
Bir bir gidenlerin gerisinde kalmıştı, Kulelinin gençleri. Önce bayrağa baktılar ardından okullarına. İçinde ne kahramanlar yetişip vatana can bağışlamışlardı. Yoktu bir sayıları. Ölümsüz olanların.
“Şanlı Yuva Kuleli,” dedi yağız bir genç. Bilmiyordu, on yıl sonra Suriye’de silah arkadaşları ile pusuya düşeceğini. Ardından omzu omuza verdiği adamlardan ayrılacağını. Bilseydi de dönmezdi yolundan, anasının kuzusu. Babaydı ona vatan sana canım fedayı kazıyan. Anaydı ona vatanın şanlı bayrağını, önderi Mustafa Kemal Atatürk’ü yüreğinden öldüğünde bile çıkarmaması gerektiğini öğreten. Vatandı ona, topraksız nefes alamayacağını öğreten.
Kurt, aldı bayrağı eline çıktı merdiven basamağına. “ Şanlı Yuva Kuleli!”Diyerek daha yüksek bağırdı.
Ardından kendi gibi adı da haykırıyordu, yağız bir genç olduğunu; Göktürk,çıktı Kurt’un yanına. “ Şanlı Yuva Kuleli!” Diyerek bağırmaya devam etti. Her biri eşlik etti, onlara.
Kağan’dı vatan için taşan soluklarına şükreden. “ Kanla, irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti,” dedi bir hızla zıplayarak. Omuzlara değen eller bir çember oldu. Saniyesinde. Kahkahalar şendi. Marş gören, denizin dalgaları dahi coşuyordu, genç yüreklere.
“Cehennemler kudursa, ölmez nigâhbanıyız.”
Sesleri o kadar gürdü ki… Vatan derdi, onları görenler; Var olacak, vatan. Gençleri gören gözler böyle diyordu. Camdan izleyenler müsaade etti, gülen gözleri ile.
“Yaşa varol Harbiye, yıkılmaz satvetinle
Göklerden gelen bir ses sana ne diyor, dinle:
Türk vatanı üstünde sönmez güneşsin sen,
Kartal yuvalarında, hürdür millet seninle.”
Şen sesleri devam etti, hiç kısılmadan. Vatana borçluydular sevdalarını. Nefeslerini. Kalplerini. Hepsinin aklından çıkmayan borç, şenlikleri oluyordu her saniye.
“Yüz senedir Harbiye bu orduya şan verir,
Çıkardığı dehalar semalara yükselir,
Baştan başa tarihtir mektebin her zerresi,
Sarsılmayan azminle çelik kalalar erir.
Şahikalar üstünde meydan okur bu erler,
Yaklaşacak düşmana mezar olur bu yerler,
Bağlayamaz bir kuvvet bu kasırga milleti,
Tarihlere sorun ki bize "Ölmez Türk" derler.”
Diyerek haykırdılar yere göğe, yıkılmaz geçilmez bir duvar olduklarını. Gözler pırıl pırıl, kalpler dolu dolu. Bir aradaydılar, Şanlı Kulelinin kanatlarında büyüyen vatan evlatları.
Her biri birbirinden takılarak şen muhabbete koyuldu, kimisi sağa kimisi sola doğru ilerledi. Göktürk, Kağan’ın omzuna attığı eli ile “ duydum ki bir mektup almışsın,” diyerek alaylı sesi ile şenliğinden vazgeçmedi. Kurt, yanı başlarında elleri cebinde ilerliyordu ki Kağan’ın kendisine dönmesi ile ne var lan, dercesine kafasını salladı. “ Ondan öğrenmedim. Bundan çıkacak sır hayra yorulmaz zaten, oğlum,” dedi Göktürk. Güldü, Kurt’a değen gözleriyle. “ Ona da takılırım, aldığı otuz üç mektupta takıldığım gibi. Dert etme, oğlum. Hepsi sırasıyla.” Dedi hinlik dolu sesiyle.
“Lan bir de mektupları mı saydın,” dedi Kağan ciddi ifadesinde az buçuk beliren şaşkınlığı siliverdi.
Göktürk, Kağan’ın omzundaki eli birkaç kez vurdu. “ Oğlum geleni odaya almayınca. El mahkum göz ilişiyor, sayıyoruz,” dediğinde Kurt’a baktı yeniden. “ Lan, hiçbir tanesini de açmadın değil mi?” Dedi sorgularcasına. “ Bizden gizli belli mi olur,” diyerek hayatı be kadar hızlı yaşadığını gözler önüne seriyordu, gülen yüzüyle.
Kurt, içine çektiği derin soluk ile adımlarını duraksattı. “ hayat bu kadar hızlı yaşanmaz, oğlum. Bir anda kapanır gözlerin,” dedi, Kurt. Her biri tebessüm etti. Hangisi yavaş yavaş yaşıyordu, ömrünü? Her birinin altında yatan acıların nedeniydi, yaşamları. Bundandı, vatanın akıllarından çıkmayışı. Kimsenin uzatmadığı eldi, vatan. Kimsenin bakmadığı gözdü, vatan. Kimsenin hissetmediği kalpleri vardı, vatana.
“Bana diyene bak, seni de duyuyoruz oğlum.” Dedi Göktürk. “ Kuleli burası. Sırların duvarları sarar,” dediğinde yüzü donuyordu anbean. “ Gücü yetmez, bir başkasına değmeye.” Güvende sırrın, demişti, Kendi çapında.
Kağan’a ters ters baktı, Kağan. Senin gelmişini geçmişini sikmeyene adam demesinler diyordu, konuşmadan. Umursamazca. “Ötsem, fazlasıyla gelirdi üstüne.” Diyerek sinsilikle sırıttı, Kağan.
Göktürk, ciddi bir ifade ile ikisi arasında gözlerini gezdirdi. “Lan benden gizli ne boklar yiyorsunuz,” diyerek elini Kağan’ın omzundan indirdi.
Kurt, öfkeyle;
“Hiçbir şey.” Dedi.
Kağan hinliğiyle;
“Çok şey.” Dedi.
Göktürk’ün içine çektiği nefes sıkıntıdandı. Sabır diledi, başını sola eğerek. “Ulan gerzek herifler,” dedi ikisinin de omzuna vurarak. “ Hani bir arada… Diri olacaktık.” Diyerek sahte bir yakınma seremonisi gerçekleştirdi.
Kağan, düz bir ifadeyle. “Diriyiz, işte. Türk.” Dedi. Gözleri bomboş, aklı neredeydi kimsenin tahmin edemeyeceği kadar içine kapanıktı.
Sinire dayanmış sesiyle, “bir arada… Sikip attın mı?” diyerek çenesini ovuşturdu. “Diri olmak marifet değil, hepimiz bir gün yetiştiğimiz bu vatana sırt üstü yatacağız,” diyerek devam etti. “ Allah şahidim, şeref benim için böyle bir ayrıcalık,” dediğinde kendini açıklamıştı, şehit olmak için can attığını. “ Hatta sizden önce sarsınlar beni bu toprağa.” Kağan ve Kurt, kaşlarını öyle bir çatmıştı ki her an Göktürk’ü dövmek için an kollamaya hazır bir vaziyete gelmişlerdi. “ Ne var, oğlum. Ben sizden bir yaş büyüğüm. Benim hakkımdır, vatanımın toprağına değen kanım.”
Kurt, içindeki koruma içgüdüsüyle rahatsızlığını dile getirdi, kibar olmayan bir şekilde. “Sikim sikim konuşup, ortamın amına koyma.” Dediğinde Kağan, kafasını salladı ve nadir olan bir andı. Kurt’u sorgusuzca onaylamıştı. Buzları fark etmeden eriyordu. Zaten tipini beğenmediği içindi, tüm nefreti. Birde Muharrem Kılıç’ın her alıştırmada sorduğu beden olduğundandı. Ancak anlıyordu ki Kurt, sandığından daha derin bir hayat geçiriyordu. Her gün bir az daha hoşlanmadığı Kurt’un hayatına el değdirmek zorunda kalıyordu.
Göktürk birkaç adım ileriye yürüdü ve tekrar Kurt’a döndü. “Kurt, hepimiz sevdik sevdalandık. Utanma!” diyerek alayla sırıttığında Kurt, üzerine doğru yürüdüğünde koşar adım kaçar gibi çıktı, Kuleli kapısından. Ardından geleceğini bildiği adamdan kısa sürede olsa paçayı kurtarmıştı.
Bir ağaç köşesinde, cebine tıkıştırdığı kavrulmuş fıstıkları gelen arkadaşlarını beklerken yemeye başladı. Osmaniyelinin bir vatana bir de fıstığa olağan düşkünlüğü başka olur, der dururdu arkadaşlarına. Şehitler Diyarı, denirdi memleketine. Her sene şehidine kan ağlayan vatan yanında, memleketinde her sene acısına kan kusan analar görerek büyümüştü, Göktürk. Yanı başında abisi gibi gördüğü adamın bedenini bir arada toplayamadan kapılarına kadar geldiğinde, anlamıştı. Her biri ne kadar acı bir ölüm olduğunu seslice dillendirmişlerdi. Elini tutacağın bir bütün… Saçını okşayacağın bir beden. Olmadı ve bir bomba pimi daha çekilmişti o gün. Yürekleri yangına yerine dönen ana, babaydı. Yanan, yakılan gözlerine kurşun sıkılan. Görseydi asker adam, saç teli acırdı abisi gibi gördüğü adamın. Borcu vardı, ödevlerini yardım eden abiye. Kısırlarından mahrum bırakmayan acılı anaya. Bisikletini tamir eden, babaya. Elinden tutup, ona nasihat veren ablaya.
O vatanı hep borçlu omuzlarla sırtlanacaktı. Günü gelene kadar. Göktürk Kınık, bir gün yüreklere ateşe düşürecekti.
“Ne diye çıktık şimdi,” diyerek söylenen Kağan’a karşı Göktürk, yüz ekşiterek fıstık yemeye devam ediyordu. “Bir hafta sonumuz var, onda da bit gibi tepeden ayrılmıyorsunuz,” dediğinde Göktürk fıstığı onlara doğru uzattığında hayır demeden almışlardı birer parça.
“Beleşe fıstık yiyorsun lan, daha ne!” diyerek ters ters baktı, Göktürk.
Kağan, anlamadığı için gözlerini kıstı. “Bedavaya,” dedi, Kurt. “Birde vatan dersin, öğren oğlum her yöreyi.” Diyerek yalandan yadırgar gibi yaptı. Göktürk, gülümsediğinde Kağan’da tebessüm etti.
“Vatan’ın silinmez parçalarıdır bunlar,” dedi Göktürk devam ederek. Kağan, İstanbul beyefendisiydi. Görünüşü, gülüş, telaffuzu… Bazen ikisi de sorguluyordu nedendir diye? Onca varlığın arasında yüzmek varken, seçtiği toprakların aşılmaz duvarı olmak istiyordu? Bir an insan nefsiydi, sorgular gibi olduklarında kendilerini toparlıyorlardı. Vatanından ayrı, gayrısı müşkül düşerdi. “ Sende olacaksın, bende göreceğim be… Kısmetim vurursa.” Diyerek gülümsemesinden zerre ödün vermedi. Şen şakrak genç, göçüp gidecekti. İli sessiz, kardeşleri yaralı… Geride kısmeti kalacaktı.
Yükseldi, bir anda. “Ne varmış lan bende,” dedi Kağan suratını büzerek. “ İyice zibidi bellediniz, beni.”
Kurt ve Göktürk birbirine baktı. Gözleri ışıl ışıl oldu.
Kurt’un dudakları aralandı;
“Oldu Olacak,”
Göktürk tekrarladı;
“Oldu olacak.” Diyerek yürümeye başladılar. “ İstanbul Beyefendisi derler hani. Tam ondansın, oğlum.” Dedi devamında.
Kağan elindeki fıstıkları bir bir ağzına atmaya devam ediyordu. “O nasıl oluyor, Türk?”
Göktürk’ün tebessümü soluyordu. Ama yine de şenliğinden vazgeçmek istemiyordu. Suratsız insanlar hep sorgulanırdı. Bu yaşına kadar kaç defa sorgulanmıştı, ailesi tarafından. Babası ölmüş, herkesin dilinde bir anda annesi, kardeşi kendisi peydahlanmıştı. Aile demişlerdi, ardından yadırgayanlara. Baba olmayınca da olmuyordu, yaşamıştı. Farklıydı, işte.
Babası, gurur duymuştu ama. Benim oğlum Kuleli’ de der dururdu, mahalle esnafına. Asker adam, der dururdu her telefon çağrılarında. Üniforması ile görmesini dilerdi. Olmadı. Giden, gelmedi.. Yeni bir eşyada annesine dokundurulan laflar, yeni bir kitapta kardeşine edilen sözler… Hep aile dediklerinden gelmişti. Bilmezlerdi neleri feda ettiğini. Sorguları hiç bitmedi. Bir daha olsun, istemiyordu. Cevap verebilir miydi, bilmiyordu. Çünkü babası yoktu, Göktürk’ün kalbi de yarımdı artık. “Ne bileyim, hacı? Daha önce bu kadar zengin mi gördük? Bizim oralarda zengine öyle derler diye diyoruz, işte.” Diyerek başını eğdiğinde, elleri ceplerinden çıkmadı.
Kurt, anladı. Ve ona doğru baktığında, “ bizim oralarda da farklı konuşulmaz, bebe derler.” Diyerek dile geldiğinde Göktürk güldü.
“Adanalıyık demesen de olur be, Kurt…” dediğinde duraksadı. Kaşları havalandı. “Demir, unuttum lan.” Diyerek düzeltti. Kurt ve Kağan, güldü kahkahayla. “ Bizlere de delikanlı adam derler oralarda, değil mi, hacı?” diye onay istedi.
Kafasını salladı, Kurt. Öyle demeselerdi bile Göktürk’ü gördüğü ilk an kendisi derdi. Yiğit adamdı. Gözü bir vatan, gönlü bir bayrak ile dolup taşan genç… Delikanlıydı, topraklarda.
“Kurt,” dedi Kağan. Ne var dercesine ters ters baktı, Kağan’a. “ Seninki…” dediği an gözlerini takip ederek, Gül’e ulaştı. Üzerinde, mavi gömleği altında pileli siyah eteği babetleri ile oldukça şık olduğu gözlerine çarpıyordu. Sanki bir etkinlik için süslenmiş gibiydi. Çalıştıkları kafeden içeriye giriyordu, arkadaşları ile. Kaderin ağları nasıl örülürdü, bilmiyordu. Ta ki onu görmek için tutuştuğu her an karşısına çıktığında düğümlerine sıkı sıkı sarılarak, inanıyordu kaderin bedenini saran ağlarına.
“Seninki… Ciddisiniz.” Dedi, Göktürk. İnanmazcasına.
Kurt, derin bir nefes aldığında itiraz edeceğini düşünmüşlerdi. Öyle olmadı. Aksine bu yola beraber çıktıklarından saklamadı. “ Çocukluk arkadaşımdı.” Dedi gözleri kaldırıma değdi.
“Sonra…” dedi, Göktürk ve Kağan.
“İkimizden biri, vatana bağışlandı.” Diye başladığı cümlede yatan gerçeği ikisi de biliyordu. Kurt’u babası eğitmişti, belli bir yaşa kadar. Neden öğrendiğini bilmediği onlarca şey yapmıştı. Asker olacaksın, demişti babası. Gurur duymuştu kendiyle. İstediği buydu, çocuğun. Şanlı şerefli bir Türk Askeri. Bir gün göğsünde bir bıçak yarası açtı, babası. Olamazsın, dedi. Şafak’ta görev için asker olamazsın, dedi. Gözlerinin içine bakan babasının gittiği gün… Görevi okunmuştu, kulaklarına. Sen olmazsan eğer o kız çocuğu demişti. Halit Alkan. Sonu ölüm olana, kendini layık gördü. Gül’ün kalbi küçük, zihni buruktu. Canının yandığını izlediğinde zaten canı yanacaktı. Ben, dedi ve atıldı babasının izine. O gün izi kapanmıştı kulelideydi, artık. “O küçüktü, canı yanar dedim.” dediğinde sert bir nefes göğsünü kabarttı.
Göktürk, kaşlarını çattığında dudakları aralandı, yaşadığı şaşkınlıkla. “Bir dakika. Bir dakika. Halit Alkan’ın kızı.” Dediğinde Kurt, başını yerden kaldırmadı. Göktürk ile ikisi bir giderdi başlarda eğitimlere. Kağan, sonrasında dahil olmuştu Şafak’ın Çemberi için. O zamanlarda bir kez Halit Bey, gelmiş ve kendisi ile de yersiz bir münasebet kurmuştu. Ve adım atmak için Gül’ün adını verdiğinde beynindeki damarlara kan gitmediğini hissetti ve ne olduğunu anlamadan üzerine yürümüştü. O gün Demir değil de hala küçük bir çocuk olmuş, Gül’ü ölümü göze alarak kalbindeki yerinde özenle saklamıştı. Bir kez daha kol kanat germişti Gül’e. Canı yanacağını bilerek. O gün, sorgulamasa da birkaç gün sonrasında Göktürk, sorgulamıştı durumu. “Biz varken, neden hiçbir bilgisi olmayanı çemberin tam ortasına koyalım,” diyerek geçiştirmiş ve inandırmıştı. “Bende diyorum ne kadar düşünceli adam. Aşkından kör olmuş, lavuk.” Diyerek Kurt’a bakmaya devam etti.
“Kes lan ne aşkı, bizi bekleyen vatan varken.” Dediğinde gevelemeye devam etti. “Eskiler işte.”
“O kadar eski ki. Cüzdanda fotoğraf bile var, seksenlerde yaşadı, abi. ” Diyen Kağan’a karşı başını kaldırdı. Gözlerini kıstı. “ Arkadaşınmış sonuçta, insan arkadaşına yamuk yapmaz.” Diyerek Kurt’u tartıya koymuşlar, tartıyorlardı.
Savunmaya geçti, bir hızla. “Eskiden dedik. Şimdi tanımam etmem.” Diye yükseldi.
“Yürümek mubah kılınsın, diye çabalıyorsun ama…” dedi Göktürk.
Kurt, öfkeyle bir nefes aldığında, “oğlum sınamayın, boğaz köprüsünde siktiririm gelen geçen izler.” Dediğinde dişlerini sıkmıştı sinirden. Gül’ü anlatması dahi onun için bir adımken. Daha fazlası zarardı, Gül için. Hislerine sahip çıkması doğru olandı. Kendinden kaçan kıza ne derdi, sonrasında. Bıçak yarasından sonra köşe bucak kaçmıştı, öğrendiğini biliyordu maddeleri. Ama kullanmadığını da biliyordu, Kurt. İlk kez yolu kesişmişti, o adamlarla. Ve son olmayacağını anlıyordu, telaşlı gözlerinden. Müsaade etmemek için burun ucu kadar yakınında, bir ömür kadar uzağında olmalıydı, ürkütmemek için.
“ Başka yer,” dedi Kağan. “Başka zamanda, kaderin gül dikenine batar.” diyerek Kurt’a göz ucuyla baktı. Hisleri görülmeyecek gibi değildi. Kaç sigara söndürdüğünü biliyordu, o kızı gördükten sonra.
Göktürk, derin düşüncelere dalmıştı, “ hayat bu, neleri ayağına getirir neleri ellerinde alır,” dedi bir hızla. “ En iyi bizler bileceğiz, birilerimiz olmayacak günün birinde. Omuzlarımız eksilecek. Çemberimiz daralacak.” Dediğinde ortama çöken sessizlik, hediye olmuştu geleceğe. “ Geç kalma, Kurt. Sakın geç kalma, yanık kalbinin küllerine su dökseler de.” Dedi omzuna değdi, Kurt’un. “ Giden, gelmiyormuş.” Diyerek anılarını yaşadı iki kelimede.
Kurt’ başını yere eğdiğinde gözleri nemlendi. Hızla kapatarak, bekledi. Ve yeniden açıldı, aydınlığa. Kafasını sallayarak, yol verdi önündekilere. Göktürk ve Kağan önünde ağır ağır ilerledi. O ise aldığı derin nefesler ile göreceğe kehribarlara kendini hazırladı. Heyecanı yersiz miydi, hiçbir fikri dahi yoktu. Ama kalbi bir farklı atıyordu, emindi. Elleri terlemişti bile. Kalp atış sesleri kulaklarında yankılanıyordu, adeta. Kapıdan içeriye girmesiyle, gözü aradı onu. Yüzü soğuk olsa da kalbi yanıktı. Bilmeyecekti, ona bakan kehribarlar.
Gül’ün kendine değen gözleri kısıldı. Kaşları çatıldı, bir hızla. Yüzü düşmüştü, bir anda. Onu gördüğü içindi. Yaptıklarını bildiği içindi, belki de. Onu ele vereceğini düşünüyordu. Eğer zarar dokunursa, ele de verirdi. Onun için açtığı savaşta, onun varlığıydı Kurt’u yaşatan. Gözlerini çekerek, tezgâha doğru ilerledi. Elisa’nın yanına. Kağan ve Göktürk, boş olan masaya geçerek çaylarını beklemeye başlamışlardı bile. Kağan’ın keyfi yerindeydi çünkü Kurt, bir ay boyunca hafta sonları Kağan’ın ayak işlerini yapmaya razı gelmişti. Saat altı olarak anlaşsalar da okul ile kurslar denk olmadığından böylesine de keyif sürmüştü, Kağan.
Elisa’nın yanında durduğunda, üzerine siyah önlüğünü giyerek, “ ne istiyorlar,” dedi, içindeki bakma dürtüsüne direnerek. Onu izlemek varken. Göğsüne çektiği nefesle yakındı, kendine.
“İki latte,” Dedi ve Kurt’a baktı. Elindeki tabakları tutarak. “ Bir de Türk kahvesi.” Diye ekledi.
“Şekerli?” diye aniden mırıldandığında fincanı sıkıca tuttu. Bir an kahveyi onun istediğini düşünerek, söylemişti. Gül, şekeri severdi.
Etkilenmişçesine baktı, Elisa. Kafasını sallayarak, “sezgilerine düşülmeyecek gibi değil.” diyerek elindeki kahveler ile ilerledi.
Gözleri masaya kaydı. Kahveleri bıraktı, Elisa. Gül’ün önü boş kaldığında, belli belirsiz kıvrıldı dudağının köşesi. Farkında değildi bile onu izleyen, Göktürk ve Kağan’ın.
Kahve makinesinde değil de ocağı açarak, cezvede üşenmeden yaptı şekerli Türk Kahvesini. Fincana koyduğu kahvenin yanına normalde ikram olmayan bir de çilekli minik tart koydu. Elisa, yanına geldiğinde ise “ her zaman gelen öğrenciler,” diyerek ara ara sende yap demeye getirdi. Bilirdi Gül’ü, bazen yemek yemeyi dahi unutup koşardı kendine. Belliydi hala unuttuğu. Zayıftı oldukça.
Elisa kafasını sallayarak, ilerledi. Ve Gül’ün önüne koydu kahvenin ardından tartı da koyunca gözlerini görmek için derin bir çaba sarf etti. Ve bingo. Gördü, sönmüş gözlerin ışıl ışıl parladığını. Çileği severdi, hayır diyemeyecek kadar. Kendine bakacağını anladığı an, başını yere eğerek önündeki tartlara baktı. Birini de kendi attı, ağzına. Sevmezdi tatlıları. Gül varken, dünyayı severdi ama.
Kurt, içine bir nefes çekti ve aklına yeni gelen ikileye doğru baktı. Gözleri ima, yüzleri şaşkınlık doluydu. Kafasını salladı, ne var diyerek. İki bardağa yeni demlenmiş çayı koyarak, ilerledi. Önlerindeki masaya koyduğunda, “şöyle bakmayın, lan!” diyerek homurdandı.
Göktürk gözlerini kısarak, “kahveyi cezvede yapmayı nereden öğrendin, lan!” dediğinde Kurt sabır diledi içten içe.
Kağan daldı araya. “ Sanki sen bilmiyorsun, her hafta sonu buraya gelip içiyorsun ya lan ellerinle yapıp.” Diyerek Kurt’u farkında olmadan savunmuştu.
“Tamam boş yapmayalım, Kağan.” Dedi Göktürk. Ucu kendine değmişti, lafın. “ Neyse ne, oğlum sen harbi yanmışsın. O ne öyle kıza bakmak için tezgâhı kıracaktın,” diyerek ardına yaslandı eline aldığı bardakla. Kağan alaylı gülüşü ile onaylamıştı bile.
Kurt, öfke kusan gözleri ile baktı, onlara. “Geçmiş gitmiş, iyi mi diye bakındık işte.” Dedi sinirden kasılmış çenesine engel olmadı.
Göktürk, her zamanki gibi açık sözlüydü. “Gitmemiş, kurt. Gidememiş senden. Geçememiş kalbindeki izlerden.” deyiverdi.
Ne diyecekti? Kendisi bile kalbine dile gelmiyorken. Gül için unutulmuştu birisiydi. Ölü bir beden hatıralarda kalırdı. Gözleri değdi, ona. Kendini izlerken buldu. Bakışlarını hızla kaçıran kıza kalbi güldü. Tavanla bakışıyordu, baktığını belli etmediğini düşünerek. Burnuna değen parmakları, başını eğdiği yer… Tebessüm meselesiydi. Gizledi gamzesini.
“ Git konuş.” Dedi Göktürk, yeniden. “Hadi oğlum, ölüm var hayatta.” Dediği an Kurt dondu kaldı,, öylece. Ölüyüm ben, diyemedi. Anladılar onu. Ölüsün sen demeye güçleri yetmedi ama.
Kurt’a düşen Gül’dü. Dikenlerini gören Demir olacaktı.
Yutkundu, zoraki. “Ölen tekrar dirilirse göğsündeki mezar boş kalır, zindan olur nefeslerin,” dedi dilinin ucundan çıkanlar tozlanmıştı. Hatırlaması gerekti ki dökebilmişti. Gül’e Kurt olmayacaktı, tekrar. Mümkün değildi ki. Görevi vardı. Ucunun ona değdiği. “Sen yaşa diye ölürüm, bir çift kehribarda” dedi kalbiyle.
“Görev bitecek, bir gün.” Dedi, Kağan. “ Yıllar boyu Şafakta yakılmayacaksın. Çembere takılı kalıp, dönmeyeceksin.” Diyerek sert bir ikazda bulundu.
Göktürk, Kurt’un omzuna elini atmakta tereddüt etti. Bilmediği bir duyguda nasıl teselli verilir, bilmezdi. Ama ölüm ile burun buruna da gelse yanındaydı, omzuna değenin. Yalnız öleceklerdi ancak bir yaşayacaklardı. Anılarda kalacaklar, nefesleriyle vatanı şenlendirmeye devam edeceklerdi. “ Olsun, seni Demir bilsin.” Diyerek omzuna dokundu. Elindeki çayından da vazgeçmiyordu. “Zaman gelir yolun kesişir, Kurt olursun yeniden. Bak şuraya yazıyorum,” dediğinde parmağı masaya çarptı. “ Evlenirsin sen, bu kızla.” Dediğinde Kağan gözlerini çevirse de dudağını kıvırmadan edemedi. “Sana kök söktürecek birine benziyor ama sen istemezsen bilemem,” dediğinde başına vurdu, yavaşça.
Ani bir sinir nüksetti bedenine. Gerildi. Aceleci bir tavırla aralandı heyecandan kurumuş dudakları. “Ne demek istemezsin!” diye yükseldi. Sesinin gürlüğü etrafa saçılmış şarapnel parçalarıydı. Gözler ona döndüğünde, soluğu göğsünü net bir şekilde indirip kaldırdı. Öfkeli gözlerinin değdiği kız ile bakışları yumuşadı, bedeni gevşedi. Onu böyle tanımaması gerektiğini hissetti.
Kağan çenesini ovuştururken, “ yalan dolan konuşma, lan” diyerek Göktürk’e yalandan yakındı. “ Adam kızın uğrunda, ölmüş,” diye devam ederken Kurt’a baktı kısa bir an. Kendisine öyle bir bakıyordu ki bir sendelemedi, değildi. “ Bir sevdayı daha kazımış bayraktaki kana.” Dedi ve gözleri çayına değdi. Eline aldığı bardağı ile ardındaki sandalyeye yüklenmek niyetindeydi ki geçen hafta kırdığı sandalyeyi hatırladı ve çekidüzen verdi, bedenine.
Kurt, daha fazla dayanamayarak ayağa kalktı ve tezgâha ilerledi. İkisinden birine dalması an meselesiydi. Gerçek dene bir illet vardı. Ölmüştü ve bitmişti, geçmiş. Geriye saramazdı. Yalan yoktu ama… Köpek gibi nasıl günlerini devirdiğini merak ediyordu. Aklından bir an çıkmadı, onsuz girdiği her yılda.
Tezgâhta dağınıklığı toplarken, Elisa geldi yanına. “ Tartıştınız mı?” dedi merakla.
“Hayır.” Diye net bir sesle konuştu.
Devam etti, Elisa. “Neden bağırdın, o zaman?”
Umursamadı, aklı beş karış havadaydı şu anda. “Öylesine.” Diyerek mesafeyi korudu.
Elisa kaşlarını çatarak Kurt’a bakmaya devam etti. “İnsan insana sebep olmadan bağırmaz, salak yerine koyma beni!”
“Beni sorguya çekmezsen, koymam seni bir kefeye,” diyerek sert bir solukta kahveleri kutuya koyarak, poşeti atmak için ileriye çöpe yürüdü. Mesafe gerekti görevden bir parça daha bilmemesi gerekti çünkü Elisa, bir yere kadar onlarla ilerleyecekti. Sonrasında Kandilli ’den çıkacak ve verilen görev için bölge değiştirecekti. Ne kadar az bilgi bilirse o kadar güvende kalırdı.
“Bir bakar mısınız,” dedi tiz bir ses. Gözleri kasaya çevrildiğinde Gül’ün yanından kısa saçlı olan kızdı, konuşan. “Hesap,” dedi. Ancak baktığı telefon ile Gül’e bir şeyler dedi ve dışarıda oturduğu andan beri Kağan’a kaçamak bakan kızın yanına ilerledi.
İlerleyerek kasaya geldi. “ Doksan iki.” Dedi oldukça kat bir sesle. Kafasını kaldırdı ve Gül’e değdi gözleri. Çantasından çıkardığı cüzdan gözleri önünde açıldığında, kendi resmini gördü. Futbol oynarken, ona küsmesine rağmen pes etmeden çekmişti, o gün. Hatırlıyordu, Kurt’u. Değer veriyordu, hala. Gözleri buğuya bürünmüştü. Önüne uzatılan parayı göremeyecek kadar.
“Alacak mısınız?” diyerek konuştu kadife gibi sesiyle. Sinire bürünse de sesi kalbine değiyordu. “ Kırk yıl sizi bekleyemem,” dediğinde Kurt gözlerini hızla kapatıp açarak, eline uzandı.
Aldığı parayı kasaya koyduğunda, “ Bir kahvenin kırk yıl hatırı kalır,” diyerek geveledi, onunla iyi kötü muhabbet edebilmek için.
Gözlerini devirdi, kâkülüne değdi. Boynunu kaşıdı. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır, olacak yalnız.” Bayan Çokbilmiş derdi, Kurt olsaydı. Ardından alık alık bakardı. Belki şimdi de alık alık bakıyordu, hiçbir şey bilmiyordu ki onu görünce.
“Edebiyat severim, ben.” Dedi.
Derin bir nefesle gözlerini Kurt’a dikti. “Ne sevdiğinizle ilgilendiğimi söylemedim.”
Kafasını sallayarak, göz temasını kesmeye niyeti yokmuşçasına bakmaya devam ediyordu. “Laf olsun diye, eserlerle ilgilendiğimi söylemek istedim bende.” Diyerek gelişigüzel kalbindeki eseri dile getirdi.
Diklendi, Gül. İnadı inat, zıttı zıt olurdu, değişmemişti. “Yalnız yine yanıldınız, söz bu eser değil!” dediğinde Kurt’un hoşuna gitmişti. Burnuna değen parmakları ile gizledi, tebessümü.
Araladı, kalın dudaklarını. “Sözler de birer eser, kalplerin tozlanmış eseri.”
Gül kaşlarını çatmış bir halde ona bakmaya devam etti. “Bilin diye söylüyorum, ben de edebiyat sevmem.” Diyerek katlanamadığını dile getirdi. “ Bahşiş kabul edersiniz,” diyerek ilerledi para üstünü almadan.
Ardında bir çift vatan dağlarının yeşilliğini andıran gözün, kuruduğunu görmedi.
*
12.10.2018
Bir erin kimliğiyle… Veda gecesi yaklaşıyordu. Düğümlenmiş iki kaderin kesişmesi… Ve ağır yenilgiydi.
“Sayın Yüzbaşı Demir Karan Kılıç, hakkınızda tutuklama kararı var.” Ve Kurt’u dikenleriyle zehirleyen Gül’dü, yalnızca.
Sabah 9.45
Mardin Adliyesi
“Yazgı Gülce Alkan,” dedi vurgulu bir sesle. Tanıdık bu sese göz kapatmadım. Ardımı dönmek istediğimde kolları ile bir anda beni sardı ve ağzımı avuç içiyle kapattı. “ Sana burada def olup gitmeni söyledim,” diyerek kulağıma doğru birikmiş öfkesini kusmaya başlamıştı. “ Ama sen ille de Kurt, dedin!” diye sayıkladığı cümlesi kalbim tekledi. Demir’den bahsediyor olması gerekti aksi takdirde geçmişimi bu denli bilmesi şüpheye düşürürdü, beni ve onu.
Kolları arasında çırpınmadım. Benim istediğim doğrultuda bana dokunabilirdi. Diğer türlü bir asker kızı olarak. Hayır, bir devlet görevlisi olarak vazifemi yerine getirmek için elimden gelenin fazlasını tattıracağımı biliyordum. Geçmişimdeki sır perdesinde kalanlar içindi, feda edişler. Ve pişmanlık duymuyordum. Uğrunda öleceğim adamda olsa ipimin ucunda. Adımlarım geriye gittiği anda, nefesim kesilecekti, katilim ben olacaktım. Dudaklarımdaki baskısı azaldığında, “ Kaç buradan, son kesişmede bir çembere tıkacaklar ve şafak sayacaksın, bir uğurda!” Kaşlarım ilk kez çatıldı, sesini duyduğum andan itibaren. Şafak, son kesişme ve çember. Sır perdesini aralayacak olandı. Nedendi, Demir’i bile benden uzak tutan bu sır? Ve bu adam nasıl bizi bu kadar iyi tanıyabiliyordu ve bana zarar vermeden uyarmaya çalışıyordu?
Eli dudaklarımı serbest bıraktığında, ona doğru dönmemi istemiyordu ki boynumu sardı, bu defa. Sıkı bir temas değildi ancak yumuşakta denmezdi. Bıkkınlıkla soluklandım. Adliyeye kadar girmiş, üstüne bir de odama girmeyi başaran bu adam kimdi ve neden beni bu denli korumaya çalışırken sınırlarını silecek kadar gözü dönüyordu? “Oradan bakıldığında emirlere uyan biri gibi mi duruyorum.” Diyerek sert soluğuma karıştı, sinirden boğulmuş sesim.
“Oradan bakıldığında, iyi birine mi benziyorum!” Dedi ikaz dolu sesiyle. Sınama ve sınanmaydı, felsefesi. Böyle olmalıydı, evet. Kafamı salladığımda başını kaldırmış olmalıydı ki sabır dileniyordu.
Dudağım kıvrıldı. “ El değiştiren bir intikam varken? Sana kötü biri demezdim.” Diyerek saydım, bana kaç saniye sessiz kalışını. On beş saniye sonunda bile korumuştu, dudaklarını. “ Beni tanıyorsun, seni tanımadığım kadar. Keşke bunun için anlasan beni.” Diye sahte yakınma dolu sesime rağmen haykırdığım bir gerçekti. Hala izler doluydu, vücudumda. Görmem gereken, elimin değmesi gereken, bulmam gereken.
“Ya gün sonu infaz edilen sen olursan,” diye zor bela konuştu. Sardığı bedenim, kasılmıştı. Korkudan değildi, yenileceğim endişesindendi. Kurt ve Gül, diye yılları vermiştim baba diyerek seslendiğim bir adama. Yol göstermişti bana. Belli bir yaşa kadar. Ardından bir oyunda bedenime kazımamı istemişti, şahı. Yaptım, ikiletmeden. Ucunda Kurt’a ne olduğu vardı, sanmıştım. Neden ben gibi işe yaramaz bir çocuk değil de geleceğe vatan olan bir çocuğu seçmişti, ölüm? Bunun cevabını babada aramıştım. En büyük gerçeğim ve yanılgım, babamın kızı olduğumdu. Babalar bazen korurlardı. Bazen de kızlarını görmezdi. Hayatın bana öğrettiği başka bir gerçekte buydu.
Derin soluğu kulaklarımı sıyırdı. “ dönüşü olmayan bir yolda, başka bir yol mu var!” diyerek yutkundum. “ silahı ellerine veren benim, şarapnelin delecek olduğu tek bedende.” Dedim netlikle.
“Yolun nereye?” dedi, beklenti ile. Ne diye benden bir cevap bekleme gereği duyuyordu ve hayatıma birden düşmesi de tuhaflığa ışık tutuyordu. “ Ruhun geliyor mu, seninle? Terk edebiliyor mu, askeri?” diye sıraladığında, gözlerimi devirerek nefeslendim. Demir, işin içinde yokken ne diye araya sıkıştırmıştı? “ Sana bir sır vereyim mi?” dedi ve boynumdaki baskısını arttırdı. “ Aradığın burnunun ucunda, ölüm olacaksın ona. Gitmediğin her saniyesinde. ” Diyerek konuştuğunda, kendime engel olmam gerekti. Aradığımın ne olduğunu tam olarak ben bile kestiremiyorken, beni bu denli yakından tanıması imkânsızdı. Annem ve babam bile başaramamıştı, tanımanın ne demek olduğunu. “ Zamanda kadere gebe kalır,” diye tekrar aralandı sert solukları arasında dudakları. “ Düğümleri boynuna dolayıp, infazcı yapar sevdiğine, anladığında elinde bir baş kalır gözleri kapalı.”
Yüksek bir ses tonuyla, kuruyan dudaklarımı araladım. “Hangi insan kendi uçurumuna çekilir ki? Akılsız olmak gerek bunun için.” Diyerek hiçbir yere gitmeyeceğimi dile getirdim. Pes etmeyecektim. Hiçbir çocuk, benim kaybettiğim oyun arkadaşı gibi kaybetmeyecekti.
“Uçurumunun kenarında, beklediğin yaralı bir Kurt.” Diye söylendi ve ona doğru dönmek istedim, ilk kez. Demir değildi bahsettiği. Emindim. O, Gül’de kalan Kurt’u biliyordu. “ Sana gelirse, onu kovmaman gerek. Yarası sandığından da derin. Kalbine batan Gül dikenini görmez, el olanlar,” diyerek bana anlatmak istiyordu aklındakileri. Ne demek istiyordu, algılayamıyordum artık. Her geçen gün farklı birini kazıyordum defterime. Bu adamı da kazımışken, şimdi ise yanıldığımı düşünüyordum. Bana el uzatmak istiyordu ama engel olan bir dürtü vardı, ona. Kimdi bu adam? Kurt’un bana geleceğini söylüyordu? Bir yangın ortasında kalan çocuğun yaşadığına inan ve yaşa diyordu, ateşin hırçınlığını izleyen bana. Onun nasıl yandığından haberi var mıydı? Benim onu izlediğimden. Sadece izlediğimden.
“ Ne saçmalıyorsun sen,” dedim. Titrek sesime ben bile kaş kaldırmıştım. Adı geçmişti çünkü. Hep böyle oluyordu. Kurt kana bulanıyordu, Gül soluyordu dikenlerinden. Batan dikenler Kurt’un kalbinden çıkmıyordu. “ Kes,” diyerek tekrarladım. “ Ne halt biliyorsan sus,” diye uyarmaktan çok yalvardım.
“Korkuyorsun, aklındaki ihtimalin yaşanmasından.” Dedi üzerime gitmeye devam ediyordu, yılmadan. Beni pes ettirecekti, sözleri ile. “ Şüphe de bir his.“ diyerek boynumdaki baskısını gittikçe azaltıyordu. “ Sayın Savcı, git ve yaşat. Devletin eli uzundur, buralara sahip çıkacak kadar.” Dediğinde hızlı soluklarım önümdeki duvara değmekten öteye geçmiyordu. Bu adam, isteyerek vatanımı, bayrağımı, milletimi övmüştü. Bir hain yapar mıydı, bunu? Hain değildi, bir ihtimalde. O zaman ne diye on beşin anlamını taşıyordu? Neden göz yumuyordu, çocukların kayıp gitmesine? Kıyar mıydı, bir vatan evladı başka bir vatan evladına? Hayır, bu bir yanılgıydı. Manipüle etmeye çalışıyordu, beni. Yaramı öğrenmişti ve deşmek için elindeki bıçağı sırtıma saplamak için hazırlanıyordu, yalnızca. İnanma ona. Hepsi yalandı, hayatımdaki bilmediklerim gibi.
“Hiçbir yere gitmeyeceğim. Nereye baksanız, orada olacağım. Kaçmayacağım, sizden.” Sesim hür, bedenim mahkûmdu.
Sert soluğu kulağıma değdiğinde başımı kaldırdım. Yılmayacaktım. Hiç tanımadığım bu adam pes ettirmezdi, beni. “Bir kez,” dedi kısıkça. “ Dinle beni,” diyerek isyan etti adeta.
Ve bir hızla ardımda kalan bedene döndüğümde karşılaştığım yüz ile yutkundum. Siyah saçlarına yer yer düşen aklar, acı kahve kadar keskin gözleri bana özel değildi. Ruhuna bürünmüştü, kasvet. Yüzünde gezinmeye devam ettikçe şaşkınlığım katlansa da bunu belli etmemekte ısrarımı sürdürdüm. Yüzünün sol tarafı maske ile kaplıydı. Kapatamadığı yaralar, yanıklarının izleriydi. Uzun boyuna rağmen hırsın büründüğü bedeni yara bereydi. Kayıpları vardı, sandığımdan derinlerde. Yaralarını kapatmaya çalışıp kapatamaması nedendi? Hırsından mıydı, gözlerindeki intikam ateşinden miydi? Kimdi bu adam ve her defasında burnumun dibinde bitmesindeki neden niyeydi?
Koruyor muydu gözleri, elleri çukur mu kazıyordu yoksa bana?
Gözlerini benden çekmedi bir an olsun, ben ise onu baştan aşağı kaçıncı kez süzdüğümü bilmiyordum. “ DEFOL,” dedim üzerine doğru yürüyerek. Hükmü kesen topuk seslerime karıştı, gür sesim.
Kanları kurumuş yaralı ellerini cebine koydu ve bana adım attı. İki adımda kapanmıştı, mesafe. “ Bu kapıdan çıktığımda katilin olacağım, git buradan!” dedi dişleri arasından.
“Blöf!” dedim ikaz edercesine. Oysa dediği de olabilirdi. Ancak gitmeyecektim, birkaç gün sonunda savcı olacaktım. Elimin ulaşacağı yerler açılacaktı.
Baktı haykıran gözleriyle. Bana ne anlatmaya çalışıyordu, hiçbir fikrim yoktu. Yabancıydı. Ne anlayabilirdim, tanımadığım birinin gözlerinden? “Yapma,” dedi. “ Şah seçilen sen olmuşsun, şafak söktüğünde koruyamaz seni,” Dediğinde bana üzülüyor gibi bir hali vardı. “ Gençsiniz daha. İkinizden biri ölür, yolunuz sonunda.” Diyerek yutkundu, güç bela. İkimizden biri… Demir miydi, bahsettiği? Yoksa aklımda kuruntularını yaşatmaya devam eden Kurt mu? İkisi aynı kişi. Olabilir miydi? Anlatamadıklarım var diyen Demir’di. Yasaksın bana, diyen Demir’di. Gözleri Kurt gibi olan Demir’di. Mümkün müydü, öldüğünde yaşamak? Yapar mıydı kalp, kalbe bunu? Hala aklımdaki onlarca soruya cevap bulamamışken yeni sorula türemeye devam ediyordu. Herkesin keskin çizgisiydi, vatan. Bu yüzden miydi, olanlar? Fedaydı can. Ama… Yerine oturmaya taşlar? Babam istemişti, vatana borçlu olduğumu dillendirerek. Haklılık payı vardı. Elime uzattığı anahtarı alarak, saklamıştım abimin mezarının yanına. Hala oradaydı çünkü zamanı geldiğinde babama teslim etmem gerekti. Amacını bilmediğim kartın ne işe yaradığını yavaş yavaş çözüyordum. Geçmişin sana gelecek, koruyacaksın onları demişti yaşımın ermediği zamanda. Şimdi… Yaşım eriyordu ve anlamak istemiyordum, bu defa. Gerçek olmasını dilediklerim, gerçekmiş belki de. Kuruntuydu, bunlar. Bu adam yüzündendi.
“Anahtar, değil mi istediğin?” dedim egolu bir hale büründüm. Gözlerini kıstı, şaşkınlıkla başını eğdi hafifçe sola. “ Bu yüzden kapımda yatıp kalkıyorsun,” diye alaya vurmak istedim, her şeyi. Aklım sağ çıkamayacaktı yoksa. Allak bullaktı, her şey. Savaş vardı, aşikârdı. Ancak ben bu savaşın neresindeydim ve işlevim neydi?
Ağzından dökülenlere kendi bile inanamadı. “Kurulu çiğneyerek şah seçtiği yetmemiş… Bir de sana mı teslim etmiş?”
Kaşlarım çatıldı. Ne kuruluydu? Babam ile ne münasebeti vardı? Odamdan kovmak istiyordum ama hiçbir sorum cevap bulmadan da gitmesin istiyordum. “Benim ne eksiğim var, güvenmiş ki emanet etmiş.” Desem de içim içimi yemeye devam ediyordu. Yersiz egom, hiçbir şeyi dindirmiyordu. Odam ona aitmiş gibi mekik döşemeye başlamıştı sağa sola. Bense ellerimi bel boşluğuma koymuş tek ayağımla ritim tutuyordum, dudağımı kemirerek. “Ölecek miyim?” deyiverdim. Adımları mıhlandı, bana döndüğü sırtı gerildi. Adeta buz kesti karşımda, dudaklarımdan dökülenlerle. “ Yanarak…” dediğimde gözlerim ondan ayrıldı. “Ölmek istemiyorum…” Kımıldamayı geçmiştim, artık. Gözünü dahi kırpmıyordu. Kitlenmişti bana, gözlerindeki tuhaf hüzünle. “Beni öldüreceğin için mi bu hüznün? Dert etme ben kimseye küs kalmayı beceremem,” diyerek gelişi güzel konuşarak soğuyan ortamı ısıtmaya çalıştım. Soru işaretimin birine bari cevap versin diyeydi, çabam.
“Birini yaşayarak yakmışken, diğerinize gücüm yetmez,” dediğinde gözlerini kaçırmıştı, mahcubiyetle.
Ne demekti, bu? Birisi kimdi, sen kimdin? Ses tonum hafifçe yükselse de dizginlerim hala elimdeydi;
“Çıldıracağım, artık! Açık açık konuş! Öldür ya da çık git hayatımdan!” diyerek ona doğru bir adım attığımda bir adım geriledi.
Tıp ki benim gibi yaraları kabuk bağlamamış ellerini siyah paltosunun cebine koydu. “İki güne kalmaz savcı olacaksın, duyduğum kadarıyla. Bekir Kara… Saman altından yürüttüğün davası sayesinde. O askere bile o yüzden yaklaştın. Alacaklarını aldın.” Dediğinde kaşlarım çatıldı, gözlerim irice açıldı. Onu kullanmamıştım. Görevimin getirdiği kuşkular yüzünden temkinliydim, karşında. Bu yüzdendi onu bu denli araştırmaya yeltenmem ancak başaramam. Hep bir engel vardı. Dünya karşımdaydı o söz konusu olduğunda. Alabildiklerimi mesleğimde kullanmakta çekinmedim. Belki anlar ve döker tüm sırlarını diyeydi. Olmamıştı, beklediğim. Onu tanımadığım içindi. Hepsi.
Ancak bunu Umay dışında kimseye anlatmamıştım. Feyyaz Savcı bile elimi eteğimi çektiğimi düşünüyordu ki hiçbir haraketlimle de dillendirmedim davayı. Dün sunduğum evrakları emanet ettiğimde Umay’dı. Sır saklamasını biliyordu. Biliyordu mümkün değilken bu adam her şeyimi biliyordu. Onu evime kadar alan. Hastaneye ulaşmasını sağlayan. En yakınım dediğim Umay’dı. “ Başkası bilmiyor,” dediğinde Demir’i kast ettiği açıktı. “ Savcı olmanı istiyorum çünkü.” Diyerek devam etti. Ancak hala evimdeydi, aklım. O bana yapmazdı. Tek dert ortağımdı. “ Sandığından daha dar bir çemberdesin.” Dedi yeniden harladı içimdeki kuşku ateşini.
“Sen… Ne saçmalıyorsun,” dedim inanmazcasına. Oysa babanın bile omzuna dokunmadığı kızın elinin öylece tutulması da akıl karı değildi. İnsanların elleri limana götürmezdi, çıkarlarıyla uçurum kenarına itelemekten öteye gidilmezdi ki.
Adımları ne yaklaşabildi ne uzaklaşabildi. Tuhaftı adam. “ Ona beslediğin duyguları gömdün ve mesleğine ektin tohumu.” Dedi emin bir şekilde. Duygu falan gömdüğüm yoktu. Sadece başaramayacağıma inanlara karşı gelmek istemiştim. Yapacak kadar güçlü bir kızdım. İhtiyacım olan bir erkek değil, uygulanması gereken yasalardı. Benim için ikinci planda olan adama yine verirdim, kaderimi. Ancak önceliğim vardı işte. Kimse benim gibi oyun arkadaşını kaybetsin istemiyordum. Kurt’u kaybeden Gül solmuştu. Yeşermeye de niyeti yoktu, eli başka çocuklara değmediği sürece. Çocuklar, neşeyle yaşamayı, düşünmeden okula gitmeyi, sokaklarda şen şakrak oynamayı hak edecek kadar değerliydi bu ülke için. “ Son ikazım, git buradan ardına bakmadan.” Dedi ve kısa bir an düşündü. “ Eğer kalırsan…” dediğinde bakışları odada gezindi bir tur ve yeniden gözlerimi buldu. “Ölüm kapına değil bizzat kaderine el sürecek!” diye dillendirdi gözlerinden süzülen kelimeleri.
“Hiçbir yere gitmeyeceğim!” dedim yeniden üzerine basarak. “ Asıl sen şu kapıdan çıkmazsan…” dediğimde çenesini sıvazladı, öfkesine engel olmaya çalışırcasına.
Bir hızla kesti, bedenimi. “Ben herkesi karşıma aldım, bu kapıdan içeriye girmek için.” Dedi duraksamadı bile. “ Sen yaşa diye. Uğrunda yananlar sana tutunsun diye.” Dediğinde kaşlarım çatık, anlamaya çalışır bir ifade ile ona bakıyordum.
Hızla iki adım attığımda, “YA SEN KİMSİN! KİM!” diyerek bağırdım ve benden iki adım kaçtığında, ardındaki dolaba çarptı sırtı. “Hangi sıfatla bana emir veriyorsun!” diyerek sesimi kıstım bir nebze. “ Hain misin, dost musun, düşman mısın, tanıdık mısın?” diyerek gözlerine bakmaya devam ettim. “ Kim olarak el uzatmaya çalışıyorsun sen,” diye devam ettim. “ Etrafın yalan de,” diye nefes aldığımda, “ yalana dolanmış beni görme!” dediğimde tanımadığım bir yabancıya isyan ettiğimi yeni yeni idrak ediyordum.
“Milli İstihbarat Teşkilatı; Demir Karan Kılıç…” Dedi şüphe içermeyen ses tonu ile beni diri diri ateşe iteledi. “ Ne dost ne düşman. Seni koruması gereken adamım! Canım pahasına!”
Dünyam durdu. Nefesim kesildi. Gözlerim kaydı. Ama hala yaşadığımı hissediyordum.
“Sözüm var bir Oğuz’a…” diyerek devam etse de ben öptüğüm, yanına sokulduğum, her gece telefonda uykuya daldığım adama gitmiştim.
“Kurt...”dedim zoraki bedenimden ayrılan sesim ile. “Kurt…” diye tekrarladım. Ona baktım, buğulu gözlerle. Baktı bana, hüzün kokan acı kahve gözleriyle. İnkâr etmedi. Aklımdakini biliyordu. İnkâr etmek gibi bir çabaya girmiyordu.
Suskunluğunu bozdu. “Gitmezsen eğer…” dedi. Hasret denen kelimeyi hissettiğim anda. “ Güven bana, yalnızca heba edilen gençliği için.” Dediğinde söylemedikleri onlarca anı önüme sermeye çalışıyordu kapalı kapılar ardından.
Dört duvar arasında ter döküyordum, oysa. Işık hep yanımdaymış aslında. Belki de anahtarım hep cebimde saklı kalmış. Birimizin aydınlığı diğerimizin hasreti… Ateşe verilmiş, demirleri dahi eritmiş ya saklı kalır sandığımız kalplerimiz.
Aniden açılan kapı ile gözlerimiz eş zamanlı kapıya yöneldiğinde gördüğüm beden ile iki adım daha geriye gittim. Oydu. Tam karşımda. Yıllarıma yıllar kattığım güvenim. Göz gözeydik, hasretti yüreğim dünlere.
Gözleri gülen bir ifade ile açtığı kapıyı solan yüzü ile yarıya kadar açabilmişti. Bana ve karşımdaki kendi gibi kimliksiz kalan adam arasında mekik döşüyordu. Fazla uzatmadı ve bende duraksadı, gözleri. “Gül, iyi misin?” Dedi yalnızca. Gözlerimde takılı kalmıştı bakışları. Görmüştü buğulu kalbimi. Yutkundum ve cevap veremedim. Neyin içine düştüğüm konusunda hiçbir fikrim yoktu ve onun bu örgüdeki yeri bile farklı olmalıydı ki karşımdaki adamın gözleri ışıl ışıl olmuştu. Sanki görmek istediği manzara buymuşçasına bakıyordu. Kurt Sungur’un aksine. Her an adamın üzerine atlayacak kadar kan susuyordu ifadesi. Sırıtışına karşılık zaman kaybetmedi. “ Benim özleminde uyuyamadığım gözlere hangi akla hizmet bunu düşürürsün, p*ç” diyerek hızla adamın yakasına yapıştığında şok olmuş ifadem ile izlemekten öteye geçemedim.
Neyin içindeydim? Ne kadar derindi çukurum? Çıkabilir miydim, bu defa?
Karşısındaki adam deli gibi hala sırıtıyordu. Nefes aldığında,” sen kimsin ki,” dedi onu tanımasına rağmen üzerine oynuyordu. Belki de öfkesini ölçüyordu, ilerleyen hamleleri için. “İki insan muhabbet ediyorsa edebinle sıranı bekle,” dedi, düz bir ifadeye büründü.
Kurt’un gözleri saf öfke ile çevrelendi. Değişmemişti, o. Söz konusu ben olduğumda hala kızarıyordu gözleri. Her adımımdan haberi olan adam, benimle büyümüş oysa…
Nasıl olduğunu anlamadım. Bir anda maskenin olmadığı yanağına bir kroşe attığında, ellerin ağzıma gitti. Adamı yakasından tuttuğunda, “ edebi sikip attım, yeri gelirse tekrar tekrar sikip atarım, duydun mu lan” dedi dişleri arasında. “ sen kimsin de benim kıyamadığıma göz değdiriyorsun,” dedi ve kafa attığında bir eli adamın boğazına dolandı ancak ölüm zerre rahatsızlık duymuyordu. Aksine bunu istiyor gibi bekliyordu sadece. Amacı neydi? Kimliğini sahiplendiğini adamı nasıl olurda tanımazdı? Onun dahi bilmediği bir sırrı neden paylaşmıştı benimle? Tek neden abim olamazdı.
“DUR!” Dedim sesimi kontrol edemeden. Tüm öfke tek bir kelimeye sığar mıydı? Ona sayıp sövmek istiyordum. Neden demek için, ağlıyordum içten içe. Ama sustum, yalnızca. Bilmediklerim ile canını yakardım, Kurt’un.
Hızla omzundan tutarak çekiştirdim. Başta milim kımıldamasa da “Demir,” dememle geriye çekilmesi bir oldu. Oysa sen Demir değildin… Yalancısın. Yalansın, sen. Kurt’sun. Kurt olarak kalmadın, neden? Yutkunmak zorunda bırakıldım. Kalbimde. “ O öyle biri değil,” dedim istemsizce savunmak zorunda kaldım.
Bana kaşları kalkmış bir ifade ile baktığında, “ onu tanıyor musun,” dediğinde duymak istediği cevabı bekliyordu, yalnızca. Duyamayacaktı. Ona zor bana basitti, işte. Kafamı salladığımda, gözleri benden botlarına çevrildi. Ardından usul usul ölüme çıktı, gözleri. Tuhaf bir ifade vardı; bitkinlik belki.
Sustu. Yalnızca sustu. İki isimsiz bedendeki bitkinlik gözlerimde soluyordu.
Aramızdan sıyrıldı, ölüm. Kapıyı kapattı. Ve bizi birbirine dolanmış yalanlarımızda bıraktı.
“ Stajım bitti ve savcı olacağım. Arkadaşım da bunu kutlamak için gelmişti buraya.” Dediğimde inanmış mıydı, hiçbir şey bilmiyordum. İnanmış gibi de yapardı, yalandı. “ Kafana buyruk hareketinle amacın beni korumak mıydı,” dediğimde sesim buz kesiyordu. Oysa daha dün birlikte uyumuştuk. Saniyeler bile insan nefesinde çalıyordu böyle. “ Oradan bakılınca senin himayene ihtiyacım varmış gibi mi duruyorum,” diye sesimi daha da yükselttim.
“Neden haberi vermedin,” dedi gözlerimin derinlerine inmek için kendini parçalıyordu, adeta. İzin vermeyecektim. Yalan kalmalıydı. Hala.
Düz duvara bakar gibi duygusuz bir ifadem varken kalbimdeki acıyı yüzüne haykırmak istiyordum ama ters giden bir şeyler vardı. Belki de onu kırmaktan korkuyordum, deli gibi. “ Çocuk muyuz, birbirimizi her adımına şahit olalım…” diyerek tersledim.
Gözlerinde beliren korku sesine yansıdı;
“Benden kaçıyorsun, Gül…” dedi. Gül ilk kez farklı bir anlam kazınmıştı bende. Bir tek sana gül olurum demiştim ve hep ona gül olmuşum.
Korkusunu umursamamaya çalıştım. Yalanların arasına beni alan oydu. Acılarda kıvranması gereken de o olmalıydı. Onu geride bırakarak kapıdan çıktım ancak cehennem azabındaydım, kapı ardında…
Ardımdan kapanan kapı ile adımları beni takip ediyordu. Gelmemesi gerekti. Yüzüne haykırmamak için zor zapt ediyordum bedenimi. Geride kalmalıydı. “Gitsene! Dümenden işim var diyerek kovmam mı gerek?” Dedim bir hızla ardımda dönerek. Adliye önünde onunla ciddi bir şekilde tartışmak son isteğim dahi olamazdı. Hesap soracaktım ancak erkendi. Belki de gizli kalmalıydı, bilmiyordum. Henüz o adamla her şeyi konuşmamıştım. Sorularıma cevap alana kadar beklemem gerekti, doğrusu buydu.
Baktı ve dudağında gezdirdi dilini. “ Sana kanarım ben, yavrum…” dedi, bana bir adım attığında, sinirden kahkaha atmama az kalmıştı; Yalancı Herif…
“Hatırlıyor musun, sana kanmasaydım dediğim günü?” dedim üzerine bastım her bir kelimenin. Çünkü önündeki en büyük yenilginin ben olması için göstereceğim çabaya Oscar layık görülecekti. Bizi harcadığı uğurda.
Kafasını hafifçe sola eğdiğinde elindekilerde takılı kaldı gözlerim; ceketim, çantam ve telefonum.
Derin bir nefes aldım. Yeniden gözlerine baktım. Öfkesini yatıştırmak için çaba gösteriyordu. Oysa az önce birinden çıkarmıştı, tüm hıncını. “ Beni dolandırdığın ve dallamayı öve öve bitiremediğimiz gün mü?” Kafamı usulca hafızasına karşı müteşekkir bir ifade ile salladım. Hiçbir şeyi unutmuyordu. Beni unutması nasıl mümkündü?
“Aklına kazımaya devam et, böyle!” diyerek ardıma döndüm ve ilerlemeye devam ettim. Kazımalıydı ki onu kandırdığımda kapımda gözleri ateş çemberine teslim olmalıydı. İçim soğumalıydı.
Beni yılmadan takip etmeye devam ediyordu. Arabaya doğru emin adımlarla gitsem de nereye gittiğimi bilmiyordum. “ Anahtar bende.” Dediğinde duraksadım.
Ardıma dönmedim. “Zaman kaybısın.” Diyerek ona doğru dönmeyi başardım. Yüzündeki duyguyu kamufle etmeye alışkın olmalıydı ki görmüyordum onu.
“İste yeter.” Dediğinde dudağım düz çizgi haline geldi. “Duraksatırım zamanı, sende.” Diyerek devam etti.
Saçmalık dercesine yüz buruşturdum. Aslında hoşuma gitmişti ama bunu bilmeyecekti. Benim bilmediğim onlarca an gibi. “ Zamanı nasıl durduracaksınız, Yüzbaşı?” dediğimde iki adımı aramızdaki yılların mesafesini kapatmaya yetmişti.
Başımı biraz yukarıya doğru kaldırdım ve havanın soğukluğuna rağmen sıcak bastıran güneşe meydan okuyarak ona bakmaya çalıştım. “Öperek, her bir noktanı.” Dedi ve nefesi gözlerime değdi. Ama düşmeyecektim ve ona tutunmayacaktım.
“Klişe.” Dedim umursamazca. Bilmemeli, Gül. Kendime telkin vermeye devam ettim. “Hem ne diye geldin,” diyerek işi olmasına atıfta bulunmuştum. Belki de işi beni yalanlarında boğmaktı. Bilemezdim.
Kaşlarım çatmıştım. Bir cevap bekliyordum. “Bir saat için gelebildim. Geri gideceğim.” Dedi netti gözleri, sesi, kalbi. Neden yapmıştı o zaman? Deseydi bana. Kızardım, birkaç ay. Küserdim birkaç gün. Yakınırdım, birkaç saat. Ama uzağında değil. Yanı başında yapardım bunları.
Sorgularcasına değişti yüz ifadem. “Neden geldin o zaman?”
Biraz daha sokuldu bana doğru. “Sana söz verdim.” İtelemeye gücüm yetmedi. Ama gözlerine bakmaya da zihnim el vermedi.
Hep böyle söz verirlerdi ve öylece giderlerdi. Alışkın değildim. Sende gitmiştin ancak gideceğim der gibi bakmıştın bana. Söz vermemiştin. Yine kıyamamışsın, bana. “Daha sonraya da olurdu, yolunu beklerdim oflamadan… Hem önemli de değildi, söyleyeceklerim.” Dediğimde içimde kalan son duygu kırıntıları mıydı ona döktüklerim? Öyle olsun istemiyordum. Onu seviyordum, kafayı sıyırmış gibi. Bilmemeliydi bunu da.
“Ben bekletmem seni, bir daha.” Benden sakladıklarını bilmesem belki de sorgulamazdım bile. Ancak farklıydı artık. Bir daha… Biliyordu, onu beklediğimi. Her fırsatta dile getirmişti, aslında. Ben anlamamıştım. Söylemediklerim var, demişti yüzüme karşı. Yasaksın demişti. Ciddiye almamıştım.
Buna rağmen yüreğimde azılı suçluydu. “Alışkın değilim, genelde hep söz verip ardına bakmayan insanlarla tanıştım.” Dedim anlardı ve üzülürdü belki de.
Gözlerini kısa bir an ayağıma çevirdi. Suçlu olduğunun farkındaydı. Ne güzel. Hayatımız çok farklı olabilirdi, aptal demek için kalbimi ortaya koyardım şu saniyede. Bakışları ayağımdan sıyrılmadan, “herkes mi gitti, senden?” dediğinde derin yutkunuş sesi kulaklarıma değdi.
Net bir şekilde, “gitti, benden!” dediğim an bakışları gözlerime değdi. Gözleri; ölçtü ve biçti. Karar veremedi. Belki de sakladı kararını da.
“ Seni geçmişe itmeye niyetim yok.” O zaman neden hayatımdaydın? Elim elime bir karış uzaktaydı? “ Ama bil diye söylüyorum… Ölümüm elinden de olsa, Gülüm tek derin mevzumsun.” Dedi kararlıkla.
Umursamazca sıyrıldım, yanında. İlerledim kaldırım taşına. Baktım, önüme. Ben hatırlıyordum. Omuz hizamdan ona baktığımda onun da hatırladığını düşündüm. Yalnızca yutkundum. Acıya karışan günlerin silindiği sandığında bir kara bulut sarardı, etrafı. İstemezdi mutlu olup, şenliğini bayrama çevirmene.
Kurt, başa döndük. Seni gördüğüm ilk yere.
Kaldırım kenarına oturmuştum. Tam karşımda duran yürüyüş yolu bir zamanlar parktı. Benim günışığıma yüz veren, ağır kalbime yön veren gözleri gördüğüm park. Yanıma oturdu. Durmadan yürüdüm kalbine doğru. “Sen ve ben.” Dedim. Biz, değildik. Bitmiştik, biz. Senin yüzündendi. “ Tuhaf değil mi rastlaşmamız?”
Bana dönmeden, “sorgulamadım,” dedi netlikle. Biliyordun çünkü. Hepiniz biliyordunuz.
Devam ettim. Kırık bir kalp ne yapardı, görmek istemsem de duramıyordum. Çığlık çığlığa ağlamak istiyordum. “Kuşku olmadan yaşayamazsınız, sizler.” Diyerek ona döndüm.
“Şüpheyle, bedenlerimiz hayata tutunur. Doğru.” Dediğinde beni onaylamıştı. “Ama hiçbir zaman şüphe olmadın bende.” Dediğinde bir hızla ayağa kalktım. Nefes alamıyordum. Tuhaf hissediyordum. Ölmek istiyordum ama onsuz da gidemiyordum.
“Ne anladım, biliyor musun,” dediğimde kaldırım taşında küçülen bedenine baktım. “Saçmalıktan ibaret, hepsi.” Diyerek onu izlemeye devam ettim. Cevap vermedi. Anlıyordu belki de. Beni kandırdığını. Yalanlarının söndüğünü. Durmadım. “ Sen hiçbir duyguma layık değilmişsin.” Diyerek kırmak istedim onu. Gözleri bana değmedi ama başardım. Gerilen bedenine neden mutlu olmuyordun.
Canım yanıyordu ve canı yanıyordu.
Ayağa kalktı, eşyalarımı bir an olsun bırakmadan. “Ben…” Dedi bana değen gözlerinde bariz beliren duygu, acıydı. “ Yakılmasaydım. Seni ateşin ortasına koyacaktı. Gördüm gözlerini,” dedi duraksadı. Neyden bahsettiğini anlamayacak kadar yabancı kalmıştım, ona. “ Uğruna tekrar yanarım. Kanarım, yeri gelir nefesimi bağışlarım sana.” Diyerek acısını gömmeye devam ediyordu. Ne yaşamıştı da benden saklayarak kaybedeceğini bilmesine rağmen geriye adım atmıyordu? “ Ben göğüs gerdim bir şekilde. Küçüktün sen, boğulurdun orada.” Susmaya devam ediyordum çünkü dudaklarım aralanmıyordu, kalbimdeki hüzün tomurcukları dile gelmek istemiyordu. Kırgındım, herkese. Etrafımdaki yalan dolanlara, küsmüştüm. Kızgındım, kendime. “Susma, Gül…”
Baktım ona, yeniden. Harabe haline. Yıkık dökük bir adamdı, karşımda gördüğüm. Bir an olsun düşünmedim. “ Seni ben öldüreceğim, buradan gitmezsen.” Diye dişlerim arasında konuştum. “ Çıkma yoluma, öl tekrar. Kıyma kalbimde kalan son parçana.” Dediğimde yalnızca yutkundu. Neler düşünüyordu bilmiyordum ama gözleri bir dal arıyordu hala. Onca yalana rağmen ona güveneceğimi düşünmesi akıl karı değildi. Uzaktan izlemesi beni dünyadan sakınması hiçbir şey değiştirmeyecekti. Yalan giren bir ilişki… Mümkün değildi yeşermesi. Biz bir arada olamazdık, yeniden. Kurt ve Gül… Kurt’un yandığı ateşte gülü zehirlemişlerdi.
“ Sen iste ölüme yürürüm ama bana kırgınsın, kızgınsın… Gidemem.” Dedi bana bir adım atmak istediğinde geriye adımladım.
Ellerimle iteledim, göğsünden. Bedeni geriye gitti. Harabeydi, işte. Nedendi hala mücadele etmeye çalışması? “ Sus artık. SUS!” Dedim bağırarak. “ Sen ne biliyorsun benim hakkımda, hepsi yalan dolan senin gibi!” Diyerek daha çok hiddetlendim. “ Gittin sen, gözlerimin önünde kalbimden kaçtın.” Dediğimde gözlerimden süzülen yaşlara engel olmak istiyordum. Oysa ben hep buydum ya. Ağlak bir kız. “ Hiçbir şey bilmiyorsun, Kurt…” dediğimde ilk kez dile getirdim geçmişimi. Kalbime çivilerle kazınmış oysa. “ Ben neler yaşadım, bilmiyorsun. Kaç gece adını sayıklayarak uyandım bilmiyorsun. Kaç gün huysuzun kapısını çaldığımı bilmiyorsun,” dedim yitirmeye ramak kaldığım kalbimin atışlarını işitiyordum. “ Gittin ve elimi tutan kimse kalmadı. Ateşin ortasına atan sen oldun,” dediğimde yitip giden Umutlarım karşımda filizlenmişti ama canım yine de yanıyordu. Niye böyle olmuştu? “Sen ne biliyorsun? Beni ardına bıraktın, küçüğüm diye. Dert olurum diye. Hiçbir şey bilmiyorsun. Her gün beni beklediğin parka gidip gel diye bekledim, gözyaşlarımı sayarak seni unutmaya çalıştım ben. Ne biliyorsun, asalak!” diyerek bağırmaya devam ettim. İçimdeki kor ateşe sarılmış duygularımın dinmek bilmiyordu yine de. “Neden izin verdin peşinde sürüklenmeme? Neden izin verdin, seni izlememe? Neden izin verdin, sana aşık olmama?” Diyerek itelemeye devam ettim.
Neden gelmedin? Neden uzaktaydın? Neden sarmadın yaramı? Neden saramadım yaranı? Benden uzakta kaldın, sen.
“Seni seversem, alırlar benden. Öyle dediler bana.” Diyerek araladı dudaklarını. Sesi tedirgindi. Biliyordu, kaybetmiştik kadere. “ Herkes…” Zor bela çıkan sözleri bedeni saplanan şarapnel parçasından farksız gibiydi. Hiç kurşun yememiştim oysa. Öyle derinden bir acıydı ki beni saran… Nefes aldığımı hissetmiyordum. Hayatım bir yalana dizilmiş, bense bilmeden hangi yöne adımlamasam ipin ucu oraya kayıyormuş. Yazgımda koca bir yalandım, yalnızca. Hiç gerçek olamamışım. Yakmışım, bir yüreği. Kanatmışım bir eli. Vazgeçmişim, bir çift gözden. Bundan ibaretti.
“Sen yaşa istedim, küçüktüm. Beni hatırlamazdın, gidince.” Dedi çocukluğumun yarası.
Kaşlarımı daha da çattım. Sert nefeslerim yağmur damlalarına karışırken ona isyan etmeye devam ediyordum. “Bak bana! Bana bak, bana!” Dedim haykırarak. “ Silmiş miyim? Atmış mıyım bir köşeye, adını?” Diyerek göğsünden iteledim. Benden uzağa gitsin istedim, bir an. Sonra geri gelsin istedim. Alışkanlıklardandı, hep. “ Aklım kaçıracaktım,” dedim. “ Salak yerine koydu, babam beni. Ölmedi dediğim her an. Oysa haklıymış, babam” diyerek yüzümü buruşturdum, öfkeyle. “ Hepiniz o kadar akıllıymışsınız ki tek salak ben kalmışım yanınızda!”
Yutkundu. Zoruna giden neydi? Onu övmüştüm, hâlbuki. Kendime ettiğim hakaretlerin çok daha fazlasına layık görmüştü beni. Neden kabullenmiyordu, şimdi? “Ölen biri nasıl gelirdi, kapına? Bulduğum her fırsatı seni görmek için harcadım.” Diyerek nefes almaya çalıştı. “ Denedim, beni gör diye. Fazlası vatana ihanet olurdu, yapamazdım.” Dedi. Önce vatan, sonra candı. Haklıydı. Mesleği değerliydi, herkes gibi. Çoğumuz böyle yetişmişti. Ama ben küçük değil miydim, yaşadıklarım için?
Hiçbir şey düşünemiyordum, artık. Ne doğruydu ne yanlıştı, zihnimde yitikti cevaplar. Pes etmem gerekti, belki de. Ya da önüne çıkan kaderimi dahi ezmem gerekti, içimdeki korlanan ateş için. İntikam buydu. Peki bana ne kazandırırdı, sonunda? Rahat bir nefes… Mümkün değildi, göğsümdeki yaralardan sonra. Ellerime ulaşmaya çalışan ellerine uzansam… Ne kazanırım? Onun dışında, hiçbir şey.
Ama kalbimdi. Ağırdı insan kalbi. Herkes bilmezdi taşımasını. Belki de taşımamalıydım, kalbini. “ Aşkından kafayı yesem de kaderimi, kaderine düğümlemeyeceğim.” Dedim bir hızla. Kal gelmiş gibi kımıldayamadı yerinden. Yutkundu, boğazından geçemeyenler vardı. Umurumda olmamalıydı.
Gözleri bana değmedi. “ Kadere mahkûmuz, kalbimiz attığı sürece…” dediği an kan beynime sıçramış gibi çıldırmıştım. Konuşmaması gerekti. Sadece beni dinlemeliydi, bugün.
“ Keşke…” dedim. Söylemem gerekti. Canı yansın diye canımı mı yakacaktım? Yapar mıydı, insan gözünden sakındığına? İhanet eder miydi, peki kalbindeki ize? Edermiş. Neticede hepimiz kaderde örülmüş insanlardan ibaretiz. Acı tatlı kalplerimizi yeri geldiğinde çıkartmasını biliyorduk. Kafamı biraz daha kaldırdım. Yağmur damlalarına meydan okuyan haki yeşillerine baktım. “ Keşke…” dedim üzerine basarak. “Keşke, ölseydin Kurt!” Dediğimde yüzü sarsılmadı bile. Kalbi kan ağlıyordu belki de. Yalan söylemekten ustaydı. Yutkunmaya çabaladı ve gözlerimin içine bakmaya devam etti. Biliyordu, yüzüne çarpan nefesimi. Tanıyordu, gözlerine değen gözlerimi. Her noktama hâkimdi, bana yalanlar veren adam. Gözyaşlarıma yanaşmaya niyetlenmişti. Sebebi oyken dokunabileceğiniz düşünmesi kadar saçmaydı, içinde bulunduğum an.
Bir yalanla silecektim, onu. Bir yalanla beni izlediği gibi.
*
Bir gün önce…
Kurt Sungur
Kayda geçenlere göre ölü bir adamdım. Ben. Öyle birden bire büyüdüm. Zamansız ve kimliksiz. Duyduğum çığlıklar akıl karı değildi, gördüm. Elimden alındı, diyemezdim. İsteyen bendim, can yanmasın diye. Yıllardır her gün titreyen burun direğimden bir haberdim. Ağlamadım. Düşünmedim. Hissetmedim. Yaşamam gerekti, vatan için. İntikam için. Çocukluğum için.
Dallarından akan kanın tek nedeniydi, Kurt’un yarası. Öyle bir sığınmış ki Gül’üne… yarasına merhem olmuş, batan dikenlerin acısı.
Haklıymış, yine.
Gül, Kurt’a tutsaktı.
Kurt, Gül’e yasak.
Karanlık bir dumandı, adımlarımı tökezleten. Gökyüzü kızıla boyanırken, yangına kucak açan kız çocuğunu izledim. Külleri kokladım, rüzgârla. Nefesim vardı, hala. Çünkü unutmamıştım. Bana atılan feryat çığlığını. Uğruna hayatımı harcadığım bir güldü, benimle yanan. Böyle demiştim, kendime. Vicdanım soğusun diye. Oysa dinmedi, çığlıklar. Telaşındaki çaresizlik, kulaklarıma çarparak mayına basan bir beden olduğumu hissettirdi. Dinledim, izledim, gördüm. Korkmamaya yemin ettim. Ama içimde titreyen kalbi yaktım, ellerimle. Kalbime dokunan yangının alevi olmadı. Küçücük elleri koca yangından medet umuyordu. Benden. Küllerin arasında koca bir sessizlik oldum. Kayıp desinler diye.
Ben Kurt Sungur.
Yangında ölen. Adı taş yazılan, kalbe kazınan. Bilmediler, kaderimi yaşatarak var olduğumu. Küller arasında. Katrandan kara bir güldü, Kurt’u yaşatan.
“Neden?” Dedim zor bela. Duymak istemiyor muydum? Kabullenmek istemiyordum, aslında. Beni yaşatan nefesin hiçe sayılmasını.
“Çünkü vatan için feda edilmeyi öğrenmeli.” Dedi net bir sesle. Zerre pişmanlık yoktu, tonunda. Gözünü intikamla karartmıştı, Halit Alkan. Kimin intikamıydı, bir çocuğu dahi hiçe sayacak kadar önem arz eden? Bu devlete aykırıydı. Duyulsaydı görevinden dahi edilebilirdi ki biliyordu duyulmayacağını. Gül’ün sessizce bekleyeceğine emindi, alacağı intikam kadar. İzin vermeyecektim. Bu zamana kadar onu nasıl sakındıysam zehirli olan sarmaşıklardan devam edecektim, yeşermesini izlemeye.
Hakkıydı, hakkımdı hasretim.
“Bir asker, onlarca bedene yuva!” Diyerek omuzlarım dik bir şekilde ona bakmaya devam ettim. Canımı yakarsan, yakardım her bir hücreni gözlerinin içine bakarak. Demek isterdim, içimden geçenleri. Sınırlarını koru, diyerek yetiştiğimi hatırladım. Susmadım ancak. Mevzu bahis, kaderimde yeşeren Gül’dü. “ Görevin koordinatörü benim, siz değil! İşime bir daha karışmaya çalıştığınızda müsteşara bildirmek zorunda kalırım ve bunu s…” diyerek derin bir soluk aldım. “ Seve seve yaparım.” Dediğimde renkten renge dönen adamı izlemek keyif falan vermedi. Hala yanan bir ateş vardı. Tehlikeydi, kaderime.
İkimizde vatanın akıbeti için burada olsak da farkımız vardı. O bu yolda onlarca insanı harcamayı doğru bulduğu için bir asker olması mümkün değildi, kurallara göre. Bizler vatan, bayrak ve millet diyerek bugünlere kadar alnımız ak, omuzlarım dik, sırtımız geniş geldik. Devamı içinde şarttı. Bu adam sınırı aştığında vatana ihanet etmiş olacaktı.
Dağa çıkıp kurşun sıkmak dışında da vatana ihanet olan onlarca olaya şahitlik ederek büyüdük. Kimisi çaldı, vatana ait olanları. Kimisi kurşun sıkmadan onlarca çocuğun hayalini söküp aldı, yakalarından. Kimisi hiç görmedi vatanın ihtiyacı olan elleri. Onlarca eksik vardı, yitip giden hayatların ardında oluşanlarla. Sıkılmadı kurşun kapanmadı yine de yaralar. Geç mi kalınmıştı, meçhuldü. Ancak vatanı sızlatan derin bir sızıntı gözle görülecek kadar belirginleşiyordu artık. Bizlerin bile arasında gözü dönenler vardı. Mevki, makam, koltuk… Hepsinin amacı belliydi. Arada yanan sırt sırta verdiğimiz can dostlarım. Kim bilirdi ki belki yarın birlikte olamayacaktık. Gözlerimizin önünde bir şeyler yaşanıyordu ve biz vatanın içindeki insanlardan bile saklanmak zorunda kalıyorduk. Görev tamamlanana kadar da ifşa olmamak çevremizdeki insanlar için de önemliydi.
“Gün gelir kurşunu, gözünden sakındığından da yersin.” Dediğinde dişlerimi sıkmaya devam ettim. Sakin ol, Kurt. Babadır netice de demek istesem de hangi gün izlediğim kadına babalık yaptığına şahit yazılmıştım. “ Yanaştığın ateş!” dedi. Gül’den bahsetti, üstü kapalı.
“Kurşunda bana ateşte.” Dedim netlikle. Canımdan gelecek yarada merhemde, kabulümdü. Sorgulamak haddim dahi olmayacaktı.
Burnunu çekti, cevap vermek ve vermemek arasındaydı. Zoruna gidiyordu, onu bu denli benimsemem. Engel olur sanıyordu, her işime. Oysa eğer benden uzak olursa en büyük engelim olurdu. Bilmiyorlardı. Yenilgim oydu. “ Tek bir hatanda sildiririm seni, Şafakta.” Kabullendi. Ona sarılmama müsaade etti.
Telefonumun çalması ile buz duvarlarla örülen oda daha da soğudu. Bakışlarını çekerek kapı ardına çıktı, çok geçmeden. Elimdeki telefonu açtığımda, “ neredesin?” diyen Muhbir D9’du. Bedeni iri olsa da yarım adamdı. Feda ettiği bir babası bir de kardeşi vardı, vatana. Geride kalan yüreğini bir tek vatana adamıştı. Savaşı kaybetmeye niyeti yoktu. Böyle bir ihtimal de yoktu. “ Sende haklısın. Arayan ben değil de bir başkası olsun isterdin. Artık el mahkûm, komutanım. İdare et, bizi de.” Dediğinde sesi sert olsa da mizahtan kaçınmadı.
“ Haydar, bokunu çıkartma.” Dedim Gül’ün telefon sapığı için kısa bir münasebet kurmuştum, geçenlerde. Ve bulduğu her ne olduysa söylememişti. Yalnızca onun güvenliği için bunun şart olduğunu söyleyerek, sınamıştı beni.
Haydar derin bir nefes aldığında sanki geçmişini çekmişti içine. “ Yeni bir ileti geçeyim dedim. Hayatın çok durağan olunca.” Dediğinde sık sık soluklandı. Ne bok yiyordu telefonun arkasında zerre alakadar etmiyordu ancak biraz daha uzatırsa belasını aradığını farz edecektim. “ Kardiyo şart, tavsiye ederim Çelik Bilek. Sana şart mı bilemem de.” Diyerek boş konuşma merasimine devam ediyordu. “ Seninle de iki çift laf edilmiyor. Kadın sana nasıl kanmış, tuhaf!” dedi ve duraksadı bir kez daha.
“Yolunu yordamını sikerim,” diyerek çenemi sıktım. İmkânım olsaydı, gözlerinin içine bakarak nefesinin kesilmesini izleyecek kadar öfke kusardım. O imkânlar hiçbir zaman verilmeyecekti bana. Dizginlerimi elimde tutmaktan başka bir seçenek yoktu.
Hayıflanırcasına aldığı nefesi ile “iyi dinle,” dedi ve sesi kesildi kısa bir an. “Hazırlan, Kurt. İlk yapacağı iş seni tutuklamak olacak.” Dediğinde planın bir parçası olmasına rağmen bana bakacağı gözleri… Öfke kusacaktı, bir kez daha. Alışkın olsam bile. Kısa bir an mutlu olmuştu, benim için. Reva mıydık biz? Canım için göğüs gerekecektim. Vatanda nefes alsın diyeydi, çabalarım.
Vatanımdı. Canımdı. Kaderimdi. Bana saplanan şarapnelin sahibi olsa bile.
“ Yarın saat sekizde timin ile birlikte atılan koordinatlarda hazırlıklı ol!” dedi ve beklemeden kapattım.
Başlangıç noktasından çıkmıştık. İleriye doğru gidiyorduk adım adım. Ve atılan adımlardan bu denli hızlı haberleri olması da kuşkuyu beraberinde getirdiği için erken alınmıştı, sonraki adım. İçeriye kadar sızan bu örgüte karşı temkinli yaklaşmaktan fazlasını yapmak için çaba gösteriyorduk, hepimizi. Ancak izin vermeyen üstlerde ön ayaktı, karışıklık yaratan sızıntıya. Bize emir veren adamlar bile taraflarını gözümüze sokmaktan çekinmiyorlardı. Bu yüzden bana verilen görev saklıydı ve kalacaktı. Kimse bilmeyecekti, neden silindiğimi. Altı üstü bir görev olan Şafak Çemberiydi bildikleri. Ancak hepsi gün yüzüne çıkacaktı. Şafak sökecekti çember silinecekti.
İşleri sarpa sarmadan başarmak mümkün değildi. Karışıklığa neden olarak dikkati dağıtmak lazımdı. Tutuklandığım gün, yeşil binadan alınacaktı belgeler, eklenecekti hazırladığımız dosyaya.
Yeniden çalan telefon ile gözlerimdeki ifadeyi hızla silerek tebessüm ettim. İlerlemeye devam ettim lojmana doğru. Bekletmeden açtım. “ Şans Meleğim…” dedim içten bir sesle.
Nazlı nazlı, “ beni aramadın, bugün.” Dedi ve ani ruh değişimi ile sorgularcasına, “ neden?” diyerek sahte bir kızgınlık edası sezdim.
Başımı hafifçe sola eğdiğimde, “ üçten önce beni ararsan, beni göremezsin bugün dedin.” Diyerek bana söylediklerini hatırlattım.
Dudağını büzdüğüne emindim. Burnunu kırıştırmıştı belki de. Sadece tebessüm ediyordum. “ Öyle dedim değil mi?” dediğinde kendineydi sözleri. “ Aşkım bir şey soracaktım. Bak şimdi,” dediğinde soluğum hızlandı.
Yakınırcasına “keşke baksam be yavrum,” diyerek yanında olmadığım için kendime kızdım.
“Demir! Şöyle yapma soru soracağım.” Dediğinde sesi bariz bir şekilde yükseldi. Tebessümüm genişledi. “ Aklım karışıyor.”
Sahte bir öksürük ile lojman binasının önünde durdum. Başımı kaldırdım. “ Desene bozmuşsun kafayı benimle.”
“Senin kadar diyelim.” Dedi hazır cevapla. Kahkahasının sesi vardı. Kadife gibi yumuşacıktı, ruhumu okşamaya yeterdi. “ Saat kaçta geleceksin, diye soracaktım,” diyerek konudan konuya atladı heyecanla.
Bir evim varmış gibi sıcak bir duygu belirdi gözümde. Arayan soranım vardı. Gideceğim, sıcak bir yemek yiyerek saatlerce izleyeceğim birisi… Hayaldi, kısa zaman önce. Şimdi hepsi tatlı gerçekti.
“Sen kaçta gel dersen, kapındayım.” Diyerek cevapladım.
Tabak seslerini işitiyordum. “ Müsaitsen gelsene… Ne diye boş yere bekliyorsun, kapı önünde…” dediğinde kaşlarım havalandı. Görmüyordum onu, pencerede. Tülü çekti ve bana tebessümünü bahşetti hızla. “ Buradayım.” Dedi.
Boştaki elim ile boynumu kaşıdım. “ Gördüm.” Dedim saçmalıkla.
Adımlarım binaya doğruydu. Zile basmamam gerek kalmamıştı. Kapı ağzında bekliyordu beni. Kocaman bir tebessümle. Kollarını bana açtı. Bir saniye düşünmeden sardım, belini. Kokusunu çektim yüreğime kazınsın diye. Boynundan öptüğümde geriye çekilerek, tebessüm etmeye devam etti. “ Hoş geldiniz, Sayın Yüzbaşı…”
“Davetinize icap etmek borcumdur, Çakma Savcı,” dediğimde göz kırptım.
Dudağının köşesi daha çok katlandı. Ardına döndüğünde, “ savcı olduğumda ne diyeceksiniz bakalım…” diyerek ilerledi mutfağa doğru. Postallarımı çıkardığımda, kapıyı kapatarak takip ettim, kokusundaki izleri.
Mutfağa girdiğimizde ellerimi yıkayarak, yanında yerimi aldım. “ Hatun, deriz.” Dediğimde ocaktaki çorba başında burnunu kırıştırdı. Yanına sokulduğumda burnuna dokundum. Saçından öptüm. “Olmaz mı?”
“ Kaderimsin dedin olduracağız artık.” Diyerek nazlı nazlı bakıyordu. İçim gidiyordu, görüyor muydu bilmiyordum.
Tebessüm ettiğimde, “var ya köpek olmuşum kapında, anlayan yok.” diyerek omzunu öptüm.
Derin bir nefes almıştı. Hangi ara elime verdiğini anlamadığım kaşık ile çorbayı karıştırırken buldum, kendimi. Ondan uzaktayken kalbim adaktı ona. Şimdi ise zihnim ölüyordu uğruna. Aklım başımda değildi, gözlerine mühürlendiğimde. Memnundum bundan. Her an böyle olsun diye nefesimi nefesine verirdim. “ Ben anlıyorum, yeter!” diyerek ocak ile benim aramdan öfke ile sıyrılmıştı. Belanı arama der gibi bakmıştı, uzaklaşırken.
Salına salına tezgâhın uç köşesine ilerlediğinde, “ yeter,” diyerek yanıtladım. Hanımdan korkmayanı dağda sikerler diyen Göktürk düştü aklıma. Ağzımdan dökülenler ile çıktım boşluktan. “ Bir tek sen yetersin.” Dedim.
Bana doğru döndüğünde halen kaşları çatıktı. “Beni sinirlendirme, gidersem görürsün!” dedi sahte bir yakınmaydı. Ama ben biliyordum. Bir gün hepsi son bulacaktı. Gerçekler aydınlığa çıktığında… Benden gidebilir misin? Gitmesen. Al beni benden. Gıkım çıkmazdı. Batır dikenlerini kalbime. Sızlarsam kanımda boğsunlar beni. Ama gitme, Gül. Gözlerine diyemedim. Cümlem onunla başlamıştı ve onunla son bulacaktı. “ Daha çektireceğim cehennem azabı var. Sensiz bir yere gitmem.” Dedi daldığımı görmüştü.
Ona doğru döndüğümde, “seni benden alırsan geriye bir hiç kalır,” dedim. Tek bir cümleye sığdırdım, infazımı.
İçten gülüşünü gösterdi, yeniden. Yanımdayken bile hasrettim. “Tam benlik olmuşsun, ya sen…” dedi konudan konuya atladı. Yanıma doğru yaklaştı, elindeki kâselerle. Kalçası ile beni yana doğru iteledi ve ocağın altını kapattı. “ Sen yemek tabaklarını götür içeriye. Bende çorbaları alıp geliyorum.” Dediğinde ona bakmaya devam ediyordum. Gül, evim olmuştu haberi yoktu. “ Demir…” dediğinde kaşlarını çatarak baktı bana. Hadi diyordu, kendince.
Dudağımın köşesi havalandı. “ Şans meleğim…” diyerek yanağına eğilerek, öptüm. Bilmezdim, ev kavramını. Onunla anlamıştım. Hasretlikmişim, evime. “Sana kanarım ben, yavrum.” Diyerek aklımı toparlamaya çalıştım.
İçten tebessüme karışan cilveyle, “ hatırlıyor musun, sana kanmasaydın dediğim günü?” diyerek kaldırım kenarındaki o ana iteledi, kalbimi. Kıskanmıştı beni o gün. Belliydi, gözlerinden. Yine de belli etmemiştim gördüğümü. Bilirse kaçar giderdi, diyerek düşündüm.
Gerildiğimi belli ettim. “Beni dolandırdığın ve dallamayı öve öve bitiremediğimiz gün mü?” Ters bir bakışla toparlanmam gerektiğini anlattı. Harfi harfine ayak uydurdum. Onu ikiletmeden tabakları aldım ve salona ilerledim. İçeriye girdiğimde, sade şık masa ortasında tek bir şamdan vardı. Tek ışık yeterdi, gözlerimize. Tabakları masaya koyduğumda, o da eğilerek kâseleri koydu.
“Bilseydim… Özenirdim, biraz. Özür dilerim.” Dedim mahcubiyetle. Bu kadar çabalamışken işim biter bitmez gelmem doğru olmamıştı. Sabırsızlığımdandı.
Parmak uçlarında yükseldi, yanağıma sulu bir öpücük kondurarak kaçtı geriye. “ Bilseydin…” dedi nazlı nazlı. “ Yine de böyle gelmeni dilerdim. İşten çıkar çıkmaz, kapımı çalmanı isterdim.” Dediğinde oturmam için kaş göz yaparken, sandalyesini çekerek, önceliği ona verdim. “ Üniforman seni gördüğüm en şık haline bürüyor, aklına kazı bunu.” diyerek devam etti bir yandan sandalyeye kurularak. “ Hadi soğutma bak tadına.” Dedi heyecanla. “ Sabaha kadar uyamadım. Bunun için…” dediğinde kaşlarımı çatarak sandalyeye oturdum.
“Gün güzelim…” desem de konuşmama müsaade etmedi.
Heyecanıyla kıpır kıpır konuşmaya devam etti. Mutluydu, yanımdayken. “ Ama uyudum sonra.” Dedi beni ikna etmekti niyeti. “ Ben böyleyim. Misafir geleceği zaman uykularım bölünür hep.” Dediğinde muzip bir sırıtışla bana bakmaya devam etti. “ Bunu bilmiyordun değil mi hakkımda?” dedi ve tebessümüm genişledi.
Elini tuttum. Avuç içine öperek, “eksi bir yaz. Altta kalmayacağıma emin ol.” Dedim net bir tavırla. Derin bir kahkaha koptu, dudaklarından.
“Hadi iç şu çorbayı…” dediğinde kaş göz yaparak çocuksu masumiyetiyle bakmaya devam ediyordu. Gözlerine mühürlenmişken, hasret kalmamak ne mümkündü? Anladım, bir kez daha anladım. Onsuz yaralı Kurt’tum. Onsuz hiçtim.
Çorbadan bir kaşık aldım. Tatlı bir tat ile boğazım yumuşadı. Eli değmişti daha ne olacaktı ki? Zehir olsa da gözümü kırpmaz zihnimi oyalamaz içerdim, ben. “ Elin değmiş, bana bakışın gibi tadı var.” Yumuşacıktı, sıcaklığı ile yakıyordu. Bana baktığında parlayan kehribarları gibi…
Boynunu büktü hafifçe. Kısa bir soluk aralığından sonra bir kaşık alarak, “şanslısın, tuzu bile iyi olmuş.”
Anında cevapladım. “Şanslı adamdır, ben.”
Yandan yandan bana baktığında çorbadan bir kaşık daha almıştı. Ona eşlik ettim. “ Dün şansa bırakma, git diyordun ama arkadaşına.” Diyerek beni kendi silahımla vurdu.
Sert bir solukla Kağan’a sövdüm. Nezle olmuştu ve deli danalar gibi salon ortasında yatarak laf dinlemişti. Çorba, çay yaparak bir nebze de olsa toparlamıştı ancak hastaneye gitmek gibi bir düşünceye girmemişti. Her an hazır olması gerektiği içindi, şansa bırakma demem. “ O lavuk anlamaz diye dedim, sen ayrısın.” Diyerek tabağına dolmalardan koydum. Farkında değildi, iştahının kabardığının. Sohbetle yiyordu. Memnundum. Eskiye göre yorgun ve zayıflamıştı. Hala yemek yemeyi unutuyordu belki de. “Hasta olurken bana mı sordu,” diyerek Kağan’a dümdüz saydırmaya devam ettim. Hastaneye gittiği için memnun değildi. Sanki hasta olmaktan memnun gibi bir hava sezmiştim. Bedava tatil yapıyordu, yarına kadar.
Bana sen gerçek misin, der gibi bakıyordu. “ İnsan ansızın hasta olur!”
Tabağıma koyduğu dolmadan bir parça kopardığımda, “benden habersiz evime parazit giremez.”
Kızgınlıkla solduğunda, kaşlarım havalandı. “ Bana parazit dedin,” diyerek yükseldi.
Sakin bir ses tonuyla “ ne alakası var, Gül?” diyerek huyuna gitmek istesem de çokta mümkün değildi.
“Bana Gül dedin.” Dediğinde başka bir yere takılmıştı. Batırdıkça batırıyordum. “Gülüm, şans meleğim, gün güzelim, yavrum, hatun demedin.” Diyerek tek tek sıraladı ona söylediğim her bir kelimeyi. “ Evine habersiz girdim, hatırlıyorsun değil mi?”
Mahcubiyetle gözlerimi salonda gezdirdim. “ Habersiz değildi.” dediğimde hala ona bakmamak için direniyordum. Kağan, mesaj atmıştı. Ancak balkondan gireceğine kısa bir an ihtimal vermemiştim. İhtimali düşündüğümde ise korkudan elim ayağım dolanmıştı ve yetişememiştim. Başına bir şey gelseydi…
“ Sen… Biliyordun.” Dedi ses tonu hala yüksekti. “ Yalancı Herif!” diyerek bir anda iki eli yüzümü sardı ve gözlerimizi birbirine değdirdi. Gözlerini kısarak bana bakmaya devam ediyordu. Yüzünde gezinen gözlerim beninde takılı kaldı yine. “ Neden söylemedin?”
“Gelme demek zorunda kalırdım,” dediğimde ellerine sarıldım. “ Ve ben…” dedim üzerine basarak. “ Bir gün gelme dersem sana, ölüyorumdur.” Diyerek avuç içlerini öptüm.
Anlık bir sinirle daha da hiddetlendi. “Ölmekten bahsedip durma.” Diyerek sona doğru kısıldı sesi. Ürktü, elleri. “ Yakışmıyor, ağzına.” Dedi gözleri buğulanacaktı. İstemiyordum böyle görmek.
Hızlı davrandım. “ Sen yaşarsan, ben de yaşarım.” Dediğimde kafamı usulca sola eğdim. Yanımdayken bile bana değmediğinde hasret kaldığım gözlerini kazımaya çalışıyordum kalbime. “ Nefesim nefesine, kalbim kalbine mühürlenmiş…” dediğimde geniş bir tebessümle cevapladı.
Dilini dudağında gezdirdiğinde içli bir nefes aldım. Bir yaban gülüne kanıyordum. “Sevgilim…” dedi içten bir mırıltı ile. Kırk yıl düşünsem hasretime kavuşacağımı ummazdım uğursuzluğumla. Güldüm. Bugün o kadar çok gülmüştüm ki… Acısını çekecektim, biliyordum. Çok görürdü dünya bana. Hakkım değildi, gülmek. “Hanımcılıkta zirveye yaklaşıyorsun…”
Tebessüm ettim, gururla. Madem sonumuz hüzne boğulacaktı ondan öğrendiğimi yapacaktım. Anı yaşayacaktım. “ Hatun, dudaklarından çıkan emir olmuş bana. Sen ne diyorsun?” dediğimde derin kahkahası ile kalbimi ellerine alıverdi. Haberi yoktu ama beni benden çalmıştı artık. Oluru yoktu, onsuz nefes almamın.
Bir mırıltı ile cilvelendi. “Hoşuma kaçtı…” dediğinde gözlerini kaçırdı. “ Sen hep böyle gülsene…” Dediğinde laflarımdan değil de gülüşümle şenlendiğini belirtti. “ Sen gülünce, kalbim ferahlıyor ruhum okşanıyor biliyor musun?” dediğinde bana olan hislerini gözümün önüne sermek istiyordu. Oysa bana değen gözlerini görüyordum. Bana vurgundu. Ona vurgundum, ondan çok.
“Seni bilmediğim bir nefes aralığım yok.” dedim sesim ona yumuşuyordu, bir tek. Kendimi sakınmaya çalıştığım kadına, teslim olmuştum. Üstelik elinde silah bile yoktu. “Hepsini sikip attım. Ama bunu hiç unutma, olur mu? Sen yanımda değilken bile kalbim sen diye tutundu nefesime.”
İçli içli soludu, göğsü yükseldi indi. “ Ben seni hiç unutmadım ki… Sonrasında silip atmaya gücüm yetsin…” Yutkundum, sadece. Fazlası yoktu. Bilemezdi. Bilemezdim, bize olacakları. Tutundum sıkı sıkı, Gül’üme. Dikenleri batsın kalbime, yine de sığınacaktım tek bir yaprağına.
Acı tatlı bir tebessümle izlemeye devam ettim. “ Desene vurgunsun bana…” diyerek geçmişi itelemeye devam ettim. Bir gün çarpacaktı yüzüme tokat gibi. Ama devam ettim, işte.
Küstah bir tavırla süzdü, beni. “Âşıksın bana. Ben vurgun olmuşum çok mu?” Aldığım nefes yüzüne çarptı. Bacaklarını bana doğru çevirdi. Bir an beni öpecek diye düşündüm ama kandırdı. Yalnızca saçlarımı düzenledi. Başımı eğerek, güldüm. “ Söyle aşkım dinlerim ben…” dediğinde kafamı kaldırdım ve bana bakışına düştüm. Herhangi bir cümle mırıldanmamıştım ama beni kandırmasına boş değildim.
Aldığım bir nefesle dudağına yaklaştım. Minik bir öpücüktü, yalnızca. “Aşka dair bir bok bilmezdim.” Dediğimde nefesim dudaklarına çarpıyordu ve gözleri sıkıca kapalıydı. Devam ettim, beninden öperek. Benim çizgim de mührümde burasıydı. “Seni gördüm aşkı öğrendim.” Dediğimde gözleri açıldı. Işıltılarla çevrelenmişti. Banaydı. “Kapıda bana çarptığın an köpek gibi âşık oldum, ben. Kalp atışlarımı duysaydın.” Dediğimde kısık bir kahkaha koptu kalın dudaklarından. Ilıklığı yüzümü yaktı. “Hangi delikanlının kalbi böyle atar dedim,” diye devam ettiğimde gözlerini belertti. “Aşkmış beni adam yapan.” Diyerek kahkahasına bir öpücük kondurdum.
Sandalyeden doğrularak, bacaklarıma kuruldu. Ellerini boynuma sardığında eğilerek, boynumu öptü. “Yerimi öğrendim, artık…” dediğinde yüzündeki gülümseme ile bana bakarken, bir elim kalçasında diğer elim yanağını okşuyordu. “ Sen de öğren.” Dedi ve dudağıma doğru eğildi. Sıcaktı nefesi, teni. Kalbi o kadar hızlı atıyordu ki… Öğrendim yerimi. “ Sana sırılsıklam aşığım.” Dediğinde dudağıma değen dudakları nazikti. Sikerlerdi, bu işi. Bu haldeyken, mümkün müydü ateşi söndürmeye çalışmak? Dayanamadım ve daha sert bir şekilde karşılık verdim. Üst dudağına diş geçirdiğimde boynuma tırnaklarını geçirerek daha çok bastırdı kendini bana.
Dudaklarımız ayrıldığında, nefes nefese kalmıştı. Alnını alnıma yasladı ve yüzüme sardı ellerini. Gel de dayan buna, Kurt. Zorluyordum kendimi. Bana mühürlü dudakları arasında milimetreler vardı ve dayanmak zorundaydım. “ Sana olan aşkımdan gözlerim titriyor.” Dediğimde çenemi öptü, üst üste. Daha çok kork diyordu, belki de. Ellerinden kayıp gidebilirim diyordu… Kim bilirdi?
“Aklımı da kalbimi de, seninle toparladım.” Dediğimde sessiz mırıltı ile onayladı. “ Sensizlikle de bozarım.” Dediğim gözlerime değen gözlerini çekmedi. Deliye dönerdim, ona alışmışken onsuz kalırsam.
Gözleri parlıyordu. Saçlarımla oynarken, “aşkından ölüyor gibisin, Yüzbaşım. İtiraf et, hadi…” diyerek tebessüm etti ve sokuldu bana.
“Kör kütük deliye dönerim aşkından…” dediğimde boynuma sardığı ellerini daha da sıktı. Bende çok daha fazlası vardı, senden.
Gülüşündeki sıcaklık boynuma değdi. Mırıldanarak, “ biz böyle bir ömür yaşasak… Kimse el sürmese kaderimize.”
Sustum o an. Ne sarabildim belini. Ne okşayabildim kalbini. Biliyordum ki… Bize verilen bir hayat bile yoktu. Anılarda kalacaktık, hatırlanmayacaktık belki de.
Onaylayamadım onu. Ancak yanıtsız da bırakmadım, kadife sesini;
“ Gece gündüz bilmem de… Bir sensin gün dönümlerim.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |