4. Bölüm

KABUS

Medine
dunyadanmarsa355

Ayak seslerimi duymamaları için çıplak ayakla ilerledim, bi kedi gibi ssiz adımlar atım. Prmak çlarım taş duvarların soğuk yüzeyini yokladı; her giriniği zihnime kaydetim. Bu kez hedefim daha büyüktü: **sunak odası.** Bütün kilisenin kalbi, en kutsal dedikleri yer… ve ben biliyordum ki, en çok gizlenen sırlar kutsallığın ardına saklanır.

Çift kapaklı demir kapının önüne geldiğimde kalbim göğsümde bir savaş davulu gibi çarpıyordu. Kilidin kalın dişleri ışıkta parlıyordu. Saçlarımdan bir tel toka çıkardım; parmaklarım sabırla dişlilerin arasında dolaştı. Kedi nanesi bulmuş gibi, kilidin kalbine dokundum. *Klik…TAK.* Ağır kilit gürültüyle Yere düştü.

Ama tam o sırada, koridordan yankılanan ayak sesleri sessizliği deldi. Önce rahibelerin ince fısıldaşmaları, ardından şövalyelerin metal zırhlarının gürültüsü duyuldu. Kalbim hızlandı. Telaşla uzanıp ağır kapının kollarını saran zincirleri sökmeye baladım. Kapı aralandı.

Birden, içeriden yükselen garip bir uğultu koridorları doldurdu. Sanki yüzlerce boğuk ses aynı anda dua etmeye başlamıştı. Mumlar kendiliğinden yanar gibi ışıldadı, gölgeler taş duvarlarda kıvrılarak dans etti.

Rahibeler çığlık attı, şövalyeler kılıçlarını çekti. Ben ise kapının eşiğinde dikiliyordum; tokayı hâlâ parmaklarımda tutuyor, gözlerimle içeriden taşan o garip karanlık ışığı izliyordum.

“ Görüyorsunuz işte! “ diye bağırdı bir rahibe, sesi titreyerek. “Cadı! Lanetli kapıyı açtı!”

Şövalyeler hızla üzerime yürüdü. Ama o an, sanki odayla bütünleşmişim gibi bir güç damarlarımda kıpırdadı. İçeriden yükselen uğultu kalbime işledi, gölgeler benden yana hareket ediyor gibiydi.

Gözlerimi kıstım, dudaklarımda hırıltıya karışan bir gülümseme belirdi:

“ Cadı diyorsunuz… ama belki de sadece sizden saklanan gerçeği uyandırdım.”

Ve o an kilise karıştı: dualar çığlıklara, kılıç sesleri uğultulara karıştı. Sunak odasının karanlık nefesi bütün taş duvarları sarsıyordu.

Uzandım metalik kapıları iki yana doğru itim. Kapı gıcırdayarak ardına kadar açıldığında boğazıma metalik bir koku doldu. Önümdeki manzara, aklımın alabileceğinden çok daha fazlasıydı: binlerce ceset, üst üste yığılmış, kan gölü ortasında bir daire oluşturuyordu. Dairenin tam merkezinde ise Cedric, yüzü tanınmaz hâlde, sanki başka birinin maskesini takmış gibi duruyordu. Gözlerinde parıldayan şey bir inanç değil, akıl almaz bir cinnetti.

Ama daha dehşet verici olan cesetlerin arasında sürünen varlıklardı: derileri lime lime olmuş, kemikleri dışarı fırlamış, ağızlarından metal kablolar sarkan mutantlar. Bazılarının göz çukurlarında ışık kırmızı kırmızı yanıp sönüyor, bazıları da yarı makineleşmiş kollarıyla titreyerek yere tutunuyordu. Çığlıkları insan sesiyle mekanik bir gürültünün arasında gidip geliyordu.

Birden tavandan aşağıya, 16. yüzyılın taş duvarlarına ait olamayacak bir şey sarktı: parıldayan kablolar, yanıp sönen cam tüpler, mavi ışıkla titreşen bir aygıt. Bütün o cesetler, o kan, o çürümüş bedenler bu teknolojinin besiniymiş gibi kablolara bağlanmıştı. Odanın derinliklerinde dev bir makine, kalp atışı gibi homurdanarak çalışıyordu.

Gözlerim büyüdü. İçimdeki korku delirmenin eşiğine geldiğinde Cedric bana döndü. Dudakları kıpırdadı, ama sesi başka bir yerden geldi; makineden, cesetlerden, mutantların çığlıklarından aynı anda yankılandı:

“Görüyor musun? İşte hakikat… zaman sana ait değil. Sen, yanlış bir yüzyılın içine düşmüş bir hatasın.”

Karanlık bir anda dalga dalga yükseldi, mutantların bağırışları kulak zarımı yırttı, makine patlamaya hazır bir kalp gibi titreşti. Vücudum ağırlaştı, kollarım kedi pençesi gibi kıvrıldı ama bedenim bana itaat etmiyordu. O anda Rahibin yüzü değişti yerine, lanet adamın yüzü geçti, yüzünde uğursuz bir gülümsemeyle gülümsedi, saliseler içine tekrar değişti. Bu sefer Anemin yüzü belirdi lakin onunda yüzünde aynı gülüş vardı.

Son bir çığlık… ve her şey simsiyah oldu.

ve hâlâ kulaklarımda yankılanan o uğursuz ses:

*"Yanlış bir yüzyılın hatasısın…"*

Gözlerimi açtığımda ciğerlerim yanıyordu, sanki hâlâ o kan gölünün içinde boğuluyormuşum gibi. Ter damlaları alnımdan kayıp boynumdan aşağı süzülürken çarşafın ağırlığını hissettim; nemli, yapış yapıştı, sanki üzerime kan bulaşmıştı da kurumamıştı.

Odanın taş duvarları sessizdi. Ne kablo, ne mutant, ne de kan gölü vardı.

Sadece ben vardım…

Kulaklarım uğulduyordu hâlâ. O uğursuz ses, binlerce boğuk ağızdan aynı anda çıkan fısıltı: *“Yanlış bir yüzyılın hatasısın…”*

Yutkundum, boğazım kurumuştu. Ellerim titreyerek göğsüme kaydı. Derim ateş gibiydi. Parmak uçlarım ince, kızarmış çizgileri yokladı, tıpkı rüyamda bedenime dolanan metal kabloların bıraktığı izler gibi. Bir anlığına nefesim kesildi.

Kapı hafifçe aralandı, içeri rahibelerden biri girdi. Elinde bir tas su, yüzünde masum bir telaş vardı. Ama ben ona baktığım anda… gözlerinin çukurlarında kırmızı ışık parıldadı, dudaklarının kenarından sarkan bir kablo hayal ettim. Kalbim göğsümü yumruklar gibi atmaya başladı. Gözlerimi kırptım; Her şey normale dönmüştü. Kadın hâlâ aynıydı.

“İyi misiniz?, be-ben sizin çığ-çığlıklarınızı duydum” diye fısıldadı.

Ben cevap vermedim, veremedim. Gözlerimle onu süzdüm, tıpkı bir kedi avını gözlerken olduğu gibi. İçimde bir ses, *sakın güvenme* diye tırmalıyordu. Ayağa kalkmak istedim ama bacaklarım beni taşıyamadı. Yatağın kenarında doğrulup kendime mırıldandım:

“Rüya mıydı? Yoksa zamanın bana oynadığı başka bir oyun mu?”

“Efendim?, ne-ne dediiz a-anlamadım”

Gözlerimi sıkıca yumdum başımı iki yana salayarak kafamdaki gidaptan kurtulmaya çalıştım

“hiç, hiçbir şey kabus gördüm sadece. Endişelendirdiğim için üzünüm”

Bir an için Cedric’in yüzü zihnimde belirdi. O sanki biliyordu… O uğursuz sırra tek başına gömülmüş, bana bir şey anlatmamaya kararlıydı.

Parmaklarımı yumruk yaptım, tırnaklarım avuç içime battı. Eğer bu bir rüyaysa, gerçekliğe sızmış bir yarığı var. Eğer kehanetse… Cedric’in sessizliği benden daha çok şey biliyor demekti.

Ve ben, ne olursa olsun, öğrenmeden duramayacaktım. Var sayımlar her zaman en bük silahtı. Önemli olan onu nasıl kullandığındır.

“Ne ördüğünü ram- boş ver boş ver bu benim hadim değil” kız kendi kendine mırıldanıp bir şeyler diyordu sesini duymasam da dudak senkronizosyonunu okuyabilmiştim “su- su ister missin, kan te içinde kalmışsın”

Mimikleri, çekingen tavrı, sevimli yüzüyle bir uyum içindeydi gözlerinde bariz kokuya rağmen endişelendiği için bura olduğu aşikardı.

“Evet. Evet iyi olur” dedim, biraz olsun rahatlaması için gülümsemeyi unutmadım. Şaşkın bakışlarla gülüşüme takılı kaldığını görünce kıkırdadı

“Eee, vermeyecek misin”

“ahh evet pardon ben şey-“

Daha fazla kıvranmasını görmek istemedim. Zaten kafam gördüğüm kabustan allak bulaktı şu anda bu sevimli rahibenin bu hallerini çekemezdim. Uzandım ve elinden ahşap tası alarak içtim, geri uzatım.

“Daha iyi misin”

“Evet istersen gidebilirsin.” Bunu dedikten sonra. Kararsız bir ifadeyle kapıdan çıktı.

Bende zor da olsa yatağa geri uzandım. Günlerdir u kabuslar aynı şekilde devam ediyordu he seferinde bene bir son vardı. Bazen o mutantlar bana saldırır beni paçalalar, bazen beni kendilerinden birine dönüştürmeye çalışırlardı, azları daha garipti en son kafama takacağım cadı meselesiydi. Tüm kasaba halkı etrafıma toplanmış taşlıyorlardı, bu sırada cedric kollarımdan sürükleyerek meydana götürüyordu. En sonundaysa benim korkunç gülüşlerimle beraber yakılışımdı.

Bedenim bu adrenalini daha fazla kaldıramadı. Uyku zinimi karanlığa çekti tekrardan…

Gözlerimi açtığımda ciğerlerim yanıyordu, tekrar aynı rüyayı görmüştüm. Sanki hâlâ o kan gölünün içinde boğuluyormuşum gibi. Ter damlaları alnımdan kayıp boynumdan aşağı süzülürken çarşafın ağırlığını hissettim; nemli, yapış yapıştı, sanki üzerime kan bulaşmıştı da kurumamıştı. Her seferinde terler içinde uyanıyordum.

Kulaklarım uğulduyordu hâlâ. O uğursuz ses, binlerce boğuk ağızdan aynı anda çıkan fısıltı: *“Yanlış bir yüzyılın hatasısın…”*

Yutkundum, boğazım kurumuştu.

Onunla, yani Rahiple olan konuşmamdan sonra başlamıştı her şey. Her gözlerimi kapadığımda korku dolu kabusların pençesine düşüyorum, kaçtığım en kuytu karanlıklara atığım gerçekler bile çıka geliyor. O ise benden dip bucak kaçar olmuştu. Bunu durdurmak için her şeyi yapmaya hazırdım…

Bu kabuslar sabaha kadar devam etmişti, sabah erken saatlerde hayat bulurdu kilise rahibeler işlerine koşturur insanlar ise nadiren bu saat diliminde kiliseye gelip dua ede ya da günah çıkarırlardı. Bunlar bu lanet yerde gözlerimi açtığım andan beri gözlemlediklerimdi basit gibi duran bu bilgiler bazen en yararlıları olabilir

Şu an tahmini saat 5-6 civarıydı belki de onu bulabileceğim en iyi zaman dilimi de diyebilirdim. Zorladığım için dikişlerim kanamıştı bu yüzden bulabildiğim tek şey olan yatak çarşafıyla bandajları değiştirmiştim.

Kilisenin taş koridorlarında sesiz adımlarla ilerliyordum. Acım bedenimi hâlâ yakıyordu ama içimdeki merak daha baskındı; Cedric’in izini sürüyordum. Kilisenin en derinliklerinde onu suna odasında bulacağımı bilerek ilerlerken koridorlar dolduran kıkırtı ve gülüş sesleriyle yanımdaki duvarın ardına yaslandım nefesimi tutarak rahibeler gülüşe şakalaşa yanımdan beni fark etmeden geçtiklerinde temkinli bir şekilde ilerlemeye devam etim

Sesiz adımlarla ilerliyordum şimdiden yaramı fazla zorlamıştım nefes almak güçleşiyordu. Sunak odasına daha birkaç koridor vardı bir kasaba kilisesi için fazlasıyla büyüktü burası.

“aaaaaaa…senin burada ne işin var cadıııı” tiz bir çığlık koridorlarda yankılandı, gözlerimi yumup kulağımdaki çınlamanın geçmesini bekledim: elim kanlanmış yaramda vücüdüm terlerle kaplı nefes nefeseydim. Yavaşça ardıma döndüğümde iki rahibeyle karşılaştım. Yüzleri gerilmiş, gözlerinde tiksinti vardı.

“Yerin burası değil, cadı!, senin hayatını bağışladığımız yetmedi mi nasıl bir kötülüğün peşindesin seni LANET YARATIK” dedi biri, ince sesi öfkeyle çatladı. “Yatakta çürümen gerekirken koridorlarda dolaşmaya utanmıyor musun?”

Bir diğeri dudaklarını kıstı, neredeyse tükürecek gibiydi. “Bizi kirletiyorsun.Senin yüzünden tanrının evi lanetlenircek…. Varoluşun bile günah.”

duraksadım, gözlerimi kısarak başımı hafif yana eğdim; kedinin avını izlerken yaptığı o sabırlı hareketle. Dudaklarımda keskin bir tebessüm belirdi.

“ Ne kadar parlak sözleriniz var…” dedim alayla. “ Ama bana bakarken gözlerinizden dökülen korku, dualarınızdan çok daha gerçek.”

Rahibelerden biri yüzünü buruşturdu. “Senin için tek gerçek var, o da cehennem!”

“Ardımdan gelecek olan da sizsiniz sanırım. Malum benden daha pis bir ağzınız var rahibeler”

“HADSİZ FAHİŞE SEN NE HADLE BİZİ KENDİNLE BİR TUTARSIN BİZ CENNETE GİDECEK OLAN KULARIZ”

Başımı hafifçe öne eğip, sanki onların üzerine atılacakmış gibi dizlerimi büktüm, ama harekete geçmedim. Sesim ipek gibi yumuşak, ama tırmalayıcıydı:

“Cehennemin kapısını en çok kimler hak ediyor biliyor musunuz? Dudaklarından merhamet dökülürken kalbinde nefret taşıyanlar. Yani… siz.”

Onların yüzündeki öfke kıpkırmızıya döndü. Arkalarından iki şövalye göründü. Kılıçlarına yaslanmış, küçümseyici bakışlarla bana yaklaştılar.

“Kapat şu lanetli dilini!” dedi biri. “Rahibelerin yanında konuşmaya cesaret etmen bile küfür. Sen sadece bir kara kedi, uğursuzluk getiren bir yaratıksın.”

Dudaklarımı yaladım, dişlerimi göstererek gülümsedim. “ Kara kedilerden korkmayan tek varlık farelerdir. Siz hangisiniz?”

Şövalyenin yüzünde öfke kasıldı. Tam cevap verecekken ben bir adım geri çekildim, gözlerim alaycı bir parıltıyla parladı.

“ Yolumu kesmeye devam ederseniz…” durdum. Mimiklerini, gözlerindeki o korkunun pırıltılarını gözlemledim ardından gülümseyerek ekledim “ sizin tabirinizle, büyü falan yapıp sizi lanetlerim maazallah” kahkahamı yutmaya çalıştım ama nafileydi yaklaştım ikisinin arasında başımı uzatarak fısıldadım “şimdi müsaadenizle kurtarıcımla görüşmeliyim.”

Koridorda kısa bir sessizlik oldu. Rahibeler nefeslerini tutarken şövalyeler birbirine baktı, ama geri adım da atmadılar. Ben ise dudaklarımda ince bir sırıtışla geriye çekildim, sunak odasının önünde durduğumda duvarların arasında bir sessizlik yemini yankılandı. Sanki burada hiç insan bulunmamışçasına her karışı sessizdi. Tek bir çıt dahi yoktu, oysa onun her sabah dua etiğini, odamın önünden geçen rahibelerin konuşmalarından biliyordum.

Odama dönmek için tekrardan sessizce gölgeler arasına kaydım. Oysa aklım hâlâ Cedric’in peşindeydi… ve o gece onu odama çekmenin yeni yollarını düşünmeye başlamıştı.

Anlaşılan sonunda karşısındaki kişinin yaşamaya değer olmadığını anlamış ve yaptığı hatadan pişman olup dip köşe benden kaçar olmuştu. Bu durumda ne diye bilirdim ki

Tüm gün onu dip köşe aramama rağmen bulamamıştım sonunda yatağıma acılar içinde döndüm, bedenim daha fazla bu işkenceye dayanamayıp uykuya gömüldü lakin fazla sürmemişti. Gözlerimi tekrardan kabus ve acıdan kıvranarak açtım.

Karanlık odanın içinde nefesim hırıltılarla bölünüyordu. Yatağa saplanmış gibi hareketsizdim, bedenim ateş içinde kavruluyordu. Dudaklarım, bilincimle uyumlu değilmişçesine kendi kendine mırıldanıyordu:

“ Yanlış bir yüzyılın hatasısın… hata… ben mi?..”

Her kelime boğazıma düğümlenip hırıltıya dönüşüyordu. Derken aniden karnımın altına keskin bir acı saplandı. Yarayı farkında olmadan zorlamıştım. Sıcak bir şey yatağın altına sızıyordu; kan, hızla yayılan kan..

 

Nefesim kesildi, bedenim kasıldı. Hareket etmeye çalıştım ama her kıpırdayışta acı, göğsümü parçalarcasına çarpıyordu. Yorgan ağırlaştı, derimin üstüne yapıştı. Kaçmak istedim ama kollarım titrek, ayaklarım taş kesilmişti.

Gözlerim tavandaki gölgelerde kaybolurken dişlerimi sıktım. Dayanamayacağımı anladığımda dudaklarımdan boğuk bir çığlık koptu:

“ İm… daat!..”

Sesi bastıran taş duvarlara rağmen yeniden bağırdım, acının zorladığı bir inatla:

“Yardım edin! Lütfen!..”

Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Kilise sessizliğe gömülmüşken sesim uğursuz bir yankı gibi koridorlara yayıldı. Yataktan kalkamıyor, kanın sıcaklığında boğuluyordum.

Göğsüm hızla inip kalkarken gözlerim karardı. Sadece kapı ardında koşuşturan ayak seslerini, ardından da korkuyla açılan kapının gıcırtısını işitebildim.

Ve ben hâlâ mırıldanıyordum, kanın içinde, acıya teslim olmuş bir hâlde:

“Yanlış yüzyıl… yanlış beden… ben kimim?..”

Kedicik’in kanla ıslanmış yatağında yardım için çığlık atmasıyla kapı aralandı. İçeriye önce titrek bir ışık süzüldü, ardından telaşla giren rahibeler… kimisi ellerini ağzına götürerek geri çekiliyor, kimisi ise korkuyla etrafına bakınıyor. Sessizliği bozan tek şey, onun boğuk mırıltıları:

“Ben kimim… yanlış yüzyıl… hata…”

Rahibelerden biri titreyen sesiyle dua okumaya başladı korkuyla, diğeri kandan ürkse de yaklaşmaya çalışıyor. Fakat odanın ağır havası, kanın keskin kokusu, Kedicik’in yarım akıllı sözleriyle birleşince sanki taş duvarlarda bir lanet yankılanıyor gibi.

O an, koridorun derinliğinden Cedric’in adımları duyuldu. Seri, panik ve korku dolu adımlar. Sessizlik onun sert sesiyle parçalanıyor:

“Çekilin!”

…………CEDRİC………………..

 

Odaya girdiğimde gözleri doğrudan kan içindeki bedenine kilitlenmiştim. Bir an duraksadım göz bebeklerim gördüğüm manzaranın etkisiyle titredi. Tereddüt etim. Yine de kendini hızlıca toparladım yanına koşup üstümdeki bembeyaz. Rütbemi, kimliğimi, kim olduğumu temsil eden cübbeyi çıkarıp yarasına bastırdım. Mırıldandığı kelimeleri dikkatle dinledim bir yandan.

Kedicik gözlerini yarı kapalı araladı tüm gücüyle, gözleri bir kedi gibi sinsi bir parıltıyla bakıyordu. Dudakları kanla ıslanmış, sesi kısık ama keskin:

“Söyle… neden hâlâ buradayım?.. Beni neden bu dünyada tutuyorsun?..”

“Şşşş… kendini zorlama “

“Öh-öh neden… neden benden kaçıyorsun?... benim yaşamamı isterken benden kaçman komikti. Öh-öh-öh”

“Lanet olsun nerde bu doktor…ÇAĞİRMADINIZMI ŞU HERİFİ HALA NE DURUYORSUNUZ”

Millas; “sakin olun bay Rahip kendisini çağırdık geliyor yolda “

Millas’ın sözleri bir nebze de içimi rahatlatmamıştı. Hele de kollarımın arasında solmakta olan yüz içime daha da büyük bir korku salıyordu

Onu gördüğüm ilk andan beri nedensiz bir bağ hissetim korunması, belki de yeniden doğması gereken bir ruh olduğu içindir. Bunun tanrının bana bir işareti olarak görüyordum, aylarca onu taş duçarların arasında iyileşmesi için dua etikten sonra. Tamda iyileştiğini görüp rahatlamışken; sorduğu sorular beni gerçeklikten soyutladı. Düşünme yetim körüklendi kimi neden koruyordum ki ben?

Sandığımın aksine gerçekten korunmaya ihtiyacı var mıydı? Ya korumaya çalıştığım şey ne* inancım mıydı, yoksa içime gömdüğüm istekler mi?

Onu bir köylünün kucağında tapınağa kanlar içinde, solmaya yüz tutmuş olan bir yüzle gördüğümde ilk düşündüğüm; güneşi saçlarına ışıltılarını katmış olduğuydu. Oysa yaşayıp yaşamadığını sorgulamayı aklımın ucundan bile geçirmemiştim…

Eğer o gün gezgin bir hekim kasabamıza seyhat etmemiş ve o an kilisede bulunmuyor olsaydı asla şu anda hayata olmazdı belki. Ama şimdi yine aynı solmuş ten aynı hırıltılı nefesle hayatı için mücadele ediyordu…

Onunla ilk kez konuştuğum gün o kışkırtıcı hareketler, sözler, bakış bana sanki yeminimi bozmam için talimat veriyor gibiydi. Sırf bu yüzden ondan günlerdir dip bucak kaçmamış mıydım, hayır rütbemden değil. İnancımdan, bu tanımadığım ama geldiği günden beri içim de kıpırdanan dürtüdendi kaçışım

Ve o, benim yüzümden o kendini zorladı. Solmaya yüz tutmuş bedenine yaklaştım, kulağına eğilip tatlı bir tonda ışıldadım

“Ölmemelisin küçük kedi!.. Tanrının adıyla diye başlayan dualar okudum yılarca. Bana seni neden koruyorum diye sorduğunda bir cevap bulamadım. Ahmakça eyler söyledim biliyorum. Çünkü sen bu yaşamda karşılaştığım en büyük çelişkiydin… bu yüzden yaşa, yaşa ve bana kendi doğrularını yanlışlarını anlat…”

İçimdeki korku ilim yansıyordu sanki onun ölümü benden bir çok şey alacakmış gibi asla eskisi gibi olamayacak türden bir şey…

Bölüm : 03.12.2025 15:55 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...