
13 ekim 2140
(Alex Daniel Arven)
Loş ışıklı toplantı odasında, ağır bir sessizlik hakimdi. Ekip, masanın etrafında düzenli bir şekilde sıralanmıştı. Arthur, en baştaki koltuğun sağında oturuyordu; yanında Jessica, karşısında ise Diana. Diana’nın yanı başında Marcus, gözlerini masadaki dosyalara dikmiş, bekliyordu. Kapıdan içeri adım attığım anda, ekibin gözleri bana çevrildi. Ayağa kalkmaya yeltenen bakışlara, elimle oturmalarını işaret ederek karşılık verdim. Sessiz bir itaatle yerlerine çöktüler.
Ağır adımlarla en baştaki koltuğa doğru ilerledim. “Kalkmayın millet,” dedim, sesim odanın soğuk duvarlarında yankılanırken. “Konuyu biliyorsunuz, bu yüzden üstünkörü bir özet geçeceğim.”
“Evet, şef, sizi dinliyoruz,” dedi Marcus, diğerlerinin onaylayan mırıltılarıyla desteklenerek. Tek bir el hareketimle hepsini susturdum. “Bildiğiniz üzere, beş ay önce gerçekleşen siber saldırılar ve soygunların ardındaki isim, ‘Kedicik’ lakaplı suçlu, intihar etti…”
“Tam bir deliydi o kadın,” diye araya girdi Arthur, düşünmeden.
“Arthur!” Sesim keskin bir bıçak gibi havayı yardı. “Bölme beni bir daha.”
Arthur, panikle ayağa fırladı, elini şakağına götürerek, “Özür dilerim, şef, hata ettim,” dedi. Oturmasını işaret ettiğimde, derin bir nefes alarak kendini koltuğuna bıraktı, bedeninde belirgin bir rahatlama dalgası.
Konuşmama devam ettim. “Kedicik intihar etmiş olsa da, çalınan siyasi bilgiler ve dünya çapındaki paralar hâlâ kayıp…”
“Delirmiş olabilir, ama böyle bir vurgunu tek başına yapabilecek biriydi,” diye mırıldandı Diana, dalgınlıkla. Yanındaki Marcus’un uyarısıyla irkildi. “Affedin, şef,” dedi, Arthur’unkine benzer bir panikle. “Sesli düşündüm, sizi bölmek istememiştim.”
Bu anlamsız kesintilerin üzerinde durmamaya karar verdim. Koltuğumdan kalktım, ellerimi masaya yaslayarak devam ettim. “HelixCore' mu bir teklif aldık. Bu teklif, bize büyük bir belayı getirebileceği gibi, aynı zamanda devasa bir dertten kurtarabilir…”
“Tanrım, HelixCore mu dediniz, şef?” Jessica’nın şaşkınlık dolu sesi odayı doldurdu. Ekibin süs bebeği, Barbie’siydi o; sesindeki hayret, Diana ve Marcus’un da şaşkınlık nidalarıyla birleşti.
“Evet,” dedim, sesimde kararlı bir tını. “Bu, EFBI için bile beklenmedik bir gelişme. Şimdi, beyler bayanlar, zorlu bir süreç başlıyor…”
---
Toplantı uzun ve yorucuydu. Ekip bir bir odadan çıkarken, ben koltuğuma gömülmüş, önümdeki saydam ekranda eski görev bilgilerini düzenliyor, bir plan kurmaya çalışıyordum. Öyle dalmıştım ki, yanımda beliren kadını, o hafifçe öksürene kadar fark etmedim.
“Alex,” dedi, sesi yumuşak ama endişeli. “İyi misin? Yani… biraz garip davranıyorsun.”
Mavi gözlerimi onun simsiyah, derin bakışlarına çevirdim. Diana’ydı bu; her bakışımda içimde bir fırtına koparan, karanlık gözlü kadınım. “İyiyim, Diana,” dedim, yalanın ağırlığını hissederek. Kaba, nasırlı ellerimle onun ince, kaslı beline sarıldım, onu kucağıma çektim. Başımı boynuna gömdüm; o da bir an bile tereddüt etmeden, silah tutmaktan nasırlı ellerini saçlarıma daldırdı. O eller… Tek bir dokunuşuna canımı verebileceğim o eller, huzurumdu.
“Alex,” dedi, sesi bir fısıltıya dönüştü. “Kendini ya da ekibi kandırabilirsin, ama beni asla.”
Haklıydı. Kendimi bile kandırabilirdim, ama onu asla. Yıllar önce, her şeyin iyi olacağına dair yalanlar söylemeseydim, belki her şey farklı olurdu. Annemle babamın yaptıklarını öğrendiğimde, ondan uzaklaşmanın en iyisi olduğunu düşünmüştüm. Aptalca bir karardı. Onu suçlu yapan bendim. Onu cehenneme hapseden ailemdi, ama asıl terk eden, onu yalnızlığa iten bendim.
Kafamda yankılanan sesler… Hep ona aitti. “Abi, oyun oynayayım mı?” “Abi, kokuyorum, senle uyuyayım, nolur!” “Abi, bak, çenemi çarptım!” “Abi, Kedicik kaçmış, ühüü…” O sesler, bir bilim insanı olabilecek, dünyayı sarsabilecek kapasitedeki küçük kız kardeşimindi. Ama ben, onu suçlu yapmıştım. Tutuklama emri bile almıştım.
“Alex! Alex, beni duyuyor musun? Kendine gel!” Diana’nın yanağıma indirdiği hafif tokatlar beni gerçek dünyaya çekti. Dudaklarımın kenarında tuzlu bir tat hissettim; ne zaman aktığını fark etmediğim gözyaşlarımı, onun nazik elleri usulca sildi.
“Kendini suçlama, Alex,” dedi, sesi bir okşayış gibi. “O kendi yolunu seçti. Sen elinden geleni yaptın.”
“Yapmadım, Diana,” dedim, sesim titrek. “Eğer gerçekten abisi olsaydım, yanında dursaydım, elinden geleni yapmış olurdum.”
“Alex, böyle söyleme. Sen de olayların akışından yeni haberdar olmuştun. Kendi hayallerin için çabalamaya çalışıyordun.”
Güzel sevgilim, beni teselli etmeye çalışıyordu. Ama bu, bencilliğimin gerçeğini değiştirmezdi. Hele ki bundan sonra yapacaklarımın gerçeğini… Dudaklarındaki baskıyla gözlerimi yumdum, o taptığım dudakların büyüsüne kapıldım. Bu dokunuş, benim tek sığınağımdı.
“Alex,” dedi, dudaklarımız ayrıldığında. “Geçmişi değiştiremeyiz. Onun yaşadıklarını, dünya zenginlerinin paralarını çaldığını ya da ülkelerin gizli belgelerini ele geçirdiğini değiştiremeyiz. Onun bu kadar büyük bir kumara girmesi için bir sebep yoktu. Bunu o istedi. Senin suçun değildi.”
Ama yanılıyordu. Suç bendim. Ona sırtımı dönmüştüm. Küçük Kedicik’e yaslanabileceği bir ağaç gibi görünmüştüm, ama tam ihtiyaç duyduğu anda dallarımı kırıp devrilmesine izin vermiştim. Yanlışla doğruyu öğretmemiş, onu yalnızlığa terk etmiştim. Suç, bendim.
....................................................................⏳..............................................................
13 eylül 1467
On gün tam on gün. Bu bilmecenin içinde gözlerimi açalı tam on gün olmuştu. Rahibeler gelir hiç konuşmadan bir robot misali yaralarıma pansuman ederler. Yedirir, içirir arada bedenimi bir bezle silip giderlerdi. Yaralarımın derinliğinden hareket etmek imkansızdı, nefes almak bile acı vericiydi.
Günlerim burada ki varlığımın ardındaki mantığı ve olasılıkları sorgulamakla geçiyordu. Her gece beni o karanlıktan çıkaran melodik ses kulağımda İncil’den bir ayet okurdu -bu tam bir işkenceydi. Ve bu işkencenin farklı bir versiyonunu ona uygulamaya karar verdim u yüzden-
İlk uyandığım zamandan beri zihnim karma karışıktı. Hatırladığım son şey, gökyüzünün üstünde çılgın bir kovalamacaydı. Holografik ekranlarda yüzüm dönüyor, 2140’ın en tehlikeli suçlusu diye manşetler atıyordular. Benim için sıradan bir gündü. Zengin bir iş adamı’nın veri tabanını soymuş paralarla birlikte bütün verileri dünyanın gözleri önüne sermiştim. Onlara göre anarşist, bana göre adalet dağıtırdım. Ama ilkez işler ters gitti polis dronları şehrin üstünde süzülürken bir enerji patlaması oldu motorumun üstünden dengemi kaybedip düşerken gözlerim karardı, bedenimle birlikte zihnim acıyla karanlığa gömüldü… sonrasıysa işte burası.
Bunlar gerçeklik mi, yoksa sanal bir ilizyon hapishanesin de miyim?. Aklımı kemiren tonlarca soru ve cevap belirsiz her seferinde.
Odam loştu; taş duvarlarından sızan nem her seferinde ciğerlerime işliyordu. Kapalı ahşap pencerenin ardında gözüken gök yüzü alışılmadık derecede beraktı 2140’ın kirli neonlarla ve metalik göğü yerine saf, yıldızlarla dolu bir boşluk…bir an gözlerimi kapatsam bütün bunların bir similasyon olduğu izlenimine kapılıyordum. Yoksa gerçekten de on altıncı yüzyılın taş bir manastırında mıydım?
Yavaşça, acıya rağmen ayağa kalktım. Yaralarım hala acıyordu ama zihnim daha güçlüydü… Eğer burası bir similasyonsa, onu kırmanın bir yolunu bulacaktım eğer değilse…O zaman bu çağı da kendi yöntemlerimle alt edecektim. Çünkü ben gelişmiş çağın korkunç lanetiydim, ben KEDİCİKTİM
Elim göğsünün hemen altındaki yaramda bastırarak ilerledim, ahşap pencerenin önünde durdum fazla bastırmış olmalıyım ki avcumda ıslaklık hisetmiştim uzun süreli açinmidir bilmem,acıya duyarlı bir hal almıştım.
Pencerenin ahşap kapaklarını iki yana itip beraklığı gözler önüne serdim dilimde sıkıntıdan ve düşünmekten kaçmak için tatlı nostajik(benim için) bir nakarat döndürüyordum
“insan biraz olsun akılanmaz mı?
Büyümezmi er geç?
Yanaer dağ gibi için için
Sönmez mi bu sinsi ate?...”
2140’ ın o kirli görüntüsüne tezat. Yabancı olduğum bu berak ve saf mavilikler, ferah hava istem dışı içimi ısıtıp, gülümsetiyordu. Gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım gözlerimi tekrardan açtığımda bu zaman diliminde ilk gördüğüm ve her gün sesini duyumsadığım o rahip vardı. Cedric. Evet, yardım eti minetarım, eyvallah ama her boş vaktini kulağımın dibinde incil okumaya adaması kabul edilebilir değil.
Demir zırhına bürünmüş. Zırhın ardında dokunulmaz bir aura yayan şövalye duruyordu karşısında. Onun Cedric’in aksine duruşu bile ölümü ve savaşı gördüm, tattım der gibiydi. Karanlık baskın bir auraya sahipti. Pencere pervazına yaslanmış dikatimi onlardan ayırmaz bir durumdaydım. Dilimin ucunda dönen nakarat içimdeki çelişkiyi bastıramıyordum.
Cedric izlendiğini hisettmiş olacak ki konuşmayı kesip etrafa bakındı en sonunda bakışlarımız kesişince güçlü dürtülere sahip olduğu gerçeğinden kaşlarım hayretle havalandı. Şaşkınlığı beli etmemek için gülümsedim. Yanındaki şövalyenin dikati de buraya kaymıştı ona baş selamı vermekle yetindim. Karşılığında ikisinden de baş selamı aldım. Şovalye’nin taktığı mihfer yüzünü örtüyordu bu da ne düşündüğünü anlamamı engelliyor. Onun aksine cedric’ in yüzünde uyarı dolu bir gülümseme söz konusu “s*ktr git yatağına” bakışlarının çağrıştırdığı anlam buydu
Günler benzer bir tempoda geçiyordu. Gözlerimi her açtığımda kendimi acılarıma rağmen durumumu sorgularken buluyordum. İçimde bir yer bunun, bu durumun gerçek olmadığını fısıldıyordu .2140 yılının neon ışıkları çelik kuleleri, beton binaları, yıkık bina ve mahallelerin, onca kötülüğe ve caniliğe, yıkıma ve katliama rağmen. Hızla işleyen teknolojisi hala belleğimin en taze köşesindeydi. O halde nasıl olur da kendimi 1467’de, bu loş klişede bulabildim?
“Bedenim parçalanmıştı…Belki de bir nöro similasyonun içindeyim. Beynim hasar gören sinir ağlarını onarmak için alternatif bir gerçeklik yaratıyor olabilir 2140 ta çok fazla düşmanım var olduğu gerçeği söz konuş. Beni bir kapsüle kapayıp bilgi edinmek için zihnimle oynama olasılıkları var ama o zaman anılarımı da değiştirmezlermiydi bu mantığa uymuyor” tırnaklarımı kemirirken yataktan kalkıp bedenimi yürümeye zorladım. Odanın içinde volta atarken olasılıkları kafamda toparlayıp çıkardım.
“Kuantum bilinci teorileri parçacıkların aynı anda farklı zaman katmanlarında var olabileceğini söylüyor, belki de zihnim kuantum düzeyinde kopup geçmişe bir yankı gönderdi. Ya da…”
Duraksadım
“Ya da bu bir zaman kırılması..olabilir mi?.Eğer 2140’ın aşırı enerji yoğunluğu -kara madeyi sömüren motorlar, kütle çekim dalgalarıyla oynayan makineler- zaman dokusunu bükebiliyorsa…bir beden bu kırılmanın içinde düşüp farklı bir çağa savrulabilir. Belki bende bunu yaşayan bir kurbanım. Düşünürsek Elsayla gök yüzünde hız yaparken oluşan bir patlamada düştüm ardında burada uyandım!”
Avuç içlerimi şakaklarıma bastırarak giren ağrıyı geçirmeye çalıştım, olasılıklar günlerdir beynimi kemiriyor durumumu kavramamda zorluk çıkarıyordu. Boğazım kurumuştu. Avcumu taş duvara bastırarak dengemi sağlamaya ayakta durmaya çalıştım.
Ama başka bir ihtimal daha vardı: Bütün bunlar, ölmek üzere olan beynimin son oynu olabilirdi. Bir similasyon. Ya ada bir sanrı. Ve ben, bunu ayırt edemeyecek kadar gerçek hisetiğim için daha çaresizdim
Zamanın kırıldığı bir yarıktan süzülmüş olabilirdim; Belkide insan zihni, sandığımızdan çok farklı boyuta algılamaya muktedirdir herşeyin özünde titreşim vardı sonuçta. Evren görünmeyen frekansların senfonisiydi. belkide benim ruhum, kaza anında o titreşimllerden birine takıldı ipliği kopmuş bir nota gibi geçmişin içine düştü.
Yüreği. Bilimin soğuk yüzüne meydan okuyan bir korku kıpırdanıyordu. Çünkü bu açıklama, sadece aklın değil ruhun da varlığını kabul etiği bir sırı fısıldıyordu.
Tanrı denilen şey zamansa, ben zamanın kıskacından kayıp farklı bir çağın avuçlarına düşmüştüm
O anda zihnimde tek bir düşünce yankılandı: Eğer bur bir yanılsama değilse, eğer gerçekten geçmişteysem…Burada atacağım her adım geleceğin dokusunu değiştirecek kadar güçlü olabilir.
Ve asıl soru şuydu:
Ben nasıl bir durumun içindeydim, burası gerçeklikse ben mi zamanı seçtim yoksa zaman mı beni?...
Bu düşünce girdabı varsayımlar ve yaranın dayanılmaz acısıyla 2 gün daha devam eti.
Ve aralarına yeni bir kafa karışıklığı da dahil olmuştu bu süreçte. Eğer zamanda gerilediysem burasıda gerçek bir kiliseyse. Neden benim gibi birine yardım ediyorlar? Saç rengim bu zaman diliminde şeytani bir sembolü temsil ediyor sonuçta.
Bu soruların cevabını yalnızca ondan alabileceğimin farkındaydım. Gözlerimi açmadım acımdan kaynaklı zor nefes alıyordum; kalbim göğsümde deli gibi çarpıyor her atışı sanki beni, düşüncelerimi ele veriyordu
Taş duvarların arasındaki odada sesizlik öyle bir ağırdı ki, nefesim yankılanıyordu, kendi kalp atışımı duyuyordum. Gözlerim kapalı uyuyor numarası yapmaya devam etim ama kulaklarımı kapatmadım; Kapının ardındaki her sesi, her adımı işitebiliyordum.
Ahşap kapı gıcırtıyla açıldı. içeriye adımlayan kişinin o olduğunu biliyordum, emindim elinde İncil. Dudaklarıysa dua okumaya hazırlanıyordu. Her zamanki gibi.
Odanın içinde her adım atığında gerginlik yayıldı, vücudum kaskatı kesildi; Her zamanki sakin, huzurlu hali yoktu. Tam yatağıma yaklaştı ki, derin ve keskin bir ses patladı;
“Dur!”
Kalbim anlık tekledi; Duracak gibi oldu. Gözlerimi açmadan nefesimi tutarak sabit kalmaya çalıştım. Adam…onu fark etmemiştim. Tek düşündüğüm Cedrik denilen adamla yapacağım konuşmaydı çünkü. Dikkatsiz davranmıştım. Eski ben, nefes alışından bile fark ederdi oysa.
Gözlerimi saliselik bir hızda açıp kapadım. Adamın gözlerinde öfke ve korku karışımı bir ışık vardı. Adımlarını ağır, kasvetli bir kararlılıkla attı.
“Neden?...Söyle bana, neden bu cadıyı koruyorsun?...” İşte bu benimde merak etiğim bir soruydu bu. “Onun kim olduğunu bilmiyorsun? saç rengiyle bile şeytanı çağrıştıran bir cadıyı…Neden yaralarını sarıyor. Neden nefes almasına izin veriyorsun?”
Rahip sesiz kaldı anlık. Sözlerini seçmeye çalışıyordu beli ki, Emindim ki kutsal kitabı göğsüne bastırmıştı. Bedenim titredi. odaya yayılan öfke beni sardı. O kişinin öfkesi değil alacağım cevap meraklandırdı, korkuttu beni; ama hala uyuyor numarası yapıyordum, dudaklarım kıpırdandı kalkıp soruyu bu defa ben sormak istedim. Ama sesiz kaldım, Bir hata her şeyi kaosa sürükleye bilirdi.
Adamın cedric’e yaklaştığını duydum, beli ki öfkesi daha da belirginleşmişti:
“Halk onun gibilerinin lanetleri yüzünden zarar görüyor! Ve sen… ve sen onu tanrının kutsal evinde saklıyorsun”
Sonunda onun sesini duyumsadım, Sessizliğini bozdu. Gözlerini üstümde hissediyordum. “Çünkü… Tanrı’nın ışığıbazen en beklenmedik anda doğar.”
“Yanılıyorsun Cedric… Onun gibileri ancak belayı getirir kasabamıza.”
Adamın sesinde bariz bir hayal kırıklığı söz konusuydu.
“KESSS… YANILAN SENSİN. İYİ DİNLE” Dedi derin nefes alarak. Kısa süreliğine sesiz kaldı ve devam eti.” Korkuların, öfken, karanlık düşüncelerin seni kör etmiş. Bir canı saç rengi ya da ten rengiyle yargılamak Tanrı’nın kularının ne hadine’dir Millas”
“Cedric anlamıyorsun. Bu kadın yaptığı cadılık sonucu kazığa geçirilmiş olabilir ne oldu da bu hale geldi bilmiyoruz. Bu kadın normal biri değil. O bir ca-“
“SAKINNN… Sabrımı sınama. Sakın!”
“YETER. Bir şeyleri anlaman gerekiyor Cedric.o-“
“Millas. Tanrı onun ölümünü isteseydi. Bu denli ağır bir yaraya rağmen yaşamazdı. Eğer biz onun hayatını mahvedersek. İşte o zaman gerçek lanet başlar.”
“Ne yani bana bir cadıyı mı savunuyorsun…” Adamın sesinde bariz bir hayret vardı. Bir cadıyı savunan bir rahibe karşı…
“BEN ONA DOKUNUYORUM, ÇÜNKÜ YAŞAM.TANRI’NIN EN KUTSAL ARMAĞANIDIR MİLLAS. O ARMAĞANI YOK ETMEK BİZİM HADİMİZ DEĞİL.” Sessizlik taş duvarların arasında dolaştı anlık. Kimse konuşmadı. Crdric in iç çektiğini duydum ardından o melodik ton daha uysal, daha sakin bir şekilde duyuldu.
“Onu iyileştiriyorum Millas. Çünkü Karanlığın içinde bile ışık vardır sen bunu göremezsin. Çünkü gözlerin korkuya bulanmış. Ama unutma… Tanrıyı temsil edebilecek ve bizi yönlendirecek gerçek güç korkuyla değil merhameti taşımakta gelir.”
Kilisenin taş duvarlarında sessizliğin korkunç uğultusu yankılandı. Bu sözlerden sonra, kalbim yaptıklarımın yüküyle sızladı. Ama pişman değildim aslada olmayacaktım. Amacını, ne düşündüğünü anlayamıyordum. Adam dediklerinin son noktasına kadar haklıydı, peki Cedric denilen bu rahip neden beni savunuyor. Neden beni yaşatmak için bu insanlara karşı çıkıyor. Aklı mantığıma uymuyor:
“Şimdi kararımı daha fazla sorgulama ve. İşinizin başına dönün sör. Millas”
“Dediğiniz gibi olsun sayın Rahip…Ama umarım pişman olmazsınız”
“Emin olun pişman olmiyacam. SÖR”
Adam ahşap kapıyı sertçe çarpıp çıktığında odada derin bir sessizlik oluştu.derin bir iç çekişle yatağımın yanındaki işkembeye oturduğunu duyumsadım. Kutsal kitabın sayfalarını kıvırdı, sakin melodik sesiyle okumaya başladı. Günlerdir tahammül edemediğim bu ritüel ilk kez dinlemekten keyif aldım. Onu dinlemek içimdeki karmaşayı bastıramasa da sessizlik daha boğucu olurdu benim için…
Sesi ağır ama huzurluydu, taş duvarlarda yankılanıyordu. İçime bir öküz oturmuştu, deminki alınan cevaplar bir yanılsama gibiydi…
Duayı bitirdiğinde kitabı kapattı, ayağa kalkıp gitmeye hazırlanıyordu. O an gözlerimi araladım. İçimde kabaran bir iç güdüyle ani bir hareketle uzandım bileğini yakaladım ve bütün gücümle yatağa doğru çektim. Cedric dengesini kaybetti, sendeleyerek yatağın üzerine düştü.
Üstüne çıktım. Çömeldim açık olan camdan yayılan ay ışığı üzerimize vuruyordu, kasıklarının üstüne oturdum ve rahat bir konuma geçene kadar kıpıdandım.
Göz bebekleri sonuna kadar açılmış korku, şaşkınlık ve utanç karışımı ve daha nice duygularla gözlerimin içine bakıyordu. Kulaklarından ense köklerine kadar o güzelim beyaz tenini kızarışı an be an izledim.
Gözlerimde eğlenceli oyuncaklar bulmuş haylaz bir kedi gibi ışık ışıldadı. Parmaklarım pençe gibi kalın bileğine kenetledim. Parmaklarım bileğini tam olarak sarmamıştı, Yüzlerimiz arasında az bir mesafe vardı. Başımı hafif yana eğip. Beli belirsiz bir hırıltıyla konuştum.
“O adam haklı olabilir farkındasın değil mi…RAHİPÇİK”
Sesim tehditkar, ama aynı zamanda tıpkı bir kedinin mırlaması gibi ince bir titreşim taşıyordu. Uzamış tırnaklarımı hafifçe bileğine bastırdım. Dişlerimi göstererek yüzüne dahada yaklaştım. Yüzünde bariz bir şaşkınlık ifadesi oluşmuştu.
“Saçım, kanım, varlığım… Hepsi sana bela getirecek. Bunu bile bile neden bana yardım ediyorsun, beni neden yaşatmaya çalışıyorsun?”
Cedric’in gözleri büyüdü. Nefes alışverişi hızlandı, parmaklarımın altında ki nabzının hızlandığını hissetim. Onu gördüğümden beri bu kadar çaresiz görüyordum karşımda; ama korkmuyordu. HAYIR, korkusunu göstermemeye çalışıyordu. Dudakları aralandı. Derin bir nefes verdi.
“Çünkü senin için gördüğüm şey tanrının sesiz bir işaretidir.” Sesi titremiyor aksine daha da güçleniyordu “insanların gözünde saç rengin yüzünden bir cadı olabilirsin. Ama benim gözümde…sen, daha büyük bir sırın habercisisin. Aniden ortaya çıkman veya bu kadar ağır yaraya rağmen hızlıca iyileşip rahat hareket edebilmen de bunu göstermiyor mu sence de küçük kedi.”
“Tanrı mı?” dedim gülmemek için dudaklarımı sıkı sıkı birbirine bastırarak, bileğini saran parmaklarımı usulca hareketlendi. Baş parmağımla bileğindeki damarını baskıladım “Cidden bende tanrıyı mı görüyorsun?”
Gözerini anlık kapatıp dudaklarını yaladı, gözlerimle her bir hamlesini her hareketini takip ediyordum. yutkundum gördüğün yüz sanki bir yunan tanrısına aitken bu denli kışkırtıcı mimikleri izlemek pekte akıl sağlığıma iyi gelmiyordu
Bir an sustum. Bedenimden istemsiz bir hırıltı daha yükseldi öfkeyle, kedi kulaklarım sanki varmış gibi geriye kıvrıldı, yüzümü onun boynuna sürtüm, ardından dişlerimi sıyırarak kulağına fısıldadım:
“Bana baktığında tanrıyı değil gölgelerini görmen gerekirdi. Bende ışık değil, karanlık var Rahip.”
“Hayır… karanlık, ışığın doğmadığı yer değildir. Karanlık ışığı gizleyen örtüdür. Senin içindeki fırtınayı hissediyorum; ama o fırtınanın tam ortasında saf bir kıvılcım var.”
Kıkırdayarak tırnağımı olduğu yere biraz daha bastırdım. İncecik bir kan damlası belirdi. Dudaklarımla aynı zamanda alaycı bir mırıltı yayıldı:
“Kıvılcım diyorsun… ya o kıvılcım seni yakarsa?”
Cedric’in nefesi hızlandı, gözlerini gözlerimden kaçırmadı ama. Sesinde hem korku hem de teslimiyet vardı:
“Varsın yaksın. Eğer Tanrı’nın benim için seçtiği yol buysa, yanmaya razıyım.”
“Belki de sen haklısın…belki de ben gerçekten bir sırdan ibaretim. Ama unutma Rahip…sırlar, taşıyamayanı paramparça eder.”
“Tanrının benim için hazırladığı yol bu mudur bilmem ama benim olduğum bu duvarların arasından bir cesedin çıkmasına da izin vermem”
Kalbim sıkıştı. Sözleri, içimdeki pençeleri çıkarmama sebep oluyordu. Geri çekilip gözlerimi kıstım, dişlerimi göstererek fısıldadım:
“Sen delisin …Beni kurtararak lanetini kendi üzerine aldın. Belki de ben senin sınavınım, sonu nahoş bitecek bir sınav.”
Yüzünü bana yaklaştırarak gözlerimin içine baktı. Dudakları titriyordu ama kelimeleri netti:
“Eğer sen sınavımsan, o zaman düşmanım değilsin…öğretmenimsin.”
Eğlenceli bir oyuncak bulmuş bir kedi gibi hissediyordum. Bir an için içimden bir kedi tıslaması yükseldi; Omuzlarımı dikleştirdim, kasıklarının üzerindeki baskımı dahada artırarak hırladım. Ben he hırlayıp tısladığımda bedeni irkiliyor gözeri şoktan açılıyordu, şu anda buradan çekip gitmek istediğine emindim.
“Peki Rahipcik… öğrencim olmaya hazır mısın? Çünkü benim derslerim kanla, acıyla ve sırlarla yazılır.”
“Herkeste bir parça tanrının izi vardır. Senin hayata kalmanda onun seni koruduğunun işaretidir…” Duraksadı. Gözlerinde ki ifadeye anlam veremedim bu defa “o yüzden yaşamalısın küçük kedi…”
O anda zihnimde başka bir ses yankılandı eskilerden özlediğim ve şu sıralar fazlaca anımsadığım, bana anımsatılan bir ses “yaşa küçük kediciğim. Delicesine, kendin içinde benim içinde yaşa. Yaşa ki bende nefes alabileyim…”
Onun sesi
Dudaklarım ani bir hızla boynuna yöneldi. İz bırakana kadar işkenceye devam etim. Bir kedinin doğasında olan o dürtüyle en derinlerine inerek işaretledim. Çünkü bana kafa tutuğu, beni kışkırtı anda bana aiti artık. Dudaklarından tatlı bir inilti firar eti. Parmakları belim yakaladı beni üstünden atmak istiyor ama kıyamıyor gibiydi.
Geri çekilip göz göze geldiğimizde. O anda odanın taş duvarları bile sanki nefes alıyordu, gerilim havayı keskin bir bıçak gibi doldurmuştu.
“Bu-bu Yapığın… büyük bir günah bir daha yapma… ASLA. DERHAL KALK ÜSTÜNDEN TANRININ EVİNDE NE YAPTIĞINI SANIYORSUN…”
Nefes nefese. Gözleri sıkıca kapanmış büyük elleri belimi kavramış. Birkaç saniye sonra gözlerini tekrardan açtığında, yüzünde utanç ve korkuya rağmen garip bir ışıkla bakıyordu gözleri
Şimdi sadece kulakları değil tüm yüzü kıp kırmızıydı. Bembeyaz teni kırmızı tonlarıyla raks ediyordu sanki.
“Beni kışkırtın rahip, benim öğrencim olduğunu söylediğin anda sen artık tanrının değil benim kulum oldun unutma…”
“HADİNİ AŞIYORSUN KADIN…”
“Benim hiçbir zaman dur tuşum olmamıştı ki hadimi aşayım.”
Sustu, sustum…ne o benim kafamdakileri anlayabildi nede ben onunkileri…
birdahaki bölüm daha uzun olacak :)
oy ve voteleriniz eksik olmasın
okuduğunuz tarih yorumlarda bekliyorum
İki bölumde 15-15 oy aldığı anda yeni bölüm atacam😉
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |