ıslandırdığı saçlarım kokmuyordu bile. Yine de sarılacak, kalbine konduracak bir his bulmuştu ki öpücüğü ile de taçlandırmıştı.
Elindeki kupamı bırakmadan, diğer eli nazikçe saçlarıma değdi. “Şunu bir daha desene…” dediği an geriye çekilsem de kollarımı belinden çözmedim. Rahattım onunla.
“Sevgilim…” dediğimde kaşlarını kaldırdı, çocuksu masumiyeti ile. Bu değildi. “ Oğlum…” dedim ve alnı alnıma değdi, kahkahası ile. Bu da değildi. Başka ne demiştim ki ona? Aklıma gelen ile bencil bir tebessümü yüzüme sardım. “ Hıımm...” Diyerek biraz daha temasımızı arttırdım. O da bu durumdan oldukça memnundu ki geriye kaçmaktansa bana yaklaşmayı tercih ediyordu. “ Ne kaldı ki başka, bilemedim…” dediğimde elindeki bardağı alarak, geriye çekildim. Birkaç yudum daha aldığımda, gözleri boynuma kayıyordu. Son yudumu da içerek, gözlerine çıktım usulca. “ Yalancı Herif…” diye eklediğimde bir elini üniformasının cebine koymuş diğer eli yeni çıkan sakallarını kaşıyordu. Ve beni baştan aşağı süzmeyi de ihmal etmiyordu kısılan gözleri.
“ Sana söyleteceğimi biliyorsun.” Dediği an bir adım daha geriye kaçtım.
Omzumu silkeledim. İçine gireceğimiz durumlara bağlıydı. Ancak şu anda söylemeye niyetli değildim. Çabalasındı. “Önümde diz çökersen, belki… ” dediğimde gözlerinde beliren koyuluklar ile yutkundum.
Eli çenesinde, dili ağzının içinde bir tur döndü. Emindim. “ Pozisyona gerek yoktu, yavrum. Önce sen daima.” Dediğinde yutkundum, kıpırdayamadan. Ensemdeki tüyler diken diken olduğunda, nefesim kesik kesikti artık. Başlattığı ateş çemberine beni çekmeye razı gelmiş miydi? Eğer öyleyse bu benim en büyük artım olacaktı.
Kalçam ardımdaki masaya değdiğinde, başımı kaldırarak gözlerimizi kenetlemeyi seçtim. Devam ederse, durdurmayacaktım. Çünkü istediğim bu adamdı. Uzun zamandır. Kolları ile bana çember oldu. Ellerini masaya değdirdiğinde, dudaklarıma yaklaştı ancak istediğimi bana vermedi. Tenimiz değmese bile soluklarımızı ılıklığı bedenlerimizi sızlatıyordu. Ve yayılan sızıya göz kapattım. Kısa bir süre. Gözlerimi açtığımda, yeşil gözlerini arzunun ve şehvetin ele geçirdiği karanlığa teslimdi. Yine de bekliyordu. Onu süzdüğümde, kanım alev almıştı sanki. Dengemin şaştığını hissediyordum. Saç tutamı kulağımın arkasına aldığımda, yutkunmaktan başka bir şey yapamadım.
Yanağına sulu bir öpücük kondurdum. Yanaklarına avuçlarımı sardım. “Ne yaptığının farkındasın değil mi, yavrum…” dedi fısıldayarak. Kelimeleri yüzümü yakıyordu. Farkında değildim. Hem de hiçbir şeyin. Başımı salladım, yavaşça. “ Ne yapmalı, bizi…” dedi fısıldamaya devam ederek.
“Sikeyim şafakta kalan çemberi… Sen için her şey mübah, bana.” Dediğinde gözlerindeki zevki görüyordum. Bacaklarıma dolanan elleri ile beni makyaj masasının üzerine oturttu. Ben ne olduğunu anlayamadan, ellerimi belime doladığında, nefesim benimle değil gibiydi. Çok uzaktan geliyordu sesler. Tenimde gezinen titreme ile yüzü daha da yakınımdaydı. “ Kıyım sen olacaksın, biliyorum.” Dediğinde sesinin sıcaklığı aralık dudaklarımdan içime sızıyordu. Onu hissediyordum. Tadını almak istiyordum, artık. Kayan gözlerimi kapattım. Dudağıma dudağını bastırdığında asla naif hareket etmiyordu. Sanki tükenecekmişim ve o bundan mahrum kalacakmış gibi sertçe öpüyordu. Alt dudağımı çekiştirdiğinde, etimi sıyırdığını düşündüm. Boğukça ağzının içine inlediğimde daha da bastırdı dudaklarını. Ellerim boynundan saçlarına değdi. Sertçe çektiğim saçlarına karşı boğukça mırıldandı. Terk etmedi dudaklarımı. Önce alt dudağımı sonra üst dudağımı tatlı bir şekilde çekiştirerek aramıza nefeslerimizi kattı. Bir milim uzaklaşmıştı. Sık nefeslerinin yüzüme çarpması her daim hoşuma gidecek gibiydi. Gözleri dudaklarımdan bir an olsun ayrılmadı. Başparmağı ile çekiştirdiği tenimi okşadı. Naifçe yeniden öptü. Yüzünde bir tebessüm belirdi. Saçlarını karıştırmaya devam ettim. Dudağımın üzerindeki beni uzun uzun öptü. “ Burası için bile kül ederim, her şeyi.” Dedi karanlığıyla boğulmuş sesi zevk doluydu. Benimle alıp veremediği neydi bilmiyordum ama daima önceliği oymuş gibi öpüyordu her defasında.
Ellerim yüzünü sardığında, uyuşmaya başlamış tenimin altı alevlenmişti. Bacaklarımı bacaklarına sardığımda, kalçamdaki elleri daha gerildi. Ona yaklaştım, masa üzerinde kalçalarımı iterek. Hoşuna gitmişti. Kalçalarımı sıktığında, tırnaklarımı yüzünden boynuna geçirdim. Alt dudağımı ısırdığımda, alaylı bir gülüş yüzündeydi. “ Amına koyayım, çizdikleri sınırların.” Dediğinde beni kucağına almıştı. Boynuna doladığım kollarım ile ilerlemeye devam ettiğinde dudaklarının içine kayan dilimi, emdi. Beni içten dışa tüketiyordu. Dudaklarımı sertçe öpmeye devam ettiğinde, ara sıra ağzıma dilini sokuyordu ve dillerimiz ritim tutuyordu. Emiyordu dilimi. Dudağımı ısırıyordu. Ama aşağıya inmiyordu. Benden gelecek bir adıma bakıyordu. Hazır olduğumu hissettirecek bir adım…
“ Demir,” dediğimde sesim bana ait değildi. “ Demir…” dedim yeniden. İsmi bir lütufmuş gibiydi aklımı yitirdiğim saniyelerde. Araladığı dudakları arasından diline ulaşan bendim, bu defa. Sıcak baskısı beni terk etmesin istiyordum. Ben onu istiyordum. Zevkin sardığı sızımın çaresi olacak olan onu. Dilini emdiğimde, bir şeylerin dağılma sesi gelse de ben duvara yaslı bir halde gayet rahattım. Kendimi ona itelediğimde, beni daha çok bastırdı bedenine. İnledim, kaçan soluğumun ardından. Pes etmedi. Boynuma doğru indi. Önce naifçe öptü. Daha sonra sert hamleler ile emdi, yaladı. Dişleri ile izler bıraktığına emindim. Her öpüşü bir öncekinden daha sertti. Acıyordu ama ardından gelen sızıya ihtiyacım vardı. Ona gelmek için. Doruğa yaklaşmamıştım bile.
Sırtından kayan parmaklarım, tenine değmediği için öfkelenmiştim. Bunu anlamıştı. Sinirlenmemden oldukça memnundu. Ama ben değildim. Geriliyordum ve ateş git gide boğuyordu bedenimi. Durmaması gerekti. Devam edip benim ateşime ortak olması gerekti. “ Söyle,” dediğinde kalçalarımdaki elini sıktığında, başımı geriye attım. “Sikeyim yavrum, bana fazlasını bahşetme. Durmam için neden ver.” Diyerek onu dizginlememi istiyordu açıkça. Demeyecektim. Bu defa sona kadar gitmek istiyordum. Artık aramızdaki düğümler sıklaşıyordu çünkü. Birbirimize attığımız her bir adım daha sıkı bağlayacaktı, kalplerimizi.
“Yıllar önce de sendeydim…” dedim ve dudağına minik bir buse kondurarak kaçırdım dudaklarımı. “Seni istiyorum…” dedim yeniden öptüm ve kaçtım. “Yıllar sonra da seni isteyeceğim…” diyerek üst dudağını emerek ısırdım. Sertliği göbeğime değdiği an başımı geriye atmak zorunda kaldım. İçimden kaçan inlemeye engel olamıyordum. Boynuma kondurduğu ıslak öpücükler ile bacaklarım arasında zonklayan sızı çileden çıkartacak kadar alabora ediyordu. İlerlediğimizde sırtım yatağım ile buluşmuştu. Üzerime eğildiğimde, yeniden dudağımın üzerindeki beni öptü.
Yavaş yavaş bluzumun açıkta bıraktığı köprücük kemiğime doğru yöneldiğinde, ıslak öpücüklerini mahrum bırakmadı, ısırdı. Bluzumun altında kalan göğüs uçlarım sıcaklığı ve ağzının yakınlığı ile gerildi. Aklımı kaybediyordum, altında. Üzerimdekileri çıkartıp, köşeye atması göğüslerime ağzını değdirmesi için her şeyi yapacak kadar uçuktum.
Kazağının altından sızan ellerim, karın kaslarını hissediyordu. O da benim gibi yanıyordu. “Dokun bana,” diyerek yalvardım.
“Önünde diz çökmeden…” dediğinde geriye doğru çekildi ve bacaklarımdan tutarak yatağın ucunda doğrulttu. “ yavrum, asla…” dediği an yatağın ucundaydık. Dediğim cümleleri bu kadar ciddiye alması şu an beni sinirden çatlatabilirdi. Geriye doğru gitmek istesem de neye ihtiyacım olduğunu biliyordu. Gözlerimin içine bakarak, üzerime yeniden eğdiği bedeni… Bacaklarımın arasına sızan bacağı, klitorisime bastırdı. Nefes nefeseydim. Nefes bile almadan. Nasıl nefes nefese kalmıştım, bunu dahi sorgulamayacak kadar kendimde değildim. Bedenim hareket ettiğinde bacağındaki temas yayıldı. Omurgamdan aşağıya inen sızı, ona aitti. Baskıyı hissediyordum ve devamını diliyordum, gözlerimdeki istek ile.
Bir hızla kavradığı kazağını çıkardığında, açılan evin kapısı eşlik etti ona. Gözlerini kapattı, derin bir soluk aldı. Sakinleşmesi gerekti. Benimde sakinleşmem gerekti. Mümkün müydü? İkimizde bitap düşmüştük. Devamız birbirine değmesi gereken tenlerimizdi.
“Gülce… Müsait misiniz?” dediğinde gözlerim irice açıldı. Ne demek müsait misiniz? Efe’mi söylemişti ona? Hızla doğrularak, üzerimi düzenledim. Bakışlarım ona kaydığında yatağa yatmış, tavan ile bakışırken oldukça keyifsizdi. Bir şeyler mırıldanıyordu ama aklım Umay’daydı.
Kapıya adımladığımda, tekrar koşarak ona ilerledim. Üzerine eğilerek, dudaklarına minik bir öpücük kondurduğumda geriye kaçmama izin vermeden koluma tutundu. “Üzerine bir şeyler giy.” Dedi uyarı niteliğinde, boynumu okşayarak. “Bir dahaki sefere Mardin’i ateşe verip, sevişeceğim, seninle…” dediğinde aklı hala dudaklarımdaydı. “Diğer türlü olurumuz yok.” diyerek yakındı sesinin ılıklığı ile. Gitmem gerekti, üzerime bir şey geçirip. Umay hemen koyuverdiğimi öğrenirse ipimi çekebilecek kadar asi biriydi.
“Biliyor musun, hala seni istiyorum,” dediğimde üzerine daha da eğildiğimde, ellerim yavaş yavaş karnından aşağıya kaydığında, yüzümdeki tebessümü genişleterek uzaklaştığımda, sikeyim demekten başka bir şey yapamadı.
Dolaptan aldığım boğazlı kazağı üzerimden geçirirken, o da toparlanmış olacak ki ayağa kalktı. Kapıya ilerlediğimde eli kapı kulpuna benden önce ulaştı. “ Şans meleğimsin… Unutma,” dediğinde ardımdaki bedeni bana yaslıydı. “Elbet kanadın bana değecek, kaderin kaderimde.” Diyerek eğildiğinde yanağıma sulu bir öpücük kondurdu.
İkimizde de arda arda çıktığımızda, Umay’ı hemen karşımızda görmeyi beklemiyorduk. Elinde mavi kulplu kupası ile hasar kayıt testi yapıyordu. Uğruna iki ay sırada beklediğimiz o meşhur kupa sağlamdı. Bakışları bize değdiğinde, öksürerek salonu tavaf etti. “ Hoş geldiniz, ayakkabılarınızdan sizin olduğunuzu anlamalıydım.” Diyerek ters düz bir cevap verdi. Demir’e gözlerini kısarak bakıyordu. Tartmaya çalışıyordu, davranışlarını. Benimki çokta umursuyor gibi görünmüyordu.
“Hoş buldum,” dedi yalnızca. Başka ne diyebilirdi ki? Sevişmemizin içine ettiğin için seni tebrik ederim mi diyecekti? Hiç memnun olmadığı ifadesinden belliydi, zaten.
Anlamsız soğukluğa son vermek adına, “ üzerine bir şeyler verdim, sırılsıklam olmuştu. Yani bana yardım ettiği için.” Diyerek saçmalamamaya çalışsam da elde değildi.
Beni onayla dercesine ona baktığımda derin bir soluk aldı ve “ sırılsıklam oldum yardım ettiğim için bana bir kazak verdi,” dediğinde oldukça ciddiydi ifadesi. Beni tekrarlamaktan değil de bozulan dakikalarımızdan dolayı memnuniyetsizdi. Bunu yansıtmaktan gocunmadı. Koluna çaktırmadan vurmayı denemek istediğimde, vazgeçtim. Hareket etmeyeceğini düşünüyordum çünkü.
Umay ise bize kafasını sallayarak mutfağa doğru usul usul ilerlediğinde, “ıhlamur yapacağım, içer misiniz,” dediğinde Demir’in çenesi daha da gerilmişti. Gülmemek için içimdeki derin savaşa direniyordum.
“Ben ek mesaiye gideceğim,” dedi kalın sesi ile. Reddetmişti, birkaç saat öncesine kadar müptela olduğu bitki çaylarına karşı kin duyduğu aşikârdı artık. “ Ek mesai.” Dedi bana bakarak. Derin bir nefes aldık, eş zamanlı. “ Ülkedeki bitki çaylarının hepsini satın alıp, herkesi hasta etmek için ek mesai şart.” Diyerek dişleri arasından konuştu. Yapabiliyorsan yap, dercesine baktığımda ifadesindeki ciddiyeti bozmadan yanağımı öptü. Bana sinirliydi, kendine sinirliydi. Ancak aramızdaki bağa tutkuyla sarılıydı, hala.
Kapıya doğru giderken, eşlik ettim ardından. “Üniforman…” dedim ani bir duraksamayla. Hızla odaya girdiğimde, dosyalarımın yere düştüğünü yeni fark etmiştim. Kapı aralığından baktığımda, hızla toplamaya çalıştım gelişigüzel. Yatağın altına iterek, üniformasını elime aldığım gibi odamın kapısını kapattım. Hızlanan soluklarım ile kapı ağzında durduğumda, kaşları kalktı ve beni süzdü.
“ Sende kalsaydı, Gül.” Dediğinde kesik nefeslerimi aceleci tavrıma yormuştu. “ Gelir alırdım, bir yağmur gününde,” diyerek imayı gözüme soktu.
Nazlı bir edayla, süzdüm baştan aşağı benimkini. “Hep sen mi adım atacaksın?” diyerek kapı ağzında ona sokularak, mırıldandım. “Birazcık…” dediğimde başparmağım ve işaret parmağımı birbirine yaklaştırdım, gözlerimizin arasına getirerek, “ ben sana koşayım.” Diye tamamladığımda gözleri ardımda kaydı ve hızla üzerime eğilerek, dudağımı öptü ve geriye çekildi.
“ Meleğim…” dedi başını hafifçe sola eğerek. Oysa benim kaşlarım çatıktı. “ Şans meleğim…” dediğinde kaşlarım düzene bindi ve gülümsedim. “ Kaybolurum bak, bana gel diye.” Dediğinde koluna vurduğumda acımadığını biliyordum ama yüzünü buruşturdu.
Açtığı kapı ile yere eğilerek, postallarını giydiğinde alttan bana baktığında, “şunu bir kez desene. Bak önünde diz çöktüm.” Dediğinde kaşlarımı hayır dercesine kaldırdım.
“Bu sayılmaz ki…” dedim.
Başını eğerek, benden sakladı, yüzünde açan tatlı tebessümü. “ Diyorsun…” diye mırıldandı kendine. Dudağımı büzdüm. Diyordum, evet. Söz konusu, bizdik. Sen ve ben değil. Ve bir bütün müydük şimdi? Sırlarımızı birbirimizden saklarken. Harabe bedenlerimiz altında yatan mezarlarda gerçekler vardı. Biliyordum. Biliyordun. Ama yine de yaklaşıyorduk adım adım. Kıyım birbirimiz olacakken bile uzak duramayacak kadar derinlerde kalmıştı bağımız. Kaderimin ellerinde olması, kaderini kalbime teslim etmesi bu savaşta en büyük yenilgisi olacaktı, biliyordu. Bile bile ölüme yürüyen bir adama siper olmaktan fazlasını yapmak istiyordum.
Kalbi yanan geçmişime…
Önümde eğilmesini kast ederek “bir yaran mı açılır yoksa…” diyerek fısıldadım.
Ayağa kalktı, kapı pervazına dayadı dirseğini. Eli ensesine değdiğinde, “senden gelecek yarayı saran…” dedi bir milim kadar üzerime eğildi ve devam etti. “ Sen ol yeter ki…” diyerek fısıldadığında sesinin sıcaklığı sızdı, dudaklarım arasından. Kalbime işliyordu, her bir hücresini. “Ben göğüs germesini bilirim.” Dediğinde alnımı uzun uzun öptü ve geriye çekildi. Onda açtığım hangi yarayı kapatmıştım ki, açacağım bir başka yarayı kapatabilecektim? Söylediklerine o kadar inanıyordu ki… Bir an ben bile yenilecektim, kararlı gözlerine. Oysa hiçbir şey bildiğimiz yoktu, geleceğimize dair. Düşüncelerimin beni kemirdiğini hissetmişti. Beni hep gördüğü gibi. Yine görmüştü, duymuştu ve biliyordu. “ Bırak tesadüflere kanalım.” Diyerek bana tebessüm bahşetti. Elimi tuttu, sıkıca. Parmaklarıma değdi, gözleri. Düşünüyordu ve ben onu bilemiyordum. Bundan rahatsız olmuştum. Onun beni ezbere bilecek kadar tanıması nasıl mümkün oluyordu da ben burnumun ucunda gençliğimi geçirdiğim adamı göremiyordum? “Ellerim ellerinde yansın…” dedi, gözlerinin değdiği parmaklarımı okşayarak.
Dudaklarımdan ansızın döküldü. “Birlikte bitelim?” Bu bir soruydu. Göze alacak mıydı, yaşayacaklarını? Tahmin ediyordu, başımıza gelecekleri. Ama geriye adımlamaktansa bana kollarını açmaya devam ediyordu ve suçlu yine ben olacaktım. Çünkü verilmiş sözlere boyun eğeli çok uzun zaman olmuştu. Yakın bir zamanda Savcı olacaktım, burada. Yanı başındaydım. Ve üzerinde çalıştıklarında gözüm vardı. Uğrunda bir kız çocuğunun kendini feda ettiğini sineye çekmeyecektim. Kim olursa olsun. Ben de bir kız çocuğu olmak isteyenlerden olduğumdandı belki. Başaramamıştım. Erkenden büyümek zorunda bırakılmıştım, yanlışlarımla. Sokak ortasında etrafım kalabalık ama yalnızdım. Zihnim curcuna içinde kasılırken bile beni boğan his, kimsesizlikti. Annem yanı başımda, babam ülkenin herhangi bir yerinde. Ben öylece kapı aralığında. Kimsesizdim, içine düştüğüm madde çukurunda. Eli bana değen yine bu adamdı. Ona zarar ziyan olacağımı bilmesine rağmen bir an bile adımları geriye olmadı. Bazen konuşmamdan hoşlanmazdı, o kadar. Aslında kimsesizken bile ellerime yakın elleri… Nefesime yakın nefesi… Bedenime siper olan bedeni… Ulu orta yerde onu kimsesiz bırakan da ben olmuştum. Bunu dile getirmese de.
Bırak aşkımız öldürsün bizi… Bir gün. Deseydim. Ben senin yerine de ölürüm diyecek tipi vardı.
Göğsünde sakladığı bana rağmen mesleğim gözümün önüne geldiğinde duraksıyordum. Üzerine gidilen her ne ise yollarımız o kesişmede ayrılıyordu.
“Öyle olsa bile…” diyerek kaşlarımı çatarak, ayağımı izlemeye devam ettim. İçsel dertlerime dalıp gidiyordum yeniden. “İşimizde mesafeyi korumak gerekli,” diyerek içten içe kendimeydi, tüm yakınmalarım. Birbirimizi daha mı az görmeliydik? Ya ona gereğinden fazla bağlanırsam? Daha ne yapacaktım, adamı yatağa atmıştım. Evimde. Bana beni kaderi olarak gördüğünü onlarca kez haykırmıştı. Bana. Bana haykırmıştı.
Aniden tok sesi ile “ öyle olsun,” dedi ve bir adım geriye gitti. Salağa yatıyordu. Bunu kast etmemiştim. Aklımı da dağıtmak istiyor olabilirdi. Bu seçenek daha baskındı. Ona değen gözlerime, arsızca sol gözünü kırparak karşılık verdi.
“Seninki gittiğine göre…” diye bağıran Umay’a karşı sol elim yüzümü kapatmaya yetmemişti. “Bekle daha gitmedi, benimki…” diyerek sona doğru içime doğru saklandı sesim.
Parmaklarım arasından gördüğüm kadarıyla, bana kıvrılmıştı uzun uzun öpmek istediğim dudakları. “Seninki gitse iyi olacak, hatun.” Dediği an açıkta kalan alnımı öptüğünde, pervazdan ayrıldı. Gidiyordu.
Sırtını döndüğünde geniş omuzları inip kalktı. Ve kısa bir an duraksayarak, yeniden bana döndü. “ Son kez öpsem,” dedi istek dolu gözleri. Gözlerimi kapadım, yanağımı ona doğru çevirdiğimde eliyle yüzümü sardı ve dudaklarıma bir öpücük kondurdu. Gözlerim kocaman açıldığında, alt dudağını ısırmış dudaklarıma bakıyordu. “ açık adres vermedim, yavrum” dediği ve bir kez daha öptü kapı ağzında olmamızı umursamadan.
Gözlerimi kıstığımda, “verme zaten adresi. Sonu arsızlığa çıkıyor.” Diyerek sahte bir isyan bayrağını doğrultur gibi oldum.
İşaret parmağı burnunu kaşıdığında, sahte huzursuzluğumdan oldukça memnun olduğunu gizlemeye çalışıyordu. Tebessümünü çoğu zaman benden gizlemeye çalışması da dikkatimi çekmişti. Geçmişten gelen bir takıntı mıydı? Hep mi böyleydi? Herkese karşı mı aynı tepkiyi veriyordu diye soracak olsam da başkalarının yanında gülerken yakalamamıştım. Bu gece, kokusunun sindiği yastığa başımı koyduğumda, beni sabaha kadar uyutmayacak konu belli olmuştu.
Kalın dudaklarını araladığında, birkaç saniyelik soluğun ardından “neler söylediğimi boş ver…” dedi ve durdu. “ Yine de bil isterim, tek adresim sensin.” Diyerek merdivenlere doğru yöneldi. Kendimle çeliştiğimin farkındaydı ve bana yardımcı oluyordu, netliğiyle. O bana aitti. Her şekilde söyledikleri buna çıkıyordu. Benimde net olmamı istese de kırılmamdan korkuyor gibi bakıyordu, titrek gözleri. Beni kırıp dökmesi... Büyük bir korku muydu, bedeninde? Gözlerini dahi titretecek kadar.
Kimdim, ben?
Kimdin ki sen?
Beni benden çok sevmen mümkün olmamalıydı, Yüzbaşı.
Bunu diyordum… Oysa bende seni, senden çok seviyordum. Sadece içimde kalanlar vardı. Şüphenin emareleri. Sana baktığımda, etrafıma baktığımda beliriyordu. Zihnimde değil. Sana adak sunduğum kalbimde. Bir adım yaklaşıyordum. Sonra… Her şey yalan olacak kadar gerçekti. Kuruntular bir adım geriye savuruyordu. Ben senden gitmeyi istemezken.
Ne yaşarsak yaşayalım, bendeki tek limanda sendin.
Alt merdiven sahanlığında duraksayarak bana döndüğünde el salladım, masum bir tebessümle. Ardından istemsizce dudaklarıma götürdüğüm elimi öperek ona öpücük yolladım. Birkaç saniye durumu algılayamasam da bu onun hoşuna gitmişti ki gözleri dahi parlıyordu.
Bana son kez baktığında. Onu son kez izlediğimde.
*
Asırlardır sevdaya bedeldir, vatandır derlerdi. Öyle gelip geçerdi, her vatan evladının hayatı. Uğruna feda ettikleri gözleri önünde elleri arasından kayarken, izlemekten ötesi… Olsun isteseler de, olmazdı. Bu aşk öyle bir aşktı ki. Ciğerini yakarken bile tebessüm ederdin. Her şeye. Gözün yeri yoktu, gönlün yeri yoktu, yaşın yeri yoktu. Yeri olarak gördükleri, üzerine al bayrak dikilmiş mezarlardı.
Yıldırım Timi, biliyordu, mezarlarının yerini. Kimisinin bir memleketi yokken, bağrına bastığı vatandı ona memleket. Kimisinin ana babası kalmamışken, gözünün değdiği vatan toprakları sarıp sarmalamış merhameti ile dindirmişti yüreğindeki acıyı. Kimisi… İsimsizdi. Soyu sopu belli değil, diyen insanların gönlündeki yeri bilerek büyümüştü bu bayrak altında. Yine de vatanım derdi, her döktüğü kanın ardından. Asıl aşk… Buydu. Bir vatana sıkı sıkı sarılıp, uğruna göğsündeki nefesi vermek. Herkese nasip olmazdı. Araya giren toprak dahi kıskanırdı, onların aşkını. Bulamazdı, yine de öyle bir gönlü. Değerdi, kokusuyla bedenlere. Vatan diye haykıran kalplerine yine de ulaşmazdı.
Sıra sıra dertler bırakan adamlar, kadınlar kimi zamanda çocuklar… Kalpleri doluydu ama vatanda bir başkaydı.
Verilen görev için biri aşkını biri nefretini gömüyordu mezarlarındaki boşluğa. Bu defa, karşı karşıya kalan, Ülkü ve Serdar olmuştu. İki çocuğun peşine takılarak, bir kafeye girmişlerdi. Ve oturmuş birbirine değmeyen gözleri ile etrafta mekik döşüyorlardı.
“ Bunlar… Olduğuna eminiz, değil mi?” dediğinde sorduğu sorunun cevabını bilse de Ülkü kendisine baksın istiyordu, sadece. Başardı da.
Atabileceği en sert bakışı atarak, derin bir nefes aldı, Ülkü. “ Komutanım, üstümsünüz! Cevaplamamı istiyor musunuz?” Dediğinde siz bilmeyeceksiniz de ben mi bileceğim demek istedi.
Serdar çenesini ovuşturduğunda, “ Ast- Üst ilişkisi var, değil mi…” diye mırıldandı, küfreder gibi. “Benden zeki olduğunu değiştirmez,” dediğinde kafasını sola eğdi, hafifçe. Ülkü’nün sabrının sınandığı dakikalar erken gelmişti.
“Kızın adı, Berfin. On beş yaşına girmesine saatler kaldı. Karşısındaki cinsiyetin adı, Baran. Yirmi yaşında. Eylemde bir defa gözaltına alınmış ve ayakçılardan biri olduğu net.” Dediğinde onu izleyen Serdar’a karşı göz kapatmaya devam etti. “ Kızın ailesi yok. Baba mirasını alan amcasının evinde kalıyor.” Dedi ve durum açık değil mi dercesine kaşlarını kaldırarak sandalyeye yaslandı. Kız amcası tarafından gözden çıkarılmıştı. Ailesi olmayan çocuklar çok daha risk altındaydı. Çünkü savunmaları yoktu. Kolları kanatları daima kırıktı, insanların zihninde. Görenler, ellerine bir şeker belki de iki üç kuruş diye tabir ettikleri paraları tutuşturur vicdan muhasebelerini keserlerdi. Yetim, öksüz derlerdi, kendi topraklarında. Sızıları derinden olurdu. Yine de başları eğikti. Utançtan mıydı? Hayır. Çaresizlikten. Görüp de bakılmamanın getirdiği acıdan. Bir saç okşayanları, ellerini ısıtanı, gözlerinin içine bakanları olmadığı için. Yalandı dünya. Onlarda. Gözlerini açıp kapadıkları kısa nefes aralığı gibi. Duygudan mahrum yetişerek, hissizleşirlerdi. İnsanların doğrulttuğu her silahı kabul görürlerdi, bilinçsizce. Kendileri bile unuturdu, kan bağlarını. Öyle bir bakarlardı ki. Sanki hep acınmak için göğüslerine çektiklerini düşünürlerdi, kasveti havalarını. Oysa… Farklı değildi. İnsandık, neticede. Bir anadan bir babadan. Ayıran ince çizgi… Adaleti buydu dünyada, onların.
“ Anladım…” dedi Serdar. Ülkü’den çektiği bakışları kısa bir an ileride oturan kıza ve oğlana değdi. “ Burada zorla tutuluyor gibi görünmüyor,” diye de ekledi.
“Hiçbir şey gördüğünüz gibi olmaz, komutanım,” diyerek eklediğinde Serdar dişlerini sıktı. Birde komutan mevzusu çıkmıştı. Son iki haftadır aralıksız her cümlesinin sonuna gözlerine sokarcasına ekliyordu. Sınırını çiziyordu. Ve aşmasını istemiyordu. Çünkü git gide savaşında yenildiğini hissediyordu.
İçine çektiği öfkeli nefesi kendineydi. “ Ülkü…” dediğinde sesi sakindi, zihni katliamdı. “Görevdeyiz, komutanım dersen açık ederiz,” diyerek devam ettiğinde, “Serdar, diyebilirsin bana.”
Bomboş bakmak için çabalasa da gözleri ruhunun aynasıydı ve engel olamıyordu. Zoraki bir tebessüm takındı. “ Serdar…” dediğinde adamın yüzünde oluşan o gülüş çok sürmedi. “Abi… Böylesi iyi gibi komutanım.” Dediğinde dilini ısırdı. İstemsizce yine komutanımı eklemesine karşı.
Serdar’ın yüzündeki tebessüm zoraki bir hale geldiğinde, dişleri arasından, “Ülkü, farkındasın değil mi?” dediğinde Ülkü devam etmesini bekledi. “ Biz nişanlıydık. Üstelik…” dedi duraksayarak. Daha sessizdi kelimeleri bu defa. “ İmam nikâhımız var,” dediğinde yakınıyordu. Ne olmuş yani dercesine omuzlarını silkeledi, Ülkü. Bu onu bırakıp gittiği gerçeğini hiçbir zaman değiştirmeyecekti. “ Abi dediğin adama yan gözle bakamazsın, çünkü.” Diyerek çaresizce yakınmaya devam etti.
Ülkü, sakin bir nefes alsa da aklı geçmişlerine gidiyordu. Terk edildiği akşama. Elinde bir yüzük. Mahalle ortasında tek başınaydı. Uğruna mesleğini bitirmeyi göze alan adam için fazla iyi niyetli kalmıştı o zamanlar. Eskidendi. Duyguları diri diri içindeki ateşi harlamaya devam etse de olurları yoktu. Kendi nezdinde. “ Estağfurullah komutanım! Size yan gözle bakmak haddim değil.”
“Haddin olsun, istiyorum.” Dedi, Serdar. “ Sana helal olayım istiyorum be komşu kızı.”
Sakinliğini korumaya devam ediyordu. İçinden içinden ağlayan kalbini saklayarak. “Pes etmenizi öneririm.”
Kaşları çatıldı. Nefes almak istemedi. Vatan içindi. Yaşasın diyeydi. Gidişlerin dönüşü olmalıydı. İnanıyordu. Ve yaşadığı sürece de inanarak Ülkü’ye kalbini teslim edecekti. “Saçıma aklar düşse de… Bir adım öteye gitmem.”
Sesini kessin istediği için ileri gitmek istedi. Mizacında yatan öfkesiyle, “Terk etmeyi huy edinen biri için iddialısınız!”
Gözlerindeki nemlilik ile baktı, Serdar. Söz konusu vatan olunca el kol bağlanırdı. Gözün görmezdi bazen doğruyu yanlışı. İçinde yaşadığın, acıların… Savaşların… Yenilgilerin… Gönlün vardı, bayrağının süslediği vatanında. Aklıselim düşünmek nasıl mümkün olsundu, kimi zaman? Hatasına boynunu büküyordu, Ülkü aklına düştüğü anlarda. “ Haklısın, böyleyim işte. Geç kalmış olduğumu düşünsen de uğrunda bir ömür harcıyorum.” Dediğinde kafasını biraz uzaklarında oturan kız ve erkeğe çevirmişti.
“ Sıyrılmak güzel hissettiriyor değil mi, o yüzden…” Kaçıyorsun, demek istedi. Ama diyemiyordu. Benden kaçtın. Bizden kaçtın. Zordu, aşkındaki kırıntıları kalbine bastırarak kanatmak.
Ona döndü, ani bir hızla. Ellerini masanın üzerine koyduğunda, biraz yaklaştı. “ Sıyrılmak…” dedi tekrar edercesine. “ Hislerimden mi? Sana olan kalbimdendi? Yoksa benden kaçışlarına kolaylık sağlamaktan mı?” dedi, dudaklarından dökülen her bir kelimeyi o denli bastırdı ki… Kalbine saplanan kurşunun farkındaydı, Ülkü. “ Ve itiraf ediyorum komşu kızı, ben senden geçemiyorum.” Dediğinde Ülkü’nün kendinden kaçırdığı gözlerine bakmak için bin dereden su getiriyordu. “ Savaştayız, yenilgimsin.” Dediğinde duraksadı. Kesilen nefesi ile Ülkü usulca ona döndüğünde, “ iyi görünüyorum değil mi, ama gözlerimin ardından kalan baksan ya…” diyerek içten içe feryat etse de karşısındaki kızın inadını da gururunu da bilecek kadar birlikte vakit geçirmişlerdi. Geri dönüşü olur muydu? Muammaya rağmen direniyordu, gurura. “Gittim, şansa gel ki… Hayatta kaldım…” diyerek soluklanmadan devam etti. “ Ama aklımı yitirdim. Seni görünceye kadar.”
Ülkü, yutkundu ve gözlerini dahi kırpmadı. “ Ölmedin çünkü tabuta koyulan ben oldum. Bir umutta olsa bana gelirsin... El uzattım, geri dönersin diye.” Dediğinde sesi daha da sertleşti. Karşısındaki beden enkaz olsun istiyordu bir yanı. Diğer yanı ise başka bir çıkışı yoktu, diyordu. Ama gururu aralarındaki duvarken… Bir daha dönüşü olmayacaktı. Bitmişti ve geçmişti, onların kalpleri. “ Sen yürüyüp gittiğinde ardında kalan beni nasıl öldürdüğünü görmedin.” Dedi ve ayağa kalktığında önündeki bardaktaki suyu yüzüne çarptı. “ Geçmişsin karşıma, bana dön diyorsun. Kim dönek bir adama yeniden güvensin!”
Serdar, anın şokuyla elleri havada gözlerini açmaya çalıştı. Etrafa baktığında, herkes onları izliyordu. Bu haline bile içi ermişti, Serdar’ın. “Benim suyumu da dök,” diyerek Ülkü’ye sırıtarak bakıyordu. Ülkü ellerini saçları arasına geçirdiğinde, “sen, şaka mısın?” dedi ve Serdar’ın önündeki bardağı da bir hızla avuçlayarak yüzüne serptiğinde, yüzünü buruşturdu. Bu kadarı fazla mı diye düşünse de insanların dikkatini bir şekilde çekmeleri gerekti. İyi de olmuştu. Yılların acısını söküp atamıyorsa bu şekilde de rahatlayabilirdi. Ara ara böyle ast üst ilişkisinin unutulduğu görevler olsaydı. İşine gelirdi.
Ülkü’den etkilendiğini her daim belli etse de bu defa gözlerindeki ışıltılar daha da yoğundu. “İşte benim hayatım…” dedi Serdar.
Etraftaki inşaların gözleri hala onlardaydı. Kız ve çocuğa göz değdirerek, yeniden Serdar’a döndü. Kaşları çatık, burnundan soluyordu ve Serdar’ın düşündüğü bugün ayrı bir güzelliğe sahip olmasıydı. Gözlerini belerterek, “Konuşsana,” dedi dişleri arasından Ülkü. Üzerine doğru yürüyecekken, etraftaki kalabalık müdahale etmişti.
Kız çocuğu ve genç oğlan da bir şey yapabilecekmiş gibi ayaklandığında, Ülkü ve Serdar’ın birbirine değen gözlerindeki ışıltı görevin başarılı olacağındandı.
“ Bana dönek dedi, duydunuz,” diyerek konuşmak için konuşmasına karşı Ülkü’nün öfke dolu soluğu aralarına buz gibi girdi.
Hızla yükselerek, “değil misin?” diye karşılık verdi.
“Öyle miyim?” dedi sahte şaşkınlığının yüzünü ele geçirmesi ile. Etraftaki insanlar yanı başlarına kadar gelmiş, tartışmalarını izlemekten başka bir şey yapmıyorlardı.
“Ben sana soruyorum,” dediğinde ellerini bel boşluklarına koyduğunda, “ bana soruyla karşılık verme!” diyerek tamamladı.
Bir dakika dercesine üzerine doğru ilerledi, Serdar ve Ülkü geriye adımladığında etraftaki insanlar siper olmuştu sevdiğine. Görev de olsa zoruna gitmişti. Ona kıyacağını düşünmeleri… Yutkunarak, “sen ne istersen onu olurum ben. Nerede istersen orada olurum, ben.” Diyerek Ülkü’nün gözlerine doğru dile geldi.
Saçlarının yarısına ak düşmüş bir adam, “oğlum, kız çok hoşlanmıyor senden.” Dediğinde ona doğru döndü bakışları. Göğsünde yumuşattığı gözleri, bir başkası görüyordu. Bu dokunmuştu, Serdar’a. Nefretine gün geçtikçe boyun eğse de bir başkası dillendirdiğinde… Bir bıçak kesmişti, o gözleri yumuşattığı göğsünü.
Gözleri adamın arkasında kaşları çatık gence değdiğinde daha fazla uzatmadan daldı. “ Ne bakıyorsun lan,” diyerek üzerine yürüdüğünde genç çocukta hiç geriye kaçmadan üzerine yürürdü.
Çatık kaşları ile “bakarım bakmam! Sana ne oğlum!” dediğinde Serdar’ın burun delikleri genişlemişti. Bir iki hırpalayıp sinirini atmamak için hiçbir neden görmüyordu ki… Ülkü’ye değen gözleri bir an bunun yanlış olduğunu sayarak, içten içe homurdandı. Ülkü, usulca kız çocuğuna yanaştığında, çoktan elini tutmuş kapıya adımlamaya başlamıştı.
“Anasını satayım…” dedi Serdar, kendine kalan görev ile. Dokunmadan bu çocuğu gel de teslim et, diyordu. Derin bir nefesle kapıdan çektiği gözleri ile yeniden kendine diklenen çocuğa değdi. “ Dua et ki… Uğruna öleceğim kadından geldi, emir.” Diye çocuğa adımladığında kendine uzanan eli havada kaptı. “ Emir büyük yerden…” dedi kendine.
Ülkü’ye söz vermişti. Ve tutmuştu.
*
Bir ağıt yakılırdı, askere.
Yer gök susardı, kapanan gözlere.
Dert dinlerdi, bayrak.
Yanardı, vatan toprağı.
Gelmezdi, mezar taşı olmayan isimsizler…
Şehit derlerdi uğura
Umay olurdu, yiten yürekler…
İntikamdı onların gözleri
Hırstı onların elleri
Aşktır, onların dinmeyen kalp yangınları
Vatandı onları var etmeye devam eden.
İçli içli yürümeye devam ediyordu, Kağan ve Kurt. İkisi de eğitimden çıkmış, terleri alın yazısıydı. Pes etmek nedir bilmeyen iki gencin gözleri, dün akşam saatlerinde düşen helikopterdeki mühendislere kan ağlıyordu. Erkekler ağlamaz, diyenlere inat. Onlar geleceği olan parlak insanlara nasıl susabilirlerdi? Bir bakmışsın, onlarda yoktu. Bir yoklukta ülke ne olurdu? Tek dertleri vatanın sefasını sürmesi gereken gençlerdi. Bayrağı tutan, alınları dik, omuzları her daim kalkık… Gözleri alev alev yanan, uğrunda nice canlarım gittiği vatan içindi. Gençti, Kurt ve Kağan. Ama farklıydı onlar. Bir hayalleri, bir gelecekleri yoktu. Söylenen sözler, emir olarak algılarlar ve ikiletmezlerdi. Bunun için yetişiyorlardı. Ve ölmeye de razı geliyorlardı. Bir gençliğe, iki can feda olsa ne yazardı tarih?
Kağan,” ne düşünüyorsun bu kadar dertli?” Diyerek Kurt’a yandan bir bakış attığında, umursanmadı. “ Giderayak seninle kan kardeşi olduk ya, lan…” diyerek kendi kendine sohbet etmeye devam ediyordu. İşte bu cümle Kurt’ta kısa bir duraksamaya neden oldu. Atabileceği en tip bakışı Kağan’a sunarak devam etti, çakıl taşlarının kapladığı uzun yollarında.
“ Sesini kesecek misin?” Dedi bıkkın bıkkın. Cıkladı, Kağan. Kurt, kafasını sallayarak, sabır dolu bir iç çekti. “ Seni hiç sevmeyeceğim, oğlum!” Diyerek ters ters konuştu. “ Yine de can yoldaşıyız, bir çare yanında olurum,” dediğinde susması için sıraladı cümlelerini.
Kağan’ın hoşuna gitmişti ki sırıttı. Ergen bir tavırla “ Sağ ol hacı, makbule geçer,” diyerek devam etti. “Bıçaklandığın gün yanında ben vardım, cüzdanındaki kız değil,” dedi ve ardındaki duvarla buluştu sırtı.
Kurt, terli tişörtün iki yakasını tutmuş kısılan gözleri ile ona bakıyordu. “ Sik sik konuşma, sikerim belanı.” Diyerek yükseldi.
“Kızı gördüm, Kurt. Kaçtı, elini tutmadı. Ve sen bunu söylemedin,” diyerek Orgeneralden sakladığını dile getirmişti, üstü kapalı bir şekilde. “ Söylemedim. Söylemeyeceğim de. Senin beni kimseye anlatmadığın gibi.” Dedi ve Kurt’un elleri gevşedi. “Saklanma, tökezliyoruz! Git açıl, kıza. Ne kaybedersin?” Dediğinde Kurt bir adım geriye gitti. “Aşk gibi boktan bir duygu…” dediğinde tişörtünü düzeltti. “ Öldürür, derler. Seni görünce…” dedi ve tamamlayamadı. Çünkü can yoldaşı olmuşlardı ve günün birinde ikisinde biri tabutu omzunda taşıyacaktı. Er ya da geç.
“ Biliyor.” Dedi, Kurt. Yürümeye devam ederek.
Kaşları çatıldı, Kağan’ın. Biliyor… Orgeneral kızı biliyordu. “ Nasıl?” Diyerek şaşırdı.
Kurt, yürümeye devam ederek, “ bokunu çıkartma, lan. Ucunu verdik işte.” Diyerek ağzının içinden konuştu.
Kağan onu gazlamaya devam etti. Belki iyi gelir diye düşünüyordu. Her ne kadar ilk tanıştıklarında birbirlerine kurulsalar da artık işler ciddiye binmiş ve omuz omuza şehadet şerbeti içeceği adam için. Çok daha fazlasını feda ederdi. “ Yerinde olsam… Kızı yalnız bırakmam. Çekerim onu o illet çukurdan. Haberi olmadan.” Kurt, düşündü. Kağan’ın dedikleri aklına yatıyordu. “ Taktik maktik yok. Git ve sana düşen kalp görevini yap. Sakın onu,” diyerek sonlandırdı.
“Daha önce âşık oldun mu lan?” Dedi, Kurt. Kaşlarını çatmayı ihmal etmedi.
Kağan, düz bir ifadeyle “ oğlum benim evleneceğim kadını bile, doğmadan belirlemiştir peder. Ben kime kalp koyarak hayatı zindan edeyim,” dediğinde acı dolu bir sırıtış belirdi, yüzünde. Çok değil, iki yıl öncesine kadar babasının tüm emirlerine boyun eğen, açtığı her yarayı deşerek kanatan Kağan, artık boyunduruğundan çıkmıştı. Uğruna bir ülke satın alabilecek mirası üzerine bırakan dedesi en büyük kahramanı olmuştu belki de.
Hayatı cennet gibi görünen cehennemdi…
Yine de hala susuyordu.
Gün gelmeyecek, babasına hesap sormayacaktı.
Alışmıştı içine atarak yılları saymaya.
Kurt, yandan bir bakış attığında “geçen ki kız mı?” Diyerek yokladı, Kağan’ı.
“Bana bak lan! Adam akıllı konuşuyoruz, sik sik dalma her yere.” Dedi Kağan sinirle. Saçlarını gelişigüzel dağıtarak ilerlemeye devam etti.
Kurt, bugün ilk defa sırıtmıştı. Kağan sayesinde. “ Ne var lan, yanında dişi bir varlık görünce sorguladık,” diyerek cevapladı.
“ Kes lan, biz seni her gün sorgulayalım o zaman. Cebinde kızın fotoğrafını taşıyorsun diye,” dediğinde kaşları havalandı. “Bir de şu boynundaki yüzük,” dediğinde Kağan merak etti, yersizce. Annesine ait olmadığına emindi. Tartışmalarına bizzat şahit olmuştu. Evinden kovulmuştu, Kurt. Annesi bir tokat hediye etmişti, hiç gözleri titremeden. Tıp ki babası karşısında gibi hissetmişti o an. Kurt’un önüne geçse de… Yıkılmış enkazı kaldıramamıştı. Bir duyguları iliklerine kadar hissetmeleriydi, belki de onları uzaklaştıran. Aynı acı, farklı bedenlerin göğsünde yüktü.
Kurt, gözüne değen beden ile dünyasını durdurdu. İleride saçları salınmış kâkülleri düzenli, kot şortu, beyaz tişörtü, elindeki aşk ve gurur kitabı ile çatık kaşları ile ilerleyen kıza alık alık bakmaya başlamıştı bile. Yanından gelen sırıtış sesi ile burnunu çekiştirdi ve kendine gelmek istercesine tişörtünün yakalarını düzenlemeye çalışsa da eli yakalarını bulmak da zorlanmıştı.
“ Yerinde olsam… Beni seçmezdim.” Dediğinde Kurt’un bakışları keskinleşti. Vakit kaybetme demekti, bu. Kurt yine de Kağan’a zıt gitmeliydi ki didişmeleri süregelsin. Dudakları aralandığında, “ sen kimsin ki benim yerimde olacaksın dersin sen şimdi.” Dedi, Kağan tek kaşını kaldırarak. Kurt öyle sert baktı ki… Yine de Kağan’ı susturmadı. “ Bakma da ikile hadi. Kız elinden kayıp gidecek.”
Kurt, üzerine yürüyecekken Kağan hızlı adımlarla yan sokağa saptı. Derin bir soluk aldığında, içinden Kağan’a sövdürüyordu. Bir araya geldiklerinde çenesi açılan çocuğa bazen ayar olsa da omuzları bir, bayrakları bir, vatanları tekti. Razıydı içten içe bu şen hallerine. Her şeye rağmen yaşamayı istediği içindi belki de. Kim daha doğmadan planlanan mafya hayatına dâhil olmak isterdi ki? Olmadığı için tüm mafyaların hedefi haline gelen Kağan, yalnızca yedi yaşındaydı. O saray gibi evlerinde neler yaşadığını bilen nadir insanlardan biri elini tutan Muharrem Kılıç, olmuştu. Dedesinin emaneti olan çocuk… Vatan demişti bir tek. Babasına kafa tuttuğunda annesine hayır diyebildiğinde… Büyümüştü, erkenden. Girmemişti o kan dolu mezara. Kendi kazmak istemişti mezarını, bu al bayrağın sardığı toprağına. Şansı dönmüş, yolunu bulmuştu dedesi sayesinde. Şimdi ise gözdeydi, mafyaların ellerinde. Tüm Soyder Krallığının tek varisiydi, yedi yaşında. On beş yaşında tek mirasçısı olmuştu.
Kurt, başını Gül’e çevirdiğinde gözleri kısa bir an denk düştüğünde hızla önüne döndü ikisi de. Birbirinden kaçıyorlardı sanki. Gül hızlı adımlarla karşıdan Kurt’un olduğu kaldırıma geçtiğinde hemen önündeki kütüphaneye gireceği sıra da, “iyi misin,” diyen Kurt ile duraksadı.
Tip bir bakış atarak, “ sana ne,” dediğinde oldukça mantıklı bulduğu cevaba kafa salladı, Kurt.
“Haklısınız, sadece geçen Pazar…” dediğinde hızla kesildi kelimeleri.
“Ölmemişsiniz, daha ne konuşuyorsunuz,” dedi üzerine basarak. Kendisini gördüğünü saklamayarak afallatmıştı, Kurt’u. Soğukkanlı bakışları bile kalbinde tuhaf bir sızı yaratırken, ölmemişsiniz derken ruhunu sökmek istemesi… Bin dert düşürdü, Gül’ü sakladığı göğsüne.
“ Ölmem mi gerekti?” diye aklından geçeni diline döktüğünde, bakışlarını kaçırdı, kendini toparlamak için. Bir çukurdaydı ve bataklığa çeviren belki de Gül olacaktı. Açmayacaktı, çukurunda. Hissediyordu ama kalbine geçirmek istemiyordu bu duyguyu.
Gül’ün kaşları çatıldı, gözleri kısıldı. “ Bana ne sizden. İster ölün ister yaşayın!” dedi üzerine basarak. “Tanımadığım birinin yaşamasına sevinecek kadar, küçük değilim.” Diyerek ekledi daha kısık sesiyle. Tanımadığım biri… Bir zamanlar onsuz adım atmayan kız çocuğu… Şimdi anımsamıyordu bile. O kadar mı değişmişti? O kadar mı duyguları körelmişti, bedeninde?
“Özür dilerim…” Dediğinde Gül diyerek tamamlayamadı.
Onu bilmeyen kıza… Yabancıydı, artık.
“ Kendinize iyi bakın…” dedi ve sırtını döndü, kalbine batan dikenli Gül’e. Yine de vazgeçmek düşmedi aklına.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |