2. Bölüm
Medine / Zaman Hırsızı / kedicik (kalp yanılsaması)

kedicik (kalp yanılsaması)

Medine
dunyadanmarsa355

(ilk iki bölüm düzelenmiştir )

 

– Deney Mağazası

 

2140 yılı. Neon ışıklarıyla donatılmış gökyüzü, kentin üzerinde hiç sönmeyen bir kabus gibi asılıydı. Yüksek binaların camları, renkli hologramlarla parıldıyor, alt sokaklarda ise açlık ve sefalet birbirine karışıyordu. Bu dünyada tek bir isim, hem karanlığın içinden hem de direnişçilerin dudaklarından yankılanıyordu: **Kedicik**.

2140 ölümün sesiz çığlıklarının atıldığı karanlık bir çağdı

Kedicik, bir hırsızdan fazlasıydı. Onu gören, yakalayamadan kaybediyordu. Bedeni çevik, zekâsı keskin, refleksleri ölümcül derecede hızlıydı. Ama bu geceki hedefi diğerlerinden farklıydı. Bu kez paranın, mücevherlerin, yasadışı verilerin peşinde değildi. Şehrin en tehlikeli şirketi olan **HelixCore**’un kalbine sızacaktı.

HelixCore hakkında anlatılan hikâyeler bir şehir efsanesini andırıyordu. İnsan bedenleri üzerinde deneyler… Kimyasal işkenceler… Ve en korkuncu: yaşayan insanları birer ticari ürün gibi sergiledikleri gizli bir bölüm. Adına **Deney Mağazası** deniyordu.

Kedicik’in görevi kesindi: Bu mağazaya sızacak, orada tutulan insanlara ne yapıldığını öğrenecek, mümkünse onları kurtaracaktı.

Ama önce içeri girmek gerekiyordu.

Gece yarısı olduğunda, HelixCore’un devasa laboratuvar kulesinin önünde durdu. Bina bir zırh gibiydi. Duvarları çelik alaşımdan, köşelerine gömülü droneler ve lazer tarayıcılarla korunuyordu. Normal bir insan için buraya yaklaşmak bile intihar demekti.

Ama Kedicik normal bir insan değildi.

Deriye yapışan, gölgeleri üzerine çeken zırh misali deri den yapılmış giysisini aktif hale getirdi. Nefesim yavaşladı, kaslarım gevşedi. Anlık çelik duvarın kenarında birkaç santimlik boşluğu fark ettim. Oradan tırmanmaya başladım. Ellerimi metalin soğuğuna bastığımda kalbim hızla atıyor, beynimde tek bir düşünce yankılanıyordu: **"Deney mağazası beni bekliyor."**

İlk bariyeri aştığımda karşıma altı adet tarama ışını çıktı. Lazerler, koridor boyunca çapraz bir ağ örmüş gibiydi. Yanlış bir adımda bedenimi kavuracaklardı.

Dizlerimin üzerine çöktüm, nefesimi tuttum. İnce parmaklarım belimdeki çanta uzandı bir cihaz çıkardı. “Eski model, ama iş görür,” diye fısıldadı kendi kendime. Lazer frekansını kopyalayarak küçük bir hologram yansıttım, ışınları birkaç saniyeliğine dondurdum. O anda bedenim gölge gibi kıvrıldı, aralarından kayıp geçtim.

Sağa döndüğümde uzun bir koridor beni karşıladı. Duvarlara asılı olan tüplerin içinde yarı insan yarı yaratık mutantlar beni karşıladı gözleri şeytanın ateşi gibi kızıl renkte parlıyordu her adımımda o şeytani hisi ensemde hisediyordum

Lanet olsun bu çılgın örgütü hafife almışım! Boşversene zaten bugün, bu çılgınlık benim tarafımdan sona erdirilecek her türlü…

Kule sessizdi ama o sessizlik, ölümcül bir tuzak gibiydi. Tavanlardan sarkan güvenlik kameraları gözlerimi kırpıştırıyor, zemindeki baskı plakaları adım sesi bekliyordum. Hafif bir tebessümle saçımın ucunu geriye attım.

“Beni yakalayamazsınız…” meydan okudum bu kanlı karanlığa, o şeytani varlıklara en çokta içime sinmemesi gereken korkuya

Katlardan birinde büyük bir kapı dikkatimi çekti. Kapının üzerinde basit bir yazı vardı: **Yönetici Girişi.**

Bir an tereddüt ettim. Görevim Deney Mağazası’nı bulmaktı ama içgüdülerim, kapının ardında önemli bir şey olduğunu söylüyordu.

Sessizce yaklaştım, kapının kilit paneline parmağımı değdirdim. Elimdeki eldiven en son giriş yapan kişinin parmak izlerini kopyaladı aynı anda Holografik ekran ışıldadı. Birkaç saniye içinde şifreyi kırdı. Kapı yavaşça aralandı.

İçeride loş bir ışık vardı. Büyük pencerelerden şehrin neon silueti görünüyordu. Masanın arkasında, uzun ceketli bir adam oturuyordu.gözleri karanlıkta parıldıyordu.

kapıdan içeri adımımı attığımda, kalbimin ritmi bir an bozuldu. Karşımda oturan adamın yüzü… benim için çok tanıdıktı. Yıllar önce kaybettiğim sevgilime ait gözler, dudaklar, hatta o hafif alaycı gülümseme.

“Beni özledin mi, Kedicik?” diye tekrarladı. Ses tonu, tüylerimi diken diken edecek kadar gerçekti.

Bir an gözlerim büyüdü, nefesim kesildi. **“Hayır… bu mümkün değil.”**

Ama saniyeler içinde fark ettim ki. Yüzündeki metalik pürüzler, ışığın kırılışı… Bu bir illüzyondu. Maskeyle oynuyordu.

Adam sandalyesinden kalktı, maskeyi eliyle sıyırdı. Yüz hatları bir anda değişti. Yerine soğuk, keskin bakışlı, buz gibi bir surat çıktı. İşte o an, benimle oynayan bu kişinin kim olduğunu anladım.

**Albert Johnson.**

HelixCore’un sahibi. Dünyanın en güçlü, en korkulan adamlarından biri.

“Hayal kırıklığına uğradın sanırım,” dedi Johnson, metalik maskeyi masanın üzerine bırakarak. “Ama bu yüzü sevdiğini duymuştum. Maskeler çok işe yarıyor, değil mi?”

“Benimle oynamak istiyorsun demek, benimle oynamak tehlikelidir tekrar düşün istersen Albert”

“Ben kaybedeceğim hiçbir kumar masasına oturmam prenses”

yumruklarımı sıktım. Kalbimdeki öfke damarlarımı yakıyordu. “Beni kandırabileceğini mi sandın?” sözlerimle beraber Johnson’ın adımları yankılandı. “Hayır. Seni test ettim. Senin gibi yetenekli birinin neden bu şirkete musallat olduğunu merak ediyorum. Deney Mağazası’nı mı arıyorsun, yoksa sadece oynuyor musun?, yada onu mu arıyorsun!”

tam karşımda durarak yüzlerimizi yakınlaştırınca alayla güldüm.

“Oyunların çok abest sonuçlarıysa seni aşar Albert, ve bil diye söylüyorum o yüzü taklit etiğine pişman olacaksın.”

Bir anlık sessizlikten sonra Johnson parmağını şıklattı.

Duvarlardan, tavandan, yerden… zırhlı güvenlik dronları ortaya çıktı. Silahlarını hedef ise bendim !!!

“Ne yazık, hayalerin yarım kalacak pirenses” dedi Johnson, buz gibi bir tonla. “Çünkü oyun bitti.KEDİŞ”

Reflekslerim. Benim için düşünmekten daha hızlıydılar her zaman. Dronlar ateş açmadan önce yere atıldım masanın kenarından kayarak yan tarafa geçtim. Kurşunlar havayı parçalayarak geçti. Bir flaş bombası fırlattım, beyaz ışık patladığında Johnson’ın kahkahası kulaklarımı tırmalayıp geçti.

“Kaçabileceğini mi sanıyorsun? Bu bina benim, her taşına hükmediyorum.”

“Beni küçümsüyor musun sahtekar deha yoksa. Ama bilmelisin ki kurduğun bu düzenin yıkımını sana izletmeden bu oyun bittmeycek SAHTEKAR DEHA...ah pardon Albert diycektim”

Tekrardan tavan ve duvarlar açıldı zırhlı HelixCore askerleri ve mekanik dronlarla odayı doldurdu, o ise odadan çıkarken eğlendiğini gösteren bir ifadeye sahipti

“onlarla biraz oyna”

Albert kendince benimle dalga geçiyordu

silahlar ateşlendi. Mermiler duvarlardan kıvılcım saçarken masanın üstüne sıçrayarak kurşunlardan kaçındım. Havada dönerek korumalardan birinin çenesine tekmeyi geçirdim maskesi parçalanıp yere saçılmıştı, masanın üzerine düşen tabancayı kaptığım gibi yerde dizlerinin üstündeki korumaya ateş etim

mermileri biten diğer korumalar üzerime doğru atıldı.biri kolarımı tutunca kafamı geriye çarpıp adamın burnunu kırdım

kenarda gördüğüm sandalyeyi kaptığım gibi havada cevik bir hamleyle çevirerek iki kişiyi yere serdim. kalan son koruma kılıca benzer bir elektro-baton çıkardı güldüm, üzerime savurduğunda omzumu sıyırdı etrafta cihaza ait kıvılcımlar saçılırken öfkeme rağmen derin bir nefes alarak sakinlikle adamın kolunu yakalayıp dirseğini kol dirseğimi geçirerek kırdım ve böylece batonun kontrolünü ondan aldım

“Kabul etmeliyim bu etkileyiciydi prenses”

Sesiyle beraber başımı omzumun üstünden çevirerek alacı bir ifadeyle gülümsedim

“Senin kanını akıtarak daha can alıcı bir sahne yaratmak için sonra tekrar dönücem Albert... Bekle beni olur muırrrr”

“beklerim yaramaz kediş”

nefesimi tutarak koridora atıldım. Arkamda mekanik adımların metalik gümbürtüsü, önümde ise dar, ölümcül bir labirent. Her kapıdan yeni bir güvenlik tuzağı fırlıyordu. Tavanlardan lazer kılıçları iniyor, zeminden elektrikli kapanlar yükseliyordu.

Damarlarımda adrenalin çığlık atıyordu. Her sıçrayış, her kıvrılış, ölümle göz göze gelmekti. Bir kapının önünden geçerken aniden açıldı ve içinden iki zırhlı asker çıktı.

Biri kolumu yakaladığında gözlerimde öfke parladı. Dirseğimi askerin kaskına geçirdim, diğerini diz darbesiyle yere serdim.

Ama zaman daralıyordu. Johnson’ın sesi, kulaklarımdaki interkomdan yankılandı:

“Deney Mağazası burada değil, küçük hırsız. Yanlış yerde doğru savaşı veriyorsun. Ama madem geldin… sana kanlı bir hoş geldin töreni yapalım.”

Birde ben kendime oyun bağımlısı derdim,bu adamın yanında benimki çerez kaldı

dişlerimi sıktım. Tehlikenin zehirli nefesini boynumun arkasında hissediyordum. Ya kaçacak, ya da bu binada ölecektim.

Koridorlar daraldıkça nefesim hızlanıyordu. Johnson’ın sesini her yerde duyuyordum; sanki binanın duvarları bile onun diliyle konuşuyordu.

“Yanlış yerde olduğunu fark ettin mi, Kedicik? Deney Mağazası burada değil. Ama bunu bilmemeni istemiştim…işte şimdiyse dünyanın korktuğu yaramaz kedi avuçlarımda canı için çırpınıyor "

“merak etme en yakın zamana roller değişecek sahtekar deha”

…………………………………….

Geniş ve parlak ışıklarla dolu operasyon odası… Yerde dizilmiş onlarca ağır silahlı asker, makineli tüfekleriyle önlerinde şirket logosunun bulunduğu kalkanlarla hedefe kilitlenmiş bekliyorlar. Ortamda yalnızca floresanların uğultusu ve askerlerin ağır nefesleri duyuluyor.

Asonsorün kapısının açılmasını bekliyorlar, ateş etmek için. Geri sayım üst dijital panelde yansıyordu 5 4 3

Havalandırma kapağı sesizce açıldı, siyah deri kıyafetinin içinde bir siluet sesiz bir inişle atıldı: KEDİCİK.

2 1 Askerlerin ağır nefesleri ve ortamdaki gerginlikle beraber geri sayım biti. Boş asonsor gözler önüne serildi

Dizlerinin üstünde duran siluet yavaşça doğruldu. kendinden emin adımlarını takip eti parmakları kemerinden çıkardığı, ninja yıldızlarını savurmadan saniyeler öncesinde askerlerden biri tarafından ferkedilmiş olması artık bir anlamı yoku. Üç’lü yıldızlardan biri ona isabet ederken diğer iki askerle birlikte yeri boylamıştı

Kedicik diğer askerlere ateş etme şansı tanımadı, sırtına astığı kılıçları çekip avcunda bir tur döndürdü ardından iki askere doğru savurup göğüs kafeslerini kesti.

Askerlerden biri kalkanı korkuyla kendine siper ederken kalkanı bir tabure gibi kulanıp havaya sıçradı.Havada bedeni ağır çekimde gibiydi kılıcı ustalıkla askerlerden ikisinin kafasını koparırken yere indiği anda diğer iki askeri deldi. Kalan üç asker hayatları için silahlarına sarılıp ateş etmeye başladı etrafta kurşunların yaratığı kıvılcımların arasından geçen kedicik bir duvarın ardına doğru koştu

Duvarı delen kurşunla bu sefer silah arkadaşlarının cansız bedenini deliyordu çünkü kedicik o cesedi kalkan olarak kulanmıştı, ölü cesetlerden birinden aldığı taramalıyla cesedin kolarının altından ateş ediyordu.

Üç asker yere yığıldığında cesedi yere atı.o anda hala hayata olan bir asker iki taramalıyla ona doğru ateş etmeye başladı duvar dibindeki cesetlere doğru koştu kurşunlardan kaçarken cesetlerden birini tabure gibi kulanarak havaya sıçradı duvara üstünde etrafında dönen bedeni ve sırtındaki samuray kılıcını çekişi bir fil karesi gibiydi

Ayakları üstünde yere indiğinde kılıcı savurdu kılıç anında askerin kafatasını deldi asker dizlerinin üstüne sonrada yüz üstü yığıldı

…………………………………………….

Şarjöre ait o tıkırtıyla ardıma döndüğümde benzer bir sahne vardı karşımda

Dişlerimi sıktım, metalik gölgeler arasında koşarken kalbim göğsümü kırıp çıkacak gibi çarpıyordu. Bir köşeyi döndüğümde önümde devasa bir pencere belirdi. Ardında sisli gece ve binanın altındaki karanlık uçurum. Burası şehrin sınırıydı. Kulenin yapıldığı kaya kütlesi uçurumla birleşiyor, derinlikler görünmeyen bir ağza benziyordu.

Tam o sırada arkamdaki kapılar açıldı. Zırhlı askerler, makineli tüfeklerini bana doğrulttu. Bir anda kurşun yağmuru başladı. Cam parçaları, kıvılcımlar, metalin çığlığı… Kaçacak yerim kalmamıştı. Onları da öldürmek zor değildi ama daha fazlası gelecekti ve bedenim kaldıramayabilirdi bu kadar dövüşü

Kendimi yana attım, bir borunun arkasına sığındım. Çelik mermiler birkaç santim yanımdan geçip betona saplandı. Kalbim, boğazımda zonkluyordu. Ölüm artık nefesimi soluyordu.

Ama ben ölümle kaç kere dans etmiştim?

El bombamı çıkarıp yere yuvarladım. Şiddetli bir patlama askerleri savurdu. Çığlıklar, metalin parçalanışı… O anda tek şansım pencereydi.

Dizlerimden güç alıp camı tekmeledim. Son kez askerler dönüp ayacı bir gülümsemeyle gerisin geriye Kırılan camdan kendimi boşluğa bıraktım.

Soğuk hava yüzüme çarptı. Vücudum serbest düşüşe geçtiğinde aklımda tek bir şey vardı: **Hayatta kalmalıyım. **

Ama uçurum derindi. Çok derin. Ve aşağıda ne olduğunu görmek bile imkânsızdı. Kollarımı açtım, düşüşü yavaşlatacak herhangi bir çıkıntı aradım.

Derken…

Omzumun hemen yanında bir kurşun geçti. Yukarıdan askerler ateş etmeyi sürdürüyordu. Johnson’ın sesi metalik yankılarla kulaklarımı doldurdu:

“İşte son dansın, Kedicik. Sen gölgelerin prensesiydin, ama gölgeler de bazen mezar olur.”

Düşüş aniden sona erdi. Çünkü altımda kayalardan çıkıntılar belirdi. Sivri, keskin, bıçak gibi duran kayalar.

Bir tanesi… tam göğsümün altına yönelmişti.

Çarpışma bir çığlık kopardı benden. Sivri kayanın ucu, karnımı delip geçti. Bir an nefesi boğazımda düğümlendi. Sıcak kanım giysime yayıldı, metalik zırh misali sert olan kumaşın altından akıp kayayı boyadı.

Gözlerim karardı. Ciğerlerime dolan kanın acısı içimi yakıyordu. Ellerim kayayı kavradı, parmaklarım titriyordu. Çevremdeki dünya bulanıklaştı.

Yukarıdan hâlâ silah sesleri yankılanıyordu. Askerler uçurumun kenarında mevzilenmişti. Onların arasında bir figür daha belirdi: zırhlı, disiplinli duruşuyla diğerlerinden farklı bir adam. **Alex.**

Abim. Onu en son yıllar önce, çocukluğumun en karanlık anlarında görmüştüm. Şimdi burada, karşı tarafta, emir komuta zincirinin bir parçasıydı.

Askerler hâlâ bağırıyor, ateş ediyor, hareket halindeydi. Ama Alex sessizdi. Sadece kayalıklara saplanmış bedene baktı. Yüzünde ne panik, ne öfke, ne de gözyaşı vardı. Gözleri, geçmişten gelen bir yükle doluydu.

Alçak ama sakin bir sesle mırıldandı:

**“Bunları neden yapmak zorundaydın…”**

Dudak senkronizosyonunu son saniyelerinde görebilmiştim belki ama anlamıştım ne dediğini

Nefesim kesilirken dudaklarımda alaycı bir gülümseme belirdi. Kan tadıyla karışan cümleyi fısıldadım:

“Ben daha ölmedim… HelixCore yok olmadan o-olmaz ”

Ve karanlık, üzerime çöktü.

**********Kayıp zaman*************l

Karnımda derin bir acı, zihnimde parçalanmış anılar beni bir çıkmaza sürüklüyordu. Kimdim ben? Neden bu kadar acı çekiyordum? Sırtımdan başlayıp karnımı delen bu acı neydi? Etraf boğuk seslerle doluydu; aralarından seçebildiğim tek tük kelimeler vardı.

"Sayın Rahip... lütfen anlayın artık, görmüyor musunuz bu kadının yaşaması imkansız. Bakın bu kadının yaşaması imkansız... anlatabiliyor muyum imkansız!"

“KES... kesin lütfen, bakın burası tanrının evi, ve o da Yaşayacak… Tanrı’nın izniyle iyileşecek, eminim…”

Sözlerin devamını duyamadım kulaklarım acıdan çınlıyodu; sesler tanıdık gelmiyordu, yabancı ve ürkütücüydü. Paramparça organlar demişti ilk sesin sahibi… Kimden söz ediyorlardı?, Benden mi?, Ya ben kimdim?, Adım neydi? Eğer bana diyorlarsa, ban ne olmuştu organlarım nasıl parçalanmıştı?,Rahip denen kişi de kimdi?

Sormak istediğim onca soru; Tüm bu sorulara ancak gözlerimi açıp ona sorarsam cevap bulabilirdim. Ama gözlerimi açmak bir yana, parmağımı bile kıpırdatamıyordum. Bedenimle ilgili bu acı, sanki beni öldürmek ister gibiydi. Ruhum karanlığa geri çekiliyordu; bilinçsizlik dipsiz bir kuyu gibiydi, ölüm beni kucaklayacak gibi hissediyordum.

Ansızın bazı sesler duyuyordum. Karanlıktan beni ışığa çekmeye çalışan bir güç vardı sanki. Bazen ezbere bildiğim o İncil’den ayetleri okuyor zihnimle oyunlar oynuyordu. o sesi durdurmak istiyor, “Yalan sözleri tekrarlama!” diye bağırmak istiyordum. Ama çoğu zaman uzun süre sessizlikle hapsediliyordum. Ve ansızın o melodik, hoş erkeksi ses yeniden çıkıyor, bana ezbere bildiğim ayetleri tekrar ediyordu. Bu karanlık ne kadar sürdü, ne kadar hapsoldum bilmiyordum; ama bu karanlıktan hiçbir haz duymadım. Hatırlamıyorum… Hiçbir şey hatırlamıyorum.

Acı artık önceki kadar keskin değildi, ama uyanamıyordum hâlâ. “Tanrı günahlarını bağışlasın, küçük kız, acın yakında geçecek,” diyordu. o yakıcı sesi ve alnımdaki sıcak dokunuşu hissediyordum.

Boş vaatler veren bu pislik… Bir gün elime geçerse, onun için yaratıcı işkencler hazırlıyacaktım! Ama şimdi… İmdat! Bu karanlıktan bıkmıştım. Öleceksem öleyim! Nefret ediyordum karanlıktan… Ağlamak istiyordum, ama yapamıyordum.

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama artık aç olduğumu hissediyordum. Ölmediğim kesin; sonuçta ölen biri acıkamazdı. Gözlerimi açıp birkaç kelam edebilmek için uyanmam gerekiyordu.

Çok uğraştım, her bilincim yerine gelmeye çalıştığında denedim. Özellikle o adam yanımdayken… Alnımdaki yumuşak dokunuş biraz güç vermişti. Artık gözlerimi açabildiğimde, uzun süre ışık görmemiş gözlerime çarpan hafif yakıcı güneş ışığıyla yutkundum. Aynı gözlerim gibi uzun süre konuşmamanın ve susuzluğun verdiği kuruluk beni zorluyordu.

Yan tarafımdaki hareketleri hissettim, boynumu zorlayarak yana çevirdim. Ellerindeki İncil ile yanı başımdaki koltuğa kurulmuş, hafif kısık bir tempoda mırıldanan adama gözlerime ilişti. Fark etmemişti. Hala farkında değildi; sessizce onu süzdüm. Gözleri berrak, sanki gökyüzü gibi parlaktı. Üzerinde boynuna kadar ilikli eski bir rahip kıyafeti vardı; boynunu örten kısımda beyaz bir haç sembolü, ayrıca bir haç kolyesi takılıydı. Bu edepli kıyafetin aksine vücudu oldukça yapılıydı, yıllarca spor yapmış gibiydi. Yüzü öylesine biçimliydi ki, dönüp bir daha bakmadan geçmek mümkün değildi. İstem dışı bir gülümseme dudaklarıma yayıldı.

Düşüncelerimle boğuşurken, adam hareketlendi. Elindeki İncil’i yattığım yatağın yanındaki ahşap şifonyerin üzerine bıraktı, sonra bana döndü ve gülümsedi. Sanırım sonunda fark edildim...

“Sonunda uyanmışsın, küçük hanım.”

Onu süzdüm, bakışlarımı tavana diktim. Vücuduma yayılan acıya rağmen zorlukla konuşabildim

“Ne zamandır baygınım? Ben hiç bir şey hatırlamıyorum, bana ne oldu? Her yerim acıyor…”

“Burası neresi?” Gözlerim odanın taş duvarlarını taradı. Yabancılık ve garip bir his sardı beni.

“Seni bir uçurumun dibinde yaralı bulmuşlar köylüler , kiliseye getirdiler. Buradaki hekimler köylülere göre daha iyi tedavi edebilirdiye.”

Kaşlarımı çatıp gözlerimi ona çevirdim. “Burası kilise mi? Neden hastaneye götürmek yerine kiliseye getirdiniz?

“Hastane mi? Küçük kız, seni en iyi tedavi edebilecek kişiler kilisede.”

“Ne saçmalık! İncil okuyarak mı iyileştireceksiniz beni? Musa değilseniz, bu imkansız! Aman Tanrım…” Vücudum bunu yapmama izin vermiyordu, yoksa ona kafa göz dalacak gibi hissediyordum.

“Aylardır uyuyorsun. Bir an ümidimizi kesecektik senden.”

“Uyanmasaydım ne olacaktı peki?” Sesim boğuk ve kısık çıkıyordu; susuzluktan dudaklarım çatlamıştı.

“Öhm, lütfen su.”

“Ah, sersem kafam… Uzun süredir su içmedin.” Kaşlarım kalktı. Sürahiyi ben daha fark etmeden almış, hızla bardağa doldurup elime vererek ensemden tutup dikkatlice dikleştirdi. Usulca içtim; gözleri gökyüzü kadar berraktı.

Bardağı bitirdiğimde dudaklarımı ıslatırken beni yavaşça geri yatırdı. Mırıldandım: “Ben ne zamandır uyuyorum? Aylardır mı? Ve şu an hangi yıldayız?”

“Hmm, evet… 4 aydır uyuyordun. Ve Miladi 1467, 30 Mayıs.”

Yeni yeni anılarım zihnime hücum ederken… Yüz yıl da yaşamış olsam, duyduğum bu rakam, birinin gelip “Öldün” demesiyle aynı etkiyi yaratmıştı. Ağzımdan kocaman bir şaşkınlık nidasi çıktı:

“Ne! 1467 mi? Şaka yapıyorsunuz, değil mi?”

Bu şakayı yapanı elime geçirirsem… hiç iyi olmaz.

 

Bölüm : 15.11.2024 18:46 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...